Türkiye’nin emekçi tarihinde pek çok insanın saygın bir yeri vardır. Ama Türkiye komünist hareketi tarihinde Şefik Hüsnü belirleyici, başat bir yeri tutar. Açımlarsak, Şefik Hüsnü’nün hareketin siyasal oluşumunun temel taşlarının birisi olmasının yanında, ideolojik içeriğinin oluşumunda da belirleyici bir işlevi vardır. Dahası, Şefik Hüsnü Türkiye emekçi tarihinden günümüze uzanan siyasal ve ideolojik çizginin sürdürücüsüdür. O nedenle kimilerinin yapmaya çalıştığı gibi onu kutsayarak tarihteki köşesine kapamak, solun özgün gelişim sürecini ve bu süreçteki diyalektik ilişkiyi anlamamak demektir. Türkiye solunun özgünlüğünü de bu sürecin diyalektik gelişimini izlemeden kavramak olanaksızdır.
Vurgulanması gereken de budur.
Konumuzu bu yönüyle değerlendirecek olursak, Şefik Hüsnü’nün kişiliğini oluşturan tarihsel ve toplumsal koşulların kısa bir değerlendirmesiyle başlamamız gerekiyor.
Şefik Hüsnü, Mustafa Kemal ile çağdaş ve aynı yörede, Selanik’te 1887’de doğmuştur. Bilindiği gibi Selanik, Osmanlı toprakları içerisinde Batı’nın burjuva demokratik devrimlerinin etkisinin en yoğun yaşandığı kentti. İttihat ve Terakki yanında, pek çok siyasal akım bu kentte doğdu.
Şefik Hüsnü, ilk ve orta öğrenimini doğduğu bu kentteki ünlü bir Fransız okulunda tamamladı.
Yüksek öğrenimini Paris’te Sorbonne Üniversitesi Fen Bilimleri Fakültesi’nden sonra Tıp Fakültesi’nde sinir ve ruh hastalıkları uzmanı olarak tamamladı. Şefik Hüsnü, öğrenimi sırasında Fransa’daki sosyalist harekete aktif olarak katıldı. Yurda döndüğünde (1912) Balkan Savaşı başlamıştı.
Birinci Dünya Savaşı’na Çanakkale’de doktor olarak katılan Şefik Hüsnü, beş yıllık askerlik görevini yüzbaşı olarak tamamladı.
Sovyet Devrimi gerçekleştiğinde, Şefik Hüsnü 30 yaşındaydı ve Çanakkale’de emperyalist güçlere karşı savaşan askerlerin arasındaydı. Çanakkale’nin emperyalist güçlere geçit vermemesi, Ekim Devrimi’nin de güneydeki en büyük güvencesi oluyordu. Ardından Anadolu’da başlatılan kurtuluş hareketi ise en büyük desteğini kuzeyinde gerçekleştirilen Büyük Ekim Devrimi’nden alıyordu.
Kuşkusuz tarihin oluşturduğu bu nesnel koşullar, Türkiye’deki sol harekete can veren itici bir güce dönüşüyordu.
1918’de sivil yaşama dönen Şefük Hüsnü, İstanbul’da işçiler arasında politik çalışmalar yürütmüş, iki bin işçinin katılımıyla (22 Eylül) 1919’da Marksist-Leninist anlamda örgütlenen Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın genel sekreteri seçilmişti. Bu bağlamda, TİÇSF’nin Kurtuluş Savaşı koşularında kurulan ilk parti olduğunu da vurgulayalım.
Bir başka vurgulanması gereken olgu da partinin kuruluşunun, Komintern’in kuruluşu (Moskova, 1919 Ocak) ve ilk kongresiyle aynı tarihe (Mart 1919) rastlamasıdır.
Burada, çiftçi sıfatının altını çizmek gerekiyor. Bu niteleme, geçimini topraktan sağlayan topraksız ve az topraklı köy emekçilerini ifade ediyor. Kentleşmenin yüzde yirmiler düzeyinde bulunduğu bir toplumun yüzde 70’ini oluşturan bu kesimi, işçi sınıfı mücadelesinin kapsamında değerlendirmek doğaldı.
Partinin değişmeyen, ödünsüz temel ilkelerinden bir başkası da, emperyalizme karşı kararlı tutumu olmuştur. Balkan ve Birinci Dünya savaşlarının ülkeyi sürüklediği yıkım, ticaret burjuvazisi dışında toplumun tüm kesimlerini etkilemişti. Bu durum yalnızca emekçi sınıfları değil, orta ve küçük burjuvaziyi de bu ticaret burjuvazisiyle, başka bir Avrupa ülkesinde benzeri görülmeyen, derin bir çelişkiye düşürmüştü. Bu da anlaşılır bir durumdu. Çünkü ticaret burjuvazisi, Ermeni, Rum ve Yahudi azınlıklardan oluşuyordu ve tümüyle yabancı sermayenin güdümündeydi.
Bu tahliller Sovyet yazarlar tarafından da yapılmaktadır. Savaştan önce gelişen ve güçlenen ticaret burjuvazisi, “büyük ölçüde Rumlardan, Ermenilerden ve Levantenlerden oluşmaktadır. Bu burjuvazi, Avrupalı banker ve fabrikatörlerin ajanıdır ve bunlar tarafından elde edilen gelirlerin bölüşümüne katılma olanağına sahip olduğu için, Türkiye’nin bağımsızlığını korumasına karşı ilgisizdir. Türk büyük ticaret burjuvazisi, uluslararası sermayenin ajanı olarak çıkarlarının Türkiye’nin paylaşılmasından sonra da zarar görmeyeceğine inanmaktadır ve bu nedenle Türkiye’nin bir İngiliz-Fransız ya da Amerikan sömürgesi olmasına bile aldırmayarak, barış anlaşmasının kısa bir süre içinde imzalamasına çaba harcamaktadır. Sömürgen Avrupa sermayesi karşısındaki dalkavukluğunda, büyük burjuvazi Sevr Anlaşması’nı ve genellikle İtilaf’ın tüm istemlerini destekleyecek kadar ileri gitmiştir.”
“…Son on beş yıl içinde ülkede kendini gösteren orta ve küçük Türk burjuvazisi, özellikle Dünya Savaşı sırasında Avrupa, Rum ve Ermeni burjuvazisinin rekabetini ortadan kaldırarak ‘Türkiye’nin etnografik sınırları içerisinde bağımsızlığının ve bölünmezliğinin korunması’ için giriştiği savaşta Türk halkının önderi olmuştur. Bu küçük ve orta burjuvazinin temsilcileri çok iyi bilmektedir ki, Türkiye’nin bölünmesi durumunda uluslararası burjuvazinin baskısı karşısında kazanmış oldukları ekonomik durumlarından yoksun bırakılacaklar ve yerlerini Rumlar, Ermeniler, Levantenler ve uluslararası sanayi ve ticaretin öteki temsilcileri işgal edeceklerdir. Küçük ve orta Türk burjuvazisi için Türkiye’nin bağımsızlığı uğruna savaş, kendi varlıkları için savaş demektir. … Türkiye’nin emekçi işçi-köylüleri büyük çoğunluklarıyla, Anadolu ulusal kurtuluş hareketinin yönetimi ve hakimi olan bu küçük ve orta burjuvazi ardından seve seve gitmektedirler.”1
Parti, Anadolu’da tutuşturulan bağımsızlık direnişine silah ve cephane desteğiyle katılınca, İşgal Güçleri Kumandanlığı tarafından kapatıldı. Bunun üzerine Şefik Hüsnü, bir yandan işçiler arasında çalışmalarını illegal olarak yürütürken, bir yandan da ideolojik çabalarını yoğunlaştırdı.
Türkiye İşçiler Derneği, Şefik Hüsnü önderliğinde kurulan Marksist bir dernektir. Dernek, İstanbul’daki öteki işçi örgütleriyle birleşme çabasına girdiyse de, başarılı olamadı.
Şefik Hüsnü’nün yönetiminde 1919 Eylülü’nde yayına başlayan Kurtuluş, 5 sayı çıktıktan sonra 1920 Şubatı’nda işgalci güçlerin baskısıyla kapanınca, yeni bir yayının çalışmalarına girildi.
1921 yılının Ocak 28-29 gecesi Mustafa Suphi ve arkadaşları öldürüldü.
1921 yılında Aydınlık Dergisi yayına başladı. Dergi, TİÇSF’nın legal organı olarak yayınlanıyordu. Altı sayıdan sonra, 1922 yılının ilk yarısında yayınına ara vermek zorunda kaldı. Altı ay sonra yeniden yayına başlayan Aydınlık, Yunanalılara karşı kazanılan Dumlupınar zaferini selamlıyor, saltanatın kaldırılmasını alkışlıyordu.
Komünist Partisi Manifestosu Şefik Hüsnü tarafından çevrilerek 1923 yılının başlarında Aydınlık’ta yayınlanmıştır.
Aydınlık Dergisi yanında, bir de Aydınlık Kütüphanesi oluşturulmuş, Komünist Manifesto, Buharin’in Komünizmin Alfabesi gibi kitaplar, dergide çıkan bazı makaleler ayrı olarak yayınlanıyordu.
Aydınlık, 1923 yılında toplanan İzmir İktisat Kongresi’ne de yakın ilgi göstermiş; toprak reformu, devlet çiftliklerinin, kooperatif çiftliklerinin kurulması, köy bankaları gibi önerilerde bulunmuştur.
1 Mayıs 1923’te yayınlanan bir bildiri gerekçe gösterilerek, Aydınlıkçılar Ankara Hükümeti tarafından tutuklanmışlar, bir ay sonra mahkeme kararı ile serbest bırakılmışlardır.
Aydınlık, Türkiye solunun teorik temelinin oluşturulmasında önemli rol oynamıştır. Derginin 16. Sayısında (Haziran 1923) Şefik Hüsnü, “Sosyalizm Cereyanları ve Türkiye” adlı makalesinde şöyle söylemektedir:
“Türkiye’de sınıflar ve bir sınıf mücadelesi yok değildir. Yalnız sermayedar burjuvazi sınıfı pek küçük ve zayıf bir azınlık ve işçi ve köylü sınıfı ise muazzam bir çoğunluk oluşturduğu için sınıf mücadelesi, yabancı sermayedar ve bunların peykleri durumunda kalan yerli eşraf ve sermaye sahipleri arasında cereyan eder ve çoğu durumlarda bir milli mücadele şeklini alır.”
Görüldüğü gibi, Şefik Hüsnü’nün önderliğindeki komünist hareket, somut durumun somut tahlilinden hareket ederek devrimci hareketin stratejisini işçi-köylü önderliğinde oluşacak bir güç birliği ile emperyalizm ve onun yerli işbirlikçilerine karşı yürütülecek bir savaşım temeline dayandırmıştır.
Bu görüşler, Lenin’in katıldığı en son kongre olan ve Ekim 1922 tarihinde gerçekleştirilen Komintern’in Dördüncü Kongresi’nde kabul edilen “sömürge ve yarı sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş savaşları” doğrultusunda, gerçekleştirilecek “anti-emperyalist birleşik cephe” stratejisiyle paralellik içerisindedir.
Aydınlık’ın belirli bir entelektüel düzey tutturması, ortalama bilinç düzeyindeki işçilere ulaşmasını engellemiştir. Bu engel 21 Ocak 1925’ ten itibaren “Haftalık Siyasi ve Amele ve Köylü Gazetesi” olarak yayına giren Orak Çekiç gazetesiyle aşılmaya çalışıldı.
Ne var ki, gazete elverişli olmayan bir zamanda çıkmaya başlamıştı. Doğu’da Şeyh Sait isyanı, ülkeyi yeni bir kargaşa tehlikesiyle yüz yüze getirmişti. Gazetenin 26 Şubat 1925 tarihli 6. Sayısı “İrticanın başında Şeyh Sait değil, derebeylik duruyor; irticaya karşı mücadelesinde Halk, Hükümetledir” başlığıyla çıkmıştı. Bir başka yazıda da, “Kahrolsun İrtica” başlığı altında konu işleniyordu.
5 Mart 1925 tarihinde çıkan 7. sayısında da şu başlıklar atılmıştı:
“Yobazların Sarıkları Yobaz Zümresine Kefen Olmalı! Yobazlarıyla, Ağalarıyla, Şeyhleriyle, Halifeleriyle, Sultanlarıyla Kahrolsun Derebeylik!
“İrtica ve Derebeyliğe Karşı Mücadele için: Köylüler (Köy Meclisleri), Ameleler (Sendikalar) Etrafında Teşkilatlanmalıdırlar.
“İngiliz’lerin Oynattığı İrtica Kuklası” başlığı altında yazılan başyazının yanında, “Şeyh Sait Ne biçim Eşkiyadır” başlıklı yazıda da “Gençteki ayaklanmanın gerisinde Kürdistan derebeyleri vardır; Cumhuriyet hükümeti derebeyliği tavsiye edecektir. Öyleyse,
Arkadaş, kara kuvvet bizim de, burjuvazinin de düşmanıdır. Biz her şeyden evvel bu düşmanı yenmeliyiz. Burjuvazi ile de ayrıca kozumuzu paylaşırız.”2
Gazete, ayaklanmanın bastırılması ve elebaşılarının cezalandırıl-masından sonra, bölgede toprak sorunun mutlaka çözümlenmesi gerektiği de önemle vurgulanmaktadır.
Ancak bu gazetenin son sayısı olmuş, gazete kapatılmıştır.
Tam da bu sırada, birinci kongresini Bakü’da gerçekleştiren TKP, ikinci kongresini 1925 Şubatında Dr Şefik Hüsnü’nün önderliğinde İstanbul’da gerçekleştirdi. Ancak, aynı yıl Şeyh Sait isyanında çıkarılan Takrir-i Sükun Yasası ile partinin legal eylem olanakları ortadan kaldırıldı. Parti kapatıldı ve yöneticileri tutuklanarak yargılandı. 7 ile 15 sene arasında cezalara çarptırıldılar.
Şefik Hüsnü yurtdışına kaçmayı başarmıştı. Gıyabında 15 yıla mahkum edildi. Ancak 1926 yılında bütün solcu mahkumlar bir yasa değişikliğiyle serbest bırakıldı.
İllegal çalışmalarını sürdüren Şefik Hüsnü, 1927 yılında yeniden tutuklanarak mahkum oldu, 1929 yılında serbest kalınca yurtdışına çıkarak faaliyetini orada sürdürdü.
Partinin kapatılmasıyla yurtdışına çıkan Şefik Hüsnü, çalışmalarını uluslararası işçi sınıfı saflarında yürütmüştü. Aslında Fransa’daki öğrenimi sırasında Jean Jaures, Marcel Cachin, Anatole France gibi ünlü Fransız sosyalistlerini yakından izlemişti. 1919’da Fransa’da II. Enternasyonal’i mahkum eden Tours Kongresine Türkiye’yi temsilen katılmıştı. Aynı kongrede Vietnam’ın ünlü lideri Ho Şi Minh de vardı.
III. Enternasyonal’in kuruluşuna da kararlı bir destek veren Şefik Hüsnü, parti kuruluşunu da bu paralelde gerçekleştirdi. Komintern’in 1928’de yapılan Altıncı Kongresi’nde Stalin, Togliatti, Buharin, Thaelmann, Thorez ve Molotof’la birlikte yürütme kuruluna seçildi. Bu görevini 1939 yılına kadar sürdürdü.
Nazilerin ünlü Reichstag yangını provokasyonunda Dimitrov’la birlikte, Muabit cezaevine kapatılanlar arasındaydı.
1939 yılında yurda döndüğünde, çalışmalarını illegal olarak sürdürdü, 1946 yılında Türkiye Emekçi ve Köylü Sosyalist Partisini kurdu ama ancak altı ay faaliyette bulunabildikten sonra tutuklanarak 1950 yılına kadar cezaevinde kaldı.
1952 yılında tekrar tutuklanarak 1957’ye kadar cezaevinde kaldı ve ardından Manisa’ya sürgün edildi, orada, 1969 yılında 72 yaşında iken yaşamını yitirdi.
Bu 72 yıllık yaşamın 8 yılını cephede askerlik, 20 yılını illegal, 11 yılını hapis ve sürgünde geçirdi. Tek çocuğu da Varşova’da Alman Nazilerine karşı savaşarak öldü.
Kuşkusuz Şefik Hüsnü’nün yaşamından ve devrimci savaşımından çıkarılacak pek çok ders var. Ama bir yaşamı inandığı ideoloji uğruna böylesine özveriyle, ödün vermeden tüketen bu anıt insanın, kendilerine solcu(!) diyenlerin pek çoğu tarafından kavranmasını bekleyen yok. Rahat koltuklarından onu acımasız eleştirilerin hedefi haline getirenler, dün olduğu gibi, bugün de az değil. Dahası, bu acımasız eleştirilerin hedefi yalnızca Şefik Hüsnü de değil. Pek çok insan, hatta tarihin kendisi, bu aydın gevezeliğinin ağzında çiğnene çiğnene çürümüş sakıza dönüşüyor.
Bilimsel içerikten yoksun, bu içi boş gevezeliklere kulak verecek olursanız, Şefik Hüsnü’nün neden proleter devrimi gerçekleştiremediği gibi saçma sorulara yanıt aramaya çalışabilirsiniz. Tıpkı Mustafa Kemal’in neden sosyalist bir devlet kurmadığı, tek partili rejim yerine neden çok partili demokrasiyi kurmadığı saçma suçlamalar gibi. Oysa tarihsel materyalizm, tarihsel kişilerin bugünün ihtiyaçlarına yanıt verecek başarılar gerçekleştirmedikleri için değil, yaşadıkları dönemde, kendilerinden öncekilerinden farklı olarak gerçekleştirdikleri başarılarıyla değerlendirilmeleri gerektiğini öğretir. Bir başka anlatımla, tarih insanları yaptıklarıyla, yapabildikleriyle yargılar; yapmadıkları, yapamadıklarıyla değil.
Tarihsel materyalizm tam da bu nedenle, bugünün değerlendirilmesinde, geleceğin belirlenmesinde en değerli eylem kılavuzumuzdur.
Emperyalizm, irtica ve ırkçılıkla işbirliğine gerekçe arayanların, Şefik Hüsnü’den alacakları çok dersler vardır. Bu bağlamda bir kez daha tarihe dönerek konuşmamızı sonlandıralım.
Anımsanacağı gibi, 1946 yılı Demokrat Partinin kurulduğu yıldır. Toprak reformu yasasına karşı çıkarak partiyi kuranlar, CHP iktidarına karşı şeytanla bile işbirliğine hazırdılar. Muhalif olan herkesin desteğini almaya çalışıyorlardı. Kuşkusuz, bunların başında en kararlı muhalifler olan solcular geliyordu. Bayar, Tan Gazetesinin sahibi Zekeriye Sertel’i sık sık evinde ziyaret ediyordu. Pek çok solcunun desteğini sağlamayı başarmışlardı da. Bu sırada Şefik Hüsnü, desteğini isteyen DP il başkanına şunları söylemiştir:
“Sizin samimi bir demokrat olduğunuza inanıyorum. Ama partiniz toplumdaki öyle kuvvetlerin temsilcisi haline gelmiştir ki, sizin gibilerin niyetleri ne kadar halisane CHP’nin sağına düşmüş durumdasınız. DP kaçınılmaz olarak karşı-devrimci bir örgüt niteliğine bürünecektir. Onun için DP’nin iktidara gelmesi devrimci değil, karşı-devrimci bir gelişme olacaktır.”3
Gerçekten de iktidara gelir gelmez DP, komünistlerin başına bela ünlü 141. maddeye idam hükmü koyarak komünist avına girişmiştir. O dönem komünistlere baskının en yoğun dönemdir. İşte o Bayar, ömrünün son günlerini “komünizm bu kış gelecek!” korkusu ile geçirmiştir.
NHKM Ankara,19 Nisan 2009.
*19 Nisan 2009’da Ankara Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde Dr. Şefik Hüsnü’nün ölümünün 50. yılı nedeniyle düzenlenen anma toplantısında yapılan konuşmanın metnidir.