BÖLÜM I
ÇOK KUTUPLULUĞA GİDEN DÜNYA
- Reel sosyalizmin çözülüşünün ardından, emperyalist-kapitalist sistemin, Yeni Dünya Düzeni denilen ve küreselleşme ideolojisi ve söylemiyle tüm dünyaya yayılan saldırganlığı bugün uluslararası alanda ve tekil tekil bir dizi ülkede yaşanan sorunların kaynağıdır.
Sovyetler Birliği’nin ve sosyalist bloğun çözülmesinin ardından, emperyalist-kapitalist sistem “Yeni Dünya Düzeni” diyerek “küreselleşmeyi” dünyaya dayatmıştır. Aradan geçen sürede 1990’ların başında “dünya vatandaşlığı, sınırların ortadan kalkması” gibi pozitif önermelerle örülmeye çalışılan küreselleşme ideolojisinden bugün geriye savaşlar, terörizm, işsizlik, yoksullaşma, adaletsizliklerin artışı, büyük bir göçmen ve sığınmacı sorunu, artan dinci, ırkçı, yabancı düşmanı gericilik gibi ağır sorunlar kalmıştır.
Sadece sermayeye sınırsız hareket edebileceği bir dünya yaratılırken özelleştirme ve işçi sınıfının haklarının daraltılması uygulamaları artık emperyalist hiyerarşinin en tepesindeki ülkelerde de giderek sertleşmektedir. Buna paralel olarak, aşırı şekilde artan servetin az sayıda elde toplanması ve gelir eşitsizliklerinin giderek daha fazla arttığı bir dönem yaşanmaktadır.
Bunun üzerine 2008 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) başlayan emlak balonuna bağlı mali krizin etkilerinden bütünüyle çıkılamadığı bu dönemde, emperyalist merkezler başta olmak üzere tüm dünyada düşük büyüme oranları kırılamamaktadır.
Kendi ülkelerindeki emekçileri de yoksullaştıran ve işsiz bırakan emperyalizmin tüm dünyayı yeniden ve yeniden paylaşmak için başlattığı savaşlar ve yaptığı müdahaleler terörizm olarak kendisini de vurmaktadır.
Bugün dünyanın karşı karşıya olduğu sorunların tamamının nedeni emperyalist-kapitalist sistemin bütünlüklü bir hedeften uzak olan ve ülkelerinin emekçilerine dahi artık bir gelecek, yeni bir seçenek sunamayan, sunamadığı ölçüde daha da şiddetlenen saldırganlığıdır. Öte yandan, emperyalist-kapitalist sistemin bu saldırganlığının siyasi hedeflerle ilişkilendirilebilecek bir enerji ve güç olmaksızın sürdürülmesinin yarattığı boşluklar daha büyük sorunlara da neden olmaktadır.
- Bu saldırganlık ve egemenlik politikası, emperyalistlerin hegemonyalarını sürdürme ve güç çekişmesine dönüşürken çok kutuplu bir sürece doğru evrilmeye başlamıştır.
Emperyalizmin yeknesak olduğu ve mutlak bir uyum, karşıtlık ve hiyerarşi içerisinde işlediği düşünülmemelidir. Sosyalizmin bir dünya sistemi olarak var olduğu bir dönemde ortaya çıkan özgün yönlerin bütünüyle emperyalizmi belirlediği söylenemez. Emperyalizmin doğası gereği tekeller arasındaki rekabetin sermaye sınıfının devlet aygıtları arasında da keskinleşmesi kaçınılmazdır. Sosyalist sistemin ortak bir düşman olması nedeniyle yaşanan özgün dönemin bu anlamda tamamen sonuna gelinmiştir. Dünya bir kez daha emperyalist ülkeler arasında rekabet ve çelişkilerin öne çıktığı ve yeni ittifak ve çatışma ihtimallerinin belirdiği bir döneme girmiştir.
Bununla birlikte bugün için ABD’nin emperyalist-kapitalist sistem içerisindeki liderliği ve hegemonyası tartışmasız sürmektedir. ABD bu liderliğin ve hegemonyanın getirdiği maliyetleri daha fazla taşımak istememektedir. Ancak mevcut koşullarda emperyalist güçler arasındaki pazar paylaşımını bütünüyle değiştirecek bir gücü ortaya koymakta da zorlanmaktadır. Bununla birlikte, ABD’nin konumunu kısa ve orta vadede tehdit edecek bir güç de görülmemektedir.
Bu durum, emperyalist ülkeler arasında sosyalizme karşı mücadele ederlerken sağlayabildikleri eşgüdüm ve işbirliği sayesinde görece dengeli bir şekilde sürdürdükleri rekabetin tekrar görünür hale gelmesine ve aralarındaki çelişkilerin belirleyiciliğinin artmasına neden olmaktadır.
Öte yandan, Çin’in gösterdiği olağanüstü ekonomik gelişme, Rusya’nın Sovyetler Birliği’ne dayanan teknolojik altyapısını emtia fiyatlarının yüksek olduğu dönemde elde edilen gelirlerle etkin bir şekilde kullanması, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika gibi önemli doğal kaynaklara, büyük birer nüfusa ve bölgelerinde öne çıkan avantajlı konumlara sahip ülkelerin taşıdığı potansiyel gibi olgular emperyalist sistemde bir grup ülkenin öne çıktığı yeni durumları da beraberinde getirmiştir.
Tüm bunların neticesinde gerek emperyalist kamp içerisinde gerekse öne çıkan ülkeler ile emperyalist ülkeler arasında karşı karşıya gelişler artmaktadır. ABD’nin Almanya başta olmak üzere Avrupa Birliği (AB) ile yaşadığı sorunlar ve hatta geleneksel olarak kendisine daha yakın olduğu halde “Brexit” (Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılması süreci) görüşmelerindeki tartışmalar üzerine İngiltere ile yaşadığı sürtüşmeler ve Çin ile gümrük tarifeleri üzerinden yaşanan açık rekabet ile Güney Çin Denizi gibi alanlarda başlayan askeri gerilimler, Rusya ile Ukrayna, Kırım, Suriye başlıkları ile birlikte yaptırımlar ve seçimlere müdahale gibi bir dizi başlıkta yaşanan gerilimler bu rekabet ve çelişkilerin yansımasıdır.
Bu çerçevede, emperyalist ülkeler içinde farklı odaklar ortaya çıktığı gibi emperyalist olmaya aday ülkeler içinde de yeni odakların oluşmaya başladığı bir dönemden geçilmektedir. Henüz yolun başlarında olan bu sürecin kısa ve orta vadede kesin sonuçlara bağlanması mümkün görünmese de dünyanın çok kutupluluğa doğru gittiği görülmektedir.
- Çok kutupluluğa giden süreç henüz ABD’nin emperyalist sistem içindeki başat rolünü ortadan kaldırmadığı gibi ABD de mutlak hegemonyasını devam ettirmek üzerine kurulan bir politik strateji yürütmektedir.
Emperyalist sistem içerisindeki rekabetin ve çelişkilerin artması bir olgu olmakla birlikte bu durum ABD’nin sistem içerisindeki başat rolünü henüz tehdit etmekten çok uzaktır. Buna karşın ABD’ye karşı daha fazla itiraz yükselmekte, özellikle AB ülkeleri ABD ile farklılaşan çıkarlarını korumak için daha belirgin tavır göstermekte, Çin ve Rusya gibi ülkeler ABD’ye karşı zaman zaman etkili olan bir direnç gösterebilmektedir.
Tüm bunlara rağmen ABD dünyanın en büyük ekonomisine ve sermayesine sahip olmak, ABD dolarının rezerv para olması özelliği, teknoloji alanında yenilikçi ve belirleyici olmak, tüm dünyaya müdahale edebilen yegane askeri güç olmak, kültürel hegemonyasını sürdürmek gibi pek çok üstünlüğünü hemen hiç sarsılmadan korumaktadır.
Buna karşılık ABD mevcut dengeleri değiştirecek potansiyel gelişmelere karşı bir politik strateji izlemektedir. Henüz bütünlüklü ve kesin bir çerçeveye oturmasa da Alman bankaları ve otomobil tekellerine uygulanan cezalar, başta Çin olmak üzere gümrük tarifelerine ilişkin yapılan korumacı hamleler, NATO harcamalarına ilişkin sürdürdüğü baskı, Rusya ile olan ilişkilerindeki gelişmeler, Çin’e karşı Asya’da kontrollü bir askeri gerginlik, İran ile yapılan nükleer anlaşmasının yeterli payın alınamaması nedeniyle rafa kaldırılması gibi adımlar ABD’nin kendi konumuna yönelen potansiyel tehditleri sınırlandırma yöntemleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu hamlelerin bütünüyle geçici sayılması, etkisiz olduklarının düşünülmesi için herhangi bir neden yoktur. ABD, 1990’lar ve 2000’lerdeki gibi her planını bütünüyle hayata geçiremese bile hala daha yeni durumlara en hızlı şekilde uyum sağlayan bir esnekliğe sahip durumdadır. Bu esneklikle hedeflerine uygun yeni planları hızla uygulayabilmektedir. Suriye emekçilerinin olağanüstü direnişiyle Suriye’den bir Sünni devleti çıkarmak mümkün olmadığında Kürtler üzerinden yeni bir hamle yapılması bunun tipik örneğidir.
- Emperyalist ülkeler arasındaki rekabet ve çelişkilerin, AB’nin dağılması, ABD ile AB arasındaki köprülerin atılması gibi uç sonuçlara varacak şekilde emperyalist sisteminin temel mekanizmasını çözecek ve mutlak bir kopuşa denk gelecek bir mahiyete sahip değildir.
Emperyalizmin mevcut yapısını değişime zorlayan etkenler ve eğilimleri uçlara taşıyıp emperyalizmin çözemediği veya çözemeyeceği derin bir siyasi kriz içerisinde olduğu tespitleri yapılmasının herhangi bir maddi temeli yoktur. Henüz emperyalist ülkeler ve bu ülkeler ile emperyalist olmaya aday ülkeler arasındaki rekabet ve çelişkilerin boyutu sistemi çözücü bir niteliğe ulaşmamıştır. Bu potansiyel bulunmakla birlikte böylesi bir güçlü müdahaleyi yapabilecek bir güç bulunmamaktadır.
Bu çerçevede uzun vadeli olasılık ve olanaklar üzerinden emperyalist sistemin büyük bir krizde ve çöküşte olduğu, yenildiği gibi tespitlere itibar edilmemeli ve aceleci davranılmamalıdır. Bugün için sürtüşme noktaları olarak gözüken pek çok başlık bir süre sonra uzlaşı noktalarına, direnç odağı olarak görülen ülkeler işbirliği ve ittifak unsurları haline gelebilecektir. Diyalektik bir sürecin ilerleyeceği görülmelidir. Bu nedenle, emperyalist sistemde bir değişimin bugünkü koşullarda uzun vadeye yayılacağı öngörülerek hareket edilmelidir.
ABD ve AB arasındaki sürtüşmeler, genel olarak, 75 yıla varan büyük ittifakın nasıl devam edeceğinin belirlenmesine yönelik bir müzakere süreci olarak değerlendirilmelidir. Son tahlilde, 75 yıl içerisinde ortaya çıkan mekanizmalar ve anlayışlar emperyalist ülkelerin farklılıkları kadar ortaklıklarını da öne çıkarmaktadır. Yine AB içerisinde farklı ağırlıkları olan ülkelerin farklı tercihleri ve öncelikleri de ortak çıkarlarının bütünüyle önüne geçmiş değildir.
- Emperyalist ülkelerde yaşanan gerilimlerin en önemli kaynağı iktisadi kriz ve krizden çıkış arayışları olduğundan böylesi bir durumun emperyalist güçler arasında yeni ilişkiler ve gerilimler yarattığı görülmelidir.
Bugün emperyalist blok içerisinde 2008 krizinin etkileri ve bu krizden çıkış için arayışlar birbirlerini çelen ve hatta zaman zaman karşıtlaştıran durumlar yaratabilmektedir. Emperyalist ülkelerin iktisadi farklılıkları kadar emperyalist ülkelerdeki sermaye gruplarının farklı çıkarları da gerek uluslararası siyasette gerekse düzen siyaseti içerisinde gerilimler yaratmayı sürdürmektedir.
Yine de bugün için önceliklerde yaşanan farklılaşmanın gerek emperyalist ülkelerin iç siyasetinde gerekse emperyalist ülkeler arasında köklü bir hesaplaşmaya dönüşmesi için henüz çok erkendir.
Bu çerçevede, emperyalist ülkeler içerisinde geleneksel yakınlıklara göre ve zaman zaman bunu da aşan şekilde yan yana gelişler söz konusudur. Bu açıdan, ABD ve İngiltere ile Almanya ve Fransa’dan oluşan iki gruplaşmanın öne çıktığı söylenebilir. Bu gruplaşmalar bugün için mutlak olmasa ve zaman zaman kendi içlerinde gerilimler yaşasa da uzun vadede iki ayrı kutup oluşturma potansiyeline sahiptir.
Bu tabloya ek olarak Çin de güçlü bir kutup yaratma potansiyeline sahiptir. Rusya’nın ise, mevcut koşullarda, bir tamamlayıcı ülke konumunda olması ve başta Çin olmak üzere herhangi bir kutba etkili bir şekilde eklemlenmesi ihtimalinin daha gerçekçi sayılması uygun olacaktır.
- Dünyanın gidişatının dünya savaşları öncesiyle benzeşmeye başlaması öncelikle emperyalist sistemin hiyerarşik yapısındaki dönüşüm dinamikleri ile ilişkili olup orta vadede bir dünya savaşı beklentisi gerçekçi olmaktan uzaktır.
Çok kutupluluğa giden dünya giderek 20. yüzyılın başlarındaki emperyalist ülkeler arasındaki rekabet ve çelişkilerin arttığı döneme benzemektedir. Emperyalist sistem iki dünya savaşı sonrasında geçirdiği dönüşüm ve yarattığı araçlarla bu rekabeti ve çelişkileri yönetme ve yönlendirme açısından imkanlara sahiptir.
Bugün dünyada çok uluslu imparatorluklar veya sosyalist bir büyük güç yoktur. Dahası 20. yüzyılın ilk yıllarından farklı olarak Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Dünya Ticaret Örgütü gibi çok sayıda uluslararası kuruluşla birlikte belirli bir işbirliği ve eşgüdüme sahip bir emperyalist sistem işlemektedir. Bu olanaklar önemli etkilere ve yönlendiriciliğe sahiptir. Yine bugün 1914 veya 1939’da Almanya’nın öne çıktığı gibi üretim potansiyelini arttıran ancak pazarlara erişmekte zorlanan bir güç de bulunmamaktadır.
Tüm bunlar bir arada değerlendirildiğinde, tek kutupluluğun, kapitalizmin doğası gereği ortaya çıkan rekabet ve çelişkileri çözmekte yeterli beceriyi göstermekte zorlanması nedeniyle, bir dönüşümü zorlayan dinamikler yarattığı söylenebilir. Çok kutupluluk eğilimi tam olarak bu dinamiklerden doğmaktadır.
Bununla birlikte, önümüzdeki 20 yıla varan bir süreç için bu dinamiklerin mutlak olarak galip geleceği ve kısa veya orta vadede rekabet ve çelişkilerin bir dünya savaşıyla sonuçlanacağı beklentisi abartılı sayılması gereken ve gerçekçi olmaktan uzak bir yaklaşımdır. Bir dünya savaşı olasılığının artması için öncelikle çok kutupluluk eğilimini doğuran dinamiklerin somut sonuçlarının yaşanması ve emperyalist güçler arasındaki dengelerde önemli sarsıntıların gerçekleşmesi gerekmektedir.
- Başta emperyalist ülkeler olmak üzere tüm ülkelerde burjuvazi bu dinamiklere daha hızlı müdahale edebilecek ve konum alabilecek bir devlet yapılanmasını tercih etmektedir.
Burjuva sınıfını oluşturan sermaye sahiplerinin çıkarları tamamen ortak ve aynı hedefe yönelen bir nitelikte değildir. Benzer şekilde emperyalist sistem içerisinde yer alan ülkelerin çıkarları da tamamen ortak ve aynı hedefe yönelen bir nitelikte değildir. Bununla birlikte, tek tek ülkelerde ve bir bütün olarak emperyalist sistem için sermaye sınıfının tekil üyelerinin çıkarlarının ötesine geçen sermaye sınıfının genel çıkarları olduğu da unutulmamalıdır.
Çok kutupluluğa doğru seyreden dinamikler ile birlikte sermaye sınıfının genel çıkarları ve farklı siyasi partilerde temsil edilen tekil sermaye gruplarının çıkarları arasında ülkelerin iç siyasetinde ve uluslararası siyasette çeşitli dengeler oluşmaktadır.
1970’lerin sonundan itibaren başlayan ve sosyalizme karşı son büyük ideolojik saldırı açısından anlam kazanan yürütmenin güçlendirilmesine yönelik eğilim, sonrasında eski sosyalist ülkelerin parçalanması ve sisteme entegrasyonunda olduğu gibi bugün emperyalist sistemin içinden geçtiği dinamikleri yönetmek açısından da etkin bir seçenek olmayı sürdürmektedir.
Öte yandan, son büyük ekonomik kriz sonrasında küreselleşme ideolojisinin yetmediği ancak yerinin de ne iktisadi olarak ne de bu eksiklik nedeniyle ideolojik alanda doldurulamadığı ortadadır. Söz konusu koşullarda oluşan bu boşluğun doldurulması gerekmektedir.
Bu iki ihtiyacın çakışması sonucunda tüm dünyada siyaset merkezi giderek daha fazla sağa kaymakta, terör sorunu üzerinden baskıcı yöntemler uygulamaya sokulmakta, işsizlik ve yoksulluk gibi sorunların düzen karşıtı kanallara akmasını engellemek için göçmen ve sığınmacılar üzerinden yabancı düşmanlığı öne çıkmakta, buna paralel olarak ulusal söylemler görece arttırılmakta, sağ popülizme alan açılmaktadır. Bu genel eğilimin istisnası olan ülkelerde ise sosyal demokrasinin geleneksel büyük partilerinin çökmesi nedeniyle geçmişte “radikal demokrat” olarak nitelendirilen partiler sağcılaşarak yeni sosyal demokrasinin “temsiliyetiyle” öne çıkmaktadır.
Tüm dünyadaki bu eğilimin, yürütmenin güçlendirilmesi ve giderek tekleşmesine yönelik adımlarının büyük ölçüde kalıcı olacağı ancak milliyetçi ideolojiden beslenen sağ popülizmin işlevselliği ölçüsünde kullanılacağı bilinmelidir. Büyük Britanya’da Bağımsızlık Partisi’nin AB’den çıkış referandumu sürecinde olağanüstü güçlenmesine rağmen son genel seçimlerde bütünüyle Muhafazakar Parti içerisinde erimiş olması bunun en tipik örneğidir.
Bu durumu, faşizmin gelişi ve hatta yükselişi olarak değerlendirmek büyük bir hatadır ve dünyada solu, düzen partilerinin kuyruğuna takılan bir stratejiye mahkum etmektedir.
- Ulus devletler çok kutuplu bir dünyaya doğru evrilen süreçte kendilerine yer edinmektedir.
1990’lı yıllarda küreselleşme ideolojisi ile birlikte sıklıkla tekrar edilen ulus devletlerin sonunun geldiği tezleri yanlışlanmıştır. Özellikle emperyalist ülkeler açısından ulus devletlerin sonunun gelmesi bir yana, yeni işlevler yüklenerek varlıklarını sürdürecekleri anlaşılmaktadır. Bununla birlikte özellikle sömürge niteliğinde olan veya sisteme eklemlenmekte sorun çıkaran ülkelerde sömürünün derinleştirilmesinin bir aracı olarak merkezkaç güçlerin kullanılması devam edecektir.
Emperyalist bir ülkenin sermaye sınıfının genel çıkarlarının korunmasının daha fazla öne çıktığı bir dönemde ulus devletler de sermaye sınıfı açısından faydalı olmayı sürdürmektedir. Gerektiğinde korumacı önlemler için bir çerçeve sağlayan ulus devlet aynı zamanda sermaye sınıfının ihtiyaçlarının ülke içinde ve dışında dayatılması için de meşru sayılan bir araç olmaktadır.
Bu durum, bu çıkarların korunmasının da bir aracı olan uluslararası örgütlerin ortadan kalkacağı gibi karşıt uçlara doğru savrulacak tezleri geçerli kılmamaktadır. Tüm dünyada entelektüel kıtlığın bu türden radikal gözüken tespit ve tezlerle görünür olmaya çalıştığı bilinmelidir.
- Uluslararası yaptırımlar, şirketlere uygulanan yüksek para cezaları ve son dönemde gündeme gelen ticaret savaşları özellikle emperyalist olmaya aday Çin ve Rusya gibi yükselen odaklara karşı başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerin hegemonyasının korunması için alınan tedbirlerdir.
Emperyalist ülkelerin sistemdeki değişikliklere dönük dinamikler karşısında hamleler geliştirdikleri ve geliştirmeyi sürdürecekleri görülmektedir. Uluslararası yaptırımlar, gümrük tarifeleri başta olmak üzere korumacı tedbirler gibi adımlar emperyalistlerin öncelikle Çin ve Rusya gibi ülkelere karşı bir sınırlama hareketi olarak görülmelidir. Bununla birlikte, bu tür tedbirler belirli bir ölçekte de olsa kendi aralarındaki rekabete de yansımaktadır.
Bu tür tedbirlerin yeni sorunlar ve çelişkiler yaratacağı söylenebilir. Dolayısıyla bu tedbirlerin süreklilik kazanması olasılığı görece düşük olmakla birlikte bu ihtimalin çok kutupluluğa giden sürecin sonuçlarını hızlandırıcı etkileri de olabilecektir. Örneğin, benzer bir ticaret savaşının sonrasında Birinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı hatırlanmalıdır.
- Çin emperyalist olmaya aday ülkeler içerisinde sanayileşme, iktisadi potansiyel ve nüfus kaynakları bakımından en fazla öne çıkan ülkedir.
Çin büyük ve eğitimli nüfusu, sanayileşmedeki büyük gelişimi ve taşıdığı iktisadi potansiyel ile bugün dünyada emperyalistleşme potansiyeli en yüksek ülke konumundadır. Önümüzdeki dönemde Çin açısından belirleyici olacak unsur, niceliksel gelişimini niteliksel bir gelişime evriltmeye yönelik planlarının başarıya ulaşma derecesi olacaktır.
Bununla birlikte diğer emperyalist ülkelerle kıyaslandığında doğal kaynaklar açısından fakir sayılabilecek bir ülke olan Çin’in hammaddelere düzenli ve sürekli erişimi Çin ekonomisinin gelişim göstermesi açısından en kritik sorun olmayı sürdürmektedir. Bu sorun Çin’i sınırlandırma açısından emperyalizmin temel hedefi olacaktır.
Yine ekonomik gelişmeyle birlikte Çin’in büyük nüfusu yaşlanmaya başlamıştır. Orta vadede çalışan nüfus ile yaşlanan nüfus arasındaki dengede yaşanacak değişimler Çin’i zorlayacak bir başka faktör olarak devreye girecektir.
Çin bu sorunları aşmak için çeşitli tedbirler almaya çalışmaktadır. Hammaddelere erişim ve yeni pazarlar için Asya, Avrupa ve Afrika’yı birbirine bağlayacak “Tek Kuşak Tek Yol” projesi geliştirilmektedir. Yaşlanan nüfusa karşı ise tek çocuk politikasından vazgeçilmiş ve ikinci çocuk için zorlaştırıcı tedbirler gevşetilmektedir.
“Tek Kuşak Tek Yol” projesi olağanüstü boyutları, uluslararası niteliği ve dünyanın en istikrarsız bölgelerini de kapsaması nedeniyle zorlu bir proje olmakla birlikte özellikle Almanya gibi ihracatçı ekonomilerle belirli bir paylaşımı sağladığı ölçüde önümüzdeki dönemin en önemli gündemlerinden biri olmayı sürdürecektir.
Öte yandan, kendisi kağıt üstünde de kalsa sosyalizmin planlama imkanlarının ve devletin kolaylaştırıcı müdahalelerinin avantajı, Çin’in diğer emperyalist ülkelerde olmayan maliyetleri düşürücü ve rekabetçiliğini yüksek tutan olanaklara sahip olmasını sağlamaktadır. Ancak özgün teknolojik gelişim yönünden emperyalist ülkelerle Çin arasında hala büyük bir fark bulunmaktadır.
Tüm bunlar bir arada değerlendirildiğinde Çin’in önümüzdeki dönemde daha da güçleneceğini söylemek mümkündür. Ancak bugünden karşıtlıkların şiddetine ilişkin söylenebileceklerin sınırları olduğu ve spekülasyonlara dikkat edilmesi gerektiği de not edilmelidir.
- Rusya’nın askeri teknolojide öne çıkmakla birlikte doğal kaynak ihracatına dayalı bir ekonomiyle kendi başına emperyalist bir ülke olmaktan ziyade eklemleneceği kutbun öne çıkan bir ülkesi olması ihtimali daha yüksektir.
Rusya ekonomisi fazlasıyla baskın şekilde doğal kaynak ihracına dayalıdır. Bu haliyle Rusya’nın emperyalist bir ülke haline gelebileceğini söylemek çok zordur. Sovyetler Birliği’nden devralınan sanayi 1990’larda yağmalanarak önemli ölçüde erozyona uğramıştır. Her ne kadar kapitalist iktisatçılar Rusya’nın iktisadi olarak iyi yönetilen bir ülke olduğuna dönük övgülerde bulunsalar da, Rusya ekonomisinin olağanüstü bir nitel sıçrama yapmadan daha fazla öne çıkması zor sayılmalıdır.
Yine Sovyetler Birliği’nden devralınan gelişkin askeri teknoloji ve sanayi altyapısı ile 2000’lerdeki yüksek emtia fiyatlarından sağlanan büyük gelir fazlasının stratejik kullanımı Rusya’yı özgün ve önemli bir güç haline getirmektedir. Özellikle nükleer silahlarını modernleştirmiş Rusya’nın emperyalizme karşı caydırıcılığı yüksektir.
Bununla birlikte, Rusya’nın doğal etki alanı sayılabilecek eski sosyalist blok ülkeleri ile bağları 1990’lardan başlayarak kopartılmıştır. Dahası eski Sovyet cumhuriyetlerinin önemli bir kısmı bugün ABD ve Avrupa Birliği’ne çok daha yakındır. Rusya, bu anlamda, emperyalizm tarafından önemli ölçüde kuşatılmıştır.
Bu kuşatmanın kabullenildiği 1990’lardan farklı olarak, 2000’lerin ikinci yarısından itibaren Rusya’nın aktif bir savunma içine girdiği görülmüştür. Gürcistan ile başlayan bu süreçte Orta Asya, Ukrayna ve son olarak Suriye’de emperyalizmin politikalarına karşı önemli bir direnç oluşturulması sağlanmıştır. Bu direncin bir savunma pozisyonu içerdiği ise asla unutulmamalıdır.
Bu duruma bakıp Rusya’yı emperyalist saymak ne kadar yanlışsa, onu bir kurtarıcı gibi görüp anti-emperyalist mücadelede bir yeri olduğunu iddia etmek de o kadar yanlış olacaktır. ABD ile sorun yaşayan ülkelerin bu yöndeki çıkışlarının önümüzdeki dönemde artacağı söylenebilir. Bu açıdan, Rusya değerlendirmelerine artık Sovyetler Birliği’nin olmadığı asla akıldan çıkartılmadan yaklaşılmalıdır.
- Emperyalizm, Doğu Avrupa, Ortadoğu ve Asya’da hegemonyasını korumak için müdahalelerini sürdürecektir.
Emperyalizm 1990’lı yıllarda önceliğini, Rusya’nın Sovyetler Birliği’nin etki alanında geriletilmesine ve kendi sınırlarına çekilmesine vermişti. Bugün gelinen noktada Rusya’nın bu politikaya karşı daha etkin bir savunma geliştirdiği görülmekle birlikte bu politika hala yürürlüktedir.
Diğer taraftan Çin’in yeni ticaret yolları ile etkinliğini arttırma ve hammadde akışının güvenliğini sağlama stratejisine karşılık Çin ve komşularında sorunlar yaratma ve Kore ile Güney Çin Denizi başta olmak üzere askeri gerginlikler çıkarma politikası belirginleşmektedir.
Ortadoğu da 1990’dan beri olduğu gibi müdahale alanı olmayı sürdürecektir. Özellikle siyasal İslam’ın rafa kaldırıldığı bir dönemde İslam coğrafyasında dönüşüm adına yeni adımlar atılacaktır. Benzer şekilde Filistin Sorunu’nda da İsrail yanlısı yeni hamleler yapılacaktır. Daha önemlisi ise Suriye’de yıkılmayan Şii ekseninin zayıflatılması için Suriye ve Irak’ta İran etkisinin azaltılmasına dönük girişimler sürecek ve İran hedefte olmaya devam edecektir.
Tüm bunlar önümüzdeki dönem yeni çatışmalar da dahil olmak üzere, emperyalizmin müdahalelerinin artacağı bir dönemde olduğumuzu göstermektedir.
- Hindistan, Çin’e karşı emperyalizmin önemli bir aracı haline getirilmek istenecektir.
Yüzyıllar boyunca İngiltere’nin sömürgesi olan Hindistan emperyalist sisteme yabancı değildir. Büyük ve dinamik bir nüfusa sahip ülke eğitimli işgücü ile emperyalizme ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücünü sağlamak üzere de bir rol almaktadır.
Hindistan aynı zamanda Çin ile sınır sorunları başta olmak üzere karmaşık ilişkilere sahiptir. Ancak coğrafi konumu gereği, Çin’in dış ticaretinde maliyetleri önemli ölçüde azaltabilecek bir durumda olan Hindistan’ın, Çin’in özellikle Ortadoğu ve Afrika’ya açılmasında stratejik bir konumu olacaktır.
Hindistan önemli bir ekonomi olmakla birlikte bir bölgesel güç olarak öne çıkmaktadır. Bu bağlamda kendi bağımsız politikaları yerine emperyalist odaklara eklemlenen etkin bir rol üstlenmesi daha mümkündür.
Tüm bunlar bir arada değerlendirildiğinde, özellikle ABD’nin önümüzdeki dönemde Çin’i daha fazla sınırlamaya çalışacağı görülmektedir. Bunun için Hindistan’ın Çin ile bir işbirliği geliştirmesinin önüne geçilmek istenecektir. Öte yandan son yıllarda Çin’in Pakistan ile ilişkileri de ciddi bir gelişme göstermiştir. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde yanına Pakistan’ı da alan Çin ile Hindistan’ın karşı karşıya gelişleri beklenmelidir.
- Önümüzdeki dönemde emperyalizmin müdahale gündeminde İran öne çıkacaktır.
İran’ın anti-Amerikancı geleneği ve İsrail karşıtı siyaseti ile tüm Ortadoğu’daki Şii nüfus üzerindeki etkisi emperyalizmin bölgedeki çıkarları ve ortakları açısından tehdit olarak görülmektedir. 1980’de Saddam Hüseyin ve Irak kullanılarak müdahale edilmek istenen İran, özellikle son 10 yılda yeniden önde gelen hedeflerden biri konumundadır.
Öte yandan, İran halkının Musaddık’ın petrolü millileştirmesi döneminden gelen anti-Amerikancılığı bu müdahalenin önündeki en büyük engel olmayı sürdürmektedir. ABD ile birlikte molla rejimini yıkmak bir yana sarsabilecek dahi bir dinamik ve güç bulunması ihtimali zayıf gözükmektedir.
Bununla birlikte pek çok büyük etnik grubun Şiilik etrafında bir araya getirildiği bir toplumsal yapının zayıflıkları da vardır. Bunların başında uzun yıllardır iktidarda olan molla rejiminin yoksulluğu kıramaması ve son dönemde uluslararası yaptırımlardan yararlanarak zenginleşen bir yönetici tabakanın ortaya çıkması ile dini kurallara göre düzenlenmek istenen toplumsal yaşamın ülkenin zenginliğine dar gelmesi sayılmalıdır. Zaman zaman etkili eylemlere de neden olan bu sorunlar İran’ın yumuşak karnı olmayı sürdürmektedir.
Özellikle ABD’nin önümüzdeki dönemde İran’ı hedefe oturtmak için hazırlıklar yaptığı görülmektedir. Yapılan nükleer anlaşması sonrasında gevşetilen yaptırımlar sayesinde Almanya ve Fransa’nın ülkeye büyük yatırımlar yaptığı bilinmektedir. Bu açıdan ABD, İran’da dışlanan bir konumda kalmıştır. Dolayısıyla, ABD’nin nükleer anlaşmasından çekilmesi ve Almanya ile Fransa’nın başını çektiği AB’nin bu anlaşmanın devamından yana gösterdikleri tavır olası bir emperyalist müdahaleyi geciktiren ve zayıflatan en önemli unsur olmayı sürdürmektedir.
Suriye’de kazanamayan emperyalizmin, İran ile yeni bir uzlaşı için bölgede yayılan İran kontrolündeki askeri ve paramiliter güçlerin geri çekilmesini ve kontrol altına alınmasını sağlamak isteyeceği anlaşılmaktadır. Bunun yanı sıra, Irak’ta Sadr gibi Şii aktörlerle geliştirilmeye çalışılan ilişkiler de bölgedeki Şiiler üzerinde İran üzerinde alternatif bir etki yaratma çabalarının ürünüdür.
Bu çerçevede, önümüzdeki dönemin gündemi İran’a müdahale olacaktır. Bu gündemde ise özellikle emperyalizmin müdahale arayışlarına karşı direnç oluşturulması ile molla rejiminin destekçisi haline gelmek arasındaki sınıra dikkat edilmesi gerekmektedir.
- Suriye direnişi önemli bir başarı yakalamış ve emperyalist planları boşa düşürmüştür. Ancak, emperyalizmin bütünüyle yenildiğini söylemek için henüz çok erkendir.
Suriye emekçilerinin selefi/cihatçı terör örgütlerine karşı gösterdikleri olağanüstü direniş özellikle Rusya’nın ittifaka katılarak sunduğu destekle birlikte önemli bir başarı elde etmiştir. 2015 yılından bu yana sağlanan askeri başarılar ve Suriye devletinin toplumsal uzlaşı için kat ettiği mesafe ile, bugün İdlib’deki cihatçı varlığı ve Fırat Nehri’nin doğusundaki ABD destekli Kürt hareketinin ayakta tutmaya çalıştığı özerk yapı dışında, Suriye’nin bütünlüğü önemli ölçüde sağlanmış durumdadır.
Emperyalizmin bölgedeki işbirlikçileri İsrail, Türkiye ve Arap şeyhliklerinin güvenliği için İran’ın Irak, Suriye ve Lübnan üzerinden Basra Körfezi’nden Akdeniz’e uzanan bir Şii ekseni kurma çabalarını engellemek üzere bölgede bir Sünni devleti kurma hedefi artık gerilerde kalmıştır.
Bununla birlikte emperyalizm, Ortadoğu’da bir statü vaat ettiği ve bunu da tüm çatışmaların sonunda öncelikle Irak’ta hayata geçirecekmiş izlenimi verdiği Kürtlerle ilişkilerini derinleştirerek Suriye’de de yeni planlara yönelmiştir. Fırat’ın doğusuna pek çok askeri üs takviyesiyle yerleşen emperyalizmin doğrudan bölgeden sökülüp atılması kolay değildir. Ancak bu bölgenin sadece Kürtlerle yönetilmesi de mümkün değildir.
Kısa vadede, Suriye’deki durumun zaman zaman gerileceği bir sürecin sonunda artık bir çözüme kavuşturulacağı beklentisi gerçekçi sayılmalıdır. Bu çözümün ne Suriye’yi eski haline döndürecek ne de emperyalizmin kazanmış sayılacağı bir noktada olmayacağı da söylenebilir. Yine de Suriye direnişinin, bölge halkalarının gericiliğe karşı sembolü sayılması gerektiği ve burada emperyalizme önemli bir çelme takıldığı hiçbir zaman yadsınmamalıdır.
BÖLÜM II
SERMAYENİN GERİCİ DİKTATÖRLÜĞÜ TESİS EDİLMİŞTİR
- Türkiye’nin son 20 yıldır yaşadığı değişimin özünde iki kutuplu dünyadan tek kutuplu dünyaya geçiş süreci ve bunun yaratmış olduğu gerilimler bulunmaktadır.
1991 yılında Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra iki kutuplu dünya sona ermiş, “Yeni Dünya Düzeni” adıyla emperyalist saldırganlık artmış, ABD emperyalizminin başını çektiği tek kutuplu dünya siyaseti gündeme gelmişti. Böylesi bir süreçte Türkiye sermaye devleti, emperyalist sistemin yeni koordinatlarında yerini bulmaya çalışmış, bu değişim sermaye devletinin yeniden biçimlenmesini gündeme getirmiştir. Bugün içinde olduğumuz tarihsel kesit, tek kutuplu dünyanın mutlak olarak kurulduğu değil, tersine çok kutuplu bir dünyaya doğru eğilim gösteren bir sürecin parçası olarak görülmelidir. Son 20 yıldır Türkiye sermaye devleti, kendi konumunu hem bu değişim hem de ortaya çıkan yeni dengeler üzerine inşa etmeye çalışmıştır. Ülkemizde son 20 yıldır yaşanan bütün politik ve toplumsal gerilimlerin kaynağında sermaye devletinin bu konumlanış çabası bulunmaktadır.
1923 Cumhuriyeti Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra kurularak emperyalist paylaşım savaşının doğrudan hedefi olan bir siyasal zemin üzerinde şekillenmiş, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise iki kutuplu dünyanın resmiyet kazandığı bir ortamda emperyalist sisteme mutlak bağlanan bir karaktere kavuşmuştur. Birinci olgunun dünden bugüne taşıdığı “egemen devlet” olgusu ile “emperyalizme bağımlılık” büyük bir çelişki olarak değil, iki kutuplu dünyanın yaratmış olduğu dengenin bir sonucu olarak görülmelidir. Kapitalist sistemin ve sermaye sınıfının çıkarlarının tek belirleyici olduğu bir sürecin, emperyalist sisteme bütün yönleriyle bağlanan ve emperyalist sistemin değişimlerine paralel bir gelişim gösteren bir düzen yaratması kaçınılmazdır.
İki kutuplu dünyanın sona ermesinden sonra emperyalist dünya sisteminin tek hegemonik güç olarak varlığını sürdürmesi, iki kutuplu dünyanın dengesinde “Kemalist ideolojiyle ulus devlet olarak” kurulan kapitalist Türkiye’nin değişimini de gündeme getirmiştir. Bağımlılık ilişkisi, “yeni dünya” düzeninde Türkiye sermaye devletinin dönüşümünü ve yeni bir rejime geçişini dayatmıştır.
Fakat bu süreç, tek boyutlu bir süreç olarak işlememiştir. Başat, belirleyici ve temel eksen emperyalist sistem olmakla birlikte, emperyalist-kapitalist sistemin çok kutuplu bir dünyaya doğru eğilim göstermesi, Türkiye sermaye devletinin, bu değişim sürecinde ayrıca dengelere oynamasıyla birlikte ele alınmalıdır.
- Çok kutuplu bir dünya sisteminin temellerinin atıldığı bir kesitte, Türkiye sermaye devletinde yaşanan rejim değişikliği, emperyalizme karşı ya da rağmen değil, tersine emperyalist sistemin yeni koordinatlarında konumlanma ve bağlanma adımı olarak görülmelidir.
Ülkemizde yaşanan rejim değişikliği, asla emperyalist sistemin dışına çıkma olarak görülmemelidir. İki kutuplu dünyanın yıkılmasından sonra ortaya çıkan durum, Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları doğrultusunda yeni bir rejimin inşasıyla sonuçlanmıştır. Emperyalizmin biçtiği rol ile Türkiye kapitalizminin ve sermaye devletinin oturmak istediği konum arasındaki açı zaman zaman açılsa da son kertede Türkiye kapitalizmi ve sermaye düzeni emperyalist sistemin en önemli müttefiki olarak görülmelidir.
Emperyalizme gerek iktisadi gerek askeri ve gerekse siyasi olarak bağımlı olan Türkiye sermaye devletinin, Başkanlık sistemiyle birlikte yeni bir rejime geçerken, emperyalist sistemde zemini döşenen çok kutuplu dünyanın dengelerine oynayarak ve jeopolitik konumunu kullanarak, Rusya ve Çin merkezli Avrasya seçeneğine yöneldiği tezi yapısal olarak mümkün değildir. Son 20 yıldır yaşanan değişim, bu değişimin yaratmış olduğu siyasal ve toplumsal gerilimler ayrıca değerlendirilmek kaydıyla özünde emperyalizmin planlarıyla bir uyum taşımaktadır.
- Son 20 yıldır yaşanan süreç, bu anlamıyla, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan dünya sisteminde emperyalist saflarda yer tutan ulus devlet Türkiye’sinin, “Yeni Dünya Düzeni”nde başka bir modele geçiş sürecidir. Bu süreç, anti-komünist bir devlet yapılanmasını biçimlendirerek sonunda Kemalizm’in yıkılmasını da beraberinde getirmiştir.
Dünya Savaşı, başta Osmanlı toprakları olmak üzere, dünya coğrafyasının emperyalistler arası paylaşımına dayanan emperyalist bir savaştı. Avusturya-Macaristan, Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun sonlanmasıyla biten bu savaşın sonunda 1917’de Rusya’da Ekim Sosyalist Devrimi gerçekleşmiş ve hemen ardından Türkiye’de 1923 yılında Cumhuriyet kurulmuştur. Hem Sovyetler Birliği’nin varlığı ve desteği hem de emperyalist işgale karşı kurulan Cumhuriyet, bu iki olgu dolayısıyla özgün bir karakter kazanırken, kapitalist bir iktisadi yapıyı tercih etmesinden dolayı da adım adım emperyalist sisteme eklemlenen bir sermaye devleti haline gelmiştir.
1923 Cumhuriyeti’nin kazanımları, kapitalist sistem, sermaye devleti ve burjuva sınıfı tarafından daha fazla taşınmamış, bu kazanımlar, son 20 yıl içerisinde AKP ile birlikte sermaye düzeninin ideolojik, siyasal ve örgütsel yapısından tasfiye edilmiştir.
İki kutuplu dünyanın ortaya çıkması ve İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan “Soğuk Savaş” döneminde Türkiye sermaye devleti, emperyalizme tam boy bağımlı hale gelerek, emperyalizmin ileri kolu işlevini üstlenmiştir. Antikomünizm devletin merkezi ve temel politikası olmuş, gericilik ve faşizm bizzat sermaye devleti tarafından beslenmiş ve kollanmıştır. Sermaye devletinin anti-komünist yapılanması ile kuruluşunu besleyen Sovyetler Birliği karşıtlığı, sonrasında kendisini vurmuş ve Kemalist devlet yapılanması bu sefer bizzat bu güçler tarafından yıkılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, aynı dönemin ürünü olan Kemalist Cumhuriyet de yıkılmıştır. Son 20 yıllık süreç bu yıkımın ve sermaye diktatörlüğünün yeni bir rejimi tesis etme süreci olarak görülmelidir.
İki kutuplu dünyanın sona ermesinden sonra, emperyalist saldırganlığın artmasının temel nedeni emperyalist hegemonyanın bütün alanlara dayatılmasıyla ilgilidir. Bu anlamıyla bir ulus devlet olarak kurulan 1923 Cumhuriyeti’nin yıkılarak yeni bir rejimin kuruluşu, başkanlık rejimine geçiş olarak karşımızdadır. 1923 Cumhuriyet’i kapitalist bir düzen ve devlet kurarken, 24 Haziran başkanlık seçimiyle birlikte Türkiye’deki kapitalist düzen ve devlet yeni bir rejime geçmiştir.
- Birinci Cumhuriyet ile “İkinci Cumhuriyet” arasındaki süreklilik, sermaye diktatörlüğü ve emperyalizme bağımlılıktır. Bu karakter değişmemiştir.
1923 Cumhuriyeti’nin kuruluş zemini emperyalizme karşı egemen bir ulus devlet modeliydi. 1923 yılında kurulan Cumhuriyet, aynı zamanda Türkiye’nin burjuva devrimi olarak kapitalist bir düzenin kuruluşu ve yeni bir burjuva sınıfının yaratılması olarak görülmelidir. Kemalizm’in gerçekleştirdiği kuruluş, bu koşullarda tarihsel olarak ilerici bir burjuva devrimi olsa da, tanımı gereği kapitalist bir düzen ve sermaye devleti olarak kendisini şekillendirmiş, kapitalist yol uluslararası emperyalist sisteme adım adım eklemlenen bir tarihsel gelişim izlemiştir. Bu anlamıyla, 1923 yılında kurulan Cumhuriyet’in, iki kutuplu dünyanın sona ermesinden sonra emperyalist sistemin ihtiyaçları doğrultusunda yıkılması ile, yerine kurulan yeni rejim, kapitalist Türkiye açısından önemli bir siyasal dönüm noktası olarak görülmelidir.
Ancak bu dönüm noktasının en önemli sürekliliği, sermaye sınıfının iktidarı, devletin bir sermaye devleti olarak varlığı ve emperyalizme bağımlılıktır. Bugün başkanlık rejimine geçiş, bu anlamıyla bir kopuş olarak değil, sermayenin sınıf diktatörlüğünün devamı ve tahkimatının adımı olarak görülmelidir. Anti-komünizm dün olduğu gibi bugün de kapitalist devlet yapılanmasını belirleyen temel olgu olarak devam etmektedir.
1923 yılında Kemalizm, burjuva sınıf iktidarının kuruluş ideolojisi iken bugün Türkiye kapitalizmini ve sermaye sınıfını taşımasının koşulları ortadan kalkmıştır. Başkanlık rejimiyle, sermaye devleti, kendisini yeniden kurma yoluna gitmiştir.
- Birinci Cumhuriyet’in temel özelliklerinden laiklik, ulus devlet modeli ve padişahlık sonrası kurulan parlamenter hükümeti modeli başkanlık rejimiyle birlikte ortadan kalkmıştır. Özgün bir tarihsel kesitte ortaya çıkmış olan Cumhuriyet kazanımları, bugün burjuva sınıfı tarafından terk edilmiştir. Bu tarihsel birikim işçi sınıfı mücadelesi üzerinden temsil edilecektir.
Sermaye sınıfının iktidarı ve emperyalist sisteme bağımlılık dün olduğu gibi bugün de devam ederken, 1923 Cumhuriyeti’nin özgün yanları ve tarihsel ilerici birikimi, bugün başkanlık rejimiyle birlikte burjuva sınıfı tarafından terk edilmiştir. Başta laiklik olmak üzere ulus devlet yapılanması, padişahlık karşıtı kurulan parlamenter hükümet modeli, devletçi iktisadi yapılanma, halkçılık gibi tarihsel koşullarda oluşan ve tarihsel olarak ilerici sayılması gereken Cumhuriyet kazanımları artık işçi sınıfının mücadelesinin gündemleri haline gelmiştir. Sermaye düzeni yeni sömürü iktidarını, çıplak emek düşmanlığı, emperyalizme tam boy bağımlılık ve gericileşen bir toplumsal yapıyla var edecektir.
Kapitalist yolun Cumhuriyet için kaçınılmaz sonu, 12 Eylül askeri faşist cuntasıyla başlayan ve AKP’nin 16 yıllık iktidarıyla hayata geçirilen gerici dönüşümle birlikte başkanlık rejimi olmuştur. Bu anlamıyla başkanlık rejimi, Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları ve Türkiye sermaye devletinin iki kutuplu dünya sonrası emperyalist dünya sistemindeki yeni konumuyla doğrudan ilintili bir olgu olarak ele alınmalıdır.
Emperyalist sistemin saldırganlık siyasetinin ayağını oluşturan Büyük Ortadoğu Projesi’nin, Türkiye’de siyasal İslamcılığın iktidar oluşu ve yeni rejimin şekillenmesindeki önemli rolü unutulmamalıdır. Bununla birlikte iki kutuplu dünya sonrası bugün, emperyalist sistemdeki çok kutupluluğa doğru ilerleyen süreç, Türkiye sermaye devletini, bununla uyumlu yeni bir model arayışına yöneltmiştir. Bu sürece uyum arayışı yaşanan gerici dönüşümün ana ekseni olarak görülmelidir. Türkiye sermaye sınıfının çıkarları, dünya kapitalist sistemine tam boy iltihak eden bir yeni bir rejimi gündeme getirmiştir.
Zaman zaman ortaya çıkan, emperyalist odakların, sermaye sınıfının ve sermaye devletinin başkanlık rejimine karşı olduğuna dair tezler, yaşanan objektif gelişmelerle bağdaşmamaktadır.
- Birinci Cumhuriyet’ten yeni rejime geçiş süreci son 20 yılın ana karakteri olarak görülmelidir. Ülkede yaşanan bütün politik gelişmelerin arka planında bu geçiş süreci, gerilimi, çatışması ve güçler arasındaki çekişmesi bulunmaktadır.
1991 yılında Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ile birlikte “Yeni Dünya Düzeni” sloganı ve küreselleşme ideolojisine eşlik eden emperyalist saldırganlığın artması ve emperyalizmin bütün dünyada hegemonyasını tesis etme süreci, sermaye devletinde de yeni bir tehdit algısı ortaya çıkarmıştır. Bu tehdit algısına sahip bütün kesimler fiilen tasfiye edilmiştir. Genel anlamıyla 1923 Cumhuriyeti’ni korumak üzerine bina edilen ideoloji ve siyasi eksen ile emperyalist sisteme bağlaşık diğer kesimlerin “değişim” ekseni bu mücadelenin iki ana unsuru olarak ifade edilmelidir.
Uğur Mumcu başta olmak üzere bir dizi aydının 1990’ların ortalarında tasfiye edilmeleri girişimi, 2000’li yıllarda bu sefer doğrudan devlet içinde tasfiyelerle devam etmiştir. Ergenekon, Odatv, Balyoz, askeri casusluk gibi adlarla bilinen operasyonlarla bürokrasi, yargı ve akademi alanındaki tasfiyeler, sermaye düzeninin gerici dönüşümünün siyasal ve örgütsel adımları olarak görülmelidir. “Vesayet rejiminin” sonlandırılması üzerine kurulan ideolojik söylem, emperyalizm tarafından Türkiye sermaye düzeninin ve devletin yeniden yapılandırılmasının bir başka ayağı olarak karşımıza çıkmıştır.
Bu siyasi operasyonlarla birlikte yine başta Hrant Dink olmak üzere yaşanan siyasi cinayetler, emperyalist bir proje kapsamında gündeme getirilen gerici dönüşümün araçları olarak doğrudan devreye sokulmuştur. Bütün bu siyasal gelişmelerin toplumsal izdüşümü ise Cumhuriyet mitingleri ve 2013 yılında yaşanan Haziran Direnişi’yle toplumda görülen dirençtir.
Bu gerici dönüşüm, emperyalizm, sermaye sınıfı, AKP, tarikatlar ve liberaller tarafından desteklenmiş ve yürütülmüş, bu eksenin karşısına düzenin ulusalcı ve Kemalist kesimleri “zorunlu” olarak konumlanırken başta komünistler olmak üzere düzen karşıtı güçler de bu süreci karşıya alan bir konumlanış içinde olmuşlardır. Sosyalist hareket, sermaye iktidarının yeniden şekillenişinde bağımsız bir odak olarak düzen karşıtı bir çizgiyi bu süreçte taşıyan yegane güç olmuştur.
Türkiye sosyalist hareketinin farklı kesimleri, düzen siyaseti içinde yaşanan bu ayrışmadan nasibini almış, bir kısım sol bu gerici dönüşümü “vesayet rejiminin son bulması” olarak yorumlamış, böylece emperyalist sisteme yeniden bağlanmanın ve sermaye sınıfının yanında yer alarak liberal siyasete geçiş yapmıştır. Bu süreçte ortaya çıkan iki eksenin dışında, Kürt siyasi hareketi de, ortaya çıkan sürece, 1923 karşıtlığı ve yeni bir kuruluşun bileşeni olma iddiasıyla, yine liberal bir tarih anlayışı çerçevesinde yaklaşmış, AKP’nin başını çektiği gerici dönüşümün yanında duran bir ideolojik tutum ve siyasal bir konum almıştır. Bugün sol siyasette yaşanan ayrışma ve tartışmaların zemininde bu gerçek görülmeden siyasal bir analiz yapılması mümkün değildir.
Bu arada yaşanan 15 Temmuz darbe girişimi ise sermaye düzenine İkinci Cumhuriyet’e geçişin önündeki engellerin temizlenmesi için önemli bir fırsat sunmuştur. Bir dönem ülkenin dört bir yanında patlayan bombaların ardından kanlı bir darbe girişimiyle de Türkiye dizayn edilmeye çalışılmış ve 15 Temmuz darbe girişimi ile birlikte İkinci Cumhuriyet’in yerleşme dinamiklerinin önündeki direnç unsurlarını tasfiye imkanından da sonuna kadar yararlanılmıştır.
Bugün başkanlık rejimine geçişle birlikte, Birinci Cumhuriyet’ten İkinci Cumhuriyet’e geçişin yaratmış olduğu toplumsal ve siyasal direncin gelinen nokta itibariyle yeniden yaşanmasını beklemek isabetli olmayacaktır. Ancak dünden bugüne toplumsal ve siyasal mücadelenin, geleceğe taşınan bir birikim yarattığı ayrıca saptanmalıdır.
- Başkanlık sistemine geçişle birlikte “İkinci Cumhuriyet rejimi” tesis edilmiştir.
Düzen siyasetine damga vuran siyasal çekişme, çatışma ve gerilimlerin 24 Haziran seçimleriyle birlikte, yeni bir düzleme geçtiği tespit edilmelidir.
16 yıllık AKP iktidarı tarafından yaşama geçirilen gericileşme süreci yeni bir rejimle noktalanmıştır. 16 yıldır düzen siyasetinde yaşanan iç mücadele ve toplumsal alanda ortaya çıkan dirençlerin sonrasında, AKP iktidarı tarafından kurulmaya çalışılan rejimin yerleşme-yerleşememe sorunsalı geride kalmıştır.
Başkanlık rejimi, yeni düzenin tesisinde önemli bir aşama olarak görülmelidir. Düzen muhalefeti tarafından temsil edilen düzenin restorasyonu beklentisi, gelinen nokta itibariyle başarısız olmuş, bugün sermaye devleti ve sermaye düzeni yeni bir rejimi tesis ederek, 16 yıllık AKP iktidarının gerici dönüşümünün son noktasını koymuştur.
Sermaye devletinin yeniden yapılandırıldığı, bürokratik yapının toptan değiştirildiği ve sermaye düzeninin bütün kurum ve mekanizmalarının yeniden tarif edildiği bir süreç önümüzde durmaktadır. Sermaye düzeni, başkanlık rejimine geçişle birlikte, bu rejimin ihtiyaç duyduğu bütün adımları tek tek atarken, düzene de yeniden çeki düzen verecektir. Birinci Cumhuriyet’ten arta kalanlar ya yeni rejime adapte edilecek ya da tasfiye edilecektir. Bununla birlikte yeni rejime uyumsuz bütün politik, iktisadi ve toplumsal yapılar bu tasfiye sürecinden payını alacaktır.
- 1923 yılında kurulmuş Cumhuriyet dönemi kapanmış, sermaye devleti ve düzeni açısından yeni bir süreç başkanlık modeliyle tamamlanmıştır. Birinci Cumhuriyete geri dönüş politik olarak mümkün değildir, bu iddiayı taşıyan bir siyasi güç bulunmamaktadır.
Bugün başkanlık rejimiyle birlikte sermaye düzeni açısından restorasyon ya da 1923 Cumhuriyeti’ne geri dönüş anlamına gelen iktisadi ya da toplumsal koşullar bulunmamaktadır. Tersine, Türkiye kapitalizminin gerek iktisadi, gerek siyasi, gerekse emperyalist dünya sisteminin ihtiyaçları bağlamındaki dönüşümü sermayenin doğrudan diktatörlüğü olarak ele alınmalıdır. Bu noktada sermaye düzeni gerici, açıkça emek düşmanı ve doğrudan işbirlikçi siyasal düzenini tesis ederken geriye dönüş beklemek gerçekçi değildir.
Cumhuriyet’in kurucu figürü Mustafa Kemal siyasal bir simge olarak varlığını korusa bile sermaye düzeni ve devleti açısından Kemalizm bir siyasal ve ideolojik hat olarak düzen içinde temsil edilmemektedir. Başta Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere bugün devletin hiçbir kurumu Kemalist bir niteliğe haiz değildir.
Bununla birlikte düzen siyasetinde bugün Kemalist bir siyasal programı temsil eden özne kalmamıştır. CHP, bugün Kemalist bir partiden daha çok liberal bir parti olarak görülmeli, 1923 Cumhuriyet’inin kurucu unsuru ve Atatürk tarafından kurulmuş olması, CHP açısından bir doğum lekesi olarak üzerinde taşıyacağı bir olgudan öte anlam taşımayacaktır.
Toplumsal anlamda ise Kemalist, Cumhuriyetçi, ulusal sol değerlere sahip geniş bir toplumsal kesim ve ideolojik bir zemin ise varlığını korumaktadır. Gerek Cumhuriyet mitinglerinde ve gerekse Haziran Direnişi’nde büyük bir kitlesellik gösteren bu toplumsal zemin, bugün düzen siyasetinde öksüz bırakılmıştır. Bu toplumsal kesim buharlaşmayacağı gibi geçmişin politik ve ideolojik parametreleriyle de harekete geçemeyeceği bilinmelidir.
- İkinci Cumhuriyet’in siyasal, ideolojik ve iktisadi krizi yakın gelecekte ayrı ayrı ele alınmalıdır. Yeni rejim siyasal tesisini sağlamış, ekonomik olarak dünya kapitalizminin dalgalanmalarına maruz kalan bir yapıyla var olacaktır. İdeolojik olarak ise yeni bir doktrin geliştirmeden, piyasacılık ve pragmatizm üzerinden yol alacak, Türk-İslam sentezi, devletin gayri-resmi ideolojisi olarak işlev görecektir. Yakın dönemde siyasal ve ideolojik bir kriz beklentisi gerçekçi değildir.
Sermaye düzeninde AKP iktidarının 16 yıllık gerici dönüşümünün sonucu ve 24 Haziran seçimleriyle birlikte geçilen başkanlık rejimi, düzen siyasetinde yeni bir yönetim modelidir. Bu anlamıyla, başkanlık rejimine geçiş, yönetim boşluğunun olmadığı bir sürece tekabül eder. Burjuva düzeninin yönetme-yönetememe olarak ortaya çıkması muhtemel bir siyasal kriz başlığı 24 Haziran seçimleriyle birlikte ötelenmiştir.
Yine sermaye devletinin, resmi ideolojisi olarak bilinen Kemalizm’in simgesel ve geleneksel yeri dışarıda tutulmak kaydıyla, yeni bir ideolojik çerçevesi bulunmamaktadır. Bu boşluk, sermayenin doğrudan sınıf iktidarında popülizm ve pragmatizmle doldurulacak, Türk-İslam sentezi ise bu koşullarda devletin gayri-resmi ideolojik motifi olarak dün olduğu gibi bugün de daha açık bir biçimde varlığını koruyacaktır.
Bu durum, 15 Temmuz darbe girişimine kadar AKP’nin tek başına adım atmasını engelleyen ideolojik boşluğun sona erdiği anlamına gelmemektedir. Ancak sermaye düzeni, dünyada yeni bir gelişme olmadan kendi başına bu boşluğu dolduramasını, başkanlık rejimine geçerek göğüslemeyi tercih etmiştir. Bu eklektik motiflerin sermaye devletinin güncel ihtiyaçları doğrultusunda pragmatik bir şekilde değişip dönüştürülebileceği de akılda tutulmalıdır. Öte yandan, Kemalizm’in dünyanın Büyük Ekim Devrimi sonrasındaki özgün durumu nedeniyle ortaya çıktığının ve bugünkü koşullarda benzer işlevde bir ideolojik çerçevenin geliştirilmesinin pek olası sayılmaması gerektiği de düşünülmelidir.
24 Haziran seçimleriyle birlikte sermaye düzeninde ortaya çıkan yönetsel modelin, yeni bir yapılanma ve rejimin tesisi ile düzenin tahkimatı adımlarıyla şekilleneceği bir sürece girecektir.
- İktisadi tıkanma Türkiye kapitalizminin yapısal bir sorunudur ve önümüzdeki dönem bir krize dönüşme potansiyeli taşımaktadır.
Türkiye kapitalizminin emperyalist sisteme olan eklemlenme süreçleri neticesinde oluşturduğu tablo, dünden bugüne biriktirdiği sorunların bir tıkanma noktasına geldiğini göstermektedir. Emperyalist sistemin bir parçası olarak Türkiye kapitalizminin 24 Ocak kararlarından bu yana oluşturduğu ana eksen serbest piyasa ekonomisinin sınırsız bir biçimde uygulanmasından ibarettir. İnişli çıkışlı yapısıyla bu politikanın sürdürücüsü olan AKP, Türkiye sermaye sınıfının bir temsilcisi olarak emperyalizme olan eklemlenme sürecini derinleştiren, sürdüren ve uygulayan bir partidir.
16 yıllık iktidarı boyunca AKP bu politikaları daha ileri bir aşamaya taşırken, sermaye sınıfının ihtiyaç duyduğu dönüşümün de uygulayıcısı olmuştur. Bu dönüşüm, ihracata dayalı ekonomik büyüme, mali disiplin, sosyal harcamaların kısıtlanması, büyük özelleştirme politikalarının uygulanması, kamusal malların piyasalaştırılması, finansal derinleşmenin sağlanması, devletin ekonomideki rolünün sınırlandırılması gibi başlıkları içermektedir. Her bir başlıkta yol kat eden AKP, Türkiye tarihinin gördüğü en açık piyasacı sermaye partisi olmuştur.
Bununla birlikte, bu 16 yılın sonunda Türkiye kapitalizminin ileri atılım yapmasının tek yolu sermayenin dönüşümünün derinleştirilmesinden geçmektedir. Ancak bu derinleşme, sermaye sınıfının yapısal içeriğinden dolayı kısıtlı bir etki yaratmakta, ekonomi patinaj çekmektedir. Zaman zaman gerçekleşen yüksek büyüme oranlarına rağmen, ekonomideki tıkanma noktaları tek tek açığa çıkmaktadır. Bu bağlamda, sermaye sınıfının ana problemi serbest piyasanın getirdiği spekülatif hareketlerden ibaret değildir. Eğer durum bundan ibaret olsaydı reel faiz oranlarının getirisi en yüksek ikinci ülke konumundaki Türkiye’nin sermaye sınıfına çok daha fazla şey vaat ediyor olması gerekirdi. Öte yandan, sermaye sınıfının yaşadığı sorunu “piyasa ekonomisinin yasalarına uygun olmayan yönetim” tarzına indirgeyen, sorunun kaynağını “yönetişim problemi” çerçevesinde algılayan yaklaşım burjuva ideolojisinin sınırları çerçevesinde hareket etmektedir ve nedenlere değil, sonuçlara göre hareket etmektedir. Bu yaklaşımın Türkiye’nin önüne koyduğu çözüm, sermaye sınıfının iç çelişkilerinden ibarettir ve gerçekliği reddedilmelidir.
Ana sorun Türkiye sermaye sınıfının yapısal dönüşümünün gerçekleştirilememesidir. Bu nedenle yatırım ve tasarruf oranları sınırlı kalmakta, ekonomik büyüme teşvik, tüketim, altyapı yatırımı döngüsüne sıkışmaktadır. Sermaye sınıfı bu nedenle yeni pazarlar bulmak, farklı sektörleri geliştirmek, zayıf yanlarını azaltmak zorundadır. Bunun için AKP iktidarının attığı adımlar önemsenmeli, otomotiv, enerji, savunma sektörlerinde gerçekleştirilmek istenilen derinleşme dikkate alınmalıdır.
Tüm bunlara rağmen, sermaye sınıfının ve AKP iktidarının 16 yıllık uyguladığı temel politikanın derinleştirilmesi ise zorunlu tek yoldur. Türkiye kapitalizminin geçmişten bu yana gelen devletçilik uygulamalarına rağmen, AKP iktidarının teşvik-yabancı yatırımcı-mali politikanın düzenlenmesi gibi klasik yaklaşımlara sadık kalarak bu süreci üstleneceği görülmelidir. Bu nedenle, Türkiye kapitalizmini tıkanma noktalarının önümüzdeki dönemde kriz potansiyeli taşıdığı görülmelidir. Türkiye’nin finansal derinliği gelişmiş kapitalist ülkelerle kıyaslandığında sınırlı da olsa, borçluluk oranlarının taşınamaz bir noktaya gelmesi derin bir bunalımın yaşanmasına neden olacaktır.
Bu nedenle önümüzdeki dönem AKP iktidarının 16 yıllık sürecin mantığını tersini çevirmek bir yana, daha da ilerletmesi beklenmelidir. Böylesi bir durumun sonucu olarak yeni özelleştirme dalgası, mali politikanın daha da sıkı bir hale gelmesi, sosyal harcamaların daha da kısıtlanması, İşsizlik Fonu, Türkiye Varlık Fonu gibi emekçi halkın birikimleriyle oluşturulan fonların kaynak aktarımı için kullanılması, reel ücretlerin gerilemesi ve sömürü oranlarının artması gibi durumlarla karşı karşıya kalınacaktır.
Bu durum, sermaye sınıfının Türkiye işçi sınıfına dönük olarak ekonomik ve sosyal yıkım politikalarını hayata geçirmesi, 90’lı yılların IMF programlarına benzer uygulamaların hayata geçirilmesi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla sermayenin çıplak sömürüsü daha net hale gelmesi önümüzdeki dönemin temel eğilimi olarak belirirken, başkanlık sisteminin bu noktada sermaye lehine oldukça işlevli bir rol oynayacağı ifade edilmelidir.
- Birinci Cumhuriyet’ten İkinci Cumhuriyet’e devredilen politik sorunların başında Kürt sorunu gelmektedir. Kürt sorunu kapitalist sisteme entegrasyonu doğrultusunda ele alınacak, bu entegrasyon Kürt burjuvazisi üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılacaktır.
Birinci Cumhuriyetin kriz başlıkları olan ve 90’lı yıllarda kendisini topyekûn var eden olgular gerici siyasal güç olarak siyasal İslam, Kürt sorunu ve “yeni dünya” düzeni çerçevesinde emperyalizmin saldırganlık politikasında Türkiye’nin bir ulus devlet olarak tehdit algısıydı. Yeni rejimle birlikte emperyalizmin yeni sürecine uyum konusunda siyasal İslamcılık sorunu çözülmüş, BOP ile emperyalist politikaların bir parçası haline gelmiştir. Kürt sorunu ise çözülemeyen bir başlık olmasına rağmen başkanlık rejimiyle birlikte, kapitalist sisteme entegrasyonunun önü açılmış, sorun zamanlama olarak ileriye ötelenmiştir.
Bugün başkanlık rejimiyle birlikte AKP ve MHP tarafından kurulan ittifakla Kürt sorununda eskiye dönüşü öngörmek hatalı olacaktır. Hem AKP eliyle Birinci Cumhuriyet’in reddiyesi üzerine kurulan yeni sermaye rejiminin tanımı, hem de emperyalizmin Ortadoğu planları açısından Kürt sorunu, sermaye düzeninin içererek çözmeye çalışacağı bir siyasal başlık olarak durmaktadır. Bu sorun, geçmiş dönemde Kürt siyasi hareketi muhatap alınarak gerici kapitalist düzen içinde bir çözüme kavuşturulmak istenmiştir. Bugün ise Kürt sorunu başkanlık rejimi ile birlikte Kürt siyasi hareketini muhatap kabul etmeden İkinci Cumhuriyet entegrasyon temelinde bir yaklaşıma tabi tutulacaktır.
- Kapitalist sistem varlığını korurken 24 Haziran seçimlerinden sonra Türkiye’de bir rejim değişikliği gerçekleşmiştir. Burjuvazinin “rejim değil sistem değişikliği” söylemi, ters yüz edilmiş bir gerçeklik olarak görülmelidir.
1923 yılında kurulmuş Cumhuriyet’in yıkılıp yerine bir yeni rejimin kurulduğu, bugün sermaye devletinin yeniden düzenlenmesiyle apaçık ortaya çıkmış durumdadır. Düzen açısından kapitalizmin bir sorun olmadığını bir kez daha söylemek gerekir. Tarihsel olarak kapitalist sistemin sürekliliği ise düzen açısından yapısal bir ayrımın gözetilmediğini ortaya koymaktadır. Ancak 24 Haziran seçimleri sonrası yaşama geçen başkanlık rejiminin 1923 Cumhuriyeti ile temelden var olan ayrım noktaları net olarak görülmelidir. Padişahlığın kaldırılması, yerine parlamenter hükümet modelinin kurulması, hilafete karşı laiklik ilkesinin konulması, emperyalist işgal sonrası kuruluşun getirmiş olduğu devletin egemenlik ve bağımsızlık vurgusu, bugün başkanlık rejimiyle birlikte ortadan kaldırılmıştır.
Bugün sistem halen kapitalist sistemdir. Bu sistemin işleyişi açısından 1923 Cumhuriyet’i bir burjuva rejimdir. Bugün aynı sistemin “koşullar gereği” farklı bir rejimle işler kılınması söz konusudur. Değişen sistem değil rejimdir.
- Bugün Türkiye’de görülen bu değişim, kapitalist bir sistem ve burjuva sınıf iktidarının devamıdır. Bunun dışında her türlü tanım ve analiz, anti-kapitalist ekseni zayıflatıp düzen içi çözümlere kapı aralayacaktır. Türkiye’de faşizm tespiti bu anlamıyla, burjuva diktatörlüğü kavramının üzerine örten bir işleve sahip liberal siyasetin savı olarak görülmelidir.
Başkanlık rejimi, burjuvazinin çıplak diktatörlüğü olarak karşımıza çıkmış, Meclis önemsiz bir kurum haline gelmiş, sermaye sınıfı daha merkezi bir yapıda sopalı bir iktidara dönüşmüştür. Bu durum, 1848 devrimlerinden sonra burjuva sınıfının gericileşmesinin, ülkemizdeki örneğidir. Bugünkü durum bir ucubelik, anomali ya da sapma olarak değil, bizzat burjuvazinin açık diktatörlüğü olarak görülmelidir. Bu anlamıyla, bugün sadece başkanlık rejimine ve özelde Erdoğan’da cisimleşen tek adamlığa indirgenmiş itirazcı bakış açısı, burjuva sınıf iktidarı gerçeğini örten bir yaklaşıma işaret eder.
Türkiye’de yaşanan gerici dönüşümü ve başkanlık rejimine geçişi faşizm tespitiyle adlandırmanın gerek Türkiye kapitalizminin bugünkü boyutu gerekse uluslararası dinamikler açısından gerçekçi bir tarafı bulunmamaktadır. Bugün düzendeki değişimin temel nedeni, aynı zamanda düzen siyasetinin sınırlarını da belirlemektedir.
Komünistler, düzen siyasetinde yaşanan gelişmeler karşısında iktidarın sınıfsal niteliğini örten her türlü yaklaşımdan uzak durdukları gibi, bu gibi yaklaşımların aslında düzen içi güçlerle yan yana gelinmesine gerekçe olarak sunulduğunu da iyi bilmelidirler.
- Düzen siyaseti, sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda burjuvazinin farklı kanatlarını temsilden ibarettir. Bugün düzen muhalefetinin şekillendiği siyaset zemini liberalizmden başka bir şey değildir.
Başkanlık rejimiyle birlikte düzen siyasetinde önemli değişiklikler olacağı bilinmelidir. Meclis’in önemini yitirmesi ve özelde yürütme erkinin toplandığı başkanlık, önümüzdeki dönem burjuva siyasetini belirleyen temel nokta olacaktır. Bu anlamıyla, kimilerince dillendirilen toplumun siyasal taleplerini Meclis kürsüsünde ifade etme ve sosyalist propaganda platformu olarak tarif edilen Meclis, bugünkü düzlemde çok daha geri bir zemine çekilecektir. Sermaye düzeninde yürütmenin başat hale gelmesi, düzen karşıtı güçlere, düzen siyaseti içinde hareket alanını daha da kısıtlamıştır. Bugün Meclis’te büyük sermayenin siyasal temsilcileri ile orta sınıfların duyarlılıklarına seslenen siyasetlerin temsil edildiği bir tablo bulunmaktadır. Düzen siyaseti bu haliyle, Meclis’te ortaya çıkan muhalefetin de sınırlarını fazlasıyla belirlemektedir.
AKP eliyle kurulan yeni rejimde, AKP karşısındaki düzen muhalefetinin, dünden bugüne oynadığı rol de düşünülürse, yeni rejime uyum dışında bir almaşığı temsil edemeyeceği tespit edilmelidir. Artık karşımızda, bugünkü gerici rejime uyum göstermek üzere yapılanmış bir düzen muhalefeti vardır. Böylesi bir tabloda düzen muhalefetinden umut beklemek nasıl işçi sınıfının çıkarlarıyla bağdaşmayacaksa, sosyalist hareketin düzen muhalefetiyle ortaklaşacağı bir zemin de olmayacaktır.
- CHP, temsil ettiği sınıf itibariyle bir burjuva partisidir. Bu durum CHP’yi Kemalist bir çizgiden liberal bir çizgiye kaydırmıştır, sokmuş, kaydırmaya da devam edecektir.
Düzen siyasetinde, bugünkü gerici dönüşüme karşı en büyük direnç unsuru olarak gösterilen CHP, bu gerici dönüşümle birlikte başkanlık rejimine geçiş sürecine en büyük meşruiyet katan ve dayanak teşkil eden özne olarak ele alınmalıdır.
CHP, toplumsal tepkiyi, düzen içi kanallara akıtan ve düzenin restorasyonunu önüne hedef olarak koymuş bir partidir. AKP eliyle yürütülen gerici dönüşümden nasibini almış bir parti olarak CHP’nin, düzen siyasetinin şekillenişinde yeni bir siyasal pozisyon edineceği açık olmalıdır. Bu pozisyon, başkanlık rejimi ve düzen siyaseti içerisinde bir alternatif olma hedefidir. Bu da CHP’yi, 1923 Cumhuriyeti’nin temsilcisi değil, bugünkü rejimin muhalefet partisi olmaya götürecektir. Böylece CHP sosyal demokrat, ulusal sol ya da Kemalist bir parti değil düpedüz liberal çizgiyi temsil eden bir siyasal doğrultuya daha fazla oturacaktır. Dün AKP’nin arkasına geçen liberalizm bugün başkanlık rejiminde CHP’nin arkasına geçmeye tereddüt etmeyecektir.
CHP, burjuva sınıfının çıkarlarını temsil eden bir partidir. Bugün gerici dönüşüme tepki duyan toplumsal kesimlerden beslenen CHP, bu kesimlerin tepkilerini yine düzen içi kanallara akıtarak onları liberalizmin siyasal eksenine sokmaktan çekinmeyecektir.
- HDP, Kürt burjuvazisini ve büyük toprak sahiplerini temsil eder hale gelen, kapitalizmle sorunu olmayan ve Kürt milliyetçiliğinden liberalizme evrilen liberal demokrat bir partiye dönüşmektedir.
Düzen muhalefetinin önemli bir aktörü olan HDP, Kürt milliyetçiliğinden liberalizme evrilen bir siyasi süreç yaşamaktadır. Kürt siyasi hareketinin bir parçası olan HDP, gerek Kürt siyasi hareketinin yaşamakta olduğu başkalaşım, gerekse Türkiye burjuva siyasetinde yaşanan gelişmeler çerçevesinde düzen karşıtı bir konum almayı tercih etmediği oranda düzen siyasetinin parçası olarak “en sola” yerleştirilen bir pozisyona sahip olacaktır. Irak ve Suriye’nin kuzeyinde yaşanan gelişmeler, HDP’yi emperyalizm karşıtı bir konum almaktan uzak tutmaya devam edecektir.
Bu gelişmelerle birlikte, AKP iktidarının da Kürt sorununda ortaya koyacağı zeminin kapitalist sisteme entegrasyon süreci olacağı açıktır. Bu sürecin, Kürt burjuvazisinin ve büyük toprak sahiplerinin daha fazla öne çıkacağı bir dönemi de beraberinde getirmesi beklenmelidir. Bütün bunların HDP açısından karşılığı liberal demokrat bir çizginin daha da belirgin hale geleceği bir politik hattır. Kürt sorunu üzerinden ortaya çıkan Kürt milliyetçiliğinin, yeni rejim içerisinde düzene entegrasyonu liberalizme kanalize edilirken HDP’nin düzen içi misyonunu güçlendirecektir.
Bugün Kürt dinamiğinin, Türkiye sosyalist mücadelesine bağlanması, kimlik siyaseti üzerinden mümkün değildir. Emperyalizmin Ortadoğu politikaları ile Türkiye sermaye devletinin bu eksende emperyalizmle artan işbirliği ve yeni rejimde Kürt burjuvazisinin tercihleri de göz önünde bulundurulduğunda böylesi bir politik hat yüzünü kapitalist sisteme daha fazla dönecektir. Sosyalist hareket, Türkiye işçi sınıfı ile proleterleşen yoksul Kürtler arasındaki ittifakı merkeze koyan bir sınıf mücadelesini yükseltmek dışında bir almaşığa sahip değildir.
- Türkiye sosyalist hareketi kendi yolunu açmalı, işçi sınıfının temsiliyetini üstleneceği bir mücadele hattı örerek, solun tek ve gerçek temsilcisi olma iddiasını gerçekleştirmelidir.
Bugün Türkiye sosyalistleri ve komünistleri açısından tek gerçekçi yol, emekçi sınıfların temsiliyetini üstlenecekleri bir mücadele hattının örülmesidir. Yalnızca orta sınıfların politik talepleriyle belirlenen düzen muhalefetine bulaşık bir mücadele hattı ve seslenme alanı komünistlerin ayağa kalkacağı ve gerçek bir güç haline gelecekleri zemini kurmayacaktır. Bugün işçi sınıfının siyasal temsiliyeti sağlanmadan, gerçek bir düzen karşıtı odağın yaratılması mümkün değildir. Gerçek sol, ancak ve ancak işçi sınıfının örgütlü gücünü arkasına alan bir siyasal temsiliyetle kendisini var edebilir.
BÖLÜM III
İŞÇİ SINIFI PARTİSİNİ YARATMAK TEMEL MİSYONUMUZDUR
- Türkiye sosyalist hareketi, 12 Eylül sonrası yaşamış olduğu geriye çekilişin bir benzerini yaşamaktadır.
Türkiye’de sosyalist hareketinin AKP iktidarı dönemindeki pratiği ile birlikte 2018 yılı itibariyle geldiği durum ortaya konmalı, Partimizin bu verili durumdaki pozisyonu netleştirilmelidir.
2002 yılında iktidara gelen AKP’nin piyasacı, gerici ve emperyalizm işbirlikçisi yönelimleri sonradan ortaya çıkan özellikleri değildir. Bununla birlikte Türkiye kapitalizminin 1980’lerden bugüne gelen yönelimleri ve bu yönelimlerin siyasal sonuçları Türkiye solu tarafından gerçek ve devrimci bir değerlendirmeye tabi tutulamamış, solun var olan ideolojik boşluklarının sonucu olarak da bugünkü geri çekiliş tablosu ortaya çıkmıştır. AKP döneminde özelleştirme dalgasına karşı verilen mücadeledeki boşluklar, başta Avrupa Birliği gündemi olmak üzere solun anti-emperyalist mücadelede titrek kalması, gericiliğe karşı mücadelenin hakkını verememesi bu noktaya gelinmesindeki önemli siyasi başlıklardır. Tüm bunlarla birlikte güncel olarak Türkiye’de solun bağımsız siyasi hattını kurması, işçi sınıfını örgütlemesi ve temsiliyetini üstlenmesi gibi görevler söz konusu olduğunda boşlukları ve sorunları bulunmaktadır.
AKP döneminde, 12 Eylül sonrasının neo-liberal politikaları sıçrama yapmış, Türkiye’nin dış politikası emperyalizmin 2000’li yıllardaki yönelimleri ile büyük bir uyum içerisine girmiştir. Ülkemizin, uluslararası düzeyde özellikle son yıllarda şekillenen çok kutuplu yapıda AKP aracılığıyla yer edinme çabaları sermaye devletinin de temel yönelimlerinden olmuştur. Burjuvazi ile birlikte Gülen cemaati, liberaller ve emperyalizm desteğinde Türkiye’nin dönüşüm sürecini hızlandıran AKP iktidarı belli dönemlerde sokağa da yansıyan toplumsal tepki ve itirazlarla (Cumhuriyet mitingleri, TEKEL direnişi ve Haziran direnişi gibi) karşılaşmıştır. Özellikle Haziran direnişi olumlu bir çıkış olmasına rağmen, sonuçları itibariyle solun pusulasını şaşırtan bir niteliğe de sahip olmuştur. Kitleselliği ve tarihsel kesit ve nitelik olarak tekabül etmese de “devrimci bir durumu” andırabilecek görüntüler, Türkiye solunu “Hazirancılık” ile devrimciliği eşitler hale getirmiştir. AKP iktidarına karşı geniş halk kitlelerinin başkaldırısı ve aydınlanma arayışı, işçi sınıfının gerek bir güç olarak gerekse politik -ideolojik yönlendiriciliğinin eksikliği nedeniyle kaçınılmaz olarak sonuçsuz kalmıştır.
AKP’li yılların Türkiye solu açısından tespit edilmesi gereken eksiklerinden biri de gericiliğin örgütlenmesine ilişkin takındığı tutumdur. Söz konusu yıllarla birlikte gericilik dozunu yükselterek varlığını ve toplumsal örgütlenmesini büyütürken, Türkiye solu gericilikle mücadelede sınıfta kalmıştır. Bunun önemli nedenlerinden biri bağımsız siyasi hattını ve mücadelesini örgütlemek yerine başka siyasi çıkışlar arama çabası içerisindeki Türkiye sosyalist hareketinin liberal girdilerle birlikte AKP’den medet umar hale gelmesi, buraya yedeklenme çabası olmuştur. AKP ve onun eliyle kurulan rejime karşı mücadele söz konusu olduğunda da benzer bir siyasi-ideolojik belirlenimin Türkiye sosyalist hareketi üzerindeki kötürümleştirici etkisi görülmektedir. Kapitalizmin düzen dışı unsurlara müdahalesinin farklı siyasi araçları ve yöntemlerinden biri olan bu ve benzeri müdahaleler, Türkiye sol/sosyalist hareketine liberalizm üzerinden gerçekleştirilmiştir. Liberallerin bugün ülkemizdeki rejim değişikliği ile birlikte asli aktörlerden biri olarak ön plana çıkmıyor olmaları sistem dışına atıldıkları anlamına gelmemektedir. Türkiye solunun önemlice bir bölümü liberalizm eliyle sistemin içine çekilmiş, düzen muhalefetinin yedeği ya da destekçisi haline gelmiştir.
Tekrar etmek gerekirse, özelleştirme dalgasına karşı mücadele edemeyen, emperyalizm işbirlikçiliğine karşı titrek kalan ve gericilikle mücadeleyi gündemine almayan sosyalist hareketin pratiği liberal ideoloji ve hareketçilik tarafından belirlenmiştir. Birkaç örnek söz konusu tespitleri somutlamak açısından önemlidir.
Birincisi, solun AKP iktidarındaki özelleştirmelere karşı çıkmayı gerekli görmeyen, bu konuda hareketsiz kalan, hatta özelleştirmenin ilerleme olduğunu savunabilecek kadar ileri giden (1990’lı yıllarda özelleştirme karşısında yeni kamusal alan tarifleri yapanlar gibi) bölmeleridir. Bu kesimler, TEKEL direnişi Ankara sokaklarında bir mücadele formu alınca özelleştirmeye karşı mücadelenin önemini kavramış ve sokak eylemlerine katılmaya başlamışlardı.
İkinci örneği ise emperyalizm başlığında verebiliriz. 2004 yılında İstanbul’da yapılan NATO zirvesine karşı çıktığını ifade eden, zirveye karşı yaptıkları eylemlerin biçimsel yanlarını ön plana çıkartan sol kesimler bugün NATO’ya karşı çıkmadığı bilinen ve Ortadoğu’da ABD ile işbirliği yapan Kürt siyasi hareketi ile ittifak içerisinde siyaset yapabiliyor ve bu durumu da meşru kabul edebiliyorlar.
Son olarak Ergenekon ve Balyoz operasyonlarına “sonuna kadar gidilsin” diyerek destek veren sol öbekler, bugün tam da bu operasyonlar sayesinde iktidarını sağlamlaştıran, emperyalizmle bağımlılığı güçlendirirken sermaye sınıfının önündeki engelleri kaldıran AKP’ye karşı faşizm tespitleri yaparak mücadele ettiklerini iddia etmektedirler. Bu kesimler son tahlilde ideolojik ve siyasi olarak CHP ve/veya HDP çizgisine savrulmaktadır.
Dolayısıyla, AKP dönemiyle birlikte demokrasicilik, liberalizm ve hareketçiliğin Türkiye solunu ideolojik alanda güçlenerek belirler hale gelmesi bugünkü geri çekilişin kaynaklarından biridir. Bununla birlikte sol belli noktalarda ideolojik duruşundan ödün vermiş ya da kendi içini boşaltmıştır.
Politik sonuçları büyük kayıplara yol açan bu durum, doğal olarak solun bütünü açısından örgütlenme ve toplumsal mücadeleler söz konusu olduğunda kendini açıkça göstermektedir. Bunun pratik yansımasını son birkaç yıldır yapılan 1 Mayıs mitinglerinde gözlemlemek mümkündür. Türkiye sosyalist hareketinde toplam politik ve örgütsel birikimin geriye çekildiği koşullarda durumu tersine çevirebilmek için taşların yeniden oturtulması gerekmektedir.
- Son liberal dalga ve sosyalist solun pozisyonu
Yakın dönem sol tarihimizde bundan önce iki büyük likidasyon dalgası yaşanmıştır. Birincisi 12 Eylül sonrasında Türkiye Komünist Partisi ile Türkiye İşçi Partisi’nin birlik süreciyle ortaya çıkan ve yasal bir siyasi parti olarak gündeme gelen Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) üzerinden yaşanan dalgadır. TBKP likidasyonunu salt bir örgütsel dağılma ya da gizli olan kadroların açığa çıkması sonucunda devletin müdahalesinin kolaylaşması değerlendirmek eksikli olacaktır. Esas mesele birlik süreci adı altında Türkiye’de solun o dönem örgütsel olarak en sağlam bölmesinin ideolojik girdiler ve politik saptırmalar ile dağıtılmasıdır. Bu konuda düzen cephesinin başarılı olduğunu tespit etmek gerekir. Asgari ve azami program tartışmaları, burjuva demokrasisinden beklentiler, demokratik devrim arayışı gibi başlıklara oturan TKP-TİP birlik ve TBKP program tartışmaları, 12 Eylül sonrasında solda liberalizasyonun kanalı olmuş, örgütsel sonucu ise dağılma olarak ortaya çıkmıştır.
1990’lı yılların ortasına doğru tekrar çıkış arayan Türkiye solunun karşısında yine birlik tartışmaları ve yeni bir liberal dalga belirmiştir. Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin ilk kuruluşunda vücut bulan bu dalga Türkiye’de geleneksel soldan liberallere, çevrecilerden feministlere, devrimci demokrasiden sivil toplumculuğa kadar geniş bölmeleri içinde barındıran bir biçimde ortaya çıkmıştır. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin çözülüşünün ardından kabaran bu dalga zaten bir önceki dalgada politik ve örgütsel omurgasını dağıtmış olan TKP ve TİP çizgilerinin tamamen silinmeleri anlamına da gelmiştir.
Sosyal demokrasinin ortalıkta görünmediği 90’lı yıllarda, sağ iktidarlar ve kemer sıkma politikaları ile yolunu açmaya çalışan Türkiye kapitalizminin karşısında sol bir alternatif bulunmuyordu. Varoşlardaki tepkiyi eyleme dönüştüren devrimci demokrasi ile Kürt yoksullarının temsiliyeti üzerinden çıkış yapan Kürt siyasi hareketinin ise Türkiye işçi sınıfının bütününün temsiliyetini üstlenme şansı olmadığı açıktı. Tüm bunlarla birlikte sosyalizmin yenik ve yanlış ilan edildiği bir dönemde ÖDP’nin kuruluşu ile devamında yaşananlar Türkiye sosyalist hareketine umut olarak lanse edilmiştir. Ancak lanse edilenin liberalizm ve reformizm olduğunu görmek için on yıldan fazla süre geçmesi gerekmiştir. Tüm Türkiye solunun birleşmesi ile büyük bir umut çıkacağını, sosyalizm fikrine pek de gerek kalmadığını, n önemli olanın demokrasicilik olduğunu, işçi sınıfı mücadelesinin yerini toplumsal muhalefet hareketlerinin alması gerektiğini söyleyen liberalizm, 90’larda sola sandığı işaret ediyordu. Bu maceranın son perdesinin 2007 yılında “Bin Umut Adayları” ve Ufuk Uras gibi liberallerin Meclis deneyleri ile oynandığı da hatırlanacaktır.
Bugün ise Türkiye solu üçüncü bir likidasyon (liberalizasyon) dalgasından geçmektedir. Bu dalganın temel karakterini belirleyen olgu ise solun tam boy liberal bir eksene çekilmesi, bunun politik düzlemi için de HDP’nin öne çıktığı bir sürecin örgütlenmesidir. Daha önceki dönemlerde solun birliği ya da reform arayışının yerini bu kez güncel politik bir yaklaşım olan AKP ya da Tayyip Erdoğan’dan kurtulma “mücadelesinin” aldığı bu dalganın en önemli yönelimlerinden bir tanesi faşizme karşı mücadele olarak kendini göstermiştir. Bu bağlamda öne çıkan bazı gelişmeler hatırlanmalı ve ülkemizde de bunların yansımalarının olduğu ya da olabileceği bilinmelidir.
Bunlardan bir tanesi, dünya üzerinde kapitalizmin gelmiş olduğu nokta ve emperyalist sistemin politik ve ideolojik yönelimi olan küreselleşmeciliğin geri çekilmesidir. Uluslararası sermaye ve tek tek ülkelerdeki burjuva sınıfları, daha zayıflamış ve emperyalizmin güdümüne girmiş olsalar da ulus devletleri ön plana çıkartmak ve sermaye dolaşımını buna göre ayarlamak gibi bir yönelime sahiptir. O yüzden, bir önceki dönemde AKP iktidarının attığı tüm adımlara destek veren liberaller bugün AKP’nin karşısına geçmiş görünmekte ve düzen muhalefetini örgütlemektedir.
Düzen muhalefetinin ülkemizdeki iki ayağı olan CHP ve HDP üzerinde gerek uluslararası tekelci sermayenin gerekse Türkiye burjuvazisinin ağırlığı bulunmaktadır. Bu ağırlık nedeniyle, Türkiye sermaye sınıfının bu iki muhalefet partisini doğrudan desteklediği anlamı çıkarılmamalıdır. Önemli olan, bugün düzen muhalefetine biçilen rolü her ikisinin de yerine getirdiğini görmektir.
CHP, Türkiye sosyalist hareketi üzerinde çok daha köklü ideolojik ve politik etkileri olabilecek, örneğin işçi sınıfı mücadelesinin yükselişe geçtiğinde çok daha yapısal yönleriyle devreye girebilecek ve bazı yönleriyle bugün de bu işlevi yerine getiren büyük bir düzen partisidir. Dolayısıyla bahsettiğimiz dalganın merkezinde tek başına ve doğrudan CHP’nin durduğunu söylemek pek doğru olmayacaktır. Örnek vermek gerekirse 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında, CHP’nin pozisyonu ve yapılan Taksim mitingi hatırlanırsa, bu mitingin daha sonra yapılacak Yenikapı mitingi için zemin olarak kullanılması bahsettiğimiz olgu ile ilgilidir. Hatırlanacağı üzere Türkiye’de solun önemlice bir kısmı bu mitinge katılmış ve katılımın sebebi politik gerekçelerden daha çok kitlesellikle açıklanmaya çalışılmıştı.
Ancak güncel siyaset alanında, bir araç olarak HDP ve onun misyonu çok daha açık bir şekilde liberallerin talepleri ile örtüşür hale gelmiştir. Önce 2015 seçimlerinde, devamında ise 24 Haziran 2018’deki seçimlerde ortaya çıkan HDP’ciliğin Türkiye sosyalist hareketinin bağımsız hattının oluşmasının önünde bir engel olduğunu, daha önceleri daha ürkek bir şekilde solun gündemine sokulan demokrasiciliğin çok açık bir şekilde sosyalizm mücadelesinin yerine propaganda edildiğini ve solda parlamentarizmin yükseldiğini görmekteyiz.
İkinci Cumhuriyet’in düzen muhalefeti şekillenirken soldan alınacak desteğin toplumsal meşruiyet ya da mutabakat açısından önem taşıdığını, HDP’nin aynı zamanda buna da oynadığını bu noktada ifade etmek gerekiyor. Faşizm ve iç savaş tahlillerinin ülkemizde çok sık ve çok kolay yapıldığı hatırlanırsa, karşımıza çıkan şey “faşizme karşı birleşik cephe”nin HDP zemininde kurulmasıdır.
Geçtiğimiz 24 Haziran seçimlerinde de benzeri dinamikler işlemiş, HDP’nin barajı geçerek Meclis’e girmesi ile birlikte AKP’nin geriletilebileceği tezi yaygın bir şekilde propaganda edilmiştir. Ancak 2015 seçimlerinde de görüldüğü üzere bu tezin bir seçim döneminde propaganda unsuru olmak dışında bir karşılığı bulunmamaktadır. Daha doğrusu AKP’nin geriletilmesini ya da yenilmesini HDP’nin Meclis’e girmesine bağlamak Türkiye devrimci hareketinin yapacağı (ya da yaptığı) büyük bir hata olarak bir kenara not edilmelidir. O yüzden bugün olduğu gibi gelecekte de güncel ve yakıcı olan gündem Türkiye sosyalist hareketinin bağımsız hattının kurulması ve güçlü bir siyasi seçenek haline gelmesidir.
- Türkiye işçi sınıfının partisi inşa edilmelidir
Türkiye Komünist Hareketi’nin bugün temel görevi işçi sınıfının temsiliyetini üstlenen, bunun örgütünü kuran ve siyasal alanda bir güç haline gelen bir komünist partisinin yaratılması için çalışmaktır. Bununla birlikte Türkiye sosyalist hareketinin geleceğine dair bahsettiklerimizin sonucu tek başına birkaç tane örgütün yan yana gelerek CHP ve HDP dışında bir noktada odak kurmaya çalışmaları olamaz. Bunun hakkının verilerek yapılabilmesi için de öncü ve güçlü bir örgüt şarttır. Dolayısıyla bizler açısından temel düstur Türkiye işçi sınıfının devrimci partisinin yaratılmasıdır.
İkinci Cumhuriyet’e geçiş olarak kodladığımız rejim değişikliği gerçekleşmiş, başkanlık rejimi ülkemize gelmiştir. Düzen cephesi bunları topluma büyük bir sistem değişikliği olarak yutturmaya çalışarak, yaşanan rejim değişikliğini görünmez hale getirmek istemektedir. Oysa ki Türkiye’nin NATO üyeliği devam etmekte, Türkiye ile emperyalist ülkeler arasındaki ekonomik, siyasi, askeri anlaşmalar sürmekte, sömürü düzeni her geçen gün daha fazla derinleşmekte ve gericilik büyümektedir. Bu noktada yapılacak hatalardan bir tanesi, 1923 Cumhuriyet’i ile bugünkü rejim arasında mutlak yapısal benzerlikler kurmaya çalışarak her ikisinin de bir tür faşizm olduğunu söylemektir. Türkiye liberalizmi bunu anlatmakta ve solun önemlice bir kısmı bunun etkisinde kalmaktadır.
Diğer bir bölme açısındansa, Türkiye’de verilmesi gereken temel mücadele 1923 Cumhuriyeti’ne dönüş mücadelesi olmalı, sosyalizm öncesinde eksikler giderilmeli, yani burjuva demokratik devrimi tamamlanmalıdır. Ülkemizde ulusalcıların temel tezi olan bu yaklaşım da Türkiye’de kapitalizmin geldiği noktaları görmezden geldiği, rejim ve sistem arasındaki bağlantı noktalarını ve ayrımları dikkate almadığı, sınıflar arasındaki işbirliğini savunduğu için Türkiye solunun uzak durması gereken bir diğer yönelimdir.
Türkiye’de komünist hareketin önünde “İkinci Cumhuriyet’in komünist partisi olmak” gibi bir gündem bulunmamaktadır. Bugün düzen muhalefeti ve düzen soluna benzer bir muhalefet hareketine dönüşen komünist, sol veya sosyalist bir parti olmak işin en kolayıdır. Bunun kanallarının açık olduğu görülmüş, muhatapları ortaya çıkmış, o kanalda oldukça yol alınmıştır.
TKH açısından 2015 Kuruluş Kongresi’nde ifade edildiği üzere “İkinci Cumhuriyet’te Türkiye Komünist Partisi’nin mirası ve geleneğini geleceğe taşıyacak olan örgütü ve partiyi yaratmak” vardır. Bugün bu konuda yol aldığımızı, ancak yapacak daha çok işimiz olduğunu 2018 Parti Kongresi’nde bir kere daha kayıt altına almak gerekmektedir.
- İşçi sınıfının tarihsel çıkarları belirleyici olmalıdır
Partimiz siyaset yaparken birden fazla parametreyi ele almak, Türkiye’de ve dünyada karşımıza çıkan sorulara yanıt vermek zorundadır. Bunları yaparken ideolojimizi ve siyasetimizi belirleyen temel noktanın işçi sınıfının tarihsel çıkarları olduğu unutulmamalıdır. Türkiye’de bunun çevresinden dolanılan ya da yok sayıldığı örneklerle karşılaşmaktayız.
İşçi sınıfının tarihsel çıkarları adına siyaset yapmak demek gündelik siyasette Marksizm-Leninizm’in kaba bir propagandasını yapmak, işçi sınıfına yabancı akademik metinler ya da siyasal çıkışlar yapmak olamaz. Sınıflar mücadelesinde, işçi sınıfının önemli bir bölümü burjuvazinin ideolojik tahakkümü ile siyasal, ekonomik saldırısı altında olabilir ve genelde öyledir. Bu saldırıyı kırmak için siyaset yapmak da sınıfta çeşitli kırılmalar olduğunda bunlara yanıt vermek de komünist bir partinin görevleri arasında yer almalıdır.
Dolayısıyla, Parti’nin sınıf temelli siyaset diyerek işçiciliğe kaymayacağı açık olduğu gibi, günümüz Türkiye’sinde öne çıkan çeşitli küçük burjuva taleplere saplanıp kalmak da Parti’nin uzak duracağı yaklaşımlar arasında olacaktır. Bu talepler genel anlamıyla özgürlükler alanına dair bir çerçeve içerisinde toplanabilmekte ya da bunların çevresinde birikmektedir. Parti, insanların yaşamları dolayısıyla ortaya çıkan taleplere, yönelimlere ve özgürlük arayışlarına karşı durmaz, hatta yeri geldiğinde onları sahiplenip, mücadelesinde yer de verir.
Ancak, siyasette bir noktadan sonra işçi sınıfının gündemine sokamadığımız ya da işçi sınıfının tarihsel mücadelesinde bir yere oturmayan arayışları komünistlerin bayrak edinmesi doğru değildir. Özellikle son dönemde karşımıza fazlasıyla çıkan Tayyip Erdoğan merkezli siyaset anlayışı bunun makro bir örneğidir. Neredeyse, sermaye devletini, burjuvaziyi, siyasal iktidar mekanizmalarını ve bunların emperyalizmle ya da Türkiye toplumuyla olan ilişkilerini görmezden gelen bir siyaset tarzı Leninist bir örgütün yöntemi ya da arayışı olmamalıdır. Halkın bir kesiminin böyle düşünüyor olmasının da aslında Leninizm’e göre değiştirilmesi ya da dışarıdan bilinç taşınması gereken kategoriler arasında yer aldığını göstermektedir.
Sermaye sınıfı ve sermaye devletinin yönelimlerini görmezden gelerek ya da bunları bilmeden salt siyaset belirlenimli ortaya çıkan bir anlayış, güncel ve anlık talepler bağlamında doğru gibi görünebilmektedir. Oysa, daha bütünlüklü ve tarihsel bir çerçeveden bakıldığında bu yaklaşımın emekçileri ve Türkiye solunu yanlış sonuçlara götürme potansiyeli taşıdığı ortaya çıkmaktadır. Yine yukarıda verilen örnek üzerinden gidersek, Tayyip Erdoğan’dan kurtulmak adına Türkiye sermaye sınıfına yedeklenmek ya da emperyalizmden medet ummak komünist siyasetin işi olmamalıdır. Günümüz Türkiye’sinde bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde solcuların böylesi yönelimlerin parçası oldukları örnekleri görmekteyiz.
Tersinden, siyasal alana taşımıyor gibi görünüp bu tespitleri sadece analiz düzeyinde ele almak da komünist bir örgütü ya kafa karışıklığına ya da bahsettiğimiz küçük burjuva siyasi hattına götürür. Türkiye Komünist Hareketi bilimsel sosyalist süzgeçten geçirdiği Türkiye’deki sınıf mücadelelerine ve tarihsel gelişmelere, işçi sınıfı adına politik bir yanıt verecektir. Unutmayalım ki, TKH işçi sınıfının politik ve ideolojik öncüsüdür.
- Yeni bir işçi sınıf hareketi yaratılması gerekmektedir
Partimizin önünde sınıfın tarihsel çıkarlarının, güncel politik taleplerinin taşıyıcısı olmak ve Türkiye işçi sınıfının örgütlü gücünü inşa etmek gibi görevler olduğunu hiçbir yoldaşımızın aklından çıkarmaması gerekmektedir.
Türkiye kapitalizminin geldiği aşamada Türkiye işçi sınıfının yapısal olarak belli bir gelişkinlik düzeyinde olduğunu ancak bunun politik alana yansımadığını görmekteyiz. Bu durum 12 Eylül sonrasında burjuvazinin kendince elde ettiği başarılardan bir tanesidir.
Dolayısıyla, Türkiye işçi sınıfının mücadele deneyiminin kesintiye uğradığını kabul etmek gerekir. Sendikal alanda ortaya çıkan durum, işçi sınıfının örgütsüzlüğü ve politik ideolojik olarak ağırlıklı sağın etkisi altında olması tam da bu bahsettiğimiz olgu ile ilgilidir.
O yüzden yeni bir işçi sınıf hareketinin örgütlenmesi gerekmektedir. Bunu yapacak olan özne Partimizdir.
Türkiye kapitalizminin inişli çıkışlı yolculuğu işçi sınıfına bundan daha iyisini sunabilme kapasitesine de niyetine de sahip olmadığını göstermektedir. Dolayısıyla sınıf mücadelelerinin ivmesinin önümüzdeki yıllarda artması, işçi sınıfı hareketinin yükselişe geçmesi ve bunun örgütsel karşılıklarının yaratılması mümkündür. Önemli olan şey, sınıfın örgütsüzlüğünü kıracak müdahalelerde bulunmak, gündelik mücadeleleri tarihsel bir bağlama oturtmak, işçi sınıfının öncü örgütlenme deneyimlerinin ortaya çıkmasını sağlamaktır. Türkiye sosyalist devriminin yolunu açacak temel faktörlerden bir tanesi bu şekilde açığa çıkacaktır.
Partimiz son üç yıl içerisinde gerek kadro yapısı bağlamında gerekse sınıf çalışmalarında elde ettikleriyle bunları hayata geçirebilecek düzeye geleceğinin sinyallerini vermektedir.
Bu anlamıyla Parti;
– Sınıfın örgütsüzlüğünü aşacak araçlar geliştirmeye devam edecek ve bunların Türkiye’de sosyalizm mücadelesinin kaldıracı olması için yön tayini yapacaktır.
- Türkiye kapitalizminin kalbini (ağır) sanayi proletaryası tutmaktadır. Türkiye devriminin öncü gücü bu alandaki örgütlenmeler üzerinden çıkacaktır. Parti bu alanda adım adım, somut bir çalışma içerisinde olacaktır. Özellikle cam ve metal alanında yaptıklarımız daha da ileriye taşınacaktır.
- Türkiye kapitalizmi açısından önemli diğer iki alan inşaat ve hizmet sektörleridir. Kuralsız çalışmanın yaygın olduğu ve sermaye sınıfı için kısa dönemde tatlı kârlar sunan bu alanlarda yapılacak örgütlenmeler, özellikle sınıfın çeşitli patlama noktalarına komünistlerin müdahalelerini kolaylaştıracaktır. İnşaat ve Yapı İşçileri Sendikası deneyimimiz son bir yıl içerisinde bunu yapabileceğimizi göstermiştir.
- Yine Türkiye sermayesinin önemli bölmelerinden biri olan plazalar ve buna benzer yerlerde çalışan emekçiler komünist bir partinin elbette örgütlenme alanına girmelidir. Bununla birlikte, beyaz yakalı olarak tanımlanan ve büyük kent merkezlerinde yaşamlarını sürdüren emekçiler, sınıf içerisinde küçük burjuva ideolojisine en yakın kesimler olarak öne çıkmaktadır. Özellikle Haziran direnişine sınıfın bu bölmelerinin aktif olarak katılmış olması, Türkiye solunun sınıf örgütlenmesinde beyaz yakalı emekçileri birinci sıraya yazması gerektiği gibi bir algıyı da beraberinde getirmiş ancak sınıfın bu bölmesine yapılan vurgu çeşitli sol çevreler tarafından abartılmıştır. Burada yapılan bir diğer hata ise sınıfın bu bölmesine özel bir modernizm vurgusu yapılması ve bu atıfla sınıf örgütlenmesinin merkezine koyma arayışıdır. Oysa ki, yaşam tarzlarındaki bazı yönelimler ve ayrıntılar ile kültürel ve eğitimsel farklar dışında mavi yakalı bir fabrika işçisi ile plazada çalışan bir emekçi arasında büyük bir ayrım yoktur. Burada bir ayrım ya da özel noktalar bulmaya çalışmanın komünist bir partiyi küçük burjuva özlemlere seslenmeye götürebileceği akılda tutulmalıdır. Parti bu noktaya dikkat edecek ve dikkat çekecektir. Dikkat çektiğimiz nokta, beyaz yakalı emekçilerin örgütlenmesi için bu alana seslenilmesi, Parti’nin bunun için araçlar geliştirmesi gerekliliğinin de bugüne kadar yapılanların da birbiriyle çelişmediğidir. Yapılan vurgu, bu çalışmanın sınıf örgütlenmemizin neresinde duracağı ile ilgilidir.
- Partimiz, işçi sınıfı örgütlenmesini Sınıf Tavrı adı ve kimliğiyle, farklı sektörlerde ürettiği ara örgütlenmelerle devam ettirecektir. Sınıf Tavrı’nınmisyonu tek başına ekonomik mücadele değildir. Sınıfa siyasetin taşınması için de görevleri olan Sınıf Tavrı örgütlenmesinin, Parti dışından öncü işçilerin, sendika uzmanlarının ve aydınların katılımı ile düzenli üretim yapan bir merkezi de olacaktır.
Türkiye Komünist Hareketi’nin örgütsel yapısı öncelikle bu hedeflerimiz üzerine şekillenmektedir. Yeni bir işçi sınıfı hareketi yaratmaya kararlı olan kadrolarımız ve üyelerimiz, Türkiye sosyalist devriminin üzerine bina edileceği temelleri bugünden atmaktadır.
- Parti kadınlar ve gençlik içerisinde yaygınlaşacak
Sosyalizm mücadelesinin sınıf örgütlenmesi ile birlikte olmazsa olmazı kadınların ve gençliğin parti saflarına kazanılmasıdır. 2015 yılındaki Kongre’de yaptığımız vurguyla Parti’nin gerçek bir sınıf, emekçi bir kadın ve partizan bir gençlik örgütlenmesini hayata geçirmesi halen en önemli görevlerimizdendir.
İşçi sınıfı örgütlenmesini stratejik bir örgütlenme başlığı olarak ele alan Partimiz, toplumsal alanlarda da sosyalist örgütlenmeyi öne çıkaran bir örgütsel hat yaratacaktır. Özellikle kadın ve gençlik içerisinde sermaye/piyasa karşıtlığı, anti-emperyalizm ve gericilik karşıtlığına oturan siyasal bir zemin üzerinden sosyalizmin toplumsal örgütlenmesinin yolu yapılacaktır.
- Türkiye Komünist Hareketi’nin misyonu devrimdir!
Partimiz Türkiye’nin devrimci komünist partisidir. Bunu sadece söylem olmaktan çıkartacak olan da Parti’nin kendisi, yani üyeleri ve kadrolarıdır. Türkiye Komünist Partisi’nin geleneğinin bugün bir kere daha TKH’de vücut bulduğu her geçen gün daha fazla açığa çıkmaktadır.
Demokrasicilik, liberalizm ve reformizm Türkiye sosyalist hareketinin başına musallat olmuştur. Küçük burjuva ideolojisi ve siyaseti komünistlerin alanına fazlasıyla girmiştir. Devrimcilik ülkemizde soyut bir kavrama dönüşmüş, işçi sınıfı sağa teslim edilmiştir. Madem ki, gericiler, liberaller, emperyalistler ve patronlar ülkemizde yeni rejimin açılışını Türkiye soluna dönük bir huruç harekatıyla başlattılar, o zaman Parti’ye düşen görev Sosyalist Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmak üzere Türkiye devriminin perdesini aralamaktır.
Buradan hareketle, parti örgütümüz ve tüm üyelerimiz önümüzdeki günlerde Parti’nin yapacağı çıkışlara hazırlanmakta ve Türkiye’de komünistlerin sesinin daha da yükseleceği toplumsal örgütlenmeleri büyütmektedir.
İşte bu koşullarda Türkiye Komünist Hareketi, Türkiye sosyalist devrimine yürüyüşün adıdır.