Giriş
İnsanlığın sanat ile tutkulu ilişkisinin binlerce yıllık birikimi bugün uygarlık adına inşa ettiğimiz ne varsa onun temelini oluşturmaktadır. Sanat birçok tarihsel kaynakta ‘büyü’ kavramı ile birlikte anılır. Tarihteki bu sayısız tanımlamalardan birini yapan Fischer, insan varoluşunun kökündeki bu büyüyü ‘güçsüzlük duygusu ile birlikte güçlülük bilincini, doğa korkusu ile birlikte doğaya üstünlük sağlama yeteneğini yaratma’ olarak tanımlayarak bunun her türlü sanatın başlıca özü olduğunu, insanların kullanabilmesi için taşa yeni bir biçim veren ilk alet yapıcının ilk sanatçı olduğunu söyler.1
İnsanlık binlerce yıl içinde bu büyüde ustalaştı. Ancak insanlık tarihindeki en büyük kırılma olarak 1917 yılı şüphesiz sanat denen bu büyünün eşsiz örneklerine tanık olacağımız çağın kapılarını açmıştır. Ekim Devrimi ile birlikte Sovyet toplumu insanlığa eşi benzeri görülmemiş bir kitlesellik ve nitelikle sanat eserleri vermeye başladı. Bu bağlamda 20. yüzyıl, dünyadaki ilk ve en güçlü sosyalist pratik olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) kuruluşuyla sanatın da altın çağı olarak anılmayı hak etmiştir.
Elbette bu yazının sınırları sanatın bu altın çağının tümünü kapsayacak kadar geniş değil. Bu yazıyla sadece Sovyet sosyalizminin yeni insan yaratımı bağlamında sanatı nasıl ele aldığına dair bir tarihsel bakışı kısaca ortaya koymaya çalışacağım. Bana ayrılan yer beni somut örnekler üzerine yazmaktan ziyade sanat üzerine Bolşeviklerin teorik tartışmalarına dair genel bir çerçeve oluşturmaya doğru itiyor. Bu bağlamda, yazdıklarım dönemin sanatı hakkında fikir sahibi olmaya çalışanlara naçizane yol göstermekten ibaret olabilir.
SSCB tarihi, akademik platformda genellikle spekülatif Batı kaynakları veya karşı-devrimci Rus tarihçilerinin yazdıkları üzerinden okunup tartışılmaktadır. Dönemle ilgili ulaşılan özellikle İngilizce kaynakların neredeyse tümü anti-Sovyetik soğuk savaş metinlerinden oluşmakta olduğu için bu alanda nesnel verilere ulaşmak ve dolayısıyla objektif bir çalışma yürütmek son derece zorlaşmaktadır. SSCB tarihi üzerine çalışan Amerikalı araştırmacıların en iyilerinden olan Getty ve Furr, bu soğuk savaş dönemi Batılı kaynakları eleştirmeye gerek bile olmayan ve bir yerlerinden tutup düzeltmeyi denemektense sil baştan yapılması gereken ‘araştırma’lar olarak tanımlamaktadırlar.2 Hal böyleyken okurlara manipülasyonlar ile dolu Sovyet tarihi yorumlarının Sovyet sanat tarihi üzerinde de aynı şekilde zuhur ettiğini göz ardı etmemek ve titiz olmak görevi düştüğünü hatırlatarak başlayalım.
İşçi sınıfı iktidarı sanatı tartışıyor
“Yeni bir dünya kuruyoruz. O dünyanın içinde yeni bir insan oluşturuyoruz. Sovyet sanatçısının ödevi, işte bu yüce çabaya katkıda bulunmaktır!”3
Bu satırları okuyanların çoğunluğunun SSCB tarihine aşina komünistler olduklarını varsayarak Ekim Devrimi’nin ilk yıllarının, iç savaş, kıtlık ve NEP dönemi koşullarının detaylarına girmeden, Sovyet sanatının bu zor koşullarda yeşerdiğini belirterek geçelim. Bolşevikler devrimi başarılı kılmak için yalnızca askeri bir savaş değil, aynı zamanda muazzam bir fikir savaşı veriyorlardı. Sömürü düzeninden zihinsel kopuşu, burjuva ve feodal yaşam tarzından ve alışkanlıklarından arınmayı tam anlamıyla sağlamış ‘yeni insan’ın yaratımı sosyalist devrimin başarıya ulaşması ve sürekliliği için en önemli noktaydı. Bu bağlamda kültür ve sanat alanı yeni insanın yaratılmasında Bolşeviklerin elindeki en güçlü silah olmak zorundaydı.
“Bolşevikler için kültür devrimi sanat ve eğitim alanlarından ibaret değildir. […] Bolşevikler tiyatrodan aileye, edebî tenkitten şehirciliğe, sinemadan iş düzenlemesine kadar topyekün bir değişim düşüncesindedirler. Yeni bir insan yaratmak, yeni bir yaşam biçimi, yeni bir byt4 oluşturmak söz konusudur.”5
Bolşevikler bu değişimi örgütlemek için tüm iş kollarında olduğu gibi kültür sanat alanında da yazar birlikleri, besteci birlikleri gibi sanat örgütleri kurdular ve devrimin yeni sanatının nasıl olması gerektiğini hararetle tartışmaya başladılar. Pissarev, Bielinski, Çernişevski, Dobrulyubov, Saltikov-Sçerdin, Plehanov, Lunaçarski gibi düşünürler sanatın bilgi aktarma, halkın sorunlarını dile getirip halktan yana tavır koyma işlevlerini öne çıkarttılar.6
Ekim Devrimi’nin lideri Lenin devrimden yıllar önce Bolşeviklerin sanata nasıl bakması gerektiğine dair görüşlerini yazmıştı. Ona göre sanatın kökleri, emekçi kitlelerin derinliklerine uzanmalı ve sanat, bu kitleler tarafından anlaşılmalı ve sevilmeliydi. Sanat, bu kitleleri birleştirmeli, duygularını, düşüncelerini ve isteklerini yüceltmeli, onları harekete geçirmeli, içlerindeki sanatsal itkileri uyandırıp geliştirmeliydi.7
Sovyetler Birliği’nin kültür ve sanat hayatındaki rolü en az Lenin’inki kadar önemli olan Lunaçarski, Marksizmin en temel sosyolojik yaklaşımını, yani toplumsal yaşamın bir bütün olarak algılandığı ve bu bütünü belirleyenin üretim ilişkileri olduğu Marksist tezini Sovyet devletinde kültür-sanat alanının inşasında zemin olarak kurmaktadır. Lunaçarski’ye göre;
“Bir toplumsal kuram olarak Marksizm’e göre sanat, üretimin toplumsal ilişkileriyle belirlenen bir yapıya sahiptir ve bu nedenle de belirli bir üst yapı kurumudur. Öte yandan üretimin toplumsal ilişkileri de, belli bir dönemde egemen olan faaliyet şekilleriyle belirlenir… Sanatın bir üst yapı kurumu olarak tezahürü, ekonomik temelle ilişkili olarak iki şekilde ortaya çıkar: Önce endüstriyel yaşam tarzının doğrudan doğruya ifadesi olarak, sonra da, bir ideolojinin üstü kapalı ifadesi olarak.”8
Lenin, döneminin işlevsel sanat anlayışına dair tartışmalara bir derinlik katıyor ve yeni sanatın yeni toplumsal sınıf bilincinden, mücadelenin verdiği sarhoşluktan ve gelecek zaferin kesinliğinden hareket ederek geliştiğinde sadece gördüklerini, mücadeleyi ya da proletarya yaşamını yansıtmakla da yetinemeyeceğini ifade ediyordu. Ona göre; yeni sanatın özelliği konu değil, konuyu anlama biçimiydi.9
Burjuva yazarların Sovyet sanat hayatına dair ilk günden bugüne kadar yıllarca yazdıkları ‘baskı’ iddialarına daha ilk yıllardan Lunaçarski’nin söyledikleri bir cevap niteliğindeydi. Ona göre;
“Devlet devrimci düşünce ve beğenilerini sanatçılara zorla kabul ettirmeyi asla tasarlamaz. Böyle bir baskı, devrimci sanat aldatmacası doğurur ancak; çünkü gerçek sanatın ilk erdemi yaratıcının içtenliğidir. Zora dayanan yöntemlerin yerini inandırma, özendirme ve yüreklendirme ile yeni sanatçıları eğitme alabilir. Üstelik bu çeşit ‘önlemler’ sanatın devrimci esinini yükseltmek için de gereklidir.”10
Lunaçarski’nin bahsettiği ‘önlemler’ Sovyet devleti için diğer her şey gibi bir merkezi planlama konusuydu. Bullock’a göre eğer merkezi planlama tarımı ve endüstriyi dönüştürebiliyorsa, o zaman kültürel üretim de kesinlikle benzer şekilde yönetilebilirdi.11
Radikal bir çıkış:Proletkült
Kültür ve sanatın merkezi olarak planlanması süreci yoğun tartışmalarla geçti. Devrimin ilk yıllarında hararetli tartışmalardan çıkan en güçlü yaklaşımlardan biri Proletkült (Proleter Kültür) hareketi oldu. Bu hareket işçi sınıfının devrimine radikal bir bakış getiriyor, devrim öncesi insanlığın tüm sanatsal, kültürel birikimini reddetmeyi, yok saymayı ön görüyordu. Proletkült savunucularına göre ‘eski’, dekadan burjuva ideolojisinin gerici üretimlerinden oluşuyordu. Bunlar yok edilmeli ve sosyalist bir ‘yeni’ yaratılmalıydı.
“Temelleri Bogdanov ve arkadaşları tarafından 1905’te Kapri’de ve 1910 ve 1911 arasında da Bologna’da kurulan işçi okulunda atılan ‘Proletkult’ düşüncesinin özünü Bogdanov 1918 yılında ‘Gelecek’ adlı bir dergide şu sözlerle anlatır: ‘Eğer proleter yazarların, yeni sanat ile eskisi arasındaki boşluğu kapatmak için çaba göstermediklerine üzülenler varsa, onlara şunu deriz: Böyle olması daha iyi, eski ile yeni arasında zincirleme bir bağlantıya gerek duymuyoruz.’Bogdanov için ‘Proletkült’ hareketi geçmişe ait ne varsa atıp yepyeni bir ‘proleter kültürü ve sanatı yaratma uğraşı içindedir. Krilof’un; ‘Yarın uğruna Raphael’in eserini yakacağız/Müzeleri yıkıp, sanat çiçeklerini çiğneyeceğiz.’ dizeleri Proletkült hareketinin sanat anlayışını dile getirir.”12
Bu hareket halk ve genç sanat kurumları arasında hızla yaygınlık kazanmaya başlamıştı. Kaynaklarda Lunaçarski’nin kendi ağzından Proletkült’ü destekleyen bir ifadeye rastlamasak da, başlarda bu yaklaşıma Lunaçarski’nin de yakınlık gösterdiğini düşünmek için yeterli veri olduğu söylenebilir;
“Biz iktidarı ele geçirdik ve böylelikle yeni tarihin başlangıcını belirledik. En iyileri de olsalar, eski kültür paçavralarını boynumuza asmamız gerektiği nerede yazılı? Kültürün, ekonominin üzerinde bir üstyapı olduğunu Marx söylemedi mi? Biz, burjuva ekonomisini parçaladık, bunun sonucu olarak, burjuva kültürü de parçalandı.”13
Bu söylemden anlaşıldığı üzere Lunaçarski’nin devrim öncesi burjuvazinin tüm kültürel birikimini reddetme eğiliminde olduğu bir dönem olmuştur. Marx’ın kültürün burjuva ekonomisinin üzerine inşa edildiği savından hareketle ekonominin değişmesinin kültürü de belirlediğini söylerken, bu doğru Marksist tespit ile devrim öncesi kültürel mirasın reddi yaklaşımı arasında boşluk oluştuğu da ortadadır.
Biçimde ve içerikte radikal bir reddiyeyi şart koşan Proletkült hareketi Lenin başta olmak üzere bir kısım aydın tarafından tepkiyle karşılandı. Swift’e göre, Proletkült aslında ‘anti-Marksist’ti. Marx‘toplumsal varlığın bilinci belirlediğini’, yani insan düşüncesinin tüm üretimlerinin -felsefe, din, yasal yapılar, politik fikirler ve kültür- üretim biçimine göre şartlandığını düşünüyordu. Yeni sınıf sanatı ve kültürü proletaryanın inşa ettiği ekonomik düzeni yansıtmak için otomatik olarak ortaya çıkacaktı. Fakat Proletkült yeni sınıfın iktidarını güçlendirmek ve örgütlemek için sanatı kullanmak istedi. Sanatın basitçe katıksız bir yansıma olmasına izin vermedi.14
Elbette Proletkült hareketinin dışında kalan Marksistler’in tümü sanatı Swift’in ifade ettiği gibi “basitçe katıksız bir yansıma”ya indirgemiyorlardı. Rus Marksistler için sanat bir ‘ayna’ olmaktan daha fazlasıydı. Lenin, insanlığın kültür mirasının reddini doğru bulmuyor, sosyalist yeniden inşanın bu miras üzerine oturacağını, onu böyle dönüştüreceğini düşünüyordu.
Lenin Proletkült hakkındaki düşüncelerini açıkça şöyle dile getiriyordu;
“Marksçılık, burjuva devrinin en değerli kazançlarını reddetmek şöyle dursun, aksine iki bin yıllık insanoğlu düşüncesinin ve kültürünün gelişmesinde değerli ne varsa hepsini değiştirip içine sindirmiştir. (…) Eğitim Komiserliği’nin kurumları içinde Proletkult’a bağımsızlıkvermek hususunda girişilecek her türlü teşebbüs nazari bakımdan yanlıştır, pratik bakımdan da zararlıdır.”15
Lenin, Plehanov, Belinski, Gorki gibi aydın ve sanatçıların Proletkült karşısında yer almasının Lunaçarski’nin görüşlerinde de değişiklik yarattığını söyleyebiliriz. Entelektüel çevrelerin yürüttüğü yoğun tartışmalardan sonra Lunaçarski de ‘gelenekselci’ cephede yerini almıştı. Lunaçarski bu yeni fikirleri doğrultusunda işçi sınıfı hükümetine düşen ödevleri şöyle özetliyordu;
“Hükümete gelince, önce, eski sanatta en iyi olanı bütün gücüyle korumaya çalışmaktır, zira bunun özümsenmesi yeni bir sanata doğru adımların atılması için gereklidir. Aynı zamanda devlet, halk kitleleri için yararlı olacak her türlü yeniliği etkin biçimde destekleyecektir. Hükümet yeninin gelişiminin önünde, bu yeni ne kadar sorunlu olursa olsun, bu hususta hata yapmamak, henüz çok genç ve güçsüz olsa da yaşamaya değer bir şeyi yıkmamak için, engel olmayacaktır.”16
Batı’nın ‘eleştiri’lerine cevaplar
Batı dünyası ya da başka bir deyişle kapitalist kutup, genç Sovyetler Birliği’nde süren bu sert tartışmaları devletin sanat üzerindeki tahakkümü olarak yorumladı. Üretenlerin yönettiği bir düzen biçimini anla(ya)mayan Batılı eleştirmenler ve burjuva ideologları halkın tüm kesimlerinin iktidarda bizzat yer alıyor olması gerçeğine rağmen kapitalist dünyada olduğu gibi SSCB’de de iktidar ve halkı iki ayrı kutup olarak görüyor ve iktidarın halkın ve sanatçıların üzerinde baskı uyguladığını iddia ediyordu.
“Sosyalizmin sanatı propagandaya indirgeyerek, sanatçıyı bir düşüncenin aparatı haline getirdiği iddiası ortaya atıldı ve sık sık işlendi. Bu iddia, Sovyetler Birliği’nde üretilen sanatın yavanlaştığı, devrim öncesi sanatçıların düzeyinde sanatçıların kalmadığı inancını güçlendirmeyi amaçlıyordu.”17
Sovyet yazar Konstantin Fedin 1963 yılındaki yazısında Batılıları en tedirgin eden ve en hoşlarına gitmeyen şeyin Sovyet yazarı ile parti arasındaki ilişki olduğunu söylemektedir.18 Bu anti-komünist argümanları okurken SSCB’deki sanat tartışmalarının bizzat sanatçılar tarafından yukarıda bahsini ettiğimiz sanat örgütleri içinde yapıldığının ve her sanatçının aynı zamanda bir partili devrimci sorumluluğuyla hareket ettiğinin hatırlanması gerekir.
Birçok anti-Sovyetik eleştirmenin “ısmarlama sanat” diye aşağıladığı, bunu SSCB’nin sanat üzerindeki tahakkümü olarak lanse ettiği bir atmosferde Kunitsin, parti/devlet ile sanatçının arasındaki ilişkiyi şöyle tarif ediyordu;
“Devletin sanatçıya sipariş vermesi demek, Sovyet sanatçısının kendi ülkülerinden kopması demek değildir kuşkusuz. Tam tersine, emekçi sınıfını destekleyen sanatçının amaçlarıyla, emekçilerin çıkarını temsil eden Sovyet devletinin amaçları aynı olduğu sürece, devlet sanatçının ürününde sosyalizmin estetik ülkülerinin somutlaştığını görür. Devletin alıcı durumunda olması, sanatçının yapıtını kısıtlamak yerine, bu yapıtı bütün halkın niteliğine getirir. (…) Lenin’in belirttiği gibi, sosyalist ülkede yaşayan her sanatçı ‘özgür’ çalışmak hakkına sahiptir. Ancak bu demek, halkın çıkarlarını bir yana bırakmak ya da sanatın somut yapısını bir tarafa atıp yerine soyutlama getirmek demek değildir. Sosyalistler, ‘bir kenara çekilip, kaosun dizginlerinden boşanmasına seyirci kalamazlar.”19
Sovyetler Birliği’nde baskı mekanizmaları arayanların aslında buldukları şey, sanatın devrimin tüm yanlarına katkısını başa almak için verilen uğraştan başka bir şey olamadı. Bu uğraşın kendisi aynı zamanda parti ile sanatçı arasındaki gerilimin sebebini oluşturuyordu. Zira sanat üretimlerine dair Sovyet sanat birliklerinde, parti kongrelerinde dile getirilen eleştiriler zaman zaman oldukça sertleşiyordu. Eleştiri, Sovyet iktidarı için gelişimin kaçınılmaz aracıydı. Bu nedenle sanatçılar kendi içlerinde de acımasız eleştiriler yapmaktan kaçınmıyorlar, ancak bu yolla gelişmiş bir kültür ve ileri bir insan modeli yaratılabileceğini düşünüyorlardı.
Sanatın bu kimliğin inşası sürecindeki rolü başat görüldüğü için Sovyet iktidarı ile Sovyet sanatçısı arasındaki gerilim SSCB ayakta kalabildiği müddetçe sürdü. Özellikle iç savaş yıllarındaki tarafını belirleyememiş sanatçı ve iktidar arasındaki gerilimi Lunaçarski şöyle yorumluyordu;
“Devrim, sanatçıların yaşamını, pazarla ilişkilerini tepeden tırnağa değiştirdi. Gerçi şimdi onlar Devrim’i kutlamaktan çok, ondan yakınıyorlar, ama haksız değiller. Savaş ile ablukanın çetin bir iç savaş sosyalizmine yol açtığı bir dönemde, sanatçıların özel pazarı da tümüyle yıkıldı. Bu pazarda isim yapmış, eserlerini kolayca sergilemiş kimseler güç durumda kaldılar, Devrim’den de, burjuvaziden de uzağa düştüler.”20
Elbette Lunaçarski’nin dönemin Sovyetikmodernist ruhuna uygun bu ‘sert’ yaklaşımını dönemin tüm sanatçıları için kabul etmek mümkün değildir. Zira özel pazarlarının yıkılmasından ziyade devrimin pek de öyle uzağına düşmemiş, samimi birer sosyalist oldukları halde Yesenin, Şostakoviç gibi sanatçıların Sovyet yönetimi ile gerilimler yaşamış oldukları da yadsınamaz. Örneğin şair Yesenin’in bu gerilime dayanamayıp intihar etmesinin ardından Troçki; “Yesenin’in zaman içinde akıp giden yaratıcı gücü, bu dönemin sert köşelerine çarptı ve kırıldı demiştir.”21
Eşitlik ilkesine dayanan, tarihte eşi görülmemiş bir sistem ve bu sistemi ayakta tutacak ‘yeni insanı’ yaratmaya çalışmanın ve karşısında konumlanan, şiddet dahil her türlü kirli yöntemi uygulamaktan kaçınmayan koca bir kapitalist bloğa karşı sistemi savunmak zorunda kalmanın belirlediği -belki bugün bakıldığında paranoya derecesine yaklaşan- koşulların kimi zaman sanatçıları boğacak duruma gelmesi anlaşılır bir durum olmalıdır. Bu bağlamda Sovyetler Birliği’nde sanat, bu kimlik inşa sürecinde sürekli bir devrimci görev-sorumluluk ve estetik sarmalında, bu iki olguyu birbiriyle iç içe geçirme çabasının sancıları içinde var olmuştur. Partinin ve sanat birliklerinin sanatçıları ödül yoluyla teşvik, kınama yoluyla rencide ettiği, halk nezdinde mahkûm ettiği bir kültür-sanat ortamı oluşturulmuştu. Bu da sıklıkla gerilimli, bol çatışmalı, ama diğer yandan bol ödüllü, canlı ve coşkulu bir kültür-sanat hayatı yaratmaktaydı.
Sovyetlerin dünyaya armağanı: Sosyalist gerçekçilik
20. yüzyılın büyük yazarlarından ve Sovyet Yazarlar Birliğinin ilk başkanı Gorki, Sovyet ülkesinde sanatçıya düşen görevi şöyle ifade ediyordu;
“İnsanın ırgatlıktan kültür efendiliğine dönüşümündeki psiko-kimyayı açıklamak, bu olgunun temelindeki mantığı ortaya koymak, hayvansal duygular içindeki küçük burjuvazinin karşısında proletaryanın sınıf ideolojisinin oynadığı rolü göstermek, ‘ruhun yapıcısı’ olan devrimci sanatçıya düşüyor.”22
Gorki’nin kullandığı ‘ruhun yapıcısı’ tamlaması Stalin’e aittir. Gorki burada Stalin’e atıfla sanatın burjuvaziye karşı verilen sınıf mücadelesinde işçi sınıfının elinde bir silah olarak kullanılmasından bahsetmektedir. Ona göre insanın dönüşümündeki en büyük rol devrimci sanatçıya düşmektedir.
1930’lu yıllara gelindiğinde sanat örgütlerinin ve Stalin dönemi Sovyet iktidarının sürdürdüğü tartışmalar özellikle edebiyat alanı başta olmak üzere müzik, tiyatro, bale gibi sanatlarda yoğunlaşmış, sosyalist gerçekçilik yaklaşımı sanatta temel doktrin olarak kabul edilmiştir. Stalin’in sanat hakkındaki görüşleri oldukça nettir. Ona göre;
“Sanat için sanat diye bir şey yoktur. Toplumun üzerinde duran ‘özgür’ sanatçılar, yazarlar, şairler, oyun yazarları, yönetmenler ve gazeteciler yoktur ve olamaz. Karşı-devrimci burjuvazinin eski geleneklerine bağlılıkları uyarınca Sovyet halkına hizmet etmek istemeyenlerin ve Sovyet halkının hizmetinde olan işçi sınıfı iktidarına düşman olanların ülkeden ayrılmalarına ve yurtdışında kalmalarına izin veriyoruz. Bırakalım onlar, her şeyin alınıp satıldığı ve yaratıcı entelijansiyanın kendi yaratım çabasında bütünüyle mali kodamanların parasal desteğine bağımlı olduğu kötü ünlü burjuva toplumunda ‘özgür yaratıcılığın’ anlamını hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde anlasınlar.”23
Sovyet topraklarından yayılarak tüm dünyayı on yıllarca etkisi altına alacak olan sosyalist gerçekçilik akımını Aragon şöyle tanımlamaktadır;
“Yeni sanat, aynı zamanda hem ağacı hem ormanı gösteren ve onları niçin gösterdiğini bilen, ‘sanat sanatiçindir’den mümkün olduğu kadar uzak, eylemci bir gerçekçiliği savunan, insana yardımcı olmak, yaşam yolunu aydınlatmak tutkusu içinde olan, yaşam yolunun anlamını hesaba katan ve bu yolculuğun öncülüğünü yapan, kaçınılmaz, zorunlu bir yeni gerçekçiliktir. “24
‘Sanatçı üzerindeki baskı’argümanının dayandığı özgürlük sorunsalına dair Sovyet yazarı Kunitsin sosyalist bakışı oldukça sade bir şekilde tanımlıyordu;
“Özgürlük konusundaki bütün nesnel yaklaşımlarda, en önemli sorun nedense ele alınmaz. Bu sorun, kişisel yaratıcı özgürlüğe kavuşmak isteyen sanatçının, halkın çıkarlarına, devrimci sınıfın çıkarlarına ve gerçek sanatın gerekliliklerine karşı alacağı tavrın ne olduğudur. Gerçek özgürlük, ancak insanlar her türlü toplumsal eşitsizlikten kurtuldukları zaman olanak kazanır.”25
Sonuç
Bu tartışmalar kimi Sovyet sanatçıları tarafından da ‘baskı’ olarak algılanmış ve ülkeden iltica eden sanatçılar bir süre sonra aradıkları ‘özgürlük’ ortamını kapitalist dünyada bulamayacaklarını görüp Sovyet topraklarına geri dönmüş, kimileri ise kendilerine sunulan ihtişamlı hayat olanaklarını fırsata çevirip ömürlerini soğuk savaşın anti-komünist kampanyalarına adamışlardır.
ABD emperyalizminin himayesinde yıllarca ahkâm kesen Volkov’un yalanlarıyla anti-komünist kampanyaların maalesef en popüler malzemelerinden biri haline gelmiş olan 20. yüzyılın efsane Sovyet bestecisi Şostakoviç’in şu sözleri, üzerinde hiçbir şaibe bırakmayacak kadar açıktır;
“Burada, Sovyetler Birliği’nde, nitelikli her emekçi (ister sahneye koyan, ister yazar, ister mühendis, ister besteci ya da ne olursa) Parti’nin ve hükümetin koruyuculuğundan çok mutlular… Sovyet Besteciler büyük eserler üretebilmek için her türlü olanağa sahipler. Bir bestecinin ekonomik açıdan güven içinde olduğunu bilerek, huzur içinde bir sonat ya da dörtlü yazabildiği başka bir zaman ya da yer olmuş mudur acaba? Bu, Parti politikalarının ve ülkemizde sosyalizmin kurulabilmesinin bir sonucudur.”26
Sovyetler Birliği’nde tüm olumsuz sayılabilecek koşullara, gerilimlere rağmen insanlık tarihinde ilk kez büyük halk kitleleri, işçi sınıfı sanatın hemen her dalıyla kitlesel olarak ilgileniyor, örgütlü olarak sanatsal ve kültürel üretimin içinde yer alıyorlardı. Yaratılmak istenen ‘yeni insan’ kimliği sanatla iç içe, kültürel olarak gelişkin, ilerici, çağdaş, örgütlü ve politik bir Sovyet yurttaşı tipiydi. Çözülüşe varan süreçte bunun büyük oranda başarılmış olduğunu Sovyet insanının 20.yüzyılın dünya bilim ve sanatındaki yerini kapitalist Batı kaynaklarının bile reddedemeyeceği şekilde görmek mümkündür. Ekim Devrimi’nin 100. yılında komünistler için Sovyetler Birliği tarihi başka birçok konuda olduğu gibi sanat alanında da derslerle doludur. Bu tarihten dersler çıkarmak günümüz koşullarında devrimci mücadele yürüten entelektüel ve sanatçılar için bir ölüm kalım meselesidir.
Nazilere karşı verilen mücadelede cephelerden gelen kızıl ordu marşları, yıkıntılar içinde yapılan dans gösterileri, bale ve halk danslarında çığır açan Moiseyev’in efsane koreografileri, bombalar altında Leningrad damlarında gönüllü itfaiyecilik yapan Şostakoviç’in büyüleyici ezgileri bizi bugünün kurtuluşuna, Gorki’den öğrendiklerimiz, Mayakovski’nin dizeleri bizi yarının kazanılmasına, Sovyet afişlerinde gördüğümüz çağının çok ilerisinde her tasarım bizi sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyanın kavgasına bağlamaktadır.
Devrimin 100. yılında Sovyetlerin yaratıcılarına saygıyla…
Dipnotlar ve Kaynak
- Fischer, E. (2005), Sanatın gerekliliği, (Çev: C. Çapan), Payel Yayınevi, s.34.
- Furr, G. (2012),Stalin ve demokrasi Trotskiy ve Naziler, (Çev: F. Hülagü), Yazılama Yayınevi, s.210.
- Fedin, K. (2011), Kolektif, Sanatta sosyalist gerçekçilik, (Çev:F. Şahin), Parşömen Yayıncılık, s.121.
- Bolşevik yönetici Semachko “byt” terimini şöyle açıklar: “Bireye ve sosyal bir gruba ait alışkanlıklar, davranışlar, kurallar, gelenekler, inançlar ve düşüncelerin tümü.” (Champarnaud, 1975; s. 11).
- Champarnaud, (1975, s.11), akt. Uygur, E. (2005),Sosyalist realizm kavramının ortaya çıkış süreci, Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi-TurkishJournal of SocialResearch, yıl 9, sayı 1-2, s.23-30.
- Acar, A. (2012), Estetik, Doruk Yayımcılık, s.122.
- A.g.y, s.168.
- Lequenne, M. (2000), Marksizm ve estetik, (Çev: E. Bener, Y. Bener, A. Aydın), Yazın Yayıncılık, s.11.
- Schnitzer, J. (2009),Edebiyat ve sinemada yaşayan Lenin, (Çev: İ. Yerguz), Sel Yayıncılık, s.151.
- Lunaçarski, A. (1998), Sosyalizm ve edebiyat, (Çev: A. Bezirci), Evrensel Kültür Kitaplığı, s.73.
- Alıntının kaynağı Bullock’unStagingStalinism: TheSearchforSoviet Opera in the 1930s adlı makalesi bahsettiğim birçok anti-Sovyetik, anti-Stalinist makalelere örnek olmakla birlikte içinde barındırdığı doğru tespitleri paylaşmanın uygun olduğunu düşünüyorum. Bullock, P. R. (2006), StagingStalinism: ThesearchforSoviet Opera in the 1930s, Cambridge Opera Journal, Vol. 18, No. 1, pp. 83-108, Cambridge University Press, s.90.
- Acar, A. (2012), Estetik, Doruk Yayımcılık, s.172.
- Lunaçarski, A. (2001),Miras, (Çev: M. A. İnci, İ. Yarkın),İnter Yayınları, s.22.
- Swift, M. (1968), The Art of thedance in the USSR,University of Notre Damme Press, s.40.
- Acar, A. (2012), Estetik, Doruk Yayımcılık, s.173.
- Lunaçarski, A. (2000), Devrim ve sanat, (Çev: S.Kaya, S.Kaya), İnter Yayınları, s.45.
- Sancar, N. (2013),Sovyet devriminin kültürel etkisi, http://www.ozgurlukdunyasi.org/arsiv/167-sayi-186/443-sovyet-devriminin-kulturel-etkisi).
- Fedin, K. (2011), Kolektif, Sanatta sosyalist gerçekçilik, (Çev: F. Şahin), Parşömen Yayıncılık, s.114.
- Acar, A. (2012), Estetik, Doruk Yayımcılık, s.144.
- Lunaçarski, A. (1998), Sosyalizm ve edebiyat, (Çev: A. Bezirci), Evrensel Kültür Kitaplığı, s.77.
- Acar, A. (2012), Estetik, Doruk Yayımcılık, s.179.
- Gorki, M. (2011), Kolektif, Sanatta sosyalist gerçekçilik,(Çev: F. Şahin), Parşömen Yayıncılık, s.90.
- Bland, W.B. (2009), Jozef Stalin-söylence ve gerçek, (Çev: G. Altınoğlu), Su Yayınları, s.246.
- Acar, A. (2012), Estetik, Doruk Yayımcılık, s.195.
- Kunitsin; (2011), Sanatta sosyalist gerçekçilik,(Çev: F. Şahin), Parşömen Yayıncılık, s.167.
- Şostakoviç, D. (2010), Bir Sovyet sanatçısı olarak tarihe tanıklığım, (Çev: V. Terzioğlu), Yazılama Yayınevi, s.46.