Giriş
Konuşmama başlarken öncelikle 162 yıl önce 8 Mart günü, Amerika’da 40 bin dokuma işçisinin fazla çalışma süreleri, kötü çalışma koşulları sebebiyle başlattıkları grev esnasında çıkan yangında hayatını kaybeden 129 kadın işçi ile, bu mücadelede ve iş kazalarında yaşamlarını yitirmiş tüm emekçi kadınları saygıyla anmak ve hepimizin Emekçi Kadınlar Günü’nü bu kürsüden de kutlamak istiyorum.
Kurultayda benim değerlendirmeye çalışacağım konu ülkemizde çalışma yaşamında kadının güncel durumu. Bu Kurultayda kadın işçilerin güncel haklarının neler olduğunu teker teker anlatmanın, Kurultay kapsamını ve bana verilen süreyi aşacağını düşündüğümden; kadın işçilerin çalışma yaşamındaki durumunu ve söz konusu duruma yönelik hukuki düzenlemelerin etkilerini genel olarak değerlendirmeyi ve bu durumun değişebilmesi için üzerinde durulması gereken kimi başlıkları ifade etmeyi deneyeceğim.
***
Ne yazık ki, 162 sene önce Amerika’daki dokuma işçilerinin durumları ve bunun karşısındaki hak talepleri ile günümüzde çalışanların koşulları ve hak talepleri büyük oranda benzerlik taşımaya devam ediyor. Çalışma ilişkileri tarihinin, işçilerin çalışma koşullarının iyileşmesi ve iş ilişkilerinde kadın işçilerin erkeklerle eşit haklara sahip olmaları için verilen mücadelelerle dolu olmasına ve bu mücadelelerin birçok kazanımı da beraberinde getirdiğinin görülmesine rağmen, ikinci oturumda da ayrıntılı bir şekilde anlatılacağı üzere, ekonomik krizler ve günümüzdeki krize çare olabileceği iddiasıyla uygulanmaya başlanan özellikle neo-liberal politikalar nedeniyle, bu haklarda büyük bir geriye gidişin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Sunumuma en sonda söylemem gereken tespitleri/çıkarımları maddeler halinde başta söyleyerek başlayacağım, sonra da bu tespitlerde ne demek istediğimi biraz açarak derinleştirmeye çalışacağım. Biliyorum ki bu başlıklar daha arttırılabilir ancak kadın işçilerin günümüzdeki durumuna bir projeksiyon tutmak açısından söz konusu maddelerin yeterli bütünsellikte olduğunu düşünüyorum.
Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti dönemindeki kadın politikaları ile ulusal/uluslararası sermayenin istihdama/iş ilişkilerine ilişkin talepleri örtüşmektedir. Bu uyum, kadının anne rolünü öne çıkarırken, üretim sürecindeki yerini ikinci plana itmektedir.
Kadının üretim sürecindeki yerinin ikinci plana itilmesi, vasıfsız işgücünü pekiştirme amacına da hizmet etmektedir. Kadınların geçici, güvencesiz, esnek çalışmalara teşvik edilmesi bu açıdan ele alınmalıdır.
Koruyucu düzenlemeler, bu politikalar karşısında işlevsiz kalmaktadır. Hukuki düzenlemeler ile uygulamada yaşananlar örtüşmemekte, düzenlemeler yaşanan sorunları tam anlamıyla bertaraf etmeyi sağlamamaktadır.
Yürürlüğe giren birçok düzenleme kadınlara sağlanan bir ayrıcalıkmış ya da hakmış gibi gösterilse de aslında, kadının daha fazla eve ve güvencesiz işe mahkûm edilmesine neden olmaktadır. Söz konusu durum bir yetersizlikten kaynaklanmamakta, bilinçli bir yaklaşımın sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tespiti 3. maddede yer alan düzenlemelerdeki koruyucu hükümlerin işlevsizliğiyle birlikte ele aldığımızda, kadının üretim sürecindeki durumuna ilişkin daha vahim sonuçlar ortaya çıkmaktadır.
Hükümetin kadın ve istihdam politikaları: İş ve aile yaşamının piyasa eğilimleri yönünde uyumlulaştırılması
İktidarın kadın politikalarını anlamak ya da kadını toplumda nasıl konumlandırdığını görmek için kadına ilişkin politikaları ele alan kurumların zaman içindeki değişimine bakmak bize ipucu verecektir kanısındayım.
Ülkemizde 1990’larda, önce Kadın Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü, sonra da Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı oluşturulmuştur. Bu bakanlık 2011 yılında AKP hükümeti tarafından kaldırılmış ve yerine Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı kurulmuştur. Böylece kadının ismi bakanlık adlarından silinmiştir. 9 Temmuz 2018 tarihinde yayımlanan 1 no.lu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle, “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı” ile “Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı” birleştirildi. Bakanlığın yeni ismi “Çalışma, Sosyal Hizmetler ve Aile Bakanlığı” oldu. Daha sonrasında ise Kararnameyi düzelten bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile 2018 yılı Ağustos ayında Bakanlığın adı “Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı” olarak değiştirildi. Böylece kadın ve aile, çalışma/istihdam ve sosyal hizmetler ile ele alınan bir alt başlık olarak düzenlenmiştir.
Genel olarak hükümetin kadın politikaları incelendiğinde, kadının öncelikle anne olarak ele alındığı görülmektedir. Keza, hükümet yetkililerinin söyledikleri de bu politikaları desteklemektedir. Dönemin Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’nun 2015 yılında, yılın ilk bebeğini ziyaret ettiğinde yapmış olduğu “Anneler dünyada, bir başkasının sahip olmayacağı annelik kariyerine sahip oluyorlar. Annelerin, annelik kariyerinin dışında bir başka kariyeri merkeze almamaları gerekir. Merkeze iyi nesiller yetiştirmeye almalılar” açıklaması kadına biçilen rolü bizlere gösteren bir örnektir.
Yine 2014 yılında Kadın ve Demokrasi Derneği’nin düzenlediği I. Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesi’nde konuşan Recep Tayyip Erdoğan da bir konuşmasında, “Bizim dinimiz kadına bir makam vermiş, annelik makamı. Anneye bir makam daha vermiş.Cenneti ayakları altına sermiş. Babanın değil annenin ayakları altına koymuş. Annenin ayağının altı öpülür. Ben anacığımın ayağının altını öperdim. Anam nazlanırdı, anacığım çekme ayağını derdim, çünkü burada cennetin kokusu var. Bazen ağlardı. Anne başka bir şey. Ve makamların o ulaşılmazıdır. Ama bunu anlayanlar olur anlamayanlar olur. Bunu feministlere anlatamazsın mesela, onlar anneliği kabul etmiyor. Ama anlayanlar yeter bize diyoruz, onlarla yola devam ederiz” ifadelerini kullanmıştır.
Kadına yönelik bu yaklaşım, muhafazakâr ideolojinin bir yansıması olduğu kadar sermayenin de taleplerini karşılama açısından önem taşımaktadır. Çünkü annelik rolünün ön plana çıkarılarak çocuk doğurmanın teşvik edilmesi, genç nüfus oranının artışına; bu da aktif işgücü payının büyümesine; bu büyüme de -iş olanaklarının yeterli olmaması sebebiyle- işçiler arasında rekabeti arttırarak ucuz işgücünün fazlalaşmasına yol açmaktadır. Bu durum ise uluslararası sermaye tarafından Türkiye’nin “tercih” edilmesinin en önemli nedenlerinden biridir.
Erdoğan’ın 7 Mart 2008 tarihinde Uşak’ta yaptığı bir konuşmada “Sizinle başbakan olarak değil, dertli bir kardeşiniz olarak konuşuyorum. Biz genç nüfusumuzu aynen korumalıyız. Bir ekonomide aslolan insandır. Bunlar Türk milletinin kökünü kazımak istiyor (…) Genç nüfusumuzun azalmaması için en az 3 çocuk yapın” ifadelerine yer vermesi ve her kıydığı nikahta yeni evlenen çiftlerden en az 3 çocuk sözü alarak doğumun artmasına ilişkin sözleri, tam da bahsettiğim hususa ilişkindir. 2012 yılındaki kürtaj hakkına ilişkin değişiklik tartışmalarını ve kürtaj karşıtı söylemleri bu açıdan da değerlendirmek isabetli olacaktır.
Ancak aktif işgücü oranını arttıran kadının, bu işgücüne yani üretim sürecine katılımı ise çok düşük oranlardadır. Bunun en büyük sebebinin ise ailede ev içi hizmetlerin kadına kalması olduğunu söylemek şaşırtıcı olmayacaktır. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü koordinatörlüğünde hazırlanan “Kadının Güçlenmesi̇ Strateji̇ Belgesi̇ ve Eylem Planı 2018-2023” belgesindeki verilere göre, aşağıdaki tabloda da görüldüğü üzere, Türkiye’de işgücüne dahil olmayan kadınların işgücüne dahil olmama nedenleri arasında %55,4 ile “ev işleriyle meşgul olma” ilk sırada yer almaktadır.
İşgücüne dâhil olmayan nüfus İş aramayıp, çalışmaya hazır olanlar Mevsimlik çalışanlar Ev işleriyle meşgul Eğitim/ Öğretim Emekli Çalışamaz halde Diğer
2005 18.936 4,5 1,6 67,0 7,8 3,1 10,4 5,6
2010 19.357 5,8 0,3 61,5 9,9 3,8 11,1 7,6
2015 20.056 7,0 0,4 57,3 11,3 4,6 12,6 6,8
2017 20.052 6,8 0,3 55,4 11,3 5,2 13,4 7,6
Söz konusu 2015 yılı verilerinde evdeki işlerde paylaşım oranları ise kadınların hem ev dışında çalıştıklarını hem de ev işleri ve çocuk bakımını üstlendiklerini çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermektedir. Verilere göre kadınlar %91,2 oranında ev işlerini üstlenirken; ev işlerini üstlenen erkeklerin oranı %8,8’de kalmaktadır.
Ve yine aynı rapor uyarınca:
“… Medeni durum istihdam oranını etkileyen unsurlardan biridir. TÜİK İşgücü İstatistikleri 2016 yılı rakamlarına göre, evli olmayan (hiç evlenmemiş veya boşanmış) kadınların istihdam oranları evli olanlarınkinden daha yüksektir. 2016 yılında istihdam oranı evli kadınlarda %29,2 iken hiç evlenmemiş kadınlarda %32,5, boşanmış kadınlarda ise %41,7’dir.
Kadınların işgücüne katılımının ve istihdamının önündeki engellerden birisi, çalışma sorumluluğunu erkeğe yükleyip; ev işi, çocuk, yaşlı ve engelli bakımını kadının görevi olarak benimseyen toplumsal cinsiyet anlayışıdır. Bu noktada, bakım hizmetlerine ilişkin kurumsal destek mekanizmalarının geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması kadının istihdama katılma oranının artırılmasında önem arz etmektedir (ÇSGB; Aralık 2015).
Ülkemizde kadın istihdamının artmasının önündeki temel engellerden biri olarak kabul edilen iş ve aile yaşamının uyumlaştırılamaması sorunu konusunda son yıllarda önemli adımlar atılmıştır. Ancak, başta bakım hizmetlerinin yaygınlaştırılması olmak üzere etkin politikalar geliştirilmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Çünkü iş ve aile yaşamı arasındaki dengenin sağlanamayışı, kadınları, ya iş yaşamına katılma ya da hane içinde kalma gibi tek bir tercihte bulunmaya zorlamaktadır (TBMM-KEFEK,2013)….”
İşte, ev içi görevleri haiz kadının çalışabilmesi, tam da raporun son cümlesinde yer alan iş ve aile yaşamı arasında uyum sağlanması gerekliliğine bağlanmaktadır. Aslında, ev içi iş yükü ile iş yaşamının bağdaştırılması sorunu kadın istihdamı açısından Avrupa Birliği, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) ve Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) de tartıştığı konular başında gelmektedir. Bu tartışmaya ilişkin yaklaşımlar ise ülkelere göre farklılaşıyor. Örneğin, Kuzey Avrupa ülkeleri, bu sorunu çözmeye yönelik cinsiyet eşitliğini gözetmeye çalışan kamu politikalarını merkeze koyan bir yaklaşım benimserken; liberal Anglo-Sakson ülkeler, piyasa yönelimli bir anlayışla bu soruna yaklaşmaktadır. Uyguladığı politikalara bakıldığında, Türkiye’de de ev içi iş yükü ile iş yaşamını bağdaştırma sorununun, piyasa yönelimli çözümlerle aşılmaya çalışıldığı görülmektedir.
Sonraki başlıklarda biraz daha ayrıntılandıracağım üzere, bu piyasa yönelimli uyumlaştırmanın bir ayağı, kadınların kısmi süreli iş sözleşmeleri, geçici iş ilişkileri, evden çalışma vb. esnek çalışma biçimleriyle çalışırken, bir yandan da ev içi işlerinin (çocuk/yaşlı bakımı vb.) sorumluluğunu da yürütmeye devam etmesiyken; bir diğer ayağı ise bu ev içi işi görevine sahip kadının çalışabilmesine olanak veren imkanların da özel sektöre bırakılmasıdır (örn: özel, kreşler, ücretli bakıcı vb.). AKP’nin iş ve aile yaşamını uyumlulaştırma politikaları bu iki ayak üzerinden şekillenmekte ve yoğunlaşmaktadır.
Kadın istihdamının teşvik edildiği çalışma biçimleri, kısmi zamanlı, geçici, güvencesiz, esnek çalışmalardır.
TÜİK Kasım 2018 verilerine göre; Türkiye’de 15 ve daha yukarı yaştaki nüfus içerisinde istihdam oranı %46,5 olup, bu oran erkeklerde %64,3 kadınlarda ise %29,1’dir. Ülkemizdeki kadın istihdam oranını Avrupa Birliği ülkeleriyle kıyasladığımızda, durumun vahameti açıkça görülmektedir. 2017 OECD verilerine göre, kadın istihdam oranının en yüksek olduğu ülke olan İsveç’te oran %70,2 iken, en düşük olduğu ülke olan İtalya’da ise bu oran %40,9.
TÜİK 2015 yılı verileri uyarınca, eğitim durumuna göre işgücüne katılım oranı incelendiğinde ise, kadınların eğitim seviyesi yükseldikçe işgücüne daha fazla katıldıkları görülmektedir. Okuryazar olmayan kadınların işgücüne katılım oranı %15,2, lise altı eğitimli kadınların işgücüne katılım oranı %27,2, lise mezunu kadınların işgücüne katılım oranı %33,6, mesleki veya teknik lise mezunu kadınların işgücüne katılım oranı %41,4 iken; yükseköğretim mezunu kadınların işgücüne katılım oranı %71,3 olmuştur. Bununla birlikte, yarı zamanlı çalışanların istihdam içindeki oranı 2016 yılında toplamda %10,3 olurken, erkeklerde bu oran %6,5, kadınlarda ise %18 oldu. Yani neredeyse yarı zamanlı çalışan erkeklerin oranının üç katıdır.
Yine aşağıdaki tabloda 2014-2018 yılları arasında tam zamanlı ve yarı zamanlı çalışanların kayıtlı ve kayıtdışı çalışmalarına göre oranlarını görüyoruz. Bu tabloda aslında yarı zamanlı çalışmaların büyük bir bölümünün kayıt dışı olduğunu, yarı zamanlı çalışmanın güvencesiz çalışma olduğunu da gözler önüne seriyor. Bu durum yukarıda bahsetmiş olduğumuz kadınların yedek işgücü olarak görülmesinin yanında, aşağıda yer vereceğimiz kimi düzenlemelerin de gerekçesini ortaya koymaktadır.
Kadınların Çalışma Biçimine Göre Sosyal Güvenlik Kurumuna Kayıtlılıkları
Çalışma Biçimi
Tam Zamanlı Yarı Zamanlı
Yıllar Kayıtlı Kayıt Dışı Kayıtlı Kayıt Dışı
2014 62,6 37,3 13,5 86,4
2015 63,8 36,1 15,6 84,2
2016 64,6 35,3 19,1 81,9
2017 64,5 35,4 16,7 83,1
2018-11. ay 68,4 31,5 20,2 79,7
Kaynak: TÜİK bilgilerine dayanılarak Genel-İş Araştırma Dairesi tarafından hesaplanmıştır.
Bu oranların tesadüf değil, bilinçli bir tercih olduğu rahatlıkla söylenebilir. Örneğin; 4857 sayılı kanuna özel istihdam aracılığıyla geçici iş ilişkisi düzenlemesini getiren 6715 sayılı Kanun gerekçesinde; “Ülkemiz işgücü piyasasında özellikle genç işsizliğin ve kadın işsizliğinin yoğun olması nedeniyle bu kesimlerin işgücüne katılım oranlarının yükselmesi bakımından özel istihdam büroları tarafından yürütülecek geçici iş ilişkisi faaliyetine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu şekilde gerek gençlerin gerek kadınların işgücü piyasasına dahil olmaları, tecrübe kazanmaları ve bu yolla daimi iş bulmaları hedeflenmektedir.” denilerek aslında bu geçici, esnek çalışma tiplerinin özellikle genç ve kadın istihdamını teşvik etmek olduğu söylenmiştir. Ancak bu çalışmalar gerekçede bahsedildiği gibi daimi çalışmaya geçilmesinde bir basamak olmamaktadır. Keza buna dair bir veri de yayınlanabilmiş değildir. Kadınlar bu esnek, güvencesiz çalışma ilişkilerine kaydırılmakta, böylece hem ev içi işleri yapıp hem de üretim sürecine katılmaktadırlar.
Getirilen koruyucu düzenlemeler, bu politikalar karşısında işlevsiz kalmaktadır. Hukuki düzenlemeler ile uygulamada yaşananlar örtüşmemekte, düzenlemeler uygulamada yaşanan sorunları tam anlamıyla bertaraf edememektedir.
Hem hukukumuzda hem de taraf olduğumuz uluslararası sözleşmelerde kadın-erkek eşitliği ile ayrımcılık yasağı ayrıntılı düzenlenmiştir.
Anayasa’nın 10 maddesinde “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.” düzenlemesi yer almaktadır. Yani Anayasa, devlete bu konuda pozitif yükümlülük getirmektedir. Başka bir deyişle, Devlet kadın erkek arasında ayrımcılık yapmamakla yetinmeyecek, toplumda bu ayrımcılığın oluşmasına engel olmak ve eşitliği sağlamak için gerekenleri yapacaktır.
Taraf olduğumuz, Birleşmiş̧ Milletler’in temel insan hakları sözleşmeleri arasında yer alan ve kadın hakları konusunda uluslararası standartları belirleyen ilk sözleşme 1981 yılında yürürlüğe giren Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Yok Edilmesi Sözleşmesi (CEDAW)’dir. CEDAW’ın temel hedefi, toplumsal yaşamın her alanında kadın erkek eşitliğini sağlamak amacıyla, kadın erkek rollerine dayalı önyargıların ortadan kaldırılmasını sağlamaktır.
Yine Türkiye, BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme ve BM Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmelerine, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine, Güncellenmiş Avrupa Sosyal Şartı’na, 100 ve 111 sayılı ILO Sözleşmelerine taraftır.
2016 yılında yürürlüğe giren 6701 sayılı Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanunu’nda da cinsiyete ilişkin her türlü ayrımcılık yasaklanmaktadır. Bu Kanun uyarınca ayrımcılığa uğrayan kadın işçi, söz konusu kuruma başvurarak Kanunda düzenlenen mekanizmayı çalıştırabilecektir.
4857 sayılı İş Kanunu’nun m. 5 hükmü de eşit davranma ilkesi başlığıyla ayrımcılık yasaklarını düzenlenmiştir. Buna göre “iş ilişkisinde dil, ırk, renk, cinsiyet, engellilik, siyasal düşünce, felsefî inanç̧ din ve mezhep ve benzeri sebeplere dayalı ayrım yapılamaz.(…) İşveren, biyolojik veya işin niteliğine ilişkin sebepler zorunlu kılmadıkça, bir işçiye, iş sözleşmesinin yapılmasında, şartlarının oluşturulmasında, uygulanmasında ve sona ermesinde, cinsiyet veya gebelik nedeniyle doğrudan veya dolaylı farklı işlem yapamaz….Aynı veya eşit değerde bir iş için cinsiyet nedeniyle daha düşük ücret kararlaştırılamaz. (…) İşçinin cinsiyeti nedeniyle özel koruyucu hükümlerin uygulanması, daha düşük bir ücretin uygulanmasını haklı kılmaz.” Diğer bir deyişle, 4857 sayılı Kanun uyarınca cinsiyet ve gebelik nedeniyle işe alımda, ifasında ve sona ermesinde ayrımcılık yapılamayacak, cinsiyet sebebiyle farklı ücret uygulanamayacaktır.
Ne var ki, Kanun 4 aylık ücret tutarındaki ayrımcılık tazminatını sadece sözleşmesinin ifası ve sona ermesindeki ayrımcılık halleri için düzenlemiştir. Sözleşmenin kurulması aşamasındaki yani işe alımda yapılacak ayrımcılıklar da ise bu tazminat yerine, borçlar hukukunun genel hükümlerine gidilebilecektir. Oysa bilindiği üzere, iş görüşmelerinde ilk gelen sorulardan biri “evli misiniz” sorusu ise, diğeri de “yakın zamanda çocuk düşünüyor musunuz” sorusudur. Kanun koyucu cinsiyet sebebiyle iş sözleşmesinin kurulmasındaki ayrımcılıkları yasaklarken, bu hükmün ihlaline bir yaptırım bağlamamış olması anlaşılamamaktadır.
Bununla birlikte, ayrımcılığı ispat etmek de çok zordur ve 4 aylık ücret miktarındaki bir yaptırım ile bu ayrımcılığın bertaraf edilemeyeceği açıktır. Verilere göre kadın-erkek arasındaki ayrımcılık en çok farklı işkollarında çalışma, farklı düzeylerde çalışma ile güvenceli çalışma konularında farklılık göstermektedir. İşverenler işe alırken işin niteliği gerektirmese de bazı işleri kadınların yapamayacağını düşünmektedir. Yine üst düzey yönetici pozisyonunda kadınlar ile erkekler arasında orantısal olarak büyük bir farklılık mevcuttur. Yukarıda istatistiklerde de görüldüğü üzere, erkekler kadınlara göre çok daha fazla tam zamanlı, belirsiz süreli iş sözleşmeleriyle çalışmaktadırlar.
Dolayısıyla, Devletin sadece düzenlemelerde bulunması yeterli olmamakta, bu düzenlemelere uymamanın yaptırımının etkili olması gerekmektedir. Bununla birlikte, kadın-erkek eşitliğini sağlamak için yaptırımlar da tek başına yeterli olmayacaktır. Çalışma yaşamında cinsiyet eşitliği kültürünün yerleşmesi için politikalar üretilmelidir. Ne var ki, yürütülen politikalarda yer alan ideolojik bakış açısı ile bunun bağdaşması mümkün görünmemektedir.
Getirilen düzenlemenler kadınlara sağlanan bir ayrıcalıkmış gibi gösterilse de aslında kadının analık rolünü pekiştiren ve onun eve ve güvencesiz işe daha fazla mahkûm edilmesine yönlendiren düzenlemelerdir.
Bu tespiti 3. çıkarımda yer alan düzenlemelerdeki koruyucu hükümlerin işlevsizliğiyle birlikte ele aldığımızda daha vahim sonuçlar görülmektedir.
Hatırlayacaksınız 2016 yılında analık ve ebeveyn izinleriyle ilgili yeni düzenlemeler, “kadınlara müjde” haberleriyle kamuoyunun gündemine geldi. Müjdeli(!) bu haberlere göre, artık kadınlar çocuklarına bakmak için doğumdan sonraki ücretli izin akabinde, kanunda belirtilen sürelerde, haftalık çalışma süresinin yarısı kadar çalışabilecek, çalışmadığı süreler için geçici iş göremezlik ödeneği alabilecekti. Yine isterse çocuğu ilkokul çağına gelene kadar kısmi süreli iş sözleşmesiyle çalışıp, çocuğuna bakabilecekti. Hatta bu izinleri kadın yerine erkek de kullanabilecekti.
Bu gerekçeleri sondan değerlendirmeye başlarsak, istatistiki verilerle de sabit olduğu üzere, Türkiye’de tam süreli ve güvenceli işlerde daha fazla ücretle, erkekler çalışmaktadır. Bu haktan istisnalar hariç yararlanacak olanın erkek değil, kadın olacağı aşikâr. Yine, gerekli kanuni düzenlemeler yapılarak önlemler alınmaz ise bu düzenlemeler, iş başvurularında kadınların -özellikle evli kadınların- değil, erkeklerin tercih edilmesine ve cinsiyet arasındaki ayrımcılığın daha fazla perçinlenmesine sebep olacaktır. Çünkü işveren neredeyse çocuğu ilkokul çağına gelene kadar kısmi süreli çalışabilme ihtimali olan bir kadın yerine erkek işçiyi istihdam etmek isteyecek; kadının bu ebeveyn izinleri kullanması, işveren tarafından, kadın işçinin çalışmadığı sürelerde ayrı bir maliyet ve çalışanlarından beklediği performansı alamama gerekçesi olarak sunulabilecektir. Ayrıca bu hakların kullanımı uzun süreler için kullanılması (örn; çocuğun ilkokula çağına kadar) kadınların işlerinde ilerleyebilme ihtimallerini de azaltmaktadır.
Bu müjdeyle(!) kamuoyuna iletilen düzenlemelerin bir diğer yüzü ise Devletin ev içi iş yükünü aileye ve özelinde kadına yıkması, bu alandan kendi elini çekmesidir. Türkiye’deki kreşlerin durumu da bunu destekler niteliktedir. 2013 verilerine göre, kamuya bağlı sadece 130 kreş̧ bulunmaktadır. Bu sayı 2004 yılında 419 idi. Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz, 2017 yılının Aralık ayında Türkiye genelinde özel anaokulu sayısını 2 bin 860, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlı özel kreş̧ ve gündüz bakımevi sayısını ise 1770 olarak açıklamıştır. Bunun yanında, özel kreşlerin aylık ücretleri neredeyse asgari ücret miktarına yaklaşmıştır. Bu miktarı geçen ücretlerde bulunmaktadır. Dolayısıyla, çocuklar ya aile büyüklerine bırakılmakta ya da anne işi bırakıp çocuk bakımını üstlenmektedir. Ailenin parayı ödeyebilmesi durumunda ise kreşlerin çalışma saatleri başka önemli bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Çoğunlukla 08.00-17.30 saatleri arasında açık olan kreşler, bu saatlerin dışında çalışan ya da bir şekilde çocuk bakımına ihtiyaç duyan ebeveynlerin gereksinimlerini karşılayamamaktadır.
Daha önce bahsettiğimiz hükümetin Kadının Güçlenmesi̇ Strateji̇ Belgesi̇ ve Eylem Planı 2018-2023 belgesinde de kadının ev işleri sebebiyle üretime katılamamasını bertaraf için devletin yaptığı teşviklere örnek olarak “Açılış iznini ASPB’den alan özel kreş ve gündüz bakımevlerinin beş vergilendirme dönemi boyunca gelir ve kurumlar vergisinden muaf tutulması sağlanması, özel sektör tarafından kreş ve gündüz bakım evleri ile okul öncesi eğitim için gerçekleştirilecek en az 500 bin liralık yatırımlarının bölgesel desteklerden faydalanması imkânı getirilmesi” verilmiştir. Yani Devlet, kendi bünyesinde kreş, bakımevi gibi yerler açmak yerine, bu alanda faaliyet gösteren özel sektöre teşvik yardımlarında bulunmayı tercih etmektedir.
Sonuç yerine
2019 Türkiye’sinde kadınların sürdürülebilir iş güvencesi olan, tam süreli ve belirsiz iş sözleşmesiyle çalışılan işlerde insan onuruna yakışır çalışma koşullarında çalışabilmesine değil, kısmi süreli, geçici, esnek işlerde çalıştığına tanık olmaktayız. Dünyadaki neo-liberal istihdam politikalarıyla uyumlu şekilde, kadınların bir yandan yarı zamanlı, esnek çalışma modelleriyle çalışma yaşamında yer almaları teşvik edilirken, bir yandan da çocuk bakımı ve ev işlerindeki rollerinin pekiştirilmesini sağlayacak politikalar geliştirilmektedir. Bunun sonucu ne yazık ki, kadının işgücü olarak çifte sorumluluğuna ve sömürüsüne yol açmaktadır.
Kadının çalışma yaşamında gerçek anlamda var olabilmesi için gerekli olduğunu düşündüğüm kimi öneriler ile konuşmamı bitirmek istiyorum.
- Esas olan kadının üretim sürecine tam anlamıyla katılabilmesidir. Bu sebeple, ev içi işlerin kamu politikalarıyla yürütülmesi esası belirlenmeli, kadının doğumdan sonra rahatlıkla çalışma yaşamına geri dönebilmesinin olanakları yaratılmalıdır.
- Kadın istihdamının daha az olduğu işlere kadınların girebilmeleri istihdam politikalarıyla teşvik edilmelidir. Bu kapsamda, yine kız öğrencilerin üniversitelerde ya da meslek yüksekokullarında bu alanları seçmeleri için, ortaokul ve liselerde bilgilendirici programlar uygulamaya konulmalıdır.
- Cinsiyet ayrımcılığının çalışma hayatında önlenmesi için etkili yaptırımın sağlanması gerekmekte olup, ayrıca işverenlerin bu konudaki tercihlerini değiştirecek farklı sosyal politikaların yürütülmesi için demokratik kitle örgütlerinin önerileriyle hükümet tarafından gerçekleştirilmelidir.
- Kadın istihdamının tam süreli ve güvenceli işlerde artışının sağlanabilmesi için yeterli sayıda ve nitelikte kamuya ait anaokulu ve kreş açılmalıdır. Bununla birlikte, işverenin işyerinde kreş açma yükümlülüğü, sadece kadın işçi sayısına göre belirlenmemeli ve yükümlülüğün yerine getirilmemesi daha ağır yaptırımlara bağlanmalıdır.
- Bu önerilerde kadın işçilere düşen ise, üretim ilişkilerinde var olabilmelerini sağlayan ve mücadeleler ile kazanılmış hakların korunması ve bunların gerçek anlamda uygulanması için haklarında yılmadan, ısrar etmeye devam etmeleridir. Çünkü neo-liberal politikalar topyekûn olarak çalışanların haklarına saldırırken, ilk tahrip ettiği alan kadın işçilerin çalışma yaşamları olmaktadır.
Beni sabırla dinlediğiniz için çok teşekkür ederim.