Dünya kapitalizminin yaşamakta olduğu krizin 1929’dan bu yana yaşanan en derin kriz olduğu konusunda artık genel bir uzlaşma var. Kapitalizmin böylesine derin bir krizle başa çıkmaya çalıştığı bir dönemde sosyalizmin “iktisadi tahayyülü”nü daha fazla vurgulamak, daha açık seçik ortaya koymak ihtiyacının arttığını söyleyebilir miyiz?
Şüphesiz iktisadi vizyonumuzun ya da daha güzel ifadeyle gelecek tahayyülümüzün iktisadi boyutunun temel taşları vurgulanmayı her zaman hak etmektedir. Üretim araçlarının özel mülkiyeti ve kâr için üretimin dayandığı sömürü ve üretim anarşisi insanlığı büyük bir hızla bir yıkıma sürüklemektedir. Yıkımdan kurtulmak için üretim araçlarının özel mülkiyetine ve emek gücünün alınıp satılmasına son vermek; tahayyülümüzün özü budur ve bunun siyasi biçimlerde kitlelere taşınması her zaman olduğu gibi bugün de büyük önem taşımaktadır.
Kapitalizmin krizi bu açıdan elimizi güçlendiriyor, olanaklarımızı artırıyor. Ancak bu kuşkusuz kapitalizmin krize girmesiyle kitlelerin bir bütün olarak sosyalizmin iktisadını öğrenmeye hevesli hale geldiği anlamını taşımıyor. Zaten sosyalizmin iktisadını, nasıl bir düzen önerdiğini anlatmayı konjonktürel gelişmelere bağlı bir iş olarak görmenin anlamlı olmadığı açık. Şu kadarı vurgulanmalıdır: Sosyalizm sadece kapitalizmin yol açtığı sorunlara ilişkin çözümler getiren bir alternatif değil, kapitalizmin aşılması, onun ötesine geçilmesidir. Bu anlamda sosyalizm, kapitalizmin sorunlarına kapitalizmle beraber son verir. Bu anlatılabilir…
Ancak gelecek tahayyülümüze ilişkin tartışmanın başka bir çerçevede önemi bulunuyor. Sosyalizmin gerekliliğini ve kapitalizmi nasıl aşacağını anlatırken hareket noktamız ne olacak?
Bu meselenin formülasyonunda rakipsiz olduğumuz sanılmamalıdır. Bölüşüm ilişkilerini, bölüşüm sürecinde daha adil ilkeler geliştirilmesini, üretim ve tüketimin demokratik ilkelere göre örgütlenmesini vurgulayan sosyalizm kurguları eksik değildir. Gelecek tahayyülümüzü daha incelikli, daha ayrıntılı tartışma ihtiyacı bu “alternatif” kurgularla girilecek hesaplaşma açısından önem taşımaktadır.
Sosyalist planlamanın tek bir biçimi, “modeli”, olduğunu iddia etmek abesle iştigal olur. Ancak bu, sosyalist planlamanın bazı olmazsa olmaz kurumları ve süreçleri bulunduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Tıpkı piyasalar olmadan kapitalizmden bahsedemeyeceğimiz gibi.
Geçmişte yerleşik sosyalizm tahayyülüne alternatif olarak ortaya atılan ve belirli bir yaygınlık kazanan, hatta kısmen de olsa (Yugoslavya gibi) bazı somut deneyimlerle somutlanan yaklaşımlardan bir tanesi “piyasa sosyalizmi”ydi. Piyasa sosyalizmi savunucuları, bir toplumsal kurum olarak piyasanın ille de kapitalizme işaret etmediği görüşünden hareket ediyor, devlet tarafından denetim altında tutulan ve düzenlenen piyasaların sosyalizmde iktisadi etkinliği sağlamanın aracı olabileceğine ve devletin otoriter, bürokratik eğilimler içine girmesinin bu yolla engellenebileceğine işaret ediyorlardı. Günümüzde piyasa sosyalizmi savunusunun eski popülerliğini yitirdiğini söyleyebiliriz. Artık bütünüyle akademik bir fanteziden ibarettir… Piyasanın bir kurum olarak kapitalizmden ayrı düşünülebileceği tezi bir yana, piyasa mekanizmasının üretici ve tüketicilerin egemenliğini sağladığı, piyasanın tahsis etkinliği açısından en uygun araç olduğu gibi görüşlerin de ideolojik olarak hangi tarafa işaret ettiği bugün çok daha açıktır.
Ancak geleneksel sosyalizm savunusuna ve ona denk düşen merkezi planlamaya karşı “alternatif” önerileri bitmiş değil. Özellikle doksanlı yıllarda yaygınlık kazanmaya başlayan ve bugün belirli ölçülerde Dünya Bankası gibi emperyalist kurumların uygulama kitapçıklarına kadar girmiş olan bir başka “seçenek” katılımcı planlamadır.
Aşağıda ayrıntılı olarak katılımcı planlama tezinin ne olduğu ele alacağım. Geçmeden dikkat çekmek istediğim bir nokta şu; katılımcı planlama piyasa sosyalizmine göre bariz bir ideolojik avantaja sahip. Planlamayla piyasaların uzlaşma içinde bir arada bulunabilirliği, dahası piyasanın sosyalist kuruluş sürecinin kritik bir kurumu olarak varlığını sürdürmek zorunda olduğu tezi baştan kuşku uyandırıyordu. Üstelik piyasa kavramının taşıdığı olumsuz yüklemlerin tamamı da piyasa sosyalizmini savunanların elini zayıflatıyordu. Oysa “katılımcılık” sosyalizmin, ister merkezi ister başka türlü, her biçimi için büyük önem taşıyan bir kavram. Dahası katılımcılık kavramının piyasa kavramı gibi olumsuz çağrışımları da bulunmuyor. Bu da katılımcı planlamaya, en azından piyasa sosyalizmine kıyasla daha güçlü bir ideolojik pozisyon kazandırıyor.
Peki, kimin lehine? Başka bir deyişle katılımcı planlama merkezi planlamaya kıyasla daha “gerçekçi” ve daha arzu edilir bir gelecek tahayyülü sunmakta mıdır? Bu soruya katılımcı planlama tezini ele aldıktan sonra yanıt vermeye çalışalım.
Katılımcı Planlama: Kavramsal Çerçeve
Herhangi bir planlama kurgusu işe, ana amaç ve hedeflerin tanımlanmasıyla başlamak durumundadır. Temel amaç ve hedeflerin tanımlanması ise uygun kavramsal çerçevenin seçimi anlamına gelmektedir. Örneğin, “planlamanın öncelikli hedefi toplumsal ihtiyaçları karşılamak üzere üretici ve tüketici birimler arasında eşgüdüm sağlamaktır” veya “planlama, belirlenen bir kalkınma modelinin gerçekleştirilebilir ve ekonomiyi amaçlanan kalkınma yoluna en hızlı sokacak araçlarının seçimini hedefler” gibi tanımlardan hareketle bir öncelikler sistemi tanımlanır. Bu ve benzeri tanımların planlama kurgusu içinde taşıdığı ağırlığa göre belirli kavramlar öne çıkacak, ağırlık taşıyacaktır. Mülkiyet ilişkileri, verimlilik ve üretkenlik artışı, tahsis etkinliği, bölüşüm ilkeleri ve benzeri gibi.
Katılımcı planlama teorisinin kurucularından ve önde gelen savunucularından Robin Hahnel, kavramsal çerçeve olarak iktisadi adalet ve iktisadi demokrasinin sağlanmasından işe başlamaktadır. Hahnel’e göre katılımcı planlamayı kapitalizmden ve piyasacı ve merkeziyetçi planlama varyantlarından ayırt eden temel özellik bu kavramsal çerçeve içinde aranmalıdır:
“Kapitalizmin, merkezi planlamanın ve piyasa sosyalizminin iktisadi adalet ve demokrasi sunma yeteneğinden tamamen yoksun olmasının sebebi gösterildikten sonra, iktisadi adalet ve demokrasi sunarken çevreyi koruyan ve verimliliği artıran tutarlı bir iktisadi kurum ve yordamlar kümesi ayrıntılı biçimde açıklanmaktadır. Bu katılımcı ekonomi, üretim varlıklarının özel ve kamu mülkiyetine ilişkin geleneksel anlayışların taşıdığı kusurların üstesinden gelmek için kullanıcı hakları ile gelir hakları arasında ayrım yapar; güçlü maddi özendiriciler sağlamaya devam ederken, insanların çalışmalarının karşılığını adil biçimde ödemek için emek piyasalarını tamamen reddeder. Ve katılımcı planlama, işçilere ve tüketicilere farklı iktisadi seçimlerden etkilendikleri oranda karar alma gücü veren bir yordam aracılığıyla malları ve kaynakları verimli biçimde tahsis ederek merkezi planlamanın ve piyasaların tuzaklarından kaçınır.” 1
Öyleyse buradan başlamak durumundayız: İktisadi adalet ve demokrasiyle kastedilen nedir?
Hahnel “iktisadi adalet” kavramına iktisadi bölüşüm ilkesi üzerinden yaklaşıyor. Yazara göre adalet, iktisadi faaliyetin getirdiği nimet ve külfetlerin adil dağıtımı için belirlenen ilke üzerinden tanımlanabilir. Bu dağıtım (bölüşüm) ilkesi ideolojik olarak koşullanmıştır. Örneğin, Hahnel’in ifadesiyle “herkese kendi fiziksel ve insani sermayesinin katkı değerine göre” ilkesi adalet sağlayamaz, çünkü her iki “sermaye”nin2 de dağıtımı, başlangıç durumunda adil bir zeminde gerçekleşmemiştir. Dahası biriktirilen fiziki sermayenin miras yoluyla devredilmesi, bu yolla servet biriktirenlerin nasıl olup da bölüşümden daha çok pay almayı hak ettiklerini açıklama sorununu doğurur. Böyle devam ediyor.
Hahnel ardından “fiziki sermaye” sahipliğine dayanan “katkı”yı bir kenara koyup, sadece “insani sermayenin katkı değerine göre zenginlikten pay alma” ilkesini ele alıyor ve bu ilkenin de iktisadi adalet sağlayamayacağını ileri sürüyor. Yazara göre “insani sermayenin” eşitsizliğinden kaynaklanan adaletsizliğin büyüklüğü fiziki sermaye sahipliğinden kaynaklanan adaletsizlikten daha fazla olabilir. Ancak bu önemli değildir; zira adaletsizlik adaletsizliktir. Hahnel insani sermayenin katkı değerine göre ödüllendirmenin sebep olduğu adaletsizliği, “doktor- çöpçü paradoksu” adını verdiği sorunla açıklamaya çalışmaktadır. Sorusu şudur: “Tıp öğrenimi bütün bir okul süresi boyunca parasızsa ve öğrencilere geçinme bursu veriliyorsa, haftada dört gün çalışan ve buna rağmen her gün saat 13.00’te üyesi olduğu kulüpte golf dersi alan bir beyin cerrahına, çok kötü koşullar altında haftada 40 saatten fazla çalışan bir çöpçününkinden on kat fazla para ödemek nasıl adil olabilir?”3
Katkıya göre ödüllendirme her iki biçimi altında da adil bölüşümün ilkesi olamazsa eğer, adil bölüşümün ilkesini nasıl tanımlanmalı? Hahnel’in cevabı, “herkese çabasına ya da kişisel fedakârlığına göre” ilkesidir. Çabaya göre ödüllendirmenin katkıya göre ödüllendirmeden farkını ise şöyle özetleyebiliriz: Birincisinde bölüşüm sürecinde yalnızca kişinin üzerinde denetim sahibi olduğu faktörler hesaba katılırken, ikincisinde bu adalet ilkesi ihlal edilir: “…ödüller bir kez insanların çaba ve fedakârlık farklılıklarını karşıladığında, daha fazla insani sermaye kullandıkları için çabalarının daha üretken olması nedeniyle bazılarına diğerlerinden daha fazla ödemek, sahip oldukları fiziksel sermaye daha değerli bir katkı sağladığı için bazılarına diğerlerinden daha fazla ödemekten daha adil değildir.” 4 Adalet kavramına yaklaşımın özeti böyle…
Katılımcı planlama yaklaşımına göre planlamanın temel kavramsal çerçevesini oluşturan diğer unsur da iktisadi demokrasi. Başka bir ifadeyle, karar süreçlerine katılım fırsatlarının nasıl dağılacağının belirlenmesi, bizi iktisadi demokrasi ilkesinin tanımına ulaştırıyor.
Hahnel’e göre kapitalizmin savunucularının iktisadi demokrasi ilkesi, “iktisadi özgürlük” kavramıyla tanımlanmaktadır. İktisadi özgürlük adaletsiz bir iktisadi yapıda, kararları belirleme gücü hiç de eşit değilken bireylerin kendi seçimlerini yapmakta “özgür” oldukları yanılsamasından ibarettir. Uzun uzun üzerinde durmaya herhalde gerek yok, doğru söylemektedir.
Hahnel iktisadi özgürlük kavramının iktisadi demokrasinin ilkesi olamayacağını vurguladıktan sonra, merkezi planlı ekonomilerin bu ilkenin yerine “çoğunluk kuralı”nı ikame ettiği incisini yumurtlamaktadır. Çoğunluk kuralı basit bir mantığa dayanır: Herkese eşit oy hakkı verilerek, iktisadi kararların çoğunluğun kararına göre alınması. Hahnel’e göre bu kuralın sorunu da basittir: Bazı kararlar bazı insanları daha fazla, diğerlerini daha az etkiler. Aslında iktisadi kararların çoğunluğu böyledir ve çoğunluk kuralı bu geniş karar evreni için hiç de demokratik sonuçlar üretmez. Çünkü çoğunluk kuralına göre alınan bir karar bazı insanları diğerlerinden daha fazla etkilediğinde, daha fazla etkilenenlerin kararının daha az etkilenenler tarafından hiçe sayıldığı durumların ortaya çıkması gayet mümkündür.
Merkezi planlamanın “çoğunluk kuralı”na dayanan bir iktisadi demokrasi ilkesi var mı sorusuna daha sonra geleceğim. Şimdilik katılımcı planlamacıların yaklaşımını özetlemekle yetiniyorum.
Bireysel özgürlüklerin maksimizasyonuna dayanan kapitalist ilke ya da çoğunluk kuralına dayanan “merkezi planlama ilkesi” kararların çoğunluğu –yani etkileri toplumun farklı kesimleri üzerinde eşitsiz dağılan kararlar– için iyi birer demokrasi ilkesi değilse iktisadi demokrasinin ilkesini nasıl tanımlayacağız? Hahnel’in bu soruya cevabı “iktisadi özyönetim”dir. Yani şu:
“İktisadi demokrasiyi bir seçenek veya karardan etkilendiğiniz boyutla orantılı karar alma girdisine ya da yetkisine sahip olma olarak düşünün. Belirli bir karar sizi başkalarından daha fazla etkiliyorsa, onlardan daha fazla söyleyecek sözünüz olur. Daha az etkileniyorsanız onlardan daha az girdiye sahip olursunuz. O halde herkes her iktisadi karardan etkilenme derecesiyle orantılı karar alma girdisine sahipse, ekonominin iktisadi demokrasiyle işlediğini ya da bu demokrasiyi gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. (…) İktisadi özyönetimi kişinin farklı iktisadi seçeneklerden etkilenme derecesiyle orantılı karar alma girdisi olarak tanımlıyorum ve herkese iktisadi özyönetim sağlamayı düşünmenin iktisadi demokrasiyi gerçekleştirmeye ilişkin en iyi düşünme tarzı olduğunu öne sürüyorum.”5
Bu kavramsal çerçeveye, yani çabaya göre ödüllendirmeye dayanan iktisadi adalet ilkesine ve iktisadi özyönetim anlamına gelen demokrasi ilkesine en uygun planlama yordamı nedir?
Merkezi Planlama Eleştirisi
Önce katılımcı planlama savunucularına göre “en uygun planlama yordamı ne değildir?” sorusuna bakalım. Ya da katılımcı planlamacılara göre neden merkezi planlama yukarıda çizilen kavramsal çerçeveyle uyumlu bir planlama sistematiği sunamaz?
Robin Hahnel ve Michael Albert, Refah İktisadında Sessiz Devrim başlığını taşıyan çalışmalarında, katılımcı planlama perspektifinden hareketle merkezi planlama eleştirisine üç yeni boyut getirdiklerini öne sürüyorlar. Şöyle:
1. Merkezi planlama, iktisadi birimlere yaptıkları tercihlerin diğer birimlerin eylemlerini nasıl etkilediğine ilişkin bilgi sunmaz,
2. Merkezi planlamada birimler arası roller zorunlu olarak otoriterdir ve birimler arasındaki otoriter rol dağılımı, birim (işletme vs.) içi rollerin de otoriterleşmesine neden olur. Birimler arası ve birim içi ilişkilerdeki otoriterleşme reel sosyalizm deneyimlerinde gelişen “işçi umursamazlığı”nı açıklar,
3. Merkezi planlama, özyönetime dayanan iş etkinliklerinin toplumsal fırsat maliyetine uygun bir biçimde özyönetimli iş sağlamayı başaramaz.
Bu üç sonuçtan türetilen bir dördüncüsü de merkezi planlamanın, çıkarları işçilerin çıkarlarından ayrı bir “koordinatör sınıf”ın ortaya çıkmasına neden olduğudur.6
Planlama sürecinin merkezileşmesini iki şekilde anlamak mümkün: İktisadi kararların girdisini oluşturan bilgilerin bir merkezde toplanması ve iktisadi kararları etkileme gücü anlamına gelen otoritenin bir merkezde toplanması. Katılımcı planlamacıların merkezi planlamaya yönelttikleri birinci eleştiri, merkezileşmenin ilk tanımıyla ilişkilidir. Bu noktayı göz önünde bulundurarak eleştirinin arka planında yatan mantığı biraz deşelim.
Merkezi planlama, iktisadi kararların girdisini oluşturan bilgilerin iteratif (yinelemeli) bir prosedüre göre üretici birimlerden merkeze aktarıldığı bir planlama yordamına dayanmaktadır. Tekil üretici birimlerin teknik üretim olanakları her bir iterasyonda parça parça merkeze aktarılır. Merkezle birimler arasındaki iletişimin ne tür sinyaller (fiyat, miktar veya bunların bir bileşimi) üzerinden kurulduğunun bilginin merkezileşmesinin mantığı açısından bir önemi bulunmamaktadır.7 Merkezden birimlere ekonominin geri kalanı hakkında aktarılan bilgi ise bir fiyat veya miktar vektöründen ibarettir. Bu vektörler, iktisadi birimlerin yaptığı seçimlerin belirli bir birimin yapabilecekleri üzerindeki etkilerine ya da bu ilişkinin tersine dair bilgi sunmaz. Diğer yandan Merkezi Planlama Kurulu’nun her bir iterasyonda daha büyük bir kesinlikle tahmin ettiği üretim olanakları kümesi, kurulun aldığı kararların bütün etkilerini kavrayabilmesi için gerekli olan üretken insan etkinliği toplamının yalnızca bir alt kümesidir. Katılımcı planlama savunucusu Hahnel ve Albert’ın buradan çıkarttıkları sonuç, merkezi planlamaya yönelttikleri birinci eleştirinin arka planını oluşturmaktadır:
“…merkezi planlama, iktisadi etkinliği gerçekleştirenlere, bunların özyönetimine izin verilmiş olsa bile, özyönetimi uygulamak için yeterli bilgiyi sağlamayı ve ekonominin farklı birimlerinin üyeleri arasında empati ve dayanışmanın gelişmesi için gerekli bilgiyi sunmayı başaramaz. Ayrıca merkezi planlama, Merkezi Planlama Kurulu’na seçimlerinin tam, insani sonuçlarını değerlendirebilmesi için gerekli olan bilgiyi bile sağlamaz. Dolayısıyla paradoksal bir biçimde, merkezi planlama bize ekonomiye, bütün parçaları toplumsal refahı azamileştirme çabasıyla birbirine bağlı olan ‘tek bir büyük fabrika’ gibi muamele etmeyi öğütlerken, iktisadi etkinlikleri yerine getirenlere çabalarının nihai sonuca nasıl katkıda bulunduğunun bilgisini sunmaz. Merkezi planlama (…) yalnızca yeni toplumsal bölünmelere, iktidar ve zenginlik farklılıklarına yol açabilecek bir bilgi tekelleşmesi yaratmayı başarır.”8
İkinci eleştiriye geçişin zemini ilkinde hazırlanmış oldu. Birinci nokta, planlama sürecinde iktisadi birimlerin, planın oluşturulmasına katılmaktan ziyade merkeze veri sunma işlevini üstlendiğini öne sürüyor. Bu çerçevede merkezi planlamanın iktisadi birimlere bıraktığı yönetim inisiyatifi, merkezi olarak belirlenmiş hedefleri kendilerine tahsis edilen girdilerle yerine getirmekten ibarettir. Yani merkezi planlama, merkezle iktisadi birimlerin birbirlerine “kumanda” ilişkisiyle bağlı oldukları hiyerarşik bir yapıdır. Birimler arası ilişki, bütün birimlerin Merkezi Planlama Kurulu’na tabi oldukları ve başka hiçbir birimin üstünde olmadıkları bir otorite ilişkisidir. “Başka bir ifadeyle, toplulaştırılmış sektörleri temsil eden bakanlıkları dışarıda bıraktığımızda, kumanda zincirinde araya giren hiçbir kademenin olmaması merkezi planlamanın birimler arası hiyerarşik kurulumunu karakterize eder.”9
Albert ve Hahnel’e göre böyle hiyerarşik bir yapının işleyebilmesi, birimler arasındaki otorite ilişkisinin birim içi hiyerarşilere de taşınmasını gerekli kılar. Otoriteye sahip kurumun (merkezin) “buyrukları”nın yerine getirilmesi, kendisine tabi olan birimlerde hesap verecek bir mercinin bulunmasıyla kolaylaşır. Buyruk yerine getirilmeyince işletme yöneticisi cezalandırılır, tersi durumda ise ödüllendirilir. Bir işletme yöneticisiyle uğraşmak, örneğin bir işçi konseyiyle uğraşmaktan daha kolaydır. Böylece üretici birim içerisinde hesap verebilirliği, gözetlenebilirliği vesaire kolaylaştıracak bir hiyerarşi gelişir. Yazarlara göre birimler arası otorite ilişkisinin birim içine taşınması reel sosyalizmde işçi umursamazlığının (apatinin) gelişmesini açıklar:
“Otoriter birimler arası roller, otoriter birim içi rollere daha uygun bir insani merkez yaratarak insanların bilinç ve kişilikleri üzerinde etkide bulunma eğilimi taşır. Tabi olanlar arasındaki umursamazlığın otoriterliğin öteki yüzü olduğunu kavradığımızda, merkezi planlamanın otoriter birimler arası kurumsallığının neden otoriter birim içi biçimlerin ortaya çıkmasına yol açacağını ve demokratik ve katılımcı itkilerin toplumda ortaya çıktığı her durumda engellenme eğiliminde olacağını görmek daha kolay olur.”10
Üçüncü eleştiri, yani merkezi planlamanın özyönetimli işe karşı içsel bir önyargıya sahip olduğu ve hiçbir zaman iktisadi demokrasiyi tanımlayan özyönetimi sağlayamayacağı iddiası, ilk ikisini izliyor. Bu eleştiriyi şu şekilde de ifade edebiliriz: Merkezi planlamada kararlar çoğunluk kuralına bağlı “tam” demokratik bir yapıya göre alınsa bile, özyönetim alınan karardan daha fazla etkilenen kesimlerin daha fazla karar alma otoritesine sahip olması anlamına geldiğinden, alınan kararların toplum üzerindeki etkisi eşit dağılmadığı sürece böyle bir merkezi planlama süreci de özyönetim, dolayısıyla iktisadi demokrasi sağlayamaz. Öyleyse en demokratik merkezi planlama süreci bile yapılan tercihlere kamu malı muamelesi yaparak, yani karar girdilerini eşit dağıtarak, özyönetime karşı bir önyargı taşır. “Sorun, merkezi planlamanın farklı işçi grupları üzerinde farklı iktisadi kararların yarattığı ayrı etkileri uyumlu hale getirmeye yapısı gereği uygun olmamasıdır.”11
Üçüncü eleştirinin birinci eleştiriyle ilişkisi ise şu biçimde kurulmaktadır: “[Merkezi planlamada üreticiler ve tüketicilerin] Kendi tercihlerini yapmalarına izin verilseydi bile, bu tercihlerin başkalarını nasıl etkilediğini bilmeksizin neyi üreteceklerine ve tüketeceklerine mantıklı biçimde nasıl karar verebilirlerdi?”12
İkinci noktayla ilişkisi de şu biçimde kurulmaktadır: Merkezi planlama, işçileri zamanla özyönetimli işe dönük arzularından uzaklaştırdığı için iş sürecinin optimal örgütlenmesinden de hızlı bir uzaklaşma yaşanır. Optimal iş örgütlenmesinden uzaklaşma, hem merkezin otoriter rolünü tahkim etmesi hem de işletme içi ilişkilerdeki otoriterliğin artması sonucunu doğurur. Dolayısıyla özyönetimli işe karşı önyargı sonucunda optimal iş örgütlenmesinden hızlı uzaklaşma, hızlı bir otoriterleşmeye neden olur.
Bu da bizi son iddiaya, yani bir “koordinatör sınıf”ın doğuşuna getiriyor. Hahnel ve Albert’a göre sömürücü bir sınıfın ortaya çıkmasının iki nesnel koşulu bulunmaktadır:
“1. Bir azınlığın üretim araçlarıyla ilişkisindeki ortaklıktan kaynaklanan ve bu azınlığa iktisadi faaliyeti kendi iktidarını güçlendirmek ve arzularını gerçekleştirmek üzere yönlendirme olanağı sunan güçlülük durumu, 2. Faillerin çoğunluğunun, tabi kılındıkları egemenlik ve sömürüye karşı direnmek için gerekli motivasyondan ve araçlardan yoksun kılındıkları bir durum.”13
Katılımcı planlamacılarımız bu tanım çerçevesinde reel sosyalizm deneyimlerinde parti kadrolarından, merkezi plancılardan, üst düzey işletme yöneticilerinden ve teknokratlardan oluşan bir koordinatör sınıfın doğduğunu “göstermiş” oluyorlar. Zurnanın zırt dediği nokta şu şekilde ifade ediliyor: “Tek öncü parti devleti ve merkezi planlamanın evliliği, ilk kurbanları siyasi ve iktisadi demokrasi olan iki totaliter dinamik arasındaki tam bir cehennem azabı evliliğiydi.”14 Katılımcı planlamacılara göre merkezi planlamanın hiyerarşik yapısıyla, merkezinde öncü partinin durduğu kamu bürokrasisi arasındaki bütünleşme, iktisadi ve siyasi kararları kendi çıkarlarına göre belirleyen plancılardan ve yöneticilerden oluşan bir hâkim sınıfın doğmasına yol açmıştır.
Katılımcı Planlama Ne Yapacak?
Bütün bu eleştirileri sıralayan katılımcı planlamacıların önerisi nedir? Nasıl bir planlama süreciyle adil ve demokratik bir toplumsal düzen kuracaklar? Ve bu toplumsal düzenin kurulması hangi toplumsal dinamiklerin ürünü olacak? Reel sosyalizm deneyimlerini ellerinin tersiyle ittiklerine göre, katılımcı planlamanın tarihsel birikiminden, ders çıkartılacak deneyimlerinden söz edebilir miyiz? Şimdi bu sorulara verilen yanıtlara bakalım.
Herhangi bir iktisadi yapı kurgusunun yanıt vermek zorunda olduğu can alıcı soru, toplumsal sınıfların rolünün ne olacağıdır. Bu sorunun tek boyutu mülkiyet ilişkileri ve farklı mülkiyet türleri arasındaki ilişki değildir kuşkusuz, ancak bu yine de yanıt bekleyen önemli bir meseledir. Sermaye egemenliğinin hukuki ifadesi olan özel mülkiyet ne olacak? Başka bir deyişle, kapitalizmin egemen sınıfının akıbeti ne olacak? Herhalde Marksizmin bu soruya verdiği cevabın apaçık olduğunu söylemeye bile gerek yok.
Katılımcı planlamanın yanıtı açık mı? Michael Albert, ‘Kapitalizmden Sonra Hayat’ başlıklı çalışmasında mülkiyet sorununa şöyle bir “çözüm” öneriyor:
“Kısacası biz basitçe üretim araçları sahipliğini bir iktisadi etken olmaktan çıkarıyoruz. Üretim araçları biçimindeki mülkiyet bir şey-olmayana dönüşmektedir. Üretim araçları mülkiyeti katılımcı ekonomide hiçbir etkiye sahip değildir. Hiçkimse kendisine herhangi bir hak, sorumluluk, zenginlik veya ekonominin geri kalanının onun için sağladığından farklı bir gelir kazandıracak olan üretim araçları mülkiyetine sahip değildir. Hiçkimse çeşitli üretim araçlarının mülkiyetine sahip olması sayesinde başkalarından farklı bir zenginliğe, gelire veya iktisadi etkiye sahip değildir. (…) Katılımcı bir ekonomide üretim araçları sahipliği bir kavram olarak bile bulunmaz. O ve onunla beraber ‘kapitalist’ kategorisi düşünceden çıkarılmıştır. (…) Mülk sahipliği diye ayrı bir kavram, dolayısıyla bir mülk sahipleri sınıfı, yani ne kapitalistler ne de devlet aracılığıyla üretim araçlarının idarecisi olarak hareket eden bir ahali bulunmaz. Bütün düşünce ve dinamik ortadan kalkmıştır.”15
Öyleyse katılımcı planlamanın sosyalizmde toplumsal sınıflara ve sınıf mücadelesine yaklaşımı, “yüzme bilmediğimi düşünmezsem boğulmam” örneğindekine benzemektedir. “Farklı mülkiyet biçimlerinin bir arada bulunduğunu düşünmezsem, farklı sınıfların var olduğunu hesaba katmazsam planlama sürecinde mülkiyet sorununu ve bağlantılı olduğu sınıf çelişkilerini de göz önünde bulundurmama gerek olmaz.” Mülkiyet diye bir sorun yoktur, sınıflar arasında güç ilişkilerinin bölüşüm meselelerine müdahalesi diye bir sorun yoktur, katılım ve ortaklık vardır… “Pozitif” düşününce bütün sorunlar ortadan kalkıyor herhalde.
Devam edelim. Toplumun planlama sürecine katılımı için öngörülen mekanizmalar, örgütlenme biçimleri nelerdir? Planlamanın temel birimlerinin atölye, fabrika düzeyinden başlayarak örgütlenen işçi konseyleri ve mahalle düzeyinden başlayarak örgütlenen tüketici konseyleri olacağı belirtilmektedir. Bu birimlerden başlayarak örgütlenen konseyler örneğin alt sektör, sektör, sanayi ve ülke genelinde örgütlenen işçi konseyleri federasyonlarına ve semt, ilçe, il ve yine ülke genelinde örgütlenen tüketici konseyleri federasyonlarına bağlı olacaktır. Konseyler arası veya konsey içi ilişkilerde ortaya çıkabilecek ihtilafların çözümünü kolaylaştırmak ve bazı hesaplamaları (optimal plan fiyatlarının bulunması gibi) hızlandırmak için bir İrdeleme Kolaylaştırma Kurulu bulunacaktır. Anlatılan bu.
Katılımcı planlamacılar konseylerden başlayan planlamanın kendiliğinden demokratik ve katılımcı olacağını ileri sürmektedir. Örneğin Albert, “her bir işçinin özyönetimden yana çıkarının bulunduğu ve hiçbir işçinin orantısız bir güce sahip olmadığı bir durumda işçi konseylerinin karar alma yapılarını ve adil olmayan güç hiyerarşilerinden ziyade özyönetimle uyumlu biçimde sorumluluğu havale etme yollarını etkin hale getireceğini düşünmek mantıksız değildir” 16 diyor. Tüketici konseylerinin ise karar süreçlerinde salt üretici tercihlerinin değil, tüketici tercihlerinin de hesaba katılmasını sağlayarak üretim faaliyeti gibi tüketim faaliyetini de toplumsal, katılımcı ve eşitlikçi kılacağı belirtilmektedir.
Konseylerin kaynak tahsisi planlamasını nasıl gerçekleştireceği sorununa geçmeden, kavramsal çerçevenin ana bileşenlerinden bir diğeri olan adil bölüşüm sorununa ilişkin neler söylendiğine bakalım. Ücretlerin belirlenme ilkesinin çabaya ve fedakârlığa göre ödüllendirme olacağı belirtilmişti. Burada iki soru ortaya çıkıyor: Bir, çaba ve fedakârlık nasıl belirlenecek? İki, emeğin niteliksel farklılıklarının işbölümünün ve gelirin belirlenmesi üzerindeki etkilerine nasıl müdahale edilecek?
Birinci soruya verilen yanıt hayli basit: Her bir işçinin ücreti işçi konseyleri içinde saptanan çabaya göre belirlenecek. Yani ücretler, her bir işçinin çabasının iş arkadaşları tarafından notlanmasıyla belirlenecek. Hahnel “çaba notu”ndan ne kastedildiğini şu şekilde açıklıyor:
“…her işçi konseyi her üyesine bir ‘çaba notu’ vermek durumundadır. Amaç, herkesin her zaman iş sırasında eşit fedakârlık yapmadığını ve daha büyük fedakârlık yapanların ekstra tüketim hakları biçiminde bir karşılığa hak kazandığını kabul etmektir. İşçi konseylerindeki çaba notlama komiteleri insanların çalışmasına ilişkin bilgi ve tanıklık toplayacaklar ve bir tür şikâyet yordamı kuracaklardır. Ve muhtemelen bütün işçiler dönüşümlü olarak çaba notlama komitesinde hizmet vereceklerdir. Ancak farklı işçi konseylerinin kendilerini aynı tarzda notlamaları gerekmez. Kendi işlerini aynı tarzda örgütlemek zorunda da değildirler. (…) burada ‘çaba notlama enflasyonu’ ihtimalini ortadan kaldırmak için, bir konseyin kendi üyelerine verdiği ortalama çaba notunun, (…) işçi konseyinin toplumsal girdi maliyetlerine bölünen toplumsal çıktı fayda oranını aşamayacağını belirtmem gerekir.” 17
İşin arzulanırlık ve yetkilendirme bakımından “adil” dağılımının sağlanmasıyla ilgili ikinci soruya verilen yanıtsa “dengeli iş bileşimi” olarak ifade edilmektedir. Şöyle:
“Burada önerilen, herkesin her görevi yerine getirmesi değildir. Zaten bu imkânsızdır. Her bir kişi kendi ‘dengeli iş bileşimi’ (DİB) içindeki az sayıda görevi, şimdi yapmakta olduğu gibi yerine getirir. Bu nedenle DİB’ler uzmanlaşmanın sona ermesi anlamına gelmez. Ancak her DİB içindeki bazı görevler daha keyifli, bazıları daha az keyifli; bazıları daha fazla, bazıları daha az yetkilendirici olacaktır. Ayrıca dengeleme makul bir süre için de sağlanabilir. Yerine getirdiğim görevlerin her saat, her gün, her hafta ya da her ay arzulanabilirlik ve yetkilendirme için dengelenmesi gerekmez. (…) katılımcı ekonomiyi savunanlar arzulanabilirlik ve yetkilendirme konusundaki sürekli farklılıkları ortadan kaldırırken, yapılan işi uygulama sorunlarına göre örgütlemeyi sağlayacak çok geniş bir manevra alanı olduğuna inanmaktadır.” 18
Dengeli iş bileşimlerinin tanımını yapacak olan yine işçi konseyleridir.
Ücretlerin nasıl belirleneceği ve işbölümünün arzulanırlık ve yetkilendirme yönünden eşitsiz etkilerinin nasıl dengeleneceği konularına değindikten sonra kaynak tahsis sorunlarına, yani üretici ve tüketicilerin faaliyetleri ve isteklerinin nasıl birbirine bağlanacağı sorununa geçebiliriz.
Albert’a göre katılımcı ekonomide iktisadi birimler arasındaki iletişim üç kanaldan sağlanır: Fiyat sinyalleri, işin ölçülmesi ve üretim ve tüketime ilişkin niteliksel bilginin sunulması. Fiyatlardan kastedilen, üretim ve tüketimin “toplumsal fırsat maliyeti”ni ifade eden gösterge fiyatlardır. Albert, sadece matematiksel programlama sürecinde bulunan “gölge fiyatlar”dan değil, değişen üretim ve tüketim koşullarına anında intibak eden esnek fiyatlardan bahsetmektedir. İşin ölçülmesi, işletmeler arasında dengeli iş bileşimlerinin ayarlanmasını sağlar. İş koşulları toplumsal ortalamadan daha iyi durumda olan işletmelerin işçileri bir dönem için başka bir yerde, daha bayağı işlerde istihdam edilirken, koşulları ortalamadan daha kötü olan işletmelerin işçileri bir dönem için daha ilgi çekici işlerde istihdam edilir. Böylece ortalama iş koşulları iş bileşimlerinin dengelenmesinde kullanılır. Son olarak, tüketici tercihlerinde veya üretim koşullarında ani değişiklikler olması durumunda, gösterge fiyatlarının yanı sıra sunulan, ürünlerin maddi, insani ve sosyal içeriklerine ilişkin niteliksel bilgiler sayesinde gerekli düzenlemeler yapılır. Böylece gösterge fiyatların toplumsal fırsat maliyetine ilişkin sağladığı niceliksel bilgi, üretim ve tüketimin insani, toplumsal boyutuna ilişkin niteliksel bilgilerle desteklenir.19
Bu üç iletişim kanalı üzerinde kurulan iteratif bir planlama süreci tarif edilmektedir. Buna göre ilk adımda bütün düzeylerdeki aktörler (bireyler veya konseyler), üretim, çalışma ve tüketimle ilgili önerilerini getirir, ardından başka aktörlerin önerileri ve kendi önerilerine yanıtı hakkında bilgilenir ve bu bilgiler temelinde yeni bir öneride bulunur. Albert, bu sürecin belirli bir iterasyondan sonra bir dengeye ulaşacağını iddia etmektedir. Dikkat edilmesi gereken bir nokta, söz konusu “planlama” sürecinde herhangi bir merkezin bulunmamasıdır.
Bir sonraki adım veya planlama düzeyi, bütün konseylerin hangi mallar için talep veya arz fazlası olduğu konusunda bilgilendirilmeleridir. İrdeleme Kolaylaştırma Kurulu konseylerin önerileri doğrultusunda oluşan gösterge fiyatlarını açıklar, konseyler bu fiyatlara göre önerilerini bir kez daha gözden geçirir ve yeniden sunar. “Planlama süreci her türlü mal, emek kategorisi, temel girdi ya da sermaye stoku için talep fazlası kalmayıncaya kadar, başka bir deyişle uygulanabilir bir plana ulaşılıncaya kadar devam eder.”20 İrdeleme Kolaylaştırma Kurulu’nun konseylere neyin, ne kadar ve hangi yöntemle üretileceğini söylemesi şöyle dursun, fiyatların belirlenmesi konusunda bile herhangi bir yetkisi yoktur. Kurul sadece kendisine gelen önerileri toplulaştırarak, bu verilerden hareketle gösterge fiyatlarını açıklamakla görevlidir. Yani Kurul’un merkezi planlama sürecinde Planlama Bürosu’nun rolüne benzer bir işlevi bulunmaz. Katılımcı planlamada işçi ve tüketici konseyleri plan önerisini yapar ve bu önerileri diğer birimlerin önerilerini hesaba katarak gözden geçirir. Dolayısıyla bütün yetki ve sorumluluk konseylere aittir.
“Katılımcı planlama bireysel işçi ve tüketici gruplarına kendi faaliyetleri üzerinde büyük bir yetki verir. Bu gruplar ancak bu faaliyetlerden etkilenen başkalarının meşru çıkarlarıyla kısıtlanır. Bir grubun önerisi başkaları için haksız olmadığı ve kıt kaynaklarını yanlış kullanmadığı sürece öteki işçi ve tüketici konseyleri tarafından onaylanacaktır, çünkü ya faydalıdır ya da en azından onların çıkarına ters değildir.” 21
Bu adımlar sonrasında bir plana ulaşıldığında tüketicilerin taleplerinde veya üretim koşullarında önemli değişiklikler gerçekleşirse, plan bu değişikliklere göre yeniden uyarlanır. Başka bir ifadeyle “katılımcı” planlar esnek uyarlamalara açıktır; bütün yapılması gereken tüketici veya üretici konseylerinin yeni koşullar temelinde yeni bir plan çıkartmasıdır. Bu yeni plan üretim birimlerinde, tüketim ve üretim konseylerinde ve federasyonlarda müzakere edilecek ve gerekli düzeltmeler gerçekleştirilecektir.
Yapılması gereken düzenlemeler kaynak kısıtına çarpıyorsa ne olacak? Katılımcı planlamacıların önerisi, planların fazla “sıkı” (gergin) olmaması, yani ekonominin talep arzı aştığında devreye sokabileceği tampon stoklarla çalışmasıdır. Tampon stoklar (atıl kapasite) mevcut olduğu sürece esnek uyarlamaları gerçekleştirmek daha kolay olacaktır.
Ne kadar esnekliğe izin verilebilir? Katılımcı planlamacılar esnekliğin ifrada vardırılmasının yol açacağı sorunları sezmekte ve plan önerilerinde yapılan değişiklere, bir önceki yılın performans düzeyi üzerinden tespit edilen belirli sınırlar içerisinde izin verileceğini söylemektedir. Planlama sürecinin daha ileri iterasyonlarındaysa önerilerin bireysel tüketici ve üreticilerden ziyade konseylerle sınırlı tutulabileceğini ifade ediyorlar. İterasyonun son basamağında ise İrdeleme Kolaylaştırma Kurulu elde ettiği bilgiler ışığında farklı plan varyantları üretir ve bunlar plandan etkilenecek olan herkes tarafından oylanır.
Tarihsel Birikim ve Geçerlilik Sorunu
Son olarak üzerinde durulması gereken nokta, katılımcı planlamanın tarihsel bir birikime dayanıp dayanmadığının incelenmesidir. Michael Albert’a göre, “Katılımcı ekonomi boşlukta durmaz; o, aktivistlerin muazzam çeşitlilikteki çabalarında ifadesini bulan özlem ve kavrayışlardan doğar.” 22
Hahnel ise Albert’a kıyasla daha “tarihselci” bir açıklama getirme çabası içindedir. Hahnel’e göre katılımcı planlama, on dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın ilk çeyreği içinde yükselen “özgürlükçü” (liberter) sosyalist pratiklerden, altmışlı ve yetmişli yılların yeni toplumsal hareketlerinin deneyimlerinden ve nihayet doksanlı ve iki binli yılların küreselleşme karşıtı hareketlerinden, iktisadi reform hareketlerinden (tüketici hareketi, şirket karşıtı hareket, çevre hareketi vs.) ve adil işbirliği deneyimlerinden (katılımcı bütçeleme, tüketici kooperatifleri vs.) beslenmektedir.
Hahnel birbirinden önemli farklılıkları olan bu denli geniş bir kümenin teorik bir bütünlük taşımadığını kabul etmektedir. Yazdıklarından teorik bir temel oluşturmaya en yakın adayın “özgürlükçü sosyalizm” olduğunu düşündüğünü anlıyoruz. Ancak bu sorunu çözmüyor, aksine daha da karmaşık hale getiriyor. Zira “özgürlükçü sosyalizm” akımının ne yazılı bir tarihi ne de onu ayırt eden teorik bir birikimi bulunuyor. Kavramın tanımlanması konusunda bile bir sıkıntı bulunmaktadır. Hahnel bu sıkıntıyı bütün patatesleri aynı çuvala koyarak aşma çabası içinde şöyle bir tanım vermektedir:
“Liberter sosyalizm terimini çoğu kişiden daha geniş anlamda kullanıyorum. İşçilerin ve tüketicilerin kendi iktisadi faaliyetleri üzerinde doğrudan denetimini savunan ve adil işbirliği ekonomisini kurmak için kapitalizmin yerinden edilmesi gerektiğine inanan herkes benim için liberter sosyalisttir. XIX. ve erken XX. yüzyıldan itibaren ütopyacı sosyalistleri, lonca sosyalistlerini, anarko-sendikalistleri, anarko-komünistleri ve konsey komünistlerini kapsıyorum. Daha yakın zamanda, yeni solu, sosyalist feministleri, toplumsal ekolojistleri, çeşitli yeni anarşist grupları ve yeni toplumsal hareketlerin daha radikal kanatlarında yer alan pek çok kişiyi kapsıyorum. Ve kuşkusuz dayanışmacı iktisadı, liberter belediyeciliği ve katılımcı ekonomileri savunanları kapsıyorum.”23
Fourier’den, Owen’dan tutun, on dokuzuncu yüzyıl Rus anarşistlerine, Alman konsey komünistlerine, feministlere, çevrecilere, Kerala’nın yoksul köylülerine, Mondragon kooperatiflerine, Arjantin işsizleri ve kent yoksullarına kadar ne ararsanız var. Hepsi özgürlükçü sosyalist, hepsi adil ve demokratik işbirliği ekonomisinin peşinde… Panayır yeri gibi… Ortodoks Marksistler, reel sosyalizm deneyimleri ve bu deneyimlere dünya işçi sınıfı hareketinin kazanımları olarak bakanlar; bir tek bunlar yok.
Bu çeşitlilikten nasıl bir teorik bütünlük ve nasıl bir mücadele perspektifi çıkacak? Bu soruyu katılımcı planlamacılara sordurmanın hiç anlamı yok, çünkü ne bir bütünlük arayışına sahipler ne de ortak bir perspektifin gerekliliğine inanıyorlar. Haksızlık etmeyelim, “adil ve demokratik işbirliği” diye tarif ettikleri çerçeveyi ortak bir perspektif olarak görüyor olabilirler. Öyle olsa bile anılan onca hareketin böyle bir ortaklığın bilincine sahip olduğunu söylemek herhalde saçma olur.
Nesnel bir zemin olarak tarif edilen şudur: Katılımcı ekonomiler kapitalizmin içinde, kapitalist işbölümünün getirdiği ortaklaşmacılık ve yabancılaşmaya tepki sayesinde serpilip, gelişir. Buradan siyasi mücadele adına ne çıkar? Hahnel ne çıkacağını liberter sosyalizmin ve yeni toplumsal hareketlerin deneyimlerine yönelttiği eleştiriler biçiminde formüle ediyor. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinin “özgürlükçü sosyalistleri”ne, reformcu olmalarına karşın reform örgütlemenin önemini ve zorunluluğunu anlayamamış olmaları eleştirisini yöneltiyor. Yeni sol da reformizmi doğrudan kabul etmeyerek aynı sorunun etrafından dolaştığı gerekçesiyle eleştiriye tabi tutuluyor. Özetle katılımcı ekonominin tarihsel birikimini oluşturduğu iddia edilen siyasi hareketlere, özünde etkin reform mücadeleleri verip, reformculuğun önemini kavramadıkları eleştirisi getirilmektedir.
Buradan “katılımcı ekonomi”ye geçiş sorunun nasıl anlaşıldığına ilişkin sonuçlar çıkıyor. Geçiş, reformlarla örülen bir süreç olarak kavranmaktadır: “Adil işbirliği kültürü kapitalizm içinde gelişir” ve ilericiler kapitalizm tarafından karşılanmayan ihtiyaçları karşılamak üzere, kapitalist olmayan bir tarzda yaşamayı ve düşünmeyi (yine kapitalizm koşullarında) öğretmelidir.
Peki nasıl? Reform mücadeleleri vererek ve kapitalizm içinde “kapitalist olmayan” adil işbirliği örnekleri, yerel deneyim ve alternatifler örgütleyerek. Bunlar tek başlarına “geçiş” için yeterli olmayacaktır, ancak kapitalist olmayan düzenin kurulması için gerekli bilinçsel dönüşüm ve örgütsel deneyim bu şekilde üretilebilir. Katılımcı planlamanın yaklaşımı budur…
Sosyalist Planlamanın Kavramsal Çerçevesi
“Adil ve demokratik işbirliği ekonomisi” sosyalist planlamanın kurumlarının üzerinde inşa edileceği ilkeleri tanımlamak, öncelikleri belirlemek için yeterli bir çerçeve sunuyor mu? Sosyalizm mücadelesi ve sosyalist kuruluş süreci daha adil ve demokratik bir toplum kurma çabasına indirgenebilir mi?
Birinci sorun şu: Adalet ve demokrasi gibi üst yapıya ait kavramlar üretim ilişkilerinden bağımsız tanımlanamazlar. Sosyalizm kapitalizmin aşılması anlamına geliyorsa elbette kapitalizmin ötesine geçen, kapitalizmde hiçbir zaman ulaşılamayacak kadar adil ve demokratik bir düzen sunacaktır. Ancak bu bizi sosyalizmin kapitalizmi nasıl aşacağı sorusunu yanıtlamak konusunda bir santim bile ilerletmez. Adalet ve demokrasi neden ya da hareketin ilkesi değil, sonucudur.
Marx’ın, Gotha Programı’na düştüğü kenar notlarında bu tartışmayla ilginç paralellikler buluyoruz. Gotha Programı’nın bir maddesi şöyle: “Emeğin kurtuluşu, emek araçlarının toplumun ortak mülkiyeti durumuna yükseltilmesini ve emeğin ürününün adil bölüşümüyle toplam emeğin işbirliği içinde düzenlenmesini gerektirir.”24 Marx bu maddeyi eleştirirken şu notları düşüyor:
“…Bu eşit hak, eşit olmayan emek için eşit olmayan bir haktır. Hiçbir sınıf farkı gözetmez, çünkü herkes diğeri gibi işçidir; ancak bireylerin yeteneklerinin, dolayısıyla üretken kapasitelerinin eşitsizliğini doğal bir ayrıcalık olarak zımnen tanır. Öyleyse bu, bütün haklar gibi, özü itibariyle bir eşitsizlik hakkıdır. Hak, doğası gereği eşit bir ölçütün uygulanmasından ibaret olabilir; fakat eşit olmayan bireylerin (ve eşit olsalardı farklı bireyler olmazlardı) eşit bir ölçütle ölçülmeleri, bireyler eşit bir bakış açısına tabi tutulduğunda, sadece tek bir yönden ele alındığında, örneğin bu durumda diğer her şey göz ardı edilerek sadece işçi olarak kabul edildiklerinde mümkün olabilir. Diğer yandan bir işçi evlidir, diğeri değildir; birinin daha çok çocuğu vardır, diğerinin yoktur vesaire. Dolayısıyla eşit emek sarf ettikleri, yani toplumsal tüketim fonundan eşit bir paya sahip oldukları halde aslında biri diğerinden daha fazla pay almaktadır, biri diğerinden daha zengin olmaktadır vb. Bütün bu kusurları gidermek için hakkın, eşit olmak yerine eşitsiz olması gerekirdi.
“Ancak bu kusurlar, uzun ve sancılı bir doğum sonucunda kapitalist toplumdan gelen komünist toplumun ilk aşamasında kaçınılmazdır. Hak, hiçbir zaman toplumun iktisadi yapısından ve ona tekabül eden kültürel gelişmişlikten daha fazla olamaz.”25
Bu satırları, toplumun ancak komünizmin üst aşamasında, yani kafa emeğiyle kol emeği arasındaki ayrımın ortadan kalktığı, emeğin bir zorunluluk olmaktan çıkıp gönüllülüğe ve isteğe dayanan bir faaliyete dönüştüğü aşamada bayrağına “herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre” yazabileceğini belirten meşhur paragraf izliyor. Biraz aşağıda ise Marx, asıl vurgunun bölüşüm ilişkilerine konmasını eleştiriyor ve “Tüketim araçları ne olursa olsun bütün bölüşüm yalnızca üretim koşullarının dağılımının bir sonucudur. Ancak bu dağılım da üretim tarzının bir niteliğidir,” diye yazıyor.
Bu özetten şu sonuca varıyoruz: Marx, “adalet” ölçütü nasıl tanımlanırsa tanımlansın, komünist toplumun özünün burada aranamayacağından hareket etmektedir. Hak ve bölüşüm kavramları, onları tarihsel olarak belirleyen üretim tarzlarının ve üretim araçlarının dağılımının tarihsel koşullarının türevidir. Yani üretim tarzlarının devrim yoluyla dönüşümünden bağımsız olarak haktan, adaletten, adil bölüşümden söz etmenin anlamı yoktur.
Peki, kapitalizmden sosyalizme geçiş sürecinde üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılması bütün sorunları çözecek mi? Kuşkusuz hayır. Ancak Marx’ın düştüğü kenar notlarından sosyalizme geçiş ve sosyalist kuruluş hakkında tali tartışmaların öne çıkartılmasını sakıncalı bulduğunu anlıyoruz. Esas mesele kapitalist üretim tarzının bir işçi sınıfı devrimiyle yıkılması ve iktidarın sınıf mücadelesinin yeni durumuna göre örgütlenmesidir. Başa yazılan süreç sınıflar arasındaki mücadeledir ve komünizmin ilk aşaması boyunca da bu mücadele farklı şekillerde devam eder. Öyleyse sosyalist kuruluşun bir aracı olan sosyalist planlamanın kavramsal çerçevesi, sosyalist inşa koşullarında işçi sınıfının tarihsel çıkarlarının savunulması ve adım adım örgütlenmesinde aranmak durumundadır.
Özel mülkiyetin ortadan kaldırılması, kapitalist ilişkilerin tasfiye edilmesi bir atımda gerçekleştirilen bir iş değildir. Aslında kapitalizmle, üretim araçlarının bütünüyle topluma ait olduğu komünizme geçiş arasındaki dönemin bütünü boyunca özel mülkiyetin ve kapitalizmin kalıntılarının ortadan kaldırılması mücadelesi başat unsurdur. Bu dönem, yani sosyalist kuruluş dönemi boyunca işçi sınıfının sadece kuruluş sürecine katılan değil, onu yöneten özne haline gelmesi mücadelesi de yürümektedir. Yeni iktidarın özelliği, aynı zamanda, kapitalizm koşullarında kendi emeğine yabancılaşan işçiden bütün bir ülke ekonomisini yöneten “yeni insan”a geçişte yatmaktadır. Sosyalist planlama işçi sınıfının bu anlamda dönüşümünü sağlamanın da araçlarından bir tanesidir.
Bu saptama, sosyalist devlet olmadan sosyalist planlamadan da bahsedemeyeceğimiz anlamına gelmektedir. Sosyalizmin yeni insanı bütün mekanizmalarıyla devleti kuran, örgütleyen ve yöneten insandır. Devlet olmadan planlama vasıtasıyla ekonomiyi yönetmekten bahsetmenin anlamı kalmamaktadır. Sosyalist kuruluş süreci, siyaset alanıyla ekonomi alanının diyalektik birliğinin ön planda bulunduğu bir evredir. İktisadi kararlar konusunda söyleyecek sözü olan işçinin siyasetin dışında durması ihtimali yoktur. Dolayısıyla iktisadi süreçlere katılan, onları yöneten işçi aynı zamanda sosyalist devleti yöneten işçidir.
Sosyalist kuruluş sürecinde siyasetin ana konusu nedir? Sermaye egemenliği devrimle beraber ortadan kalkacağına göre, siyasete nasıl bir alan tarif ediyoruz? Kanımca bu soruya verilecek temel cevap şudur: Sosyalizm tedrici olarak ortaya çıkan bir gerçekliktir. Bu nedenle “sosyalist kuruluş” diyoruz. Sosyalizmin ortaya çıkış sürecinde tarihsel geri dönüşlerin olanaksız olmadığını yirminci yüzyılın acı deneyimlerinden biliyoruz. Öyleyse sosyalist kuruluş sürecinde siyasetin temel konusu tarihsel geri dönüşe zemin oluşturan dinamiklere karşı sürekli bir kavga vermektir.
Sosyalist kuruluşun kendi nesnelliği içerisinde iki toplumsal kurum, “plan” ve “piyasa” evrimleşir ve diyalektiğin kavramlarıyla ifade edecek olursak, komünizme geçiş plan-piyasa karşıtlığının yadsınması, “ortadan çekilmesi” ile gerçekleşir. Sosyalist kuruluş sürecinde piyasanın da evrim geçirerek başkalaşacağını ve nihayetinde yadsınacağını söylemek şaşırtıcı bulunabilir, ama kanımca öyledir. Üretim sürecinin temel alanlarında özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla meta değişimi yok olmaz. Özellikle tüketim mallarının tahsisi toplumsal denetim altına alınmış, “tasarlanmış” bir piyasa aracılığıyla gerçekleştirilir. Denetimi olanaklı kılan üretim araçlarının özel mülkiyetinin ve bununla beraber emek gücünün meta karakterinin ortadan kaldırılması, bu sayede üretim sürecinin planlanabilir hale gelmesidir. Ancak bu henüz emeğin bütün ürünlerinin kullanım değerine, ihtiyaca, göre dağıtıldığı bir yapı anlamına gelmemektedir. Tüketiciler tercihlerini bir tüketim malları piyasası vasıtasıyla yansıtırlar. Üretimin plana dayanması, işsizliğin ortadan kaldırılması ve gelir dağılımının göreli eşitliği sayesinde bu tasarlanmış piyasa, kapitalist piyasaya göre çok daha az “kendiliğinden”dir. Ancak yine de bireyler arasındaki ilişkiler, arz-talep ilişkisine dayanan bir mekanizma ile kurulur. Bu nedenle, toplumsal denetimin varlığına karşın yabancılaştırıcı etkisi yok sayılamayacak bir dinamik varlığını sürdürmektedir.
Bu dinamiğin tedricen ortadan kalkması ise “plan”ın evrimine bağlıdır. Planın varsaydığı toplumsal mutabakatın sosyalist kuruluşun ilk evrelerinde yukarıdan aşağıya kurulan bir işbirliğine dayanması kaçınılmazdır. Ancak planın evrimi, yukarıdan aşağıya doğru örgütlenen işbirliğinin karşılıklı etkileşime dayanan bir yapıya doğru dönüşümü anlamına gelmektedir. Bu dönüşüm, emek türleri arasındaki farklılıkların giderek ortadan kalktığı, insanlara bir zorunluluk olarak görünen toplumsal işbölümünün giderek silikleştiği ve üretimle bireylerin ihtiyaçları arasında eşgüdümün doğrudanlaştığı, yani piyasanın rolünün giderek daraldığı evrimsel bir süreçtir.
Bu kısa değerlendirmeden hareketle şu söylenebilir; sosyalist kuruluş süreci verili nesnellikle barışık olamaz, çünkü bu süreç kendi nesnelliği içerisinde kendisine yabancı unsurlar barındırır. Bu nesnelliğin dönüştürülmesi bilinçli, siyasi müdahalelerden, yani siyasal iktidar düzleminden bağımsız başarılamaz. Sosyalist kuruluş sürecinde ekonomi ve siyasetin diyalektik birliği bu kapsamda anlaşılabilir:
“…sosyalist kuruluş sürecinde ‘ekonomik determinizm’ denilen şey, yalnızca verili konjonktürde üretici güçlerin gelişkinliği ve örgütlenmesi, sınıfsal kompozisyon ve dengeler ile üretim sürecindeki mülkiyet ilişkileri üzerinden işlemez. Bu tarihsel dönem boyunca ekonomi, ulaşılmak istenen komünist toplum projesinin özellikleri tarafından yapısal bozulmaya uğratılmıştır. Örnek olsun, sosyalist kuruluş sürecinin herhangi bir anında köylülüğün siyasal, ideolojik ve hatta kültürel ağırlığını yalnızca onun ekonomi alanında kapladığı yer belirlemez; komünist topluma yönelindikçe köylülüğün ağırlığının azalacağı ve bütünüyle tasfiye olacağı gerçeği, sosyalist kuruluşun her daim dengesiz kalacağının, bir başka deyişle verili nesnellikle barışık olamayacağının ifadesidir.
“Sosyalist kuruluşun nesnelliğindeki bu dual karakter ancak bir başka düzlemde, ‘siyasal iktidar’ düzleminde çözüme kavuşabilir. Komünizme giden yolda sosyalist olmayan unsurlar, var oldukları oranda genişleme eğilimindedirler; bu anlamda birbirleriyle ilintili kategoriler olarak piyasa ve meta üretimi tıpkı kapitalizmde olduğu gibi, yayılmacı, genişlemeci bir davranış gösterir. Kamu mülkiyeti bu davranış karşısında ‘ekonomik’ bir direnç asla gösteremez.” 26
Öyleyse sosyalist planlamanın kavramsal çerçevesi, bölüşüm ilişkileri, siyasal iktidar ve üretim tarzının tarihsel dönüşümünün dinamikleri gibi unsurların çözümlenmesini de içeren “sınıflar mücadelesi”nde aranmalıdır.
Merkeziyetçilik Nerede Duruyor?
ABD’li bir Marksist iktisatçı, David Laibman merkezi planlama savunucularını, sosyalist toplumda bireyler ve iktisadi birimler arasında koordinasyon sağlamanın temel amacını göz önünde bulundurmamakla eleştiriyor:
“Gerek kapitalist gerekse sosyalist bağlamda eşgüdüm [koordinasyon], her iki üretim tarzının ana eşgüdüm mekanizmalarının (sırasıyla piyasa ve plan) temel amacı olmayabilir; bu mekanizmaların öncelikli amacı (kapitalist toplumlarda) değerlenme [valorizasyon], (sosyalist toplumlarda) mutabakat oluşturmaktır. Katılımcı planlamanın amacı en başta derece derece artan bir mutabakat ve paylaşılan bir vizyon, yani toplumsal süreç hakkında amaçlılık ve denetim duygusunun yaratılmasıdır. Merkezi planlama anlayışı, en modern elektronik kılığında bile, sosyalist sorunsalın bu düzeyine dair herhangi bir atıfta bulunmamaktadır.” 27
Mesele şu şekilde de konulabilir: Eğer merkezi kurullar, yani devlet aygıtı planlama sürecinde belirgin bir rol oynayacaksa toplumda ortak bir amaç ve toplumsal kaynaklar üzerinde denetim sağlandığı duygusu nasıl yaratılabilir? Katılımcı planlamacıların bu meseleye yaklaşımı hayli doğrudan; bütün dikey ilişkiler, otorite yapıları tasfiye edilecek ve yatay işbirliğine dayanan bir mutabakat sağlanacak. Merkezi bir sistem otoriterleşme, bürokratikleşme, yapay bir yönetim yapısı kurma risklerini barındırıyorsa merkeze ne gerek var? Nasılsa yatay işbirliği her şeyi çözer…
Bakunin’i okuyor gibiyiz. Bakunin’i hatırlayınca akla hemen Engels’in anarşistlere cevaben kaleme aldığı Otorite Üzerine başlıklı kısacık makalesi geliyor. Engels makaleye şu tespitle giriyor: “Ortak eylem, birbirine bağlı süreçlerin bileşimi, her yerde bireylerin bağımsız eyleminin yerine geçiyor. Fakat ortak eylemden bahseden her kimse örgütlenmeden bahsediyor demektir; peki otorite olmadan örgütlenme olur mu?”28
Devam ediyor:
“İnsan, bilgisi ve yaratma becerisi sayesinde doğanın güçlerine boyun eğdirdiyse eğer doğanın güçleri de insanı, kendisini kullandığı ölçüde, bütün toplumsal örgütlenmelerden bağımsız sahici bir despotizme tabi kılarak ondan intikamını alır. Büyük ölçekli sanayide otoriteyi ortadan kaldırmayı istemek, sanayinin kendisini ortadan kaldırmakla, çıkrığa geri dönmek için mekanik dokuma tezgâhını parçalamakla aynı anlama gelir.” 29
İnsan doğaya daha fazla egemen oldukça kendisi de üretimin maddi koşullarının boyunduruğu altına girmektedir. İnsanın doğaya boyun eğdirme süreci ona toplumsal işbölümü olarak görünür. Toplumsal işbölümü, her şeyden öte insanla doğa arasındaki ilişkinin dolayımı olması nedeniyle bir otorite ilişkisidir ve toplumun belirli bir tarzda örgütlenmesi anlamına gelmektedir. Bu örgütlenme, dolayısıyla otorite “yapay” veya derhal yok edilebilecek bir unsur değildir; dönüştürülebilir. Otorite ve özerkliğin (otonominin) alanları, Engels’in ifadesiyle, toplumsal gelişimin düzeyine göre belirlenir.
O halde insanlar bütün sorunlarını yatay ilişkiler üzerinden vardıkları mutabakatla çözsünler denilince otorite ortadan kalkmış olmuyor. Bir defa devlet biçiminde örgütlenmiş bir otorite olmadan bırakalım sosyalist kuruluşu, devrimin kendisini korumasının bile olanağı olmaz.30 İkincisi yatay ilişkiye giren bireyler, gruplar, kolektifler vs. adına ne dersek diyelim, üretimin maddi şartlarının dayattığı zorunlu bir otorite ilişkisi –toplumsal işbölümü– içindedirler. Üçüncüsü, bireyler, kolektifler, vb. arasındaki ilişkiler yeni bir biçimde örgütlenen bir siyasi otorite aracılığıyla düzenlenmediği sürece, üretimin maddi koşullarından ve geçmiş üretim tarzlarının kalıntılarından kaynaklanan eşitsizlikler ve çelişkiler, eski siyasi otoritenin yeniden üretilmesi için yeterli bir zemin oluşturacaktır.
Yatay veya dikey; temel çelişkiler (kent-kır, kafa emeği-kol emeği vs.) toplumsal işbölümünün yadsınmasına varacak ölçüde aşılmadığı sürece üretim ilişkilerinin otoriter bir boyutu olacaktır. Buradan bakıldığında mutlak özerkliğin olamayacağını kabul etmiş oluyoruz. Toplumsal işbölümünün varsaydığı otorite ilişkilerinin formel bir biçim alması –kurumsallaşması– reddedildiğinde “üretici ve tüketicilerin mutlak özerkliği” gibi görünen aslında üretici ve tüketicilerin birbirleriyle satın alma ve satma üzerinden, yani meta değişimi üzerinden ilişki kurmalarından başka bir şey değildir.31 Bu nedenle örneğin Sovyetler Birliği’nde altmışlı yıllarda yoğunlaşan ve merkeziyetçilik-özerklik “karşıtlığı”na vurgu yapan reform tartışmalarının nihayetinde piyasa fetişisti aydınlar yaratması tesadüf değildir.
Merkeziyetçilik toplumsal işbölümünün ima ettiği otorite ilişkisinin dinamik bir çerçeve içinde kurumsallaşması, yani kurallara tabi kılınarak denetiminin ve yönetiminin mümkün hale getirilmesini sağlar. Merkezi bir irade söz konusu olmadığında verili güç ilişkilerinin yerleşik çıkarlara tahvil edilmesini önleyecek herhangi bir mekanizma kalmamaktadır. Yalnızca yatay ilişkilere bağlanmış bir “planlama” anlayışının piyasa hâkimiyetini yeniden üretmesi kaçınılmazdır, çünkü böyle bir yapının toplumsal mutabakat sağlamak için başka herhangi bir aracı bulunmaz. Laibman da bunu görmektedir:
“…aslında Hahnel ve Albert otoritenin herhangi bir biçimde kötüye kullanımından kaçınma çabalarında –ve açıkça ifade ettikleri niyetlerine karşın– kendiliğinden piyasalarla bağlantılı yabancılaşmayı büyük ölçüde yeniden üretmektedir. Modellerinde iterasyonların sonuçlarıyla ilgili bir toplumsal mutabakat oluşmasını teşvik edecek veya kolaylaştıracak herhangi bir şey yoktur; İrdeleme Kolaylaştırma Kurulu tamamen pasif bir rol oynamakla sınırlandırılmıştır. Öyleyse bir kez daha genel sonuçlar ancak gerçekleştikten sonra bilinebilir ve aşırı yönlendirme, çevrimler ve diğer dizginsiz fenomenlerin ortaya çıkmaması için herhangi bir neden bulunmamaktadır. Piyasalara ilişkin programatik tiksintilerine karşın iterasyonların değiş tokuş oranlarıyla, fiyatlarla, sonuçlanması gerekir. [Hahnel ve Albert’ın modelinde-A.B.] Bu oranlar planlanmış olmadıklarına veya siyasi denetim ya da ölçütlere tabi olmadıklarına göre, aslında neoklasik teorinin ‘denge’ fiyatlarını tekrar üretirler –Albert ve Hahnel de tartışmalarında kendi modelleriyle Walrasçı genel denge arasındaki benzerliklere işaret etmektedir. Sonuç olarak katılımcı üreticiler ve tüketicilerin yaptıkları sürekli toplantılar ve müzakereler, (…) aşırı organizasyon ve sonu gelmez görüşmelerin hayaletini yeniden diriltir. Bu gözlem şu önemli soruyu gündeme getirmektedir: Sosyalistler katılımcı demokrasiyi istiyorlar mı? Ne kadar istiyorlar? Karar alma süreçlerine katılım nihai bir amaç mıdır? Bu maksimize veya optimize edilmesi gereken bir şey midir?” 32
Laibman’ın eleştirisi katılımcı planlama teorisinin önemli bir dayanağını açığa çıkartıyor: Toplumun iktisadi süreçlere katılımının ideal biçiminin piyasalar aracılığıyla gerçekleşebileceği kabulü… Bu kabulün arkasından, “ama kapitalizmde piyasaların yol açtığı tekelleşme, yabancılaşma ve benzeri hariç tutulmak kaydıyla” diye bir ek düşülüyor. Piyasa sosyalizmi savunucuları bunu yıllardır söylüyorlar. Katılımcı planlama savunucuları ise meseleyi başka bir yerden, karar süreçlerine katılım noktasından, tutmakla beraber alınan kararlar arasında eşgüdüm nasıl sağlanacak sorusuna verdikleri veya vermedikleri yanıtlar bizi bahsettiğimiz kabule ulaştırıyor. Zaten katılımcı planlama ekolü içinde bunu açıkça ifade edenler de mevcut. Örneğin İngiliz iktisatçı Pat Devine ve Türkiye’den Fikret Adaman açıkça söyleyenler arasında:
“Piyasa değişimi, yani mevcut kapasite tarafından üretilen ürünlerin alım-satımı ile piyasa güçleri, yani atomize olmuş karar alma süreçleri sonucunda belirlenen büyük yatırım artışı veya azalışını içeren, üretken kapasitenin yapısındaki değişimler arasında bir ayrım yapıyoruz. Modelimiz piyasa değişimini muhafaza ederken piyasa güçlerini yerinden ediyor ve onların birbirine bağlı büyük yatırımlar arasındaki ex post (sonradan vuku bulan-A.B.) koordinasyonunun yerine müzakereye dayanan ex ante (önceden planlanan-A.B.) koordinasyonu geçiriyor.” 33
Önceden planlanan koordinasyonda müzakereye giren taraflar arasındaki eşitsizliklerin “piyasa güçleri”ni yeniden göreve çağırmamasını garanti etme imkânı var mı? Laibman’ın eleştirisini “hayır” anlamında okumak gerekiyor. O halde merkeziyetçilik, piyasa güçlerinin yeniden işbaşı yapmasına karşı katılımcı planlamada bulunmayan bir yanıt üretmiş oluyor.
Diğer taraftan, merkeziyetçilik otoritenin kötüye kullanılması, planlama sürecinin otoriterleşerek halkın katılımının önünü kesmesi sorunlarıyla malûl müdür? Bu risklerin bulunduğunu inkâr edemeyiz. Batılı iktisatçıların tiksintiyle yaklaştıkları Sovyet deneyiminde bu riskleri bertaraf etmek için verilen mücadelenin hayli zengin bir tarihi var.34 Buna karşın planlama süreçlerinde merkeziyetçilikle katılım arasında bir çelişki bulunmadığını, merkeziyetçiliğin halkın iktisadi ve siyasi süreçlerde rol almasını güvence altına aldığını vurgulamak durumundayız. Çünkü merkezi planlama, kararların tanımı, sınırları ve yetkileri belirli bir kurumsal yapı içinde alınması olanağını yaratır. Bu kurumlar işçi sınıfının katılımına kapalı olmadığı gibi, reel sosyalizm deneyimlerinin de gösterdiği gibi, sınıfın katılımını sağlamak için sürekli bir mücadele söz konusudur. Kaldı ki tarihsel deneyimlere bakılarak şu soru sorulabilir: Örneğin Sovyet deneyiminde “bürokratik merkeziyetçiliğin” altın çağı olduğu ileri sürülen 1953 öncesinde mi, yoksa 1953 sonrasında mı kitle inisiyatifi daha gelişkindir? Geniş yığınların yeni örgütsel biçimler geliştirmesi 1953 öncesinde mi sonrasında mı daha sık görülmüştür? Bu durumda halkın devlet yönetimine, iktisadi ve siyasi süreçlere katılımının hangi dönemde göreli olarak daha fazla yol aldığını söyleyebiliriz?
Bu sorulara tarihsel yanıtlar üretmek bu yazının sınırlarını aşıyor. Ancak Sovyet deneyimine düşmanca bakan tarihçilerin çalışmaları da dâhil edilerek yapılacak bir incelemenin 1953 öncesinde kitle dinamizminin daha fazla olduğunu ortaya koyacağı kanaatindeyim.
Katılımcı Ekonomi “Ütopyası” mı?
Katılımcı planlama teorisini ütopyacı sosyalizmin bir örneği olarak değerlendirenler mevcut. Marx ve Engels’in ütopyacı sosyalistlere eleştirilerinde iki boyut bulunuyor: Birincisi, Lenin’in tespitiyle, ütopik sosyalizm Marksizmin, yani bilimsel sosyalizmin kaynakları arasındadır. İkincisi, Marx ve Engels ütopyacıları tarihselcilikten uzak olmaları, toplumsal hareketin bilimsel yasalarını bilince çıkartmadan, “deney”le sınıfsız bir toplum kurulabileceğini düşünmeleri nedeniyle eleştirmiştir.
Birinci boyut göz önünde bulundurulduğunda katılımcı planlama teorisini ütopyacı sosyalizmin bir türü saymanın olanağı yoktur. Çünkü bu teoriyle Marksist anlamda sosyalizm arasında bir akrabalık ilişkisi kurmak güç görünmektedir. İkinci boyutu göz önünde bulundurursak, katılımcı planlama teorisinin tarihselciliğe olan mesafesi üzerinden ütopyacılığa yakın durduğunu söylemek mümkün olmaktadır.
Yukarıda kısaca anlatıldığı üzere, Hahnel ve Albert gibi yazarlar “katılımcı ekonomi”ye geçiş için kapitalizm içerisinde dayanışmacı deneyimlerin önünü açacak reformlar için mücadele vermek dışında bir şey söylememektedir. Bu reformlar vasıtasıyla katılımcı deneyimlerin sayısının ve yaygınlığının “doğal” olarak artacağını ve kitlelerin tam bir katılımcı ekonomiye geçiş için kapitalizmden kurtulmanın zorunluluğunun bilincine varacağını ileri sürmektedirler. İyi ama örneğin Porto Alegre belediyeciliğini, Mondragon kooperatifçiliğini, Kanada ve ABD’deki tüketici kooperatiflerini nasıl bir süreç ortaklaştıracak? Bu ve benzeri deneyimlerin ne özneleri ne de hedefleri ortak ve bütünleyici olduğuna göre, “kapitalizmden kurtulma” bilincini ne var edecek?
Bu soruların cevabı olduğunu sanmıyorum. Zaten katılımcı planlama yandaşları bu ekonominin nasıl bir tarihsel süreç sonrasında doğabileceği üzerinde durmaktan çok, savundukları “toplum modeli”nin neye benzediğini anlatmayı tercih ediyorlar. Bu nedenle rahatlıkla modellerinde örneğin “mülkiyet sorunu”nun bulunmayacağını ileri sürebiliyorlar. Zira bir devrim kurgusu yok, sınıflara atfedilen roller yok; neden mülkiyet sorununun nasıl aşılacağı, sosyalizmde sınıf mücadelesinin hangi araçlarla yürüyeceği üzerine kafa yoralım ki? Bunların hepsi zaten kapitalizmde tedricen gelişecek katılımcı ekonomi tarafından aşılmış olacak ya, düşünmeye gerek yok. Bu “tedrici geçiş” ne kadar sürer; bunu katılımcı dostlara sormanın hiç mânâsı yok. “Ne kadar sürerse o kadar” diye totoloji yapmak dışında bir çıkar yol bulabileceklerini sanmam. Herhalde sermaye sahipleri de katılımcı ekonominin erdemlerinin bilincine varıncaya kadar geçiş tamamlanmış olmayacak.
Bu arada “sermaye sınıfı katılımcılığın erdemlerinin ayırtına mı varıyor ne?” dedirtecek gelişmeler de olmuyor değil. Mesela Kerala ve Porto Alegre’nin “katılımcı ekonomi modeli” Dünya Bankası kılavuzları arasına girmiş. Bu, söz konusu deneyimlerin yerelci “yoksullukla mücadele programları” sunmak dışında bir ideolojik çıktısı olmamasından olabilir mi? Sosyalist planlamanın merkeziyetçi olması gerektiğini savunmanın demek ki bir de yerelci kuşatmayı yarmak gibi bir yararı var.
Ara başlıktaki, katılımcı planlama ütopyacı mı sorusuna geri dönersek; Owen veya Fourier görse herhalde şöyle derdi: Bu nasıl ütopya, bildiğin liberalizm…
Dipnotlar ve Kaynak
- Hahnel, Robin, İktisadi Adalet ve Demokrasi, Rekabetten İşbirliğine, çeviren: Yavuz Alogan, İstanbul, Ayrıntı Yayınevi, 2006, s.17
- Burada Hahnel’in terimleriyle konuşuyoruz. Yoksa “insani sermaye” kavramını benimsiyor değiliz.
- R. Hahnel. age, s. 42
- R. Hahnel. age. s.43
- R. Hahnel.age. s.70-71
- R.Hahnel ve M.Albert,A Quiet Revolution in Welfare Economics, bölüm 9, http://www.zmag.org/zparecon.quietrev htm.
- Fiyat sinyallerinin, gradyan prosedürlerin, miktar sinyallerinin veya karma sinyallerinin kullanılması, bilgi toplama sürecinin mantığından çok sürecin etkinliğiyle ilgilidir. Bazı prosüdürler merkezin aktarılan sinyaller hakkında bir “hafıza”ya sahip olmasını(her bir iterasyonda, önceki iterasyonlarda gelen bilgilerin de merkez tarafından karar girdisi olarak kullanılmasını) gerektirirken, bazıları bunu gerektirmez.Yine bazı prosedürlerde optimal karara ulaşmak için daha fazla tekrar gerekirken, bazılarında denge noktasına intibak daha hızlı gelişir, vesaire. Ancak bu özelliklerin hepsi sürecin etkinliğiyle ilişkilidir. Gerekli karar girdilerine ulaşmanın mantığı ise sürecin iteratif karakterinin sonucudr.
- R. Hahnel ve M. Albert, age, bölüm 9.
- R. Hahnel ve M. Albert, age.
- R. Hahnel ve M. Albert, age.
- R. Hahnel, İktisadi Adalet ve Demokrasi, s.117.
- R. Hahnel, age, s.116
- R. Hahnel ve M. Albert, age.
- R. Hahnel, age, s.121.
- M. Albert, Life After Capitalism, Londra ve New York, Verso,2003,bölüm 4; kitabın elektronik kopyasına şu adresten ulaşılabilir: http://www.zcommunications.org/zparecon/pareconlac.htm.
- M. Albert, age, bölüm 5.
- R. Hahnel, İktisadi Adelet ve Demokrasi, s.220.
- R. Hahnel, age, s.219-220.
- M. Albert, age, bölüm 8.
- R. Hahnel, İktisadi Adalet ve Demokrasi, s.223
- R. Hahnel, age, s.223.
- M. Albert, age, bölüm 9.
- R.Hahnel, age, s.161.
- Marx, K., Marginal Notes to the Programme of the German Workers’ Party, K.Marx, F.Engels, Selected Works, c.3 içinde, Moskova, Progress Publishers, 1973, s.15.
- K.Marx, age, s.18-19.
- Okuyan,K., Sovyetler Birliği’nin Çözülüşü Üzerine Anti-Tezler, İstanbul, Nazım Kitaplığı, 2005, s.23.
- Laibman, D., Deep History. A Study in Social Evolution and Human Potential, New York, State University of New York Press, 2007, s.150.
- Engels,F., “On Authority”, K.Marx, F.Engels, Selected Works, c.2 içinde, Moskova, Progress Publishers, 1977, s.376.
- F.Engels, agm, s.377.
- Engels makalesine o meşhur soruyla devam ediyor: “Bu baylar hiç devrim görmüşler mi? Devrim kesinlikle mevcut olan en otoriter şeydir; o halkın bir kısmının iradesini tüfekle, süngüyle ve topla, yani otoriter araçlarla bir başka kısmına dayatması eylemidir ve eğer zafer kazanan taraf boş yere savaşmış olmak istemiyorsa bu yöntemi,gericilere esin kaynağı olan silahlarının terörüyle sürdürmelidir.”(agm, s.379).
- Marksist olmayan iktisatçılar arasında da sorunu bu şekilde görenler bulunmaktadır. Örneğin Schumpeter,”Yalnızca (yasal olarak) eşit taraflar arasında kurulan bir özgür sözleşmeler ağına dayanan ve bütün insanların sadece kısa dönemli faydacı çıkarları doğrultusunda hareket ettiklerinin varsayıldığı bir toplumsal sistemin işlemesi mümkün değildir.” diye yazıyor.(Schumpeter’den aktaran W.Brus, Journal of Comparative Economics, c.4, 1980, s.53).
- D.Laibman, age, s.149
- Adaman,F.ve P. Devine, “The Promise of Participatory Planning: A Rejoinder to Hodgson”, Economy and Society, c.35, sayı 1, Şubat 2006, s.142.
- Liberal eleştirmenlerin Sovyetler Birliği’nde “bürokratik merkeziyetçiliğin” kanıtı olarak sunmaktan çok hoşlandıkları “işletmelerde tek adam yöntemi” uygulanası,yirmili yılların ikinci yarısında işletme yönetiminde parti,sendikalar ve fabrika komiteleri troykasına dayanan üçlü iktidar yapısını sadeleştirerek ,izlenebilir bir yönetim yapısı oluşturma girişimidir.Dolayısıyla yapılmak istenen işletme yönetiminin merkezin bürokratik denetimine alınması değil, yönetim süreçlerini sekteye uğratan karmaşık iktidar yapısının basitleştirilmesi ve işler hale getirilmesidir. Bu konuda kapsamlı bir tarihsel döküm için şu çalışmaya bakılabilir: Kuromiya,H.,”Edinonachalie and the Soviet Industrial Manager”, Soviet Studies, c.36, sayı 2, Nisan 1984