“Sosyalist parti”nin tartışılmasında birkaç adım daha atmak mümkün mü? Başka deyişle, partinin yapısı, ilkeleri, işleyişi gibi konularda bugünden ortaya konabilecek neler var?
Yazı bu alana bir giriş niteliği taşıyor. Kolay iş olmadığını belirtmek isterim. Bir yanda “örgüt anısı” nakletmekten, öte yanda deney-ilke mesafesini bir anda aşıveren tez canlı genellemelerden kaçınmak gerekir. Yaşananlar arasında nelerin gerçekten ilke düzeyinde ifade edilebilecek olgunluğa ulaştığı, nelerin ise bu anlamda henüz beklemesi gerektiği konusunda ayrım yapmak asıl güçlüğü oluşturuyor.
Bu nedenle az çok net olduğum, kendimi göreli olarak rahat hissettiğim genellemeleri aktarmakla yetineceğim. Yetersiz kalacağı açık. Ancak elde ne var ne yok “dökülmek” yerine, deney sahibi başkalarıyla birlikte ve adım adım gitmenin daha yararlı olacağını düşünüyorum.
Sanırım en başta, sözünü edeceğim partinin, mevcut örgüt anlayışları arasında hangisine “karşılık düştüğü” konusunda bir netliğe gerek var. Burada üzerinde durmak istediğim, ne leninist örgüt teorisini hemen bugün için somutlayacak bir yapılanma, ne de geçmişteki yasal partileşmelerin tıpatıp veri alındıkları bir modeldir. İkisiyle de ilişkili yanları vardır kuşkusuz. Ama kendi başına ne biridir ne de öteki. Bu nokta akılda tutulduğu ölçüde anlamsız tartışmalardan kaçınmak mümkün olacaktır.
Ana sorun, hem genel anlamda leninist bir örgütten hem de bugüne kadarki yasal partileşme biçimlerinden ayrışan, “üçüncü” ve belki de “yeni” bir örgütlenme alanı olup olmadığıyla ilgilidir. Netlik, eğer varsa böyle bir alanın tanımlanmasıyla ortaya çıkacaktır.
Bu konuda her ülke ve her durum için geçerlilik iddiası taşıyan kavramlaştırmalara gitmek doğru olmaz. Ancak, en azından Türkiye sosyalist hareketinin bugünü açısından bakıldığında, böyle “üçüncü” bir alanın görülebileceğini sanıyorum. Özetle, üzerindeki inşaatın bize tastamam klasik leninist örgütü vermeyeceği, ama eski binaları da aynen “okumayacağı” bir alandır bu…
Bu üçüncü alanın, Leninist örgüt teorisinin denk düştüğü birinci alanın dışlayıcı bir almaşığı olarak düşünülmemesi gerektiğini özellikle vurguluyorum. İkinci alanla, yani Türkiye’de bugüne dek yaşanmış yasal parti deneyleriyle ilişkiye gelince; üçüncü alanın, bunlara daha yakın durduğu görülecektir. Ancak bu yakınlık da, bir tekrar anlayışına taşınmamalıdır. Eğer 30 yıla yaklaşan bir deneyden gerekli dersler çıkarılmışsa, aklı başında birinin 1961-71 TİP’ini ya da bir başka yasal parti deneyini aynen tekrarlamayı düşünmesi mümkün değildir.
Şimdi, bir parça daha temellere inilebilir.
En yalın biçimde söylenecek olursa, sözünü ettiğim yapı, Türkiye sosyalist hareketinin makro düzeyde yaşadığı darboğazın aşılması sürecinde işlevli olacak, misyonunu ve kendini besleyen dinamikleri özellikle bu alanda bulacak bir partidir. Bu yaklaşım “Leninist bir parti kurulur (vardır) ve hangi darboğaz varsa onu da o aşar (zaten aşmaktadır)” türü bir söyleme kuşkusuz ters düşer. İnsanların inançlarına ve bağlılıklarına saygısızlık etmeden, bu söylemin dürtüklenmesini, tartışmaya tahrik edilmesini yararlı buluyorum.
Çünkü, ortada sanıldığı kadar köklü ayrılıklar olabileceğini sanmıyorum.
Geleneksel Leninist örgüt ile sözünü ettiğim türde bir parti arasındaki ilişkileri en başta öncülük kavramı ve pratiğiyle birlikte tartışabileceğimizi sanıyorum. Çünkü öncülük hem Leninist örgüt hem de “yeni” parti için gündemin baş maddesidir. Burada, bir birlik söz konusudur. Ancak aynı birlik, iki tür yapı arasındaki farklılıkların saptanabileceği alanı da oluşturmaktadır. O halde, öncülüğün belirlenim biçimlerinden biri ile öteki arasındaki birlik ve ayrılıklar, Leninist örgüt ile yeni tip yasal parti arasındaki birlik ve ayrılıkların da anahtarı durumundadır.
Yukarıda soyut biçimde konulan ilişkiyi açmada, süreç boyutunu yardıma çağırmamız gerekiyor. Yardım geldiğinde, elbette kategorik olmamak koşuluyla bu süreci iki evreye ayırabileceğimizi sanıyorum.
Başlangıçta ya da ilk evrede, ülke koşullarına göre biçimlenen somut görevlerin kendi doğal öncülerini yarattığı, eğittiği ve belirlediği söylenebilir. Buna karşılık sonuçta ya da ikinci evrede, bizzat öncülerin kendileri, toplumdaki süreçlere bu kez kendi özgün hedef ve perspektiflerini taşıyabiliyorlar. İkinci evrede öncü, daha belirleyici bir konuma yerleşiyor. Özetle, ilk evrede, daha çok alıyor. İkinci evrede ise daha çok veriyor…
Dediğim gibi, kategorik olmamak gerekiyor. Örneğin ilk evredeki öncülerin nesnel süreçlere kendilerinden hiçbir şey veremeyecekleri, ikinci evredekilerin de aynı süreçlerden büsbütün “bağımsızlaştıkları” söylenmiyor burada. Yalnızca ağırlıklı belirlenim olgusundan söz ediliyor. “Mayaları Leninizm ile yoğrulmuş” insanlar Türkiye solunda bugün de olabilir pekala. Ama bunlar, şu an için daha çok “içrek” olabilen bir kararlılığı, perspektifi ve “devrim anlayışı”nı temsil etmenin ötesinde, dış uzanımları açısından son derece yetersiz bir konumdadırlar. Başka deyişle, bugünün koşullarında, sahip oldukları meziyetlerin karşılıklarını pratikte bulabilme olanakları oldukça sınırlıdır. Bu durumda, Leninist “öncü”ler için de geçerli olan ağırlıklı belirlenim, sol hareketin sorunlarını makro düzeyde zorlayabilen süreçlerin içinde yer alma gereğidir. Bu gerekliliğe, aynı süreçlere farklı konumlardan katılanlarla bir arada bulunabilmek de dahildir…
Yukarıdaki saptamayı örgüt konusuna uygularsak, çıkacak sonuç sanırım açıktır. İlk evrenin ağırlıklı belirlenimi örgütsel karışıklığını yeni tip bir partide, ikinci evreninki ise Leninist yapıda bulacaktır. Süreç boyutuna sahip böyle bir modelde ne Leninist yaklaşımları ilk evreden, ne de “yeni” tip partiyi ikinci evreden büsbütün dışlayacak geçerli hiçbir gerekçe kalmayacaktır.
Üçüncü alanın ilkinin almaşığı olmadığını söylerken kastettiğim de budur.
Parti ve Öncülük
Üçüncü alanın ve bu alana denk düşen partinin “yeni” oluşu, sosyalist mücadelenin temel ilkelerinden bir bölümünün “terkedilebileceği” anlamına gelmez. Terkedilmeyecek ilkelerin başında öncülük gelir.
Her sosyalist parti bir öncülük göreviyle doğar. Parti, toplumsal-siyasal ekranda gördüğü içiçe halkalardan birini kendi sınırı olarak tanımlar. Bu sınırın dışında kalan en yakın halkalardan başlayarak da, öncülük görevinin nesnelerini belirler. Bunları yapmadan parti olmanın ve politika izlemenin herhangi bir yolu henüz bulunabilmiş değildir.
O halde ikinci adım, sınır olacak halkanın seçimiyle ilgilidir. Seçim, çoğumuza kolay görünebilir. Oysa pek öyle değildir. Türkiye’nin bugün sahip olduğu kimi özgüllükler, bu kolay görünümün ardına zorlu uğraşlar yerleştirebilmektedir.
Bu noktada akla gelecek ilk sorulardan biri, herhalde “devrimcilik-reformculuk” ayrışmasına ilişkin olacaktır. Gelenekin bir önceki kitabında ele alındığından, aynı konu üzerinde burada yeniden durmayacağım. Gelecekteki partinin hemen herkes tarafından kabul edilen “genişliği” ve “kanatlılığı”nın aşırı bir liberallikte yorumlanması sonucunda doğabilecek sorunlar, değinmek istediğim asıl noktayı oluşturuyor.
Türkiye solunun, geçmişteki yanlışları tekrarlamama adına hep öteki uçları zorlama alışkanlığına yakından tanık oldukça, doğrusu bir parça ürküyorum. Örneğin partinin, toplumda varolan ve “sol” bir yönelim atfedilen fantezik formasyonlardan her birini konuk sayıp bunlara uygun şerbet sunacak bir açık büfe olarak düşünülmesini oldukça tehlikeli buluyorum.
Böyle bir düşünceyi tehlikeli bulmamın nedeni de şu: Herhangi bir partinin, parti olarak varlık nedeni ve görevi, toplumdaki çeşitli ilgi ve yönelimleri seçilen temel siyasal hedef doğrultusunda kendine özgü bir sistematiğin içine yerleştirmektir. Başka deyişle bu sistematik, partinin her somut yönelime yaklaşımını belirleyecek bir “son tahlilde” verisi olmalıdır. Partinin “geniş” ve bir anlamda da “gevşek” oluşu, bu zorunluluğu hiçbir biçimde dışlamamalıdır.
Öbür türlü, siyasal parti kurmanın gereği yoktur. Siyasal parti, tepki ve özlemlerin dışa vurulup başkalarıyla paylaşılmasının ötesinde, bunların gerçeklenmesi yolunda iktidara yönelik bir politika izlenmesini de öngörür. Politika ise, bu bağlamda ayıklayıcı ve yeniden biçimlendirici olmak zorundadır. Eğer bütün bunlar “aşılmış Ortodoksluklar” olarak görülecekse, o zaman siyasal bir parti kurmanın gereği yoktur. Bu durumda siyasal bir parti yerine başka bir şey kurup hep birlikte içinde oturmak çok daha doğru bir tercih olacaktır.
Politikayı “kirli” bulan ve temiz kalmak isteyen, sosyalist partiye hiç bulaşmamalıdır. Sosyalizmin kuruluşu dönemlerinde, bürokratlaşma ve aşırı kurumsallaşmaya karşı yararlı işlevleri olabilecek “kontrollü” bir anarşizanlığı kapitalist toplumdaki bir sosyalist partiye taşımak isteyenler, bu partinin bir iktidar aracı olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdırlar.
Geçmişte, sol hareketin siyasal gelişimi ile Türk aydınının kültürel gelişimi arasındaki genel koşutluk, kurulu sol partileri hemen hemen her türden birikim nezdinde birer cazibe merkezi konumuna getirebiliyordu. Böyle bir örtüşme 1961-71 donemi TİP’i için özellikle geçerli sayılabilir. Ancak aynısının, bugün için ne mümkün ne de istenir olduğuna inanıyorum. Bugün doğru olan bence çok farklıdır: Yeni bir sol parti, kimi özel entellektüel formasyonlar nezdinde cazibe merkezi olmak şöyle dursun, bunların almaşığı, hatta gerektiğinde karşıtı olmak durumundadır. Salt aklıma gelen örnekler olarak söylüyorum: Enis Batur, Ahmet Altan, Kürşat Bumin, Sinan Çetin, Ertuğrul Özkök ve benzeri türde insanların temsil ettikleri görüşleri açıkça karşısına almayan bir yapının bence ne “sol” ne de “parti” olması mümkündür.
Kısacası yeni parti, insanal ve kültürel olanlar dahil her alanda kendi özgün sosyalist platformunu kurabilmelidir. Bunun için ise, en başta kabul edilmesi gereken temel şu olmalıdır: Marksizm, önüne gelen her düşüncenin gebe bırakabileceği bir evrensel-entelektüel ana değildir. Marksizm, düşünsel formasyonlar karşısında seçici, ayıklayıcı ve gerektiğinde değişmeyi dayatıcı olmak durumundadır1
Gerçekten “Tartışan” Bir Parti
Buraya dek söylenenler, bundan sonrakilerin havada kalmaması açısından gerekli bir “giriş” sayılmalı. Artık partiye daha yakından, yaşanan somut deneylerin ışığında bakmak gerekiyor. Nereden başlanabilir?
Eğer tam tamına “sıfırdan” başlanarak ele alınırsa, sosyalist örgütçülülük, Machiavelli’nin Prensi’nden insanlık adına ve insanca yararlanmaya çalışmaktan başka anlama gelmez.
Çelişkili bulunabilir. Ama dikkat edildiyse “sıfırdan başlanırsa” demiştim. Oysa hangi alanda inşa edilirse edilsin sosyalist bir örgüt, dünya görüşsel arka plan, ideolojik çerçeve, programatik bütünlük vb. sorunlar üzerinde inanılmaz bir yoğunlukta durarak sıfır’dan çok ötede bir başlangıç noktası bulmaya, böylelikle de insan kaynaklı riskleri azaltmaya çalışmıştır. Bugüne dek tanık olunan aykırı örneklere karşın, bence şu görüş tam tamına “bilimsel”dir: İdeolojik ve programatik ayrıntı, gönüllü katılımın temelidir; gönüllü katılım ise insan ilişkilerinin karşılıklı bir saygı ve anlayış temelinden başlamasının güvencesidir. Bütün bunları şunun için söylüyorum: Taşıdıkları iyi niyet ne olursa olsun kurulacak bir partinin ideolojik-programatik temellerini küçümsemede çok ileri gidenler, bu anlayış üzerine kurulu bir partide, insanın insanla daha çok uğraşmasından gelecek bir yıpratıcılığa da hazır olma durumundadırlar. İdeolojik-programatik amorfluk, gerçekte, tek tek her partilinin beynine misantropizm virüsü yerleştirecek bir geriliktir. Amorf bir partinin üyeleri birbirlerini, örneğin SHP’lilerin birbirlerini sevdikleri kadar sevebilirler…
Uzatmadan, konunun çağrıştırabileceği bir başka noktaya dönüyorum: Parti içi tartışma.
Tartışan, ama bu işi gerçekten yapan bir partiye gerek olduğunu herkes kabul ediyor. Ancak, az önce de değinmeye çalıştığım gibi, sıfır’a çok yakın bir noktadan başlayan ve operasyonel uçlara bağlanmamış serbest tartışma, girdi almadığı için taşları birbirini yiyen bir değirmen çıkaracaktır ortaya…
O halde tartışan, ama bunu sağlıklı biçimde yapan bir parti yapısı öncelikle doyurucu bir temelden başlamalı, sonra da, geniş katılımlı ve serbest olması istenilen tartışmaları mutlaka operasyonel uçlara bağlamalıdır.
İlki konusunda altı çizilerek belirtilmesi gereken şudur: Kurulu bir partide iç tartışmanın selameti, tüzel kişiliğin oluşmasından önceki süreçlerden ne ölçüde etkin ve eksiksiz yararlanılabildiğine, bu süreçlerin sonuçlarının programatik ilkeler, program, tüzük, temel belgeler vb. olarak ne ölçüde ustalıkla kağıda dökülebildiğine bağlıdır. Şurası çok açık: Kuruluş öncesi tartışma süreci ne kadar etkin ve geniş katılımlı ise, sonuçlar ne kadar net ve doyurucu biçimde ifade edilebilmişse, ileride partiyi oraya buraya çekmek isteyen “hain”lerle de o kadar daha az zahmetle uğraşılacaktır. Sözde bu gibi insanlara yönelen, ama gerçekte istisnasız herkesi yıpratan politikpsikolojik tahliller yapma yükünden o kadar çok kurtulunacaktır.
Bu, herhalde yabana atılacak bir kazanım değildir.
Gene de kuruluş öncesi süreçlerin ağırlığını bir yerden sonra çok abartmamak gerekir. Beylik bir söz ama “yaşayan bir organizma” olarak parti, sürekli olarak yepyeni durumlar ve sorunlarla karşılaşacaktır. Önceki süreçlerde sağlanan verimin, tek başına her yeni durum için tam bir güvence oluşturması beklenemez. O halde, partiyi gene canlı, tartışan bir parti kılmada başka hangi ilkeler gözetilmeli?
Bugünün Türkiyesi’nde bir sol parti için düşünüldüğünde, iç tartışma alanlarını kabaca dört başlık altında toplamak mümkündür sanıyorum:
- Marksizm çerçevesindeki genel teorik konumlanış,
- Çağdaş uluslararası süreç ve gelişmeler çerçevesindeki konumlanış,
- Ülkeye yönelik özel sınıf çözümlemeleri,
- Somut parti politikaları.
Kuruluş öncesi süreçlerin belirleyiciliği en çok 1’de hissedilir. Bu ağırlık 4’e doğru, elbette yok olmayan, ama giderek dolaylılaşan bir nitelik gösterir. Eğer kuruluş öncesi süreçlerden gerçekten verimli biçimde yararlanılabilmişse, çeşitli tartışmalara karşın gene de parti en az 1’de güçlük yaşayacak, ayrıca bu alanda ortaya çıkacak aykırılıklara daha nesnel biçimde yaklaşabilecektir. Sözgelimi kuruluş öncesi süreçlerde, marksizmin çağımızın temel sorunlarına yanıt verebildiği üzerinde anlaşılmış ve bu programa da yansımışsa, daha sonra “meğer biz atom çağındaymışız, hadi şu marksizmin Öncülüğü işini tekrar tartışalım” diyen bir partili için gereğinden fazla hassasiyet gösterilmesi anlamsızdır. Elbette, eğer parti gerçekten de parti olarak kalacaksa…
Kuruluş öncesi süreçlerin ve ürünlerinin göreli olarak daha az belirleyiciliği alanlarda ise, bizatihi tartışmaların açılışında operasyonel hedefler koymak ve tartışmaları bu “prize sokmak” önemli yarar sağlayacaktır. Bu alanlarda parti her zaman pratiğe dönük olmak ve onunla birlikte devinmek zorundadır. Örneğin iş yasasındaki bir değişikliğin çalışma yaşamı ve işçi sınıfı açısından ne anlama geldiği partinin bilim kurulunda da tartışılabilir. Ancak böyle bir tartışma partinin genelinde tüm üye katılımıyla yürütülecekse, gündem “ne anlama geliyor”la sınırlanamaz, sınırlanmamalıdır. Bununla birlikte ve mutlaka buna karşı ne yapılmalı ucu devreye sokulmalıdır.
Eylem boyutunun varlığı düşünsel spekülasyon alanlarını yok etmeyen, ama bunlara “terbiye” sağlayan bir etmendir. Her büyük “teorisyen”, yaratıcılığına sınır tanımama iddiasındaki her birey, iktidara geldiğinde kime ne yapacağını hesaplayan her “Jakoben”, geleceğin toplumunu bugünün partisinde realize etme hevesindeki her ultra devrimci, parti terbiyesiyle davranmak operasyonel olmak zorundadır. Sosyalist partinin bir hayal gücü ve radikallik sınama merkezi olmaması gerektiğine bugün gene inanıyorum.
Peki, partinin karşısına çıkan somut sorunların dışında, parti kendi yöneticisini ve üyesini nasıl tartışmalı? Ayrıca somut parti, politikalarının tartışılmasında gözetilecek ilkeler neler olmalı? Hemen söylemek gerekir: Ortada somut veri yokken bu konularda ayrıntılı konuşmak son derece sakıncalı olabilir. Ortada parti yokken partinin somut işleyiş ilkelerinde aşırı ayrıntıya inmek, özünde “ütopyaca” bir tavırdır. Bundan uzak kalmaya çalışarak, ifadesinde sakınca olmayacak birkaç noktaya değinmek istiyorum.
Bunlardan biri, parti içi tartışmanın parti yöneticilerine dönük yanıyla ilgili.
Bu konuda bir “açıklık”, bir de “kapalılık”tan yanayım. Açıklığı şurada savunuyorum: Bence partinin en üst yöneticisi bile, dışa açık davranışları tutumları ve yorumları nedeniyle her kademedeki üye tarafından serbestçe eleştirilebilmelidir. öyle yalnızca kongrede, ekipte, birimde, falan da değil. Bu eleştiri her yerde dile getirilebilmelidir. Doğrusu bunu başlıbaşına temel bir “ilke” sayıyor değilim. Türkiye’deki sol parti deneylerinde her zaman bir “taban” sorunu yaşanmıştır. Tabanın kendi özgün fikirlerinin şekillenememesi, eleştiri inisiyatifinin kısılması vb. anlamında. Eleştiri özgürlüğünü, başlıbaşına bir ilke saymaktan çok, inisiyatif artırıcı bir katkı maddesi olarak öneriyorum.
Buna karşılık, yönetici organların kendi iç toplantılarında beliren farklı eğilimlerin, kolektif karar dışında, o organda yer alanların kendi bireysel inisiyatifleriyle partinin tabanına aktarılıp tartışılmasını son derece sakıncalı buluyorum. Daha açık konuşayım: Üyesi bulunduğu bir üst kuruldan çıktıktan sonra “ben şunu şunu istiyorum ama şunlar şunlar taş koyuyor” diyen haşarı parti çocuklarına Türkiye’deki bir yasal partide yer olmamalıdır. Çünkü bu, doğrudan doğruya üstten, yani yönetimden gelen bir hizip ve bölünme demektir.
Yukarıda yer alan iki nokta tek bir gerekçe bütünlüğünde ifade edilecek olursa vurgulamak istediğim asıl nokta ortaya çıkacaktır. Şunu söylemek istiyorum: Partideki görüş ve düşünce ayrılıkları, yönetimi ve dışını aynı anda kapsamalı, her iki kesim de ayrılıkların saptanmasında aynı parametrelere sahip olmalıdır. Örneğin TİP’in 1968-69 yılları arasında yaşadığı örgütsel bunalımın temel nedenlerinden biri, Aybar’ın çıkışlarını hedef alan eleştirinin ancak üst yönetimin bir kesimince verilen yeşil ışıkla başlayabilmesi, parti tabanının bu konuda kendi bağımsız tepkilerini sergileyememesidir. Bunun sonucunda Aybar “sapma”sına karşı mücadele parti olarak değil, parti üst yönetiminin belirli bir kesimi tarafından, o kesimin yetenek ve perspektifleriyle sınırlı biçimde verilebilmiştir. Aybar’a karşı mücadelede, Aren-Boran-Sargın ekibiyle parti tabanının, genellikle pek örtüşmeyen parametrelere sahip olmaları, partinin içine girdiği erozyon sürecini daha da hızlandıran bir işlev görmüştür.
Söylenenlere bağlı olarak, açıklık yanlısı olduğum bir nokta daha var. Sosyalist örgüt geleneğinde evrensel bir hastalık olarak günümüze gelen gerekçe mistifikasyonu mutlaka terkedilmelidir. Parti yönetimince alınan politik kararlar, yapılan çıkışlar vb. daha alt yönetim organları ve üyelere mutlaka gerekçeleriyle birlikte aktarılmalıdır.
“Herhalde bir bildikleri var” düşüncesi kimsenin kafasına girmemelidir. Bir bildiği olduğu sanılanların öyle çok şey bilmedikleri ortaya çıkınca doğan tahribat, üyelerin daha çok şey bilmesinden doğabilecek tahribatı genellikle aşmaktadır.
Parti içi tartışmaların sağlıklı biçimde yürütülmesi konusunda son bir değinmem daha olacak.
Türkiye’de kurulacak geniş bir sol parti, her durumda, bir kuşaklar birlikteliğini içerecektir. Burada özellikle vurgulamak istediğim şu: Ülkemizde daha genç olanlar üzerinde yaş ve deneyim terörü uygulaması mazur görülebilecek hiçbir kesim, hiçbir kadro topluluğu yoktur. “Eski” olmanın hiç birikim yaratmadığını söylemiyorum elbette. Ama şu soruyu herkes kendine sormalı ve yanıtlamaya çalışmalıdır: Eski olmanın, bugünün Türkiyesi’nde, örneğin teorik üretim süreçlerine yansıyan özel bir ağırlığı olduğunu söylemek mümkün müdür? Bu soruya kimsenin inanarak “evet” diyebileceğini sanmıyorum. O halde, “eski” olmanın ve eski olanların hakkını ancak gerektiği yerlerde vermeye; eskiliğe, bunun dışında ve kendinde değerler yakıştırmamaya alışmalıyız.
Ancak yukarıda söylenen sosyalist mücadelenin en gençlerine verilmiş bir “yürü ya kulum” mesajı olarak da değerlendirilmemelidir. Türkiye’de hiç bir “genç yetenek” de topluluk içinde, hormonla büyütülmüş domates türü çıkıntılar sergileme hakkına sahip değildir. Özetle, Türkiye sosyalist hareketinin bugünkü sorunları, hiçbir biçimde, şu ya da bu kuşakla özdeşleştirilecek, ancak birinin ya da ötekinin çok özel dinamikleriyle çözülebilecek sorunlar değildir.
Başka pek çok yerde dile getirmeye çalıştığım bir inancımı burada bir kez daha tekrar ediyorum: Türkiye sol hareketinin son 25-30 yılına damga vuran kabaca dört kuşak, Türkiye’yi değiştirmek için birlikte olmak ve birbirinden öğrenmek zorundadır. Yoksa, tek tek hepsi eksiklidir; ve tek başına kaldıklarında meziyetlerini değil, özel hastalık türlerini sergilemeleri daha güçlü bir olasılıktır.
Buraya dek söylenenler, kurulacak partiye ne tür bir misyon tanındığı bağlamında değerlendirilmelidir. Ancak bu takdirde anlam kazanabileceklerdir. Eğer yeni parti, hazır ve yeterli öncülüklerin kendi nihai misyonlarını realize edecekleri bir alan olarak görülseydi, herhalde çok daha başka şeyler söylenirdi. Ama, böyle görmüyorum. Kurulacak partiyi yarının gerçek öncülerinin yaratılacağı, mücadele içinde pişeceği bir süreç olarak değerlendiriyorum. Kişiliği geliştirmeye yönelik araçları, eleştiri ve tartışmada serbestiyi, özellikle bu değerlendirme ışığında öneriyorum.
Özetle, yarının öncülerini bugünün cendereleri içine sokmanın anlamı yoktur. Onun için, partiyi cendere yapmaya aday aksam, baştan kırılmalıdır. Bir tek koşulla: Bu kırma işlemi, partiyi dayanılmaz hafifliklerin yaşanabileceği bir mekan haline de asla getirmemelidir.
Parti İçi İlişki ve Örgüt Fetişizmi
Türkiye solunda örgüt fetişizminin, onun bir görünümü olarak da parti yüceltiminin asıl kaynağı aydındır.
Eğilimleri körükleyenler ve sonuçlarından yararlananlar başkaları olabilir. Ama kaynak ve dillendirme odağı her zaman aydın olmuştur. Ayrıntılı nedenler üzerine derin çalışmalar yapılabilir. Buna girişmem elbette mümkün değil. Ancak, şu kadarının söylenebileceğini sanıyorum: Kendini eksikli, ya da marksizmin belirli bir yorumu bağlamında empotan hisseden aydın, hep bir sığınak arıyor. Klasik sosyalist söylemde bence oldukça sakıncalı biçimde dillendirilen “işçi sınıfının gücü” esprisi ile gene klasik parti tarihlerinde yaratılan düşmez kalkmaz parti imajı, aydın için böyle bir sığınak oluşturuyor. Oysa kendi gücünü bilmekten aciz bir öğenin başkasının gücünü sağlıklı biçimde değerlendirebilmesi mümkün değildir.
Yalnızca yasal partilerden söz etmiyorum. Örneğin TKP’nin 1970’lerdeki grotesk önderliği, yıllar yılı akıl edip beceremediği parti mitini ancak genç aydınların katılımı sonucu ortaya çıkarmadı mı? İ. Bilen’li ve A. Saydan’lı bir önderliğe inanılmaz övgüler düzüp bir bakıma onları daha da baştan çıkaranların, 1970-71 Türkiyesi’nin sol siyasal haritasında kendilerine yer bulamamış, bu nedenle de güçsüz ve huzursuz genç aydınlar olduğu biliniyor. TKP aydını, özellikle hareketin tarihindeki büyük gediklere ilişkin aşılmaz sorunlar karşısında, yarattığı parti fetişizmi ile önce bir tür uyuşturucu almış oluyor. Sonra da, doğrudan halüsinasyon görmeye başlıyor. Sözgelimi ben, TKP’li aydının “Kurtuluş Savaşı sırasında düşmanla çarpışırken ölen on binlerce komünist” türü söylemlere gerçekten inandığını, bu tür bir söyleme dışa dönük propagandif amaçların dışında en başta kendi adına bağlandığını sanıyorum.
Evet, böylesi artık mümkün değildir.
Ne ki 70’lerin TKP yüceltimi, yalnızca uç örneklerden biriydi. Biçim olarak böylesinin mümkün olmayışı örgüt-parti fetişizmine artık hiç yer kalmaması anlamına gelmez. Çünkü, aydın gene gündemdedir. Eksikli aydın çevremizdedir, hepimizin bir parça içindedir. Yeteneksiz sol politikacı da öyle. Parti fetişizmi eksikli aydın ile yeteneksiz sol politikacının bir tür ittifakı sonucu ortaya çıktığına göre, tehlike potansiyel olarak gene gündemdedir.
Elbette tartışılmak üzere, “yeni” olduğuna inandığım bir düşünceyi ortaya atmak istiyorum.
Türkiye sosyalist hareketinin tarihinde belirli bir kesit (1961-71) söz konusu olduğunda, TİP’in şahsında şiddetli eleştirilere uğrayan legalite fetişizmi, bence saf ideolojik tercihlerden çok, bunları önceleyen ve 1920-60 arası 40 yılın örgüt deneyine duyulan tepkiyle ortaya çıkan bir TİP yüceltiminin ürünüdür.
Süreç bir kez başladıktan sonra gerçekleşen karşılıklı takviyeleri görmezlikten gelmiyorum. Örneğin belirli bir noktadan sonra, üzerine oturulan parti yüceltimi legalist teorik kaynaklara özel ilgi doğurmuş, buralardan takviye aramıştır. Ancak bir ilk çıkış ya da belirlenim söz konusuysa, bunun, partinin tarihsel gelişim içindeki özel konumunun abartılması olduğuna inanıyorum.
Biraz daha ileri gidip, 61-71 TİP yönetiminin özel bir paranoya yaşadığı bile söylenebilir. Öyle ya, 40 yıl sonra Türkiye’de sol ilk kez dışa açılabilmiş kitlelere ulaşmış, 40 yılın dar mahfilciliğinden kalan tortuları aşmanın yolu gözükmüştü. Aybar ve o zamanki yakın arkadaşlarıyla başlayan bu düşünce çerçevesinde, sola da olsa, eğer TİP’in dışındaysa, TİP’i hedef almayan, TİP’in defterini dürmeye yönelmeyen hiçbir düşünce eleştiri vb. olamazdı…
Kaynak, aydındır. Başlarda Aybar sonlarda partiyi onsuz yönetecek olan ekiptir. TİP’li aydının bu paranoya içindeki ilk ittifakı sosyalizmle ilişkileri oldukça tartışmalı kimi profesyonel sendikacılar, daha sonra ise artık profesyonelleşmeye başlayan parti içi politikacılardır.
Sıra, kıssadan hisse faslına geliyor.
Bugünden akılda tutulmasında yarar var. Yeni bir sol parti, gerçekten de yanıt verebileceği önemli sorunların ötesinde, Türkiye sol hareketinin başına ve sonuna ne ölçüde abartılı biçimde oturtulursa, birikmiş ve birikecek sorunların çözümünde bu partiye ne kadar çok sihirli değnekler yakıştırırlarsa, yeni bir parti fetişizmi o kadar çabuk gündeme gelecektir. Çeşitli gerekçelerle partinin dışında ya da uzağında kalanlar ağızlarını açtıklarında gene “hain”, “ajan”, “provokatör” vb. ilan edilmeye başlanacak, kapıdan kovulan fetişizm bacadan içeri girecektir.
Zihinlerde belirebilecek önemli bir soru için bir parantez açıyorum. Şöyle düşünülebilir: Türkiye’de parti girişimlerine kuşkuyla bakılırken, parti kavramı bu denli yara almışken, üstelik genel ortam içinde insanlar habire partiyi iyice gevşek kılacak öneriler sıralarken kalkıp “parti fetişizmi” tehlikesinden söz etmek biraz abes olmuyor mu?
Bence olmuyor ve tam da yeridir.
Çünkü içinde bulunduğumuz “gevşek” ortam, yakın geleceğin yeni parti komiserleri, kariyeristlerden oluşmuş gruplar ve klikler için tam tamına elverişli bir nitelik taşımaktadır. Gevşeklik, olumlusu ve olumsuzuyla kendi karşıtını doğurur ve onunla birlikte varolur. Gevşeklik, ideolojik bulanıklık, anti merkezcilik vb. partide ne denli teşvik edilirse, bunları kendine sermaye edinen dar grupçuluk o kadar aşırı biçimde beslenmiş olur. Şundan da kimsenin kuşkusu olmamalı: Hoşgörü balayısı partinin kuruluşuyla birlikte daha geri plana düşecek, partiye belirli bir damga vurmaya yönelik girişimler o kadar ön plana çıkacaktır. Son derece doğaldır; üstelik kimseye önceden kesin teşhisler konulamaz ve böyleleri dışlanamaz. Yapılabilecek tek şey vardır: Güvenlik önlemlerini en baştan, en tutarlı biçimde almak. Bunun yolu da “göstermelik partililik” anlayışına ve ideolojik belirsizliği bir meziyet olarak görmeye son vermek, partinin dayandığı temel siyasal değerleri gerçek anlamda “toplumsallaştırmak”, yani tüm üyelere yaymaktır.
Buna, içinde yaşanılacak mekanı en başta dezenfekte etmek de denilebilir. Nasıl yapılabileceği konusunda hazır kalıplar getirme durumunda değilim. En çoğu, geçmişte hep kötü sonuçlar verdiğine tanık olduğum kimi belirtiler üzerinde durabilirim. İlk başta kopuk kopuk görünseler, bunların parti fetişizmine ilişkin semptomatik özellikleri olduğuna inanıyorum.
İlki, partinin insan yaratması söylemidir.
İşte, en kestirme yollardan biri. Partiyi yüceltmek adına, bireyin, partili olmazdan önce ne kadar “zavallı”, ne kadar “hiç” olduğunu yana yakıla anlatması. Bu tür çabaların, ilkel tapınma seanslarına dönebildiğini dehşetle hatırlıyorum.
Çok açık söylemek gerekir: Parti altın semer deposu değildir. Hiçbir parti, hiçbir kolektif yapı, zavallı birini güçlü bir militan, aydın vb. konumuna getiremez. Parti kimseyi, hiçbir yeteneği yoktan varetmez. En çoğu ve en iyisi, varolanı geliştirir, olgunlaştırır; ortak mücadelede dışa dönük yararlı konuma getirir.
İkinci bir semptom, iyi partililik sıfatının, yöneticiler tarafından, belirli üyeler için sıkça kullanılmaya başlanmasıdır. İnsanlar elbette “iyi partili” olabilirler. Bu, partilinin kendisinde varolan yetenekleri parti adına, etkin biçimde kullanımı anlamında ele alındığında sorun yoktur. Ancak, hiçbir yeteneği, becerisi olmayan birinin salt sadakati nedeniyle “iyi partili” sayılması da mümkündür ve burada durmak gerekir. Tek başına sadakat üzerine temellendirilen bir “iyi partililik” tanımı, her zaman ve her yerde tehlikelidir. Çünkü çok sadık olanların biraz daha az sadık (örneğin daha sorgucu ve kuşkucu) ama çok daha yetenekli olanların önüne konması, partinin yanlış bir kanala girdiğinin en net göstergelerindendir.
Üçüncü semptom: Partinin sık sık, sınanmış ve deneyimli kadrolara sahip olduğunu söylemeye başlaması…
Burada, 30 yıllık deneye sahip olanları, bin bir badireden geçip sosyalist mücadeleyi gene sürdürenleri küçümsemiş mi oluyoruz? Türkiye’nin bugünkü özel durumunda böyle almamak, böyle bakmamak gerekir. Çünkü Türkiye solu bugün, kendi başına belirli bir set oluşturabilen değerlerin de sınandığı ancak başka yeni değerlerle birlikte anlam kazanabileceği bir süreci yaşıyor. Öyle ki, istisnasız herkes, yeni koşulların ve yeni gereksinmelerin ışığında, bir kez daha sınanmak bu koşullar içinde işlevli olup olmayacağını sergilemek durumunda. İşte, Halil Berktay’ın kullandığı “hamur teknesi” tanımına da bu anlamda hak vermek gerekiyor. Yeni partide istisnasız herkes en başta yoğrulmayı kabullenmek, sonra da fiilen yoğrulmak durumunda olmalıdır. Sonra, Türkiye solu “sınanmış ve deneyimli kadro” tanımı bağlamında piyasaya sıkça sürülen bir tipolojiyi de mutlaka aşmak zorundadır. Kim mi? Yaklaşık çeyrek asırdır, ya da daha uzun bir süredir ortalıkta gezen bir tipoloji: Genel olarak insana hep araç olarak bakan, özellikle genç insanı hiç mi hiç sevmeyen, ya da genç insana ancak korkunç bir kuşku rezervasyonu ile bakabilen bilgisizliğinin başkalarınca farkedilmemesi için suskunluklarına özel değer biçtiren biri…
Bu “eski kuşak” yönetici tipini hep birlikte tarihe gömmeliyiz. Bir daha hortlatmamak üzere.
Şimdi, şöyle bir düşünmek gerekiyor. “Sınanmış ve deneyimli” kadrolar tarafından yönetilen, en sadık olanı en iyi partili sayan, üyelerini parti sayesinde yaratılmış olduklarına inandıran bir yapı… Özetle tam bir baş belası. Ancak, böyle bir yapının ortaya çıkabilmesi, arzdan çok taleple, yani bu tür bir söylemin alıcısı olmaya hazır insanların varlığıyla mümkün.
Kimlerdir alıcı adayları?
Başlıca alıcıların en gevşek üyeler arasından çıkacağından kuşku duymuyorum. Gevşek unsur, en başta düşünme, değerlendirme ve karar alma yetkilerini başkalarına devretmeye hazır partili demektir. Yetki devretmeye hazır insanların çokluğu, yetki devralmaya aday grupların güçlenmesi ve aralarındaki yarışın kızışması demektir.
Eğer bu söylenenlerde gerçek payı varsa kurulacak bir partiye, siyasal angajmanı bulanık ayakları daha çok parti yaşamının dışına basan çok sayıda insan ithalinin getireceği risklere özellikle dikkat etmek gerekiyor. Kariyerizm bürokratizm türü hastalıkların önlenebilmesinde temel güvence, partililerin partiye kendi öz kurumları olarak sarılmaları ve bu anlamda gevşekliğin de asgariye indirilmesidir.
Çalışma Biçimi Üstüne Birkaç Not
Türkiye’deki yasal parti deneylerinin tümünde görüldü mü, bilemiyorum. Ama geçmişte kendi deneyimimde tanık olup adını şimdi düşünebildiğim bir uygulamadan söz etmek istiyorum: Stahanovist partililik…
Parti üyesinin partililiğinin değerlendirilmesinde belirli bir alandaki başarı mutlaklaştırıldığında, ortaya bu çıkıyor. Örneğin üye kazanma, partinin temel etkinliğidir. Öyle iken, partililer arasında bir yarış başlatılıp, daha çok üye getiren birimin (ve elbette o birimin üyelerinin) çeşitli yollardan onure edilmelerini, şimdi baktığımda bir garabet olarak değerlendiriyorum. Salt üye kazanma değil, partilileri yarış atlarına çevirecek her türlü etkinlik biçimine şiddetle karşı durulması gerektiğini düşünüyorum.
Yeniden üye kazanma örneğine dönecek olursak, böyle bir yarış en başta yeni kazanım üyelerdeki standardı düşürerek, gevşek unsur-özel klik girdabının debisini artıracaktır. Bundan da kötüsü ise, parti yönetiminin parti politikasına ilişkin eleştiriler karşısında yeni bir koruyucu zırha kavuşabilmesidir. Bizzat tanık olduğumdan rahatlıkla söylüyorum. Örneğin üye kazanma çalışmalarında başka birimlerin başarı standardına şu ya da bu nedenle ulaşamamış bir örgüt birimi, partiye ilişkin en haklı eleştirilerinde bile adeta “paran kadar konuş” denircesine, “getirdiğin üye kadar eleştiri yap” diskurunu yiyecektir.!
Stahanovizmin illa da üye kazanma kampanyalarıyla somutlanması şart değil elbette. Başka türlü de olur. Ayrıca burada “üye kazanma kampanyası” türü etkinlikleri büsbütün yanlış bulup reddediyor da değilim. Ne ki bu tür kampanyaların insanlar arası insanal olmayan yarış biçimine sokulup üstüne üstlük yönetime yeni bir manevi baskı aracı sağlanması da herhalde onaylanamaz. Stahanovist partililik, üye ile onu “takdir etme” konumundaki yönetici arasında sevgiden çok yabancılaşma, saygıdan çok ürkeklik sokar.
Stahanovizm, tüm parti üyelerini belirli bir hedefe dönük yarış içine sokuyor. Ya uzmanlaşma? Parti üyelerinin belirli özel alanlarda uzmanlaşmaları savunulabilir mi?
Bu konuda söylenebilecek olan şu: Partililerin istihdamında göreli avantajdan mutlak uzmanlaşmaya geçiş, insanların içini boşaltmaya birebir tehlikeli bir yöntemdir.
Belirli alanlarda yetenekli olup o alanlarda sivrilmiş üyelerin hep aynı tip istihdamı, çoğu kez önemli sürtüşme ve bunalımlara hatta kişilik erozyonuna neden olabiliyor. Örneğin iyi para toplayan bir partiliden hep para toplaması istenirse bu üye partinin öteki çalışma alanlarına büsbütün yabancılaşacağı gibi, zamanla para toplama işinden de soğuyacak, bu alandaki yeteneklerini de yitirecektir.
Partide gözetilmesi gereken, uzmanlaşmayı büsbütün dışlamasa bile, çok yönlü gelişimin mutlaka uzmanlaşmanın önüne konmasıdır.
Özetle parti, uzmanlaşmış yetenek ve becerilerin konfederasyonu olmaktan özellikle kaçınmalıdır. Kendi üyesinin çok yönlü gelişimini sağlayamayan bir partinin iş yaptığını söylemek çok güçtür. Üyelerin tek yönlü gelişimi ve bunun sonucu de facto oluşan departmanlar, partinin bütününün ancak sınırlı sayıda ve belirli bir konumda yer alan partililerce gözlenip denetlenebilmesi anlamına gelir. Bunlar elbette üst yöneticilerdir. Yalnızca iyi para toplayan bir partili, örneğin sendika çalışması yapan bir başkası eleştirildiğinde suskun kalmaya mahkum, bu alandaki sözünü peşinen yönetime devretmiş bir partili demektir.
Departmantalizm, parti içi kişiliksizleşme ve bürokratlaşmanın temellerinden biridir.
* * *
Sözü edilen tehlikelerin önlenmesinde, parti içi eğitimin özel bir rolü olabilir mi?
Sosyalist örgütçülüğün belki de en güç yanı partiliye, özellikle de genç olanına, soluk kullanmada timing yeteneği kazandırmaktır. Bu sorunun iki yanı olduğu görülüyor: Önce üyeye “uzun” soluk kazandırmak, sonra da soluğun kullanımında sabote edici savurganlıkları önlemek. İlki, büyük ölçüde üyenin partiye gelişinden önce ve bir yanıyla parti dışı süreçlerce belirlenmiş olabilir. Ama soluk kullanma terbiyesi, doğrudan doğruya partinin eğitim alanıdır. Hemen belirtirsem, tartışma karar alma ve eylem süreçlerine kolektif katılımdan daha etkin başka hiçbir eğitim yöntemi olamaz. Eğer parti eğitiminden söz ediliyorsa, parti eğitiminin omurgası doğrudan doğruya budur.
Eğitim dendiğinde, az çok yerleşik bir ilkenin yıkılması gerektiğini sanıyorum. Örneğin marksist klasiklere ilişkin bir eğitimin, başka türlü söylenirse temel marksist eğitimin, parti yönlendirmesi altında ve tam tamına kolektif süreçlerle sağlanabileceğine doğrusu hiç inanmıyorum. Burada elbette daha homojen ve özel yapılanmalardan değil, geniş katılımlı “kanatlı” bir partiden söz ediyorum. Gene de, sıfırdan başlayan, özellikle ilk aşamaları “el kitapları” üzerine binen kademeli bir marksizm eğitiminin yalnızca böyle bir partide değil, başka tür yapılanmalarda da yararsız kalacağına inanıyorum.
Peki hiç mi olmasın? Klasikler okunmasın mı?
Tersine, klasiklerin her yerde ve her dönemde en temel eğitim araçları olarak kabullenilmeleri gerektiğini düşünüyorum. Ama bunlardan yararlanmada ne tür yolların verimli olabileceği konusunda söyleyeceklerim var. Bence marksist klasiklere ilişkin bir eğitimin en verimli gerçekleşme biçimi, hareketin karşılaştığı özel sorunlar karşısında ve onların uyarıcılığında, seçilecek klasiklere geri referansı dayatan özel motivasyonların duyulmasıdır…
Örneğin bir Kutsal Aile, diyelim “üçüncü kademe eğitim programının ikinci kitabı” olarak kıraat edilecek ve kapatılacak bir kaynak değil, demokrasi, insan, komünizm tanımı vb. gündeme geldikçe, elbette başka klasiklerle birlikte yeniden ve yeniden başvurulacak odak olmalıdır. Bu durumda, klasiklerden hiçbirinin, kendi özel yeri ve sırası yoktur olmamalıdır.
Sonuçta, klasiklere başvurmada yerin, zamanın ve yapılacak seçimin parti içinde de olsa özelleştirilmesini savunuyorum. Kolektivite, özel süreçlerde oluşan klasik eğitimin somut parti tartışmalarına aktarılması sürecinde devreye girecektir. Temel parti politikalarının sürekli olarak, en geniş üye katılımıyla tartışılabilmesi kolektif eğitimin genel çerçevesini oluşturacaktır.
Sonuç Yerine
Başta değinmeye çalıştım: Üzerinde durulan konuda, bugünden kapsamlı ve ayrıntılı sonuçlar aramak hiç gerçekçi olmayacaktır. Tanımlanan nitelikte bir partiyi Türkiye solunun çeşitli kesimleri elbirliğiyle kurmaya çalışacak. Her kesim kendine özgü deneyimlere sahip. Önemli olan, çeşitli deneyimlerden ortak sonuçlar ve ilkeler çıkarabilmektir.
Yazıda değinilenlerin değerlendirilmesinde, başka ölçütler de dikkate alınmak durumunda. Sözgelimi Türkiye solunda, yasal parti deneyi hiç yaşamamış önemli bir birikim vardır. Böyleleri, burada dile getirilen ve tek tek her biri somut gözlem ve deneylere dayanan sonuçlara ne derler, bilemem. Üstelik neden-sonuç bağlantılarına, benim burada kurmaya çalıştığım biçimiyle itiraz edecekler de çıkabilir. Örneğin “gevşek unsur” her yerde ve her zaman sekter ve bürokrat merkeze yol açar mı? Bu bir kural mıdır? Sadık bir partili olmak, daha doğrusu sadakatin başka her tür erdemin önünde olması, bir yanlış mıdır? Marksist klasiklere ilişkin toplu eğitim çalışmalarının randımansızlığı, klasik eğitimin özelleştirilmesi için yeterli gerekçe midir?
Kuşkusuz, bunların hepsi tartışılabilir. Kesinlik iddiası taşımıyorum. Ama şu konuda kesinim: Yasal parti deneyi hiç yaşamamış olanlar, dünya, Türkiye ve koşullar ne denli değişmiş olursa olsun bu yazıda değinilen sorunların hepsiyle de karşılaşacaklardır.
Bitirirken, bir noktayı özellikle vurgulamak istiyorum. Türkiye’de yasal particiliğin kurdu olmuş bir kesim vardır. Bu kesimin çıkardığı dersler ve ulaştığı yeni düzey ne olursa olsun, eskiyi bir ölçüde gene yaşayacak, sorunları eskinin araçlarıyla çözmeye çalışacaktır. Bunların dışında, az önce de değindiğim gibi, yasal ve geniş bir parti deneyini hiç yaşamamış kadrolar vardır. Özellikle bu kadroların bürokratizm, dogmatizm parti fetişizmi vb. alanlarda duyarlı ve eleştirel bir konum aldıkları gözleniyor bugün.
Genellikle geleneksel sol dışı kökene sahip bu kadroların parti ve partililik anlayışına yeni bir içerik (inşallah ultra bir içerik olmaz!) kazandırması mümkündür. En azından, biriktirdikleri taşları getirip ortak parti projesine dökmeleri herkes için iyi olacaktır.
Bunca deneyden sonra, bu işin “doğrusunu” kestirebilenler ve uygulamaya kararlı olanlar belirmişse, bundan bütün Türkiye sol hareketi yararlanır. Yok böyle değilse, hepimiz boyumuzun ölçüsünü alırız ve elimizde sihirli değnek varmışçasına “parti despotizmi”, “bürokratik merkeziyetçilik” vb. konularda uluorta konuşmaktan vazgeçeriz.
Buna, en başta kendimi dahil ediyorum.
Dipnotlar ve Kaynak
- Aynı yaklaşım “kanatlılık” ilkesinin yorumunda da geçerli olmalıdır. Kanatlılık, ancak sosyalizm içi ve sosyalizm için bir kanatlılıksa kabul edilebilir. Yoksa, çeşitli alanlara özgü liberal-radikal yönelimlerin sosyalizme ilgisi meşkuk bir birlikteliğini kanatlılık olarak kabul etmek mümkün değildir. Parti bu kadar çok kanat takarsa, nereye uçacağı da belli olmaz.