Ev içi emek, kadın işi olduğu için değersiz görülür; iş yaşamındaki ücretli emeğe karşılık ücretlendirilmemiş emektir, tıpkı köle emeği gibi. Evdeki iş yükü, erkeklerce de paylaşılmaz. Modern toplumda kadın iş yaşamına atıldığında kısmen paylaşılsa bile, kadının sorumluluğu daha fazladır.
Demek ki ortada bir eşitsizlik, cinsler arası iktidara dayalı bir ilişki söz konusudur.
İktidar, eşitsizlik olan her yerde vardır; her eşitsiz ilişkide üremesi kaçınılmazdır. “Bu, hukukta ifade edilmeyen iktidardır.” İktidar zihniyetli kişi, uyruk konumundakilere iktidarını kolaylıkla kabul ettirebilir, çünkü onları boyun eğmeye zorlayan niyeti örtük kalmaktadır. Sözgelimi kadın, evdeki işleri “kadın” kimliğini içselleştirdiğinden gocunmadan, dahası seve seve yapar. Eşi ve diğer aile bireylerine, hasta ve yaşlılara sevecenlikle bakarken bunları kendi yükümlülükleri arasında sayar. Dolayısıyla ücretlendirilmemiş olan ev içi emeği, kadının gönül rızasıyla gösterdiği bu “duygusal emek” içinde eriyip gider ve sorunun üstü kapanmış olur. Tüm toplumlarda siyasal iktidarların “ev kadını”ndan beklentisi de budur.
Zaten temelde toplumsal bir gelenektir evlilik. Özel ve kişisel olan yanı cüzidir. Evliliğe biçim veren karı-kocadan çok onları programlayan evlilik kurumudur. Amaç nüfusu sağlamak, iş gücünü yeniden üretmek, toplumsal ilişkiler biçimini ve dinsel inançları sürdürmek, kısacası uzman görüşüyle, ekonomik olarak yararlı, siyasal olarak muhafazakâr bir “cinsellik düzeni”nin kurulmasıdır.
Burada üremeyi merkez alan bir cinsellik söz konusudur ama modern toplumla ortaya çıkan çekirdek ailenin kuruluşu için aşka ihtiyaç vardır; aşkın çekimine kapılacak çiftlere… Çekim olsun ki onları evliliğe yönlendirsin.
Araştırmalar evlilik kurumunun, erkeğin mülkiyet ve iktidarı ele geçirme tarihiyle koşut geliştiğini ortaya koyuyor. Bu da akla erkeğin aşk kıskançlığını getiriyor. Evli erkek eşinden sadakat talep eder. Sermaye babadan oğula devredildiğinden o da mirasını bırakacağı çocuğun babasından emin olmak ister. Çekirdek aile kapitalist ekonomik sistemin vazgeçilmez bir sosyo-ekonomik bileşenidir. Aile, maddi ve manevi ihtiyaçların giderilmesi açısından çok önemlidir, bu yüzden kadınların cinsel ve toplumsal davranışlarının denetlenmesi gerekir. Çoğu erkeğin eğlenilecek kız-evlenilecek kız ayrımı yapması boşuna değildir. İffet, bekaretin korunması v.b. yalnızca kadında aranması gereken değerler, gelecek kuşaklara kadınlar tarafından aktarılır. Evlilik dışı cinsel birleşme yasaktır. (Annelik bu yüzden yüceltilir.) Bu değerleri içselleştirememiş kadına şiddet uygulanması meşru görülür.
Erkeğe özgü “sahiplenici kıskançlık”, süreç içerisinde tüm toplumlarda doğal bir tepki olarak meşrulaştırılmıştır, ki sonu aşk cinayetlerine bile varabilir. Evli kadının kıskançlığı içinse, evliliğin sağladığı korunaklı konumu yitirme kaygısının etkisi olduğu söylenebilir.
Elbette ki aşk, başlı başına karmaşık bir olgudur. Sorgulanması gereken, aşkın ideolojik bir aygıt olarak sistem tarafından kullanılmasıdır. Kadın-erkek eşitliğine dayanmayan evlilik kurumunda, cinselliğin ve aşkın da paylaşılan bir edim olduğu iddia edilemez. Aşk da erkeğin üst konumda bulunduğu hiyerarşik bir ilişkidir. En basitinden ne denir? Kadın sevilmek, erkek sevmek ister. Biri edilginliği, öbürü etkenliği çağrıştırır. Ama bunun fark edilmesi kolay değildir. Cinsler arası eşitsizlik daha çocuklukta başladığından ve yetişkinlikte toplumda destek gördüğünden, kadın ve erkeğin cinsellikleri benliklerine kök salmıştır.
Nitekim kadınlar arasında, kadın olmaktan doğan sorunların maddi koşullarının farklılığına karşın, aşk konusunda ortaklık vardır. Ucu evliliğe dayanır çünkü. Daha çocukken eline bebek verilen kız çocuğu, doğal olarak “gelin olma” düşleri kurar. Kadının, kariyerle aşk ve evlilik arasında seçim yapmaya zorlandığına da sık sık tanık oluruz. “Bir yastıkta kocamak”, ömür boyu bağlanma koşullandırması, dinsel tınılı “iyi günde kötü günde” söylemi, “gelinlikle çıktığın eve ancak kefeninle dönersin” telkinleri, bütün bunlar evliliğin sürekli kılınması içindir. Ailelerin “erkek çocuk” düşkünlüğü de cinsiyetler arası eşitsizliği açıklar. Günümüzde bile sürmekte olan “erken evlilik”se, kız çocuğunun aile için ekonomik bir yük olarak görüldüğünü kanıtlar.
Yanlış anlaşılmasın, evlilikte karşı çıkılması gereken insanların birlikte yaşama arzusu değil, aşkta da kendini belli eden cinsiyetler arasındaki hiyerarşidir. Üstelik toplumsal eşitsizlikler yüzünden, günümüz insanının o kadar çok arzusu, beklentisi aşkın içine gömülmüştür ki, zihnin sürekli aşkla meşgul olması kaçınılmazdır. Oysa aşk, her tür baskıdan uzak, özgürce yaşanmalıdır. Evlilikte de dayatma olmamalıdır, isteyen kendi özgür iradesiyle evlenir, isteyen evliliği erteler ya da evlenmez.
Özetle, kapitalizme ev kadını ve ana gibi yâr olmaz!
Kapitalizmin kadını iş yaşamına çekmesiyle ev kadınlığında gerileme olacağı sanıldı. Ama tersine, bunun kadın için bedeli ağır oldu: Düşük statülü, düşük ücretli işler, hem evde hem dışarıda çifte yük, çifte sömürü… Öte yandan ev işi ve çocuk bakımını kapitalizm kendi yatırım alanlarına çekti.
Türkiye’nin 1980’lerde tanıştığı neoliberal kapitalizm ise, kadının iş gücüne katılımını artırmadığı gibi, niteliksiz işlerde çalıştırmak üzere kadın emeğini gözüne kestirdi. İş ve işçi tanımı değişti: Yarı zamanlı, güvencesiz işler, ev eksenli çalışma… Bu tür işlerde kadın, işçi olarak kabul edilmiyor; istatistiklerde ev kadını olarak görünüyor. Çok kötü çalışma koşullarının, uzun çalışma saatlerinin yanı sıra gebelik yüzünden işten çıkarmalar, cinsel taciz, mobbing tehditleri… Devletin desteklediği, evde bakım hizmeti veren kadınlarsa tıpkı diğerleri gibi işsizliği geçici olarak öteliyor, ama başta emeklilik olmak üzere sosyal haklardan yararlanamıyor. Beterin beteri, yoksulluk uluslararası kadın ticaretine, ülkeler arası göçe yol açtı.
Neoliberal politikaların asıl hedefi, kadınları iş gücü piyasasından dışlayıp ev yaşamına çekmek, ev kadını olarak kalmalarını sağlamaktı. Kadının ev içi emeği dini çevrelerce de kutsal kabul edilir, yüceltilir. İşlerin yürümesi için bu çevreler sistemin olmazsa olmazıdır. Muhafazakâr partiler, kadının toplum içindeki ikincil konumunu, kadın sömürüsünü koruma eğilimindedir. (Adı üstünde muhafazakâr!) Neoliberal politikaların sosyal bilimlere soktuğu “evkadınlaştırma” kavramı, bu süreçte kadın haklarındaki kayıpların göstergesidir.
TÜİK istatistiklerine (2018) göre ülkemizde 14,7 milyon ev kadını bulunuyor. 15 yaş üstü olup iş gücüne katılmayan 29 milyon kişinin yüzde 50’sini ev kadınları oluşturuyor. Eğitim-Sen’in hazırladığı “Eğitimde Cinsiyetçilik Raporu” (2018), kız çocukluklarının evliliğe nasıl yönlendirildiğini ortaya koyuyor: 2009’da MEB yönetmelik değişikliğiyle ortaokul ve lise öğrencilerinin nişanlanması serbest bırakıldı. 2013’de evli öğrencilerin açık öğretim lisesine yönlendirilme düzenlemesi getirilerek lise çağlarında evliliğin önü açıldı. 2014’te 20 bine yakın aile, 16 yaşından küçük kızlarını evlendirebilmek için dava açtı. 2015’te AYM (Anayasa Mahkemesi) resmi nikâh kıymadan dini nikâh kıyan imam ve çiftlere ceza verilmesini yürürlükten kaldırdı.
Ya bazı çevrelerde, okul öncesi, küçücük kız çocuklarına baş örtüsü taktırılmasına, hükümet yetkililerinin de buna göz yummasına ne demeli? Liste uzatılabilir. Kamuoyunda çeşitli boyutlarıyla hâlâ eleştirilen 4+4+4 kesintili temel ve zorunlu eğitim uygulamasıysa erken evlilikleri özendirerek kız çocuklarına zarar vermiştir.
Gözden kaçırılmaması gereken bir nokta da şudur: Kadın-erkek eşitsizliğine dayanan erkek egemenliği –ya da sosyal bilimlerdeki tanımıyla ataerkillik, patriyarka, cinsiyetçilik– ideolojik olarak tüm yönetim biçimlerine kolaylıkla eklemlenebiliyor. İslami yönetimlerde dinin araçsallaştırılmasıyla katı bir biçim alırken, laik yönetimlerde geçmişle bağını kopartamadığı görülüyor. Sözgelimi, yasalar karşısında kadın erkek eşittir. Ama ekonomik ve toplumsal eşitlik sağlanmadan bu, kadınlar için bir avuntudan öte bir şey değildir. Nitekim yaşama geçirilmemiştir. Yoksa “Uluslararası Kadına Karşı Her Tür Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi”ne neden gerek görülsün?
Görünen o ki, kapitalist sistem, kadınların sırtından bunca çıkar sağlarken kadına yönelik politikalarını değiştirmeyecektir. Kadın istihdamını artırma, kesintisiz ve tam zamanlı çalışmayı gerektiren emeklilik hakkını sağlama alma, kadının ev içindeki yükünü azaltma; kısacası toplumsal eşitsizlikleri değil sonlandırmak, uygulamaların gösterdiği gibi küresel düzeyde daha da artıracağı sinyalini veriyor.
Denilebilir ki, neoliberal politikaların kadın haklarındaki kayıplara yol açması karşısında, başını ABD’nin çektiği emperyalizme karşı protesto hareketlerinde en büyük desteğin, geniş bir katılımla kadınlardan gelmesi beklenir. Ancak kabul etmeliyiz ki, ev kadınlığı, kadın üzerinde kişiliğini sınırlandırıcı bir etki yapar; kadını erkeğin himayesi altına girmeye yönlendirir. Depresyon neden acaba ev kadınları arasında artış gösteriyor? Kadına aile modeli dışında alan bırakılmadığı için olabilir mi?! Günümüzde kadın, kapitalizm öncesi üretim biçiminde olduğu gibi, hem ev işi ve bakım işlerini yapıyor hem de eve iş alıyor. Ekonomik krizle boğuşması da cabası!
Ancak sorunlara çözüm aramak için en başta eleştirel düşünceye sahip olmamız gerekir. O olmazsa inançlara, ideolojilere gözü kapalı inanırız. Sözgelimi “işçi sağlığı, iş güvenliği” denilince akla ev kadını geliyor mu? İşe bağlı hastalıklar? Uzun süre ayakta durmak varis; ütü yapmak, bulaşık yıkamak, çamaşır asmak, uzmanlara göre fıtık nedeni olabiliyor. Ev işleri yaparken uzun süreli sabit duruş pozisyonları yüzünden boyun, sırt, bel, diz ağrıları ev kadının karşılaştığı hastalıkların başında geliyor.
Aynı şekilde kadınların yaşamları töreye, geleneğe tabi olmaktan neden kurtarılmıyor? Kumalık neden hâlâ sürdürülüyor? Sistem çıkarlarından olacağı için, kültürel yapılara saygı adına erkek egemen yapılara dokunulmasını engelliyor.
İşte bu tür yapısal sorunlar ve pahalılık, işsizlik, emeğinin karşılığını alamama v.b. yaşamsal sorunlarla boğuşurken çıkış noktasını bulabilmemizi bize yalnızca erkek egemen kapitalist sisteminin sorgulanması sağlayabilir.
Kadın olmaktan doğan sorunlarımız bizim, toplumu sarsan demokrasi mücadelelerinde yer almamızı zorlaştırıyor. Oysa demokrasi güçlerinin sürdürdüğü mücadeleye, anayasal haklarımızı tam anlamıyla kullanabilmek için biz de destek vermeliyiz. Örgütlenme olmazsa ya da engellenirse, kişi kendini yalnız hisseder ve siyasal iktidar karşısında savunmasız kalır. Nitekim inanç tacirlerinin inanç özgürlüğünün ardına sığınıp toplumsal yaşamı din üzerinden biçimlendirme girişimleri yüzünden bazı dindar/muhafazakâr hemcinslerimizin yaşamı, sözde İslami kurallarca belirlenmiş sınırlar içinde geçiyor.
Kuşkusuz dindar/muhafazakâr hemcinslerimiz de özdeş değil. İnanç tacirlerinin, emekçi sınıfların sömürüldüklerini fark etmemeleri için dini hassasiyetleri kullanarak politik bilincin gelişmesini ve örgütlenme girişimlerini engellemeye yönelik telkinleri işe yaramayabiliyor. Bunun son örneği, sendika üyesi oldukları gerekçesiyle işten çıkarılan Flormar işçilerinin 297 gün süren direnişin ardından eylemi kısmi kazanımla sona erdirmeleridir.
Ülkemizde sömürü ve baskıya karşı demokrasinin güçlenmesi giderek zorlaşırken kadınların bölünmüşlüklerine karşın, ortak çıkarlarda buluşabilirler mi, sorusunu getiriyor akla. Sermaye odaklarıyla, siyasal iktidarlarla ittifak kuran kesimleri ve aynı şekilde, dindar/muhafazakâr kimliklerinin garantisi olduğuna inandıkları yönetimleri destekleyen kesimleri ayrı tutuyoruz kuşkusuz. Kadınlığı, eş ve anneliğe indirgeyen “donmuş kimlik”e karşı; neoliberal politikaların mağdur ettiği, gelecekten umudunu kesmiş kesimlerde eğitim, iş, emeklilik, şiddet, boşanma, nafaka v.b. konulardaki “algı ortaklığı” harekete geçirilebilir, kanımca.
Siyasal iktidarlar, kadınları geçici olarak korkutup sindirebilirler. Kadın hareketlerini toplumun gözünde itibarsızlaştırmaya çalışabilirler. Bunun için sahip oldukları araçları kullanmaktan da çekinmezler. Ama tarih kadınların özgürlük hayallerinin yok edilemediğini gözler önüne seriyor.
Bugün ülkemize baktığımızda da kadınların kamusal alandaki “eşit yurttaşlık” talepleri konusunda azımsanmayacak bir yol kat edilmiş olduğunu görüyoruz. (Medeni Yasa’daki değişiklikleri hatırlayalım.) Hukuk en çok emekçi sınıflara gerektiği için bu kesimin kadınlarının bağımsız yargıya sahip çıkma çabaları sürüyor. Yine kadınların yerel düzeyde, mahalle ölçeğinde yerel politikalara katılımı onları güçlendirirken cinsiyetler arası ilişkilerde de dönüştürücü bir etki yapıyor. Kadının ev içinde “hizmet veren”, erkeğin “hizmet alan” kişi olduğu kalıp yargısının kırılmasıysa kuşkusuz uzun vadede çözülecek bir sorundur.
Unutmayalım ki, kadınlık ve erkeklik kimlikleri/rolleri, eşitsizlik ve iktidar ilişkileri içinde oluşmuştur. Kadınlar kimlik özelliklerini bu ilişkiler çerçevesinde kazanmışlardır: Yumuşak başlı, itaatkâr v.b. Dolayısıyla bu roller değişip dönüştürülmeye açıktır. Nitekim feodal toplumda aile içinde cinsel roller uygulanırken, modern toplumda, kadının kamusal alana çıkıp iş yaşamına atılmasıyla kadınlık erkeklik rollerinde gevşeme olmaya başlamıştır. Çalışan kadınların, “Hayat müşterek” dediklerine sık sık tanık olmuşuzdur. Aynı şekilde, özel durumlarda, örneğin erkek işsizliği nedeniyle kadınlar işe giderken ev işleri ve çocuk bakımı erkeğe kalmaktadır. Doğum izninin babaya da tanınması, yapısal nedenlerle cinsel rollerin kırılması zaman alacağından henüz pratikte başarılı olamasa da eşitliğe giden yolda önemli bir kazanımdır.
Peki eşitliğin hayata geçirilmesi için kısa vadede neler yapılabilir?
Ailenin demokratikleşmesi çok önemlidir. Kol kırılıp yen içinde kalmıyor artık. Düne kadar evlilikte kadının eşine “cinsel hizmet”te kusur etmesi söz konusu olamazdı. Ama artık erkek bu konuda ısrarcı olursa girişimi tecavüz kapsamına giriyor. Demokratikleşme ailede başlarsa, kamusal alanda sürdürülmesi kolaylaşır. Kadınlar, kendilerini hem ev içinde hem de iş yaşamında güçlendirecek olan, hak taleplerinin peşini bırakmamalıdırlar. Bu konuda uzmanlardan öğreneceğimiz çok şey var: Sözgelimi, evlilikte ortak edinilmiş mal rejimine karşın kadının ev içi emeği, evlilik süresince biriktirilen mal mülk kapsamına girmiyor. (7.6.2018 tarihli haber) Bir başka örnek; kadının aileye olan bağımlılığını hafifletmek için, uzmanlara göre kadına eş ve babaya bağlı olmayan emeklilik ve sağlık hizmeti hakkının tanınması gerekir.
Ancak bir kez daha vurgulamakta yarar var: Kapitalizm yazgımız değildir. Ev işi ve bakım işleri de, kadının fıtratına uygun olduğu gerekçesiyle kadın tarafından yapılması zorunlu olan işler değildir. Günümüzde bu işler için okul eğitimi (aşçılık, hasta bakımı gibi) verilmektedir. Ama kadın işi olduğu için değersiz görülen işler, kadınların sırtına yüklenmekte; kadın göçmenden, gündelikçiden, kayıt dışı, taşeron, mikro kredi v.b. işlere, kadınların tümü EV KADINI statüsünde çalıştırılmaktadır, ki sayıları milyonlarla ifade ediliyor!
Sonuç olarak, kamuoyu önündeki suskunluğumuzun bize neye mal olduğunu enine boyuna düşünmeliyiz.
Kadın haklarına sahip çıkmak temelinde toplumsal bir güç olarak toplumda varlığımızı hissettirmeliyiz. Biz güçlenmeliyiz ki, taleplerimiz yerine getirilsin, sumen altı edilmesin. Ancak, içinden geçmekte olduğumuz süreçte, neoliberal politikaların gücünün kırılması için yol arkadaşlığı yapabileceğimiz toplumsal muhalefeti genişletmek de bir zorunluluk halini almaktadır. Kapitalizmin eşitsizliklerine karşı kitle desteğinin bu açıdan çok önemli olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı?