Faşizm ve ekonomi politik… Marksist ekonomi politik ile III. Enternasyonalce üzerinde en son mutabık kalınan faşizm tahlili yanyana getirilince ne yazık ki faşizmin ekonomi politiği çözümlenmiş olmuyor. Çünkü böylesi bir arayışın içine sanıldığından çok daha fazla konjonktürel zorunluluklar siyasi parametreler ve teorinin kendi içinde taşıdığı eşitsizlikler siniyor.
Bugün bilimsel sosyalist gelenekte iktidar perspektifi dışına düşmüş kimi siyasi temsilciler faşizm sorununu “en gerici tekeller” tekerlemeleriyle çözümlediklerini varsayıp rafa kaldırmış ekonomi politik konusunda katkı bekleyen bir alanı da troçkizan iktisatçılara bırakmış gözüküyor. Faşizmin tahlili kapitalizmin ekonomi politiğinden ve burjuva toplumunun bütünsel eleştirisinden koparıldıkça ne yeni sol akademisyenler ne de geleneksel solun derinliksiz tekerrürden ibaret kimi çözümlemeleri var olan boşluğu dolduramayacaktır.
Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’nın kimi üniversitelerine yerleşmiş solumsu iktisatçılar yaklaşık on yıllık periyodlarla ekol ve moda üretme misyonunu yükleniyorlar. Geleneksel solda ise faşizme yönelik “en gerici en emperyalist tekeller” artık söyleyene de dinleyene de sıkıntı veren bir tekerlemeye dönüştü ve sorgulanmayı hak eder hale geldi.
I
Öncelikle vurgulanması gereken faşizmin kendi başına ekonomik göstergelerle açıklanamayacağıdır. Yani tekelci kapitalizmin evrensel görüntülerinden altyapısal özelliklerinden oluşan bir denklem kurulduğunda bunun sonucu doğrudan faşizmi vermiyor. Sadece iktisatın yoğunlaşmış siyaset oluşu (ya da tam tersi) kuralı yüzünden değil faşizmin iktisadi nedenselliği aşan bir güç gösterisi olması nedeniyle de…
Fakat her şeye rağmen burjuva devletinin ve ideolojisinin evrimiyle burjuva toplumunun iktisadi gelişmesinin bir kesidine faşizm damgasını vuruyor. Bir sapma bir çılgınlık ya da ayrık bir vaka olarak değil burjuvazinin tüm tarihsel evrimine tüm egemenlik biçimlerine içkin ilerici niteliğini tüketmiş bu sınıfın evrensel gerici yönelimiyle organik olarak ilişkili bir egemenlik biçimi olarak. Bu yönüyle marksist empistemoloji “faşizmin ekonomi politiği” kavramı gölgesinde sınırları çizilmiş kapitalizmin ekonomi politiğinden soyutlanmış bir kategori tanımlamamıza izin vermemektedir. Faşizm ekonomi politiğin tahlil araçlarıyla incelenebilir fakat “faşizmin ekonomisi” diye özgün bir iktisat yaratılamaz. Faşist bir iktidarın iktisadi politikası her şeyden önce tekelci aşamasındaki kapitalizmin artık değerin mâledilmesi sürecinde geliştirilmiş veya geliştirilmek üzere ortaya atılmış kimisi de basit tekrarlardan oluşan yöntemlerinin belirlediği bir uygulamalar toplamıdır. Ampirik verilerin ışığında kapitalizmin iktisadi çevrimlerinin inişe geçtiği kesitler de siyaset gündemine getirilen bir yöntemler dizgesidir faşizmin iktisadi politikası…
Faşizmi iktisadi açıdan tanımlamaya yaklaşırken tekelci kapitalizm ve emperyalizme ilişkin herkesin bildiği felaketleri tekrarlamadan daha ziyade bir cephe politikası uğruna önemsizleştirilmiş teorinin neredeyse dışına itilmiş bağlantıları öne çıkarmak daha yararlı olacaktır.
Faşizm, kapitalist üretim ilişkileri içerisinde üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkinin artmasında ve özellikle bunalımın en yıkıcı noktası yaşandıktan hemen sonra gerçekleştirilen bir kapitalist sürümü çerçevesidir. Yaklaşık bütün araçlarını kendisini önceleyen bunalım dönemlerinden iktisadi politikasının ana hatlarını da kapitalizmin uzun resessif dönemlerinde burjuva toplumun iktisadi reflekslerinden devralır. Özel mülkiyet artık değer tekelleşme bunalım… Faşizmin bu kategorilere ilişkin yönü kapitalizmin ekonomi politiği ile yapısal bir bağlantı içindedir. Burjuva toplumu bu tohumu bağrında hep saklı tutar. Faşizmi bir olasılıktan gerçekliğe dönüştüren siyasal güç dengeleri ve uluslararası ilişkiler ise konjonktürel etmenler olarak ortaya çıkarlar.
Keza benzer bir bunalım değişik kapitalist ülkelerde faşizm uygulaması fiilen yaşanmadan da atlatılabilir. Kapitalizmin güçlü halkalarında I. Savaştan sonra yaşanan budur. Yine aynı özelliğe uygun olarak tekelleşmenin en ileri boyutlara ulaştığı emperyalist aşamanın öncüleri (ABD İngiltere) faşist bir iktidarı eş geçebildiler. Faşist iktidar yıkıldıktan sonra tekelleşme geriye saymaz artık değer azalmaz tersine sömürü oranı yükselebilir de…
Faşizmi, burjuva demokrasisine tekabül ettirilen serbest rekabetçi kapitalizmden nitelikçe ayıran hatta tekelci kapitalizmin “en saldırgan en gerici şekilde uç ve ayrık bir örneği olarak tanımlayan her tez özü gereği burjuva ideolojisine yakınlaşır.
Nedir en gerici tekeller?.. Burjuvazinin artık değeri kendine maleden tüm diğer üretim faaliyetlerini ve sermaye sahiplerini bir çırpıda aklayıveren iktisadi suçlular mı Yoksa en yüksek sömürü oranının geçerli olduğu dallardaki tekeller mi En gerici olmanın sınırı nedir Yoksa sürekli biçimde biri diğerinden daha gerici olan tekeller ortaya çıkar mı Sermayenin konsantrasyonunun en yoğun olduğu ülkelerde “burjuva demokrasisi” varken neden daha az sermaye birikimini ve konsantrasyonunu temsil eden ülkelerde “en gerici tekeller” kalkıp “açık terörcü diktatörlüklerini” koruyorlar Bu sorular sorulmadığı sürece “en en en” formülü geçerlidir…
Oysa geçerli olan emperyalizmin ve tekelci kapitalizmin evrensel yasalarıdır. Kapitalizmin bir bunalım evresinden diğer bir bunalım evresine devrettiği birikim ve iktisadi regülasyon araçlarıdır. Tekelleşmenin yatay ve dikey boyutlarıdır. Burjuvazinin emperyalizm aşamasındaki evrensel gericiliğidir.
Faşizmi yaşayan ülkelerin iktisadi evrimine yakından baktığımızda faşist diktatörlüğün toprağını hazırlayan tüm iktisadi problemlerin ve çelişkilerin kapitalizmin tarihsel çelişkilerinden ve evrensel sorunlarından farklı olmadığı görülür. Almanya için ana açmaz iki savaş arasında üretici güçlerin gelişmesiyle sürüm olanakları arasındaki çelişkiydi. Bu çelişki derinleştikçe zayıf halka niteliği belirginleşir. Aynı çelişki tüm kapitalist üretim ilişkileri için geçerlidir ve sonuçta sorun bir derece sorunudur. Almanya 1913’te sınai üretimde ikinci sırada yer alıyordu. Fakat gecikmiş ulusal birlik sermaye birikimi ile yatırım olanakları arasındaki eşitsizlik Almanya’yı (ve İtalya’yı) bunalımları ağır atlatan ülkeler haline getirdi. Almanya’nın sınai üretiminin gerilemesi I. savaşta yeralan diğer Avrupa ülkelerininkinden daha derin oldu. 1929 bunalımında en büyük darbeyi Almanya (ardından İtalya İspanya Macaristan) yedi. Zayıf halkalar güçlü halkalarla ilişkilerini gerilimli hale soktular. Almanya I. savaş sonrasında ulusal toprakları dışına yatırdığı sermayenin yaklaşık tümünü yitirdi. Dünya pazarından elenme riski zayıf halkaları farklı siyasal yönelimlere soktu. Tüm bunların en güzel soyutlaması “Emperyalizm” adlı çalışmada ortaya çıktı.
Büyük bunalım kapitalist ülkeleri farklı dozajlarda fakat aynı iktisadi göstergelerle etkiledi. Tekelleşme ve savaş ekonomisi birbirini tamamladı. Bu ikinci savaş sonrasında bütün kapitalist ülkeler için geçerli olan yönelmeyi Almanya için daha yakıcı olarak geçerli kıldı. Sınırlılaştırılmış pazara devlet siparişleriyle takulyeyi amaçlayan ek bir pazar oluşturma yöntemi…
Yukarıda belirttiğimiz yöntem giderek artan kısıtlarla çevrilidir. Çünkü tekelci kapitalizm kapalı devre halinde işleyemez. Düşen kâr oranı ulusal sınırlar ötesindeki göreli yüksek kâr oranına sahip piyasalara iter sermayeyi. Savaş ekonomisi tekellere yönelik artık değer arttırma yöntemleri çağdaş himayecilik vb. bunun için yürürlüğe konur. Nasyonal-sosyalizm otarşik ekonomisi ile yayılmacı yönelimini bu kapta eritir. Bu birliktelik ne tarihte ilk defa yaratılmış bir “diyalektik birlik”tir ne de yalnızca Almanya ve İtalya’ya özgüdür.
Zayıf halkalar güçlü halkalara zaaf aktarır. Zayıf halka zaafları kalıcılaştırır. “Öte yandan Almanya’nın yabancı ülkeler karşısındaki bağımlılığı ve ödeme zorunda olduğu faizlerin yükü yıldan yıla artıyordu. Almanya büyük kapitalist ülkeler zincirinde bir yanda yoğun bir sanayileşmeye öte yanda da bunu massedemeyecek yetersiz bir iç ve dış pazara sahip oluşuyla en güçsüz halka konumuna geliyordu. 1
Zayıf halka, zaaf ve zarar üretir. Zararları telafi etmek zayıf halkanın kendini zorlamasına yol açar. Faşizmin amacı zararların sosyalizasyonudur. Bu amaç tüm bir Keynes-sonrası batı iktisadına devroluyor. Sendikal literatüre “emekçilere ödetilen bunalımın faturası” söylemiyle yansıyor. Ve kapitalizmi toptan hedef almadıkça hiçbir siyasi anlam taşımıyor.
Gerçekten I. Savaş sonrası faşizmin otarşik ekonomisi dış ticaret tekelinin dışında kaba bir merkantilist korumacılığa dayanıyordu. Sermaye birikimi kendi dinamiğini sağlayamadıkça zorunlu olan korumacılık 20. yüzyıl zayıf halka ekonomilerine saldırgan bir nüans ile tercüme oldu. İkincisi savaş ekonomisi hem 1914-1918’de hem II. Dünya Savaşı sonrasında tüm savaşan ve savaşa hazırlanan kapitalist ülkelerde uygulandı.2 Kesinlikle ne militarist Almanya ne de ürkek İtalya bunları gökten indirmediler.
O halde faşizm, iktidara yönelik kozunu oynadığı andan itibaren bilimsel sosyalist teori tarafından soyutlanabildi mi Bunun yanıtı olumsuzdur. Faşizm öncelikle iktidar öncesi ve sonrası arasında ciddi farklılıklar yaşadı. Sıcağı sıcağına bir teorikleştirmenin gerçekleştirilememesinin bir diğer nedeni de bilimsel sosyalist teorinin ve ekonomi politiğin faşizm deneyimine uygulanmasındaki eşzamansızlıktır. Bu yönüyle faşizm ve anti-faşist mücadelenin tarihi eşzamanlıdır. Fakat sınıfsal analizi değil… Anti-faşist mücadelenin günlük ve pratiğe ilişkin zorunlulukları mücadele verenlerin en doğru çözümlemeyi yapmalarını çoğu kez engellemiştir. Özellikle likide olan devrimci durumları izleyen savunma pratiği ittifak arayışlarını öne geçirmiştir. İtalyan komünistleri yokedilen Alman komünistleri 20 milyon şehidiyle Sovyet insanları…
Ernest Mandel’in “faşizmin tarihi aynı zamanda faşizmin teorik tahlilinin de tarihidir”3 önermesi hariçten okunan bir teorisizmi yansıtır. Bunun yanısıra geleneksel III. Enternasyonal partilerinin ve teorisyenlerinin faşizm tahlillerinde Troçkizm ile girişilen hesaplaşmanın sızdırdığı uzlaşmacı çizgiler hemen göze çarpar. Son derece politize kaygılarla harmanlanmış bu tezlere ve Troçkizmin kof ve örgütsüz radikalizmine ayrıca değineceğiz. Kapitalist toplumun ekonomi politiğindeki evrensel sürekliliğe döndüğümüzde “en gerici tekeller” tekerlemesini ve bunun faşizmin gerisindeki sınıf ve kesimleri ne ölçüde temsil ettiğini tekrar tekrar sorgulamak zorunluluğu doğuyor. Finans kapital üretken sermaye ve para sermayeye dayanır. Tekelci sınai sermaye ve banka sermayesi kendi aralarında taşıdıkları değişebilen dengelerle finans kapitalin gücünü oluştururlar. Tekelci aşamada üretimin sürmesi kapitalizmin tarihsel iktisadi eğilimine bağlı olarak sermayenin konsantrasyonunu giderek daha zorunlu hale getirir. Tekelci aşamada üretimin devamı için ana zorunluluk giderek daha konsantre bir ölçekte ortalama kâr oranına bağlı olarak sermayenin bir üretim alanından bir diğer üretim alanına (kâr oranı daha yüksek ya da ortalama kâr oranının düşme hızının daha az olduğu bir alana) geçebilmesidir.
Oysa sermaye, hele mali sermaye bütün kütlesiyle transfer olmaz. Sadece değişken sermaye en elverişli koşullarda bütün kütlesiyle transfer olabilir. Bu birinci kısıt. Buna ek olarak ikinci bir kısıt da sermayenin bir üretim dalında üretimi sıfıra yaklaştıracak ölçüde terkedip daha üretken bir alana bütünsel olarak kaymasının mümkün olmamasıdır. Tekelci üretim zinciri de zinciri koparabilecek tehlikeler altındadır. Finans kapital tekelci yoğunlaşmayı sürekli olarak üretim aşamalarına bağlı sermayeler arasında bir bağımlılık zinciri kurarak sağlar.
Tekelci entegrasyon sermayenin soyutlanmış kesimlerini tekelci üretime sokar. Fakat tekelci bağımlılık eşit koşullarda ortaklık anlamına gelmez. Kendi içinde deyim yerindeyse bir hiyerarşi taşır. Bu hiyerarşi içerisinde hiçbir zaman en tepede olduğu düşünülen en konsantre kapital tüm üretim zincirini belirleyemez ve belirlemesi de gerekmez. Bu durum tekelci üretimin doğasına uygundur. Çünkü tekelci üretim genel yeniden üretimi kâr oranı düşen alanları diğer sermayelerle birleştirerek ve kendinden uzaklaştırarak denetlemeye çalışır. Bu finans kapitalin yüksek maliyetli üretim aşamalarını burjuvazi içerisinde dağıtması şeklindeki bir nesnel işbölümü ve bağımlılık dayatması anlamına gelir.
Kapitalizmin ekonomi politiğinde, mutlak serbest rekabet de mutlak ve dışlayıcı tekelci piyasa da uç ve izafi noktalardır. Fiili dengeler hep bu iki noktanın arasında yer alır. Fakat serbest rekabeti giderek geride bırakır. Bu yönüyle “en gerici tekeller” olarak adlandırılan tekeller ile ondan derece derece “daha az gerici” olan tekeller ve toplumsal sermayenin diğer kesimleri birbirlerine sıkıca bağlıdırlar. (Bu garip skalayı kullandığım için özür dilerim.)
Kâr oranının düşme eğilimi tekelci kapitalist aşamasında ivme kazanarak devam eder. Finans kapitalin kâr oranının düşmesi karşısındaki mücadelesi aynı zamanda toplumsal sermayenin bir kısmının maksimum kârdan ortalama kâra bazı kesimlerinin ise ortalama kârdan da aşağıda gerçekleşen üretime yöneltilmesini içerir. Çünkü her şeyden önce farklı kaynaklı sermayeler tekelci üretim için biraraya gelirler ve farklı kaynaklı sermayeler arasındaki rantabilite farkları onları tekelci üretim süreci içindeki değişik aşamalara bağlar. Almanya’da konzernler ya da diğer ülkelerdeki karteller mali açıdan ise hisse senetli oluşumlar bu sürecin görüntüleriydiler. Tüm bu tekelleşme sürecinde belirgin ve değişmez iki rasyonalite vardır: 1) Genel yeniden üretimin devam etmesi 2) toplam artık değerin artırılmaya çalışılması…
Bu süreç içerisinde küçük sermayeler yok olmaz. Sadece değişken sermaye daha büyük sermayeye katılır. Sabit sermaye ise terkedilmek bir yana genel yeniden üretimde gerekli olur; yani tekelci aşamada yeniden değerlendirilmiş sermaye olarak üretime girer. Bağımlılığın temeli budur.
Öte yandan sermayelerin organik bileşimi (değişken ve sabit sermayelerin oranı) doğal olarak yukarıdaki süreci çok yakından etkiler. Faşizmin iktisadi altyapısını tanımlarken çok önemli olan tekelleşmede bu organik bileşimlerin farklılığı tekelci sermayenin farklı kaynaklı farklı bileşimli ve kârlılıklı kesimleri arasında üst üste bağımlılık yaratır. Önemli olan toplam artık değer kütlesinin aşağı düşmemesi çabasıdır.
Faşizm öncesinde de sonrasında da tekelleşme değişik sermayelerin toplumsal yeniden üretim ve değişim faaliyetlerinde birinin daha rantabl diğerinin ise değerden düşmesi pahasına gerçekleşir ve karmaşıklaşan bir ortaklık halini alır (Örneğin hisse senedi şirketler ya da dikey tekelleşme). Tekelci kapitalizm aşamasında devlet yeniden üretimin vazgeçilmez öğesi olarak sürece entegre olur ve tekeller arası sorun devletten aktarılan artık değerin de paylaşılması hâline gelir. Tekeller arası ve tekelci olmayan sermaye ile bütünsel bir sınıfsal işbölümü burada zorunludur. Küçük sermayeler devreden çıksa tekel sermayesi bu alanları maliyeti daha yüksek tarzda doldurmak ya da doldurması için devlete taviz vermek zorunda kalır. Örneğin 1936-39 yıllarında Almanya’da tekeller buna azami özen gösterdiler. Öte yandan eğer tekeller üretimi durdurursa diğer sermayelerin verimliliği ile kârlılığı da düşer. Ufak sermaye birikimi ile yatırım olanakları arasındaki fark daha büyük bir krize ya da kredi talebine yolaçar. Faşizmin siyasi iktidarının arifesinde Kuzey İtalya’da olan budur. Sonuçta;
1) Tekelci aşamada eşitsiz gelişme zayıf halkaları ve zayıf halkaların bunalımdan en derin biçimde etkilenmesini birlikte getirir
2) Öncelikle zayıf halkalar bunalımın yükselen maliyetini faşist bir rejimle kontrol etmek isteyebilir
3) Kendi başına bir “faşizmin ekonomi politiği” yoktur
4) Tekelleşme değişik sermaye gruplarının bağımlılaştırılması süreciyle birlikte işler.
II
Faşizm deneyimini ilk aşamada evrenselleştirmeden ortaya çıktığı topraklarda inceleyelim.
Faşist ideolojinin kendinde varolan eklektizm Almanya ve İtalya’ da uygulanan iktisadi politikalar için de geçerliydi. Daha önce belirtildiği gibi savaş ekonomisi tüm yönleriyle 1910’larda uygulanmaya başlandı. Ekonomilerin militarizasyonu ordunun güçlü bir talep unsuru olması ve tıkanık iç talebi geliştirme ihtiyacı 1890’dan sonra Avrupa ve Kuzey Amerika’da son aşamasına gelmiş tekelleşmenin doğrudan sonuçlarıydı. Bunları faşizmin iktisatçıları keşfetmedi. Sadece dünya pazarından elenme eğilimine karşı ve kendi sanayilerindeki eşitsiz gelişimin zorlayıcılığını politikaya döktüler. Almanya bu konuda İtalya’yı da geride bıraktı.3 Özellikle nasyonal sosyalizm sınırlı iç pazara devlet siparişleriyle oluşturulmuş ek bir pazar eklemi ihtiyacı duydu. Bu saldırgan bir korumacılığı besledi. Bu korumacı politika 70’lere kadar sürdürülen ithal ikameci politikalardan nüanslarla ayrıldı. İlginçtir silahlanma korumacı bir politika içinde biriken fakat dışarıya transfer edilemeyen ya da sermaye ihracına yöneltilemeyen sermayenin bir değerlendirilme biçimiydi. Bu haliyle bile Alman sermayesi uluslararası sermaye ile içiçe gelişti. Silahlanma harcamalarını ülke içinde kalmış Amerikan ve İngiliz sermayeleri de büyük ölçüde finanse etti. Bu politika hiç de yabancı olmayan “kanun hükmünde kararnameler” çıkarılarak ve devlet siparişleri sübvansiyonları ve klasik güdümlü ekonomi regülasyonları ile içiçe yürüdü.
Çoğunlukla Almanya’da ve bir ölçüde İtalya’da devlet dara düşen işletmeleri pay senetleri alarak besledi bu politika kesinkes faşizm öncesi hükümetler tarafından etraflıca yürütüldü. İştirak sistemi sayesinde giderek daha fazla sermaye kontrol edilir hale geldi. Nasıl bir bağımlılık yaratıldı Cevabını Bettelheim veriyor: “Gerçekten tekeller kapitalizm ile birlikte sıkı bir fiyatlar ve ücretler politikası geliştiği ölçüde maliyet fiyatları yüksek küçük boyutlu işletmelerin kendi yanlarında varlıklarını sürdürmelerinde büyük işletmelerin çıkarları vardır.” 4 Mekanizma basit ve tanıdık: Mali sermayeyi hisse senetleri ve kredi piyasası aracılı ile kontrol etmeye çalışmak sınai sermayeyi ise yatay veya dikey entegrasyon ile üretim sürecine dağıtarak bir bağımlılık ilişkisi yaratmak. Hem hisse senetleri aracılığı ile sübvansiyon hem de fiyatlar politikası Nazi yönetimince (keşfedilmiş değil) edinilmiş iktisadi reflekslerdi. Nazi yönetimi fiyat rejimini iktidarı öncesinden devralıyor.5
1920-23 enflasyonist dönem 1929 bunalımı ve 1931 bankalar krizi… Tüm göstergeleriyle birlikte bütün dünya (Sovyetler Birliği hariç onlar 1928-32 sanayileşme planlarını zamanından önce bitirmekle meşguldüler.) fakat en çok da Almanya bu darbeleri derinliğine yaşadı. Sonuç bu klasik bunalım-sonrası sonuçlarının dışında (işsizlik düşen kâr oranı vb.) kredi enflasyonu ve ekonomide bir likidite artışıdır. Buraya değin güzel fakat tekelci burjuvazi içindeki bileşimi ne belirliyor Özellikle bunalım sonrası artan likidite ve kredi enflasyonu faiz oranları üzerinde doğrudan etkide bulunuyorlar ve düşük faiz sınai sermayenin yüksek faiz ise rantiye ve para sermayesinin avantajlı olduğu bir durum yaratıyor. Tekelleşme sürecinde siyasi koalisyonlara da bağımlılık ilişkilerine de yansıyan bu eğilim faşizmin dönemsel vurgularını belirler. Kimi kez girişimciler kimi kez ihracatçılar kimi kez de bankalar lehine. Bu konuda özellikle Alman mali sistemi tekelci sermayeler arasında neredeyse tümüyle yansızdır. 6 Yani hep “en gerici tekeller” (kimlerse) değil değişen dengelere göre politika belirlenen faşizmin iktisadi politikası. Bu konuda Nazizm ile İtalyan faşizmi arasında bile bir açı vardır.
Almanya’da bankalar ve finans kurumları sınai sermayeyi sürekli kısıtlamış üretim hacmini belirlemiştir. Toplam kârın giderek büyük bir bölümü finans ve mali sermayeye gitmiştir. 7 Mali sermaye biraz da fazlaca gelişkin bankalar sisteminin etkisiyle sınai sermaye üzerinde kredi ve enformasyon üstünlüğü kurmuş ve bundan kurtulma yollarını tıkamaya çalışmıştır.
Buna karşılık Almanya’da sınai sermaye oto-finansmanını sağlayarak mali sermayeye olan bağımlılığını azaltmaya çalıştı. Sınai sermaye devletin bankalar üzerinde denetimini ve bankaların merkezsizleştirilmesini istedi. 8
Bir başka kaynak Laufenberger bize büyük sınai tröstlerin oto-finansman uygulayacak denli özgürleştikleri zaman özellikle emisyon bankasının düzenleyici etkisini sorguladıklarını gösteriyor. 9 Bu denge yalpalanarak sürdü. İtalya’dakinden farklı olarak Nazi bürokrasisi sınai sermayeyi yönlendirdiği ölçüde mali sermayeyi denetleyemiyor. 10
İtalya’da ise bürokrasiye bile tepeden bakan bir (deyim yerindeyse) sınai sermaye otokrasisi vardı. Tekelci sanayicilerin örgütü Confindustria ekonominin bütünsel denetleyicisi pozisyonunda idi ve Mussolini’den kopartmadığı ya da almadığı taviz yoktu.
Öte yandan hem Almanya’da hem İtalyan faşizminde ortak bir uygulama olarak korporasyon sisteminden söz etmek gerekir. Korporasyonlar öncelikle kuruluş mantıkları tüzükleri ve işleyişleri gereği ticari sermaye tarım kapitalistleri esnaf sermayesi orta sermaye dış ticaret sermayesi (ithalat-ihracat) ve büyük tekelci sermaye arasında sonuncusunun lehine ahenkli bir işbölümünü oturtmanın kurumlarıydılar. Burjuvazinin bu sınıf-içi iktisadi konsensusunu ne faşizm döneminde ne de yıkılırken hiçbir aykırı ses ya da itiraz zedelemedi.
Geleneksel sol partilerin burjuva sınıf içi çatlaklara ve bu çatlaklardan yararlanma politikalarına dayanak olarak gösterdikleri kimi kapitalistlerin gazete ilânları tekeller arası çatışma ya da kimi tekel sözcülerinin iktisadi politikayı eleştiren demeçleri hiçbir şekilde sosyalistler için veri teşkil etmez. Keza burjuvazi merkantilist dönemden başlayarak hiçbir iktisadi politikayı kendi bütünsel çıkarlarını ne denli savunursa savunsun yakınmasız ve itirazsız karşılamadı. Korumacı politikalarda bunaldı; serbest ticaretten muzdarip oldu; savaş ekonomisinden en fazla kâr edenler hükümete en fazla imalı eleştiri yöneltenlerdi… Bu tarihsel siyasi dışavurum eğilimi finans kapital için de geçerliydi.
Nazizm ve faşizm duraksayan iktisadi mekanizmayı yeniden çalıştırma misyonuna her bunalım sonrası iktidar gibi talip oldu. Buna ek olarak zayıf halka olmalarının çoğalttığı sarsıcı etkileri zaafları ve zararları tüm sınıflara yayarak aşma yoluna gittiler. Bu süreç içerisinde tekelci sermaye ve finans oligarşisi içerisindeki her türden iktisadi çıkar ya da taktiksel öneri farklılıkları sanıldığından da yerleşik kurumsal mekanizmalar sayesinde aşıldı. İtalya’da Confindustria ve korporasyonları İktisat Bakanlığı’nın denetimi altında sanayiciler Fransa’da C.G.P.F. hep bu bağımlılaştırma ve uyumlulaştırma siyasetinin kurumsal görüntüleriydiler.
Tüm bunların yanı sıra finans kapitalin Almanya ve İtalya’daki iktisadi siyasetinin diğer kapitalist ülkelerdekinden farklı olduğunu varsaymak ciddi perspektif kaymalarına yol açacaktır ve açtı da. Yine C. Bettelheim ayrıntılı çalışmasında tröstler ve kartellerin iki savaş arasında yekpare bir politika yürüttüğünü saptayabiliyor. 11 Örneğin tüm kapitalist ülkelerde satış fiatlarının saptanması… savaş ekonomisinin dengesine zararlı olacak ve dışsatımların genişliğini daraltacak düzensiz yükselişi engellemek sözkonusuydu. Öyleyse… emperyalizmin ‘genel çıkar’larını savunmak sözkonusuydu” 12 .
Himayecilik ve güdümlü ekonominin ürünlerinden biri tekelci planlama sonuçlarından biri ise Mandelbaum’un deyimi ile “zorunlu istikrar”dı. Tekelci sermayenin değişik kesitleri hep bu istikrar dengesi içinde iç bağımlılıklarını ve iç pazarlıklarını yürüttüler. Ekonomi politikasının bizzat kendisi bir bunalım hafifletme politikası olduğu için 1) güdümlü enflasyon 2) kredi genişlemesi 3) para piyasasına aşırı başvuru 4) üretken olmayan kamu harcamalarında artış gibi yöntemlere çokça başvuruldu. Bu yöntemler ağırlıklı olarak 1873 bunalımı sonrasına bir izdüşümüydü. En özgün (!) görüntüsü Keynesgil önlemlerle ortaya çıktı. Ve diğer burjuva diktatörlükleri ile faşist ekonomilerin iktisadi açıdan sanıldığından daha ayrımsızlaştırıcı olduğunu ortaya koydu. Özellikle şu ana kadar açıkladığımız ana hatlar ve ayrıntılarda. Örneğin 1936 Eylülünden itibaren ikame malları sanayi girişimleri başlatıldı. Bayındırlık harcamalarında olağanüstü artış yaşandı. Yine ilginçtir 1936 yılı hem iktisadi plan girişimlerini hem de ithal ikameci politikaların uygulanmasına tanık oldu.
Burjuva iktisadı cilalanmış ve teknikleştirilmiş tekerrürden ibarettir.
Finans kapitalin tekelleşmeye yönelik etkileri a) enine iştirakler b) dikey yoğunlaşmalar yoluyla işledi. Şu ana dek sözünü ettiğimiz bağımlılık ilişkileri bu her iki düzlemdeki ilişkiler için de geçerli oldu. Bağımlılığın kırıldığı tek süreç önceden sermaye sahiplerinin mülksüzleşmesi alanında işledi. Bu da faşist rejimde yoğunluğu artan bir eğilim taşımasına karşın ekonomi politik analizinde her zaman değerlendirilmiş kapitalizmin doğal evriminde var olan bir yasadır.
Bununla birlikte “ana yapının değişmemesine yol açan bir diğer neden rekabet anarşisinin sürdürülmesidir.” 13 Kapitalizmin ve finans kapitalin de bütünsel varlığını bu korur.
III
Sonuçta finans kapitalin egemenliği yeni bir üretim tarzı olmasa bile yeni bir bölüşüm ve dağılım tarzıdır. Devletle bütünleştiği ölçüde bu yapıyı kapitalizmin sınırları içinde geri çevrilmez kılar. Fakat bu yapının ana hatları burjuvazinin sınıf egemenliğinin bütünsel ve tarihsel birikiminden koparılamaz. Örneğin iç talebin önemli olduğu ithal ikameci politikalar faşist ekonomilerde sınai ücretlerin düşüşünün memur ücretlerindeki düşüşün yanında ihmal edilir kılınmasına neden olabilir.
Sonuçta hem İtalyan faşizmi ile Alman nazizmi arasında uygulama farkları olabilir hatta bu farklar faşist ekonomilerle diğer savaş ekonomileri arasındaki farklardan daha da fazla olabilir. Bunun ötesinde tekelci aşamasında kapitalizm uluslararasılaşan sermaye sayesinde tüm ekonomik birikimini özelde tekleşen bir iktisadi siyasete indirger. Faşizm bu süreç içerisinde kendisinden önceki politikalardan devralınmış unsurları ve kendisinden sonraki burjuva demokrasilerine devrettiği politikalarıyla bir halka oluşturur.
-Faşist ekonomilerin militarizasyonunda Britanya ve Amerikan sermayesinin payı ile
-Himayeci iktisat politikasıyla
-Finans kapitalin diğer kesimlerini ya bağımlılaştırıcı ya da mülksüzleştirici etkileriyle
-Toplam artık değerin paylaşılma yöntemleriyle
-Keynesgil kamu harcamaları enjeksiyonuyla
-Önceki hükümetlerin iktisat politikalarından devraldığı fiyat rejimiyle
-İthal ikameci kâr yönlendirmeleriyle
-Maliyeti yüksek alanlara giren devlet yatırımlarıyla
-Kamu borçlanması kullanımı ve vergilendirme politikasıyla
-Dikey yoğunlaşma ve enlemesine iştirakler yöntemiyle
-Tekelci rekabeti sürdüren yapısıyla
-Enflasyonist kredi şırıngalarıyla faşist ekonomi faşist partilerin ya da cuntaların iktidarda olmadığı tekelci kapitalist ülkelerin ekonomisinden kategorik bir farklılık göstermez.
Yukarıda kendimizi sınırladığımız çerçeveye örneğin ticaret sermayesinin konumunu tarımsal yapının özelliklerini ya da başka ülkelerdeki faşist deneyimleri katmadık. Bu bundan sonra Türkiye de dahil diğer kapitalist ülkelerdeki deneyimleri merceğin altına sürmeyeceğimiz anlamına gelmiyor. İsteyen istatistikleri ve ekonometrik modelleri ile yukarıda belirtilen göstergeleri sınayabilir. Fakat mütevazi bir karşılaştırmalı yaklaşım bile bir gerçeği vurguluyor: İşin içine zaaftan kaynaklanan siyasal kaygılar mülk sahibi sınıflardan müttefik arayışları karışmadığında şu meşhur “en gerici tekeller” gerçekten birer tekerlemedir…
Dipnotlar ve Kaynak
- Bettelheim C.; Nazizm Döneminde Alman Ekonomisi, Sava yay., 1970, s.14-18
- a.g.e., s.51
- Alman sanayiindeki eşitsiz gelişme için bkz. Bettelheim, s. 8
- Bettelheim; s.39
- a.g.e., s.151
- a.g.e., s.196-197
- a.g.e., s.155
- a.g.e., s.100
- Launfenberger K.; L’intervention de l’etat…, s.234
- Bettelheim; s.98
- a.g.e., s.55
- a.g.e., s.56
- a.g.e., s.59