İnsanın, gerçekliğin en az eksikli algılamasına ulaştığına inandığı bir anda, farkında olmadan, o gün için öne çıkmış bir parçaya takılıp kalması mümkün müdür?
Mümkündür. Marksistler olarak, yaşadıkça pek çok şey öğreniyoruz. Öğrendiklerimizin arasında, kendi birikimimiz açısından “çok yeni” olanlar da yer alıyor. Zaman zaman hepimiz, kendi özgül konumumuzla sahip olmamız gereken bütünü artık yakaladığımıza inanıyoruz. Kuşkusuz orada kalmıyor iş. Sonra başka başka “yeni”ler çıkıyor ve böylece gelişiyoruz… Akla, son on yıldan bazı örnekler geliyor. Solun 12 Eylül’ü izleyen ilk büyük keşfi, mücadeledeki insanların yeterince “birey” olmadıkları gerçeği idi. Depolitizasyon ve yenilmişlik ortamına da pek iyi giden bu keşfi, zamanla daha politik görünümlü olanlar izledi. Son bir yılın en büyük “yeni”si ise sosyalizmle demokrasinin geçmişte birbirinden koparıldığı, bundan herkesin zarar gördüğü ve artık bu kopukluğun giderilmesi zamanının geldiği, vb. vb. oldu.
Yeni şeyler öğrenmenin yararına inanmakla birlikte, Türkiye’deki Marksistlerin temelde hep bu yoldan gelişebilmelerinde sakat bir yan olduğunu sanıyorum. Şöyle de açıklanabilir: Eskiden bir Marksistten en çoğu birkaç şarkı dinlenebilirken bugün repertuarın beşe ona çıktığını görüyoruz. Ne var ki ikinci durumdaki Marksistin ilkinden daha politik ve daha diri olduğunu söylemek pek mümkün görünmüyor. Sakatlık burada. Eylemci bir Marksistin sahip olması gereken seçmecilikten, özel politik yoğunlaşmadan büsbütün uzak kalan repertuar genişlemesi, gerçek bir gelişme değildir.
İyi de, gerçek gelişme nedir?
Bu soruya köşeli tanımlarla değil, bir süreç çözümlemesiyle yanıt verilebilir. Süreç çözümlemesi dendiğinde ise bir modelin, bir de yöntemin, başta Marksist düşünce ve eylemin Türkiye’deki durumu olmak üzere karşımıza çıkan pek çok konuya yaklaşımda son derece yararlı olacağına inanıyorum.
Model, içerdiği kopuşlar ve sürekliliklerle birlikte Marksist düşüncenin 19. yüzyıldaki gelişimi, ardından da Lenin’in bu düşünceye yaklaşımıdır. Geçmişe ilişkin akademik bir konu olmanın çok ötesinde dersler taşıyan bu süreçten, güncel açıdan geçerli pek çok sonuç çıkarılabilir.
Marksistlerin, bilgi alanlarındaki yatay genişlemeyi herhangi bir ileri hamle için zorunlu saymaları, bence pek sağlam olmayan bir anlayıştan kaynaklanıyor. Modele dönersek, Marksizmin doğuşunda Hegel mirası ve İngiliz ekonomi politiği dışında yeni ya da ek bir bilgi alanının işe karıştığını, Marksizmin de ancak böyle ortaya çıktığını hiç düşünmüyorum. Marksizmin şekillenip gelişmesi, düşünsel alanda bence de bir devrimdir. Ama bu devrim Hegel, Smith, Ricardo üçgeninin sınırları içinde, aynı alana yapılan bir müdahale ile ortaya çıkmıştır. Toplumların gelişim yasalarının keşfi Hegel’in sisteminin büsbütün dışına çıkmak değil, onun içinde devrim yapmaktır. Artık değer’in keşfi, Ricardo’nun çözümleme alanının büsbütün dışına çıkmakla değil içinde derinleşmekle gelmiştir.
Başta 1848-49 olmak üzere sınıf mücadeleleri deneyimlerinin getirdikleri anımsatılarak az önce söylenenlere karşı çıkılırsa, buna birkaç yanıtım olacak. Birincisi, Marksizm 1848 öncesinde de Marksizmdir. İkincisi, sınıf mücadeleleri Marx’ın teorik sistemine yatay bir genişleme değil politik bir derinleşme getirmiştir. Üçüncüsü, Komünist Manifesto, Marx’ın tanık olduğu somut sınıf mücadelelerinin öncesinde yazılmıştır.
Buradan Lenin’e geçebiliriz. Az önce Marx için hiç sözünü etmediğim yerelliğin Lenin’de iyice belirginleştiğini biliyoruz. Burada açmak pek gerekmese bile, yerelliğin (Almanya) Marx’ın ilk yönelimlerinde de önemli bir ateşleyici güç olduğunu sanıyorum. Bunu da geçersek, asıl tez şu oluyor: Leninizm de Marksist mirasa ilişkin bir alan genişlemesini değil gene aynı alan içine devrimci bir müdahaleyi temsil eder. Lenin’in yaptığı, Marksist alan içindeki duyarlı (ve Rusya’nın koşullarında daha da duyarlılaşan) bazı noktalara yönelik teorik-pratik yoğunlaşmadır.
Buraya dek kısaca özetlenenlerin çeşitli itirazlara yol açması mümkündür. Althusser’den Kuhn’a ve Popper’e kadar çeşitli kaynaklara başvuran Marksistler sonuçta “epistomolojik kopuş”, “paradigma” gibi kavramlara biraz fazlaca büyülenerek yaklaşıyorlar ve diyalektik süreçlerin gözden hiç kaçırılmaması gereken bir ögesi olarak süreklilik’e haksızlık ediliyor.1 Elbette burada özel olarak ekonomik-toplumsal-siyasal süreçlerden ve bu süreçlere ilişkin teorilerden sözediliyor. Marksizme böyle bakıldığında, ekleyeceğim çok açık olarak şu: Marksizmin bir “paradigma” değişikliğine uğraması, kendi doğası gereği mümkün değildir. Marksizmin “paradigmasının yenilenmesi” demek, onun doğrudan bir kenara bırakılması demektir.
Başka itirazlar, Lenin-Marx ilişkisi bağlamında emperyalizm olgusunu öne çıkarabilir. Doğrusu bu konuda da inat yanlısıyım. Emperyalizm olgusunun Marksizmde bir “paradigma değişimi” (!) getirdiğini ya da yepyeni bir alan yarattığını hiç düşünmüyorum. Daha ötesi, Leninizme “emperyalizm döneminin Marksizmi” gibi adlar takılmasına da katılmıyorum. Eğer illa bir ad takılacaksa “öznel etmenin Marksizmi” denmesinin daha doğru olacağına inanıyorum. Öznel etmenin rolünün hem teori hem de pratikte ortaya çıkışının Marksizmde bir devrim sayılmasını anlamak mümkündür. Ama daha çok Marx’ın Hegel, Smith ve Ricardo çerçevesinde yaptığı türde “alan içi radikal düzenleme” devrimidir bu.
Ancak belki de hepsinden önemlisi, Lenin’in böyle bir devrimi nerede, hangi koşullar ışığında ve nasıl yaptığıdır. Bu konuda düşündüklerimin, başta “enternasyonalizm” anlayışı olmak üzere Türkiye’deki pek çok devrimci Marksistinkinden farklı düşebileceğini sanıyorum.
Enternasyonalizm Mi, Üşengeçlik Mi?
Çözümlemeye başlamak için, genel Marksist formasyon ile Marksist eylemlilik arasında bir ayırım gözetmek gerekli oluyor. Bu ayrımı şöyle ifade etmek mümkün: Eğer eylemli olacaksa, hiçbir Marksist konum, Marksizmin tüm yönlerini ve çeşitliliğini kapsayan bir çerçeve (genel Marksist formasyon) ile, dünyanın ve ülkenin tüm somut verilerini içeren bir başka çerçeveyi tamtamına çakışacak şekilde üstüste koyup öyle yürüyemez.
Bu iddiaya “aslında öyle olması gerekir ama olmuyor; tam ulaşamasak bile böyle bir kapsamlılığı hedeflemeliyiz” biçiminde yaklaşanlar çıkabilir. Katılmıyorum. Olanaksızlığın ötesinde, olması gerektiğini de sanmıyorum. Burada, başta söylenenlere dönmüş oluyoruz. Türkiye’deki Marksistler öğrendikleri her “yeni” sonunda arzu edilen kapsama daha da yaklaştıklarını sanıyorlar. Sanki birey olmanın, demokrasi ve katılımın parti içi çeşitliliğin, kadın, Kürt ve çevre sorunlarının eşit paylarla ardarda hakkı verilince, kendilerini kimse tutamayacak…
Bu soruların hakkının verilmesini küçümsemiyorum elbette. Ama bu sorunların hakkı boş bir kağıt üzerinde verilirse, Marksistlerin elinde en çoğu bir hakkı verilmiş sorunlar kataloğu olur. Sonra, hakkı verilecek yeni yeni sorunlar çıkacağına göre, Marksistlerin bunları da listeye eklemekten başka işleri kalmaz. Kullanılan devrimci retorik ne olursa olsun, böyle bir yaklaşımın özünde pazarlamacılık anlayışı vardır: Sen malını (sosyalizm) ne kadar iyi pazarlarsan, insanlar da gelir bundan o kadar çok alırlar…
Peki, doğru olan nedir?
Bence doğru olana giden yol çok açık bir saptama ile başlamalı. Eğer devrim istiyorsak, eğer devrim siyasal mücadele ile gelirse ve eğer bu devrim boşlukta değil de Türkiye’de olacaksa, Marksistler hem genel sosyalizm alanına hem de içinde bulundukları yerelliğe tümel değil tikel yaklaşmak, Marksizme ilişkin “en kapsamlı” gerçeği değil, anlamlı bir eylem çizgisine olanak tanıyacak ‘doğru’yu (ki bu da ancak kısmi olabilecektir) yakalamak zorundadırlar.
Daha açık da söylenebilir. Sözü edilen türde, yani ülke ölçeğinde anlamlı bir eylem çizgisine olanak tanıyacak doğru, biz ne dersek diyelim, Marksizmin bugünkü uluslararası konumlanışından ya da bugün Marksizm adına girişilmiş birtakım pratiklerden çok, ülkenin toplumsal-sınıfsal dinamiklerinden çıkacaktır. Daha da ileri giderek, kendi döneminde Lenin’in yaptığının da bu olduğunu söyleyeceğim. Belirli bir mekana göre şekillendirilmiş bir devrim perspektifi, teorik-pratik miras üzerindeki en adil ayıklayıcıdır.
Bir yanda “enternasyonalizmi ret”, öte yanda da “dogmatizm” türü etiketlere en azından Türkiye solunun bugünkü durumunda elverişli olan bu değerlendirmeyi biraz daha açmak mümkün. Bunu yaparken de önce gerçek/doğru ayırımından, sonra da Althusser’in yönteme ilişkin bazı önemli yorumlarından hareket etmeye çalışacağım.
Marksist eylem ‘gerçeklik’ten değil, ‘doğru’dan hareket eder. Bir başka deyişle Marksist eylem, yol alabilmek için, o an doğru haline getirebildiği gerçeklerden hareket etmek zorundadır. ‘Gerçek olan’ın doğru haline getirebilmesi için de Marksist öznenin o gerçekle eyleme dönüştürülebilecek bir bilgi ilişkisi kurmuş olması gerekir. Bu durumda örneğin Doğu Avrupa’daki sosyalist rejimlerin çökmesi bir gerçektir; ama Türkiye’deki Marksistlerin bu gerçekten hareketle aynı zamanda Türkiye’deki sosyalist mücadele adına bir ‘doğru’ya daha ulaştıklarını sanmaları, en azından bugünkü aşamada bir safdillikten öteye geçmeyecektir. Uluslararası etkilenimleri ne olursa olsun Marksistlerin ayaklarını basacakları ilk zemin, bir özne olarak üretebildikleri doğrulardır. Bu tür doğruların başka yerlerde değil Türkiye’de aranması gereği ise bence çok doğaldır.
Şimdi, ikinci gerekçe. Althusser’in “zayıf halka” kavramına yaklaşımını anımsamakta yarar var. Soru şöyle: Tüm dünyaya bakıp sonra hangi ülkenin zayıf halka olduğu mu saptanır, yoksa belirli bir ülkenin iç eşitsizliklerinden hareketle uluslararası eşitsizlikler mi yakalanır? Althusser’in yanıtı ikincisidir2 . Bunu yöntemsel açıdan oldukça önemli buluyorum. Ama dikkat etmek gerekir: Sorun, öyle akademik bir analiz sorunu değildir. Lenin’i halkadan zincire götüren,en b aşta ‘halka’da bir devrim dinamiği görmesi ve tüm çözümlemelerini de bir devrim perspektifi bağlamında yapmasıdır.
Son iki paragrafta söylenenleri şimdi toparlamak gerekiyor. Kuşkusuz uluslararası süreçlerin önemini, bunlardan çıkarılabilecek “ihtiyati” dersleri vb. kimse inkar etmiyor. Ancak, eylemli Marksist önderlik bir rasathane de değildir. İstenildiği kadar enternasyonalizm nutukları atılsın, devrimci mücadelenin uluslararası bir karakter taşıması gerektiği habire vurgulansın (her yerde çok sık kullanılan “son kertede” eki nedense burada hiç kullanılmıyor; oysa en iyi gideceği yer burasıdır), Marksistlerin asıl yörüngeye oturuş mekanları kendi yerellikleridir. Bu, Marksistler dar ulusalcı olduklarından falan değil, hem bir bilimi hem de bir eylemliliği aynı anda temsil edecekleri için böyledir. Hiçbir Marksist küme kendini ve işgal edeceği alanı, (a) Marksist teorik mirasın aritmetik toplam anlamında bütünüyle; (b) Marksizme getirilen herhangi bir uluslararası yorumla; ve (c) dünyada kendi pratikleri dışında pratiklerden çıkan derslerle, tek başına bunlarla tarif edemez. Eğer böyle olsaydı örneğin Lenin’in kendi döneminde (a) Marx ve Engels’e göre ‘bilinçli özne’nin rolünü öne çıkarması; (b) Bernstein’ın Marksizmine doğrudan cephe alıp “kendiliğinden bilinç”i mesele yapması; ve (c) İkinci Enternasyonal partilerinin savaş yanlısı tutumunu gördükten sonra da mücadeleye havlu atmaması düşünülemezdi…
Klasik Soru: Nereden Başlamalı?
Eğer buraya kadar anlatmaya çalıştıklarım izlenebilmişse çıkan sonuç şu olmalıdır: Türkiye’de, Marksistler olarak önce kendi konumumuzu bir güzel tarif edeceğiz, sonra da ülkedeki sınıfsal süreçleri bir yerinden yakalayıp buraya tutunacağız. Evet, bu yalnızca bir başlangıçtır. Ama daha ötede, daha geniş, aralarında bu kez uluslararası olanlar da dahil daha kapsamlı süreçlere ulaşacakssak, işe başlayacağımız yer burası olmalıdır.
“Kendini tarif” sorunu ilginç özellikler barındırır. Bir örnekten hareketle konuya girmek istiyorum. Ralph Miliband bir İngiliz Marksistidir. Devlet konusundaki çözümlemeleriyle Türkiye’de de tanınır. Daha önemlisi öyle “Stanilist deformasyon” geçirmiş, bürokratik sosyalizme kapılanmış, Marksizme o menhus “ekonomist-indirgemeci” açıdan yaklaşmış biri de değildir. Yani Türkiye’nin yeni solu açısından tam bir çekirdeksiz üzümdür. Miliband’ın 1989 yazında ülkesinin sosyalistlerine biçebildiği misyon ise şudur: “Sosyalistler, gelecek yıllarda, ortodoks sosyal demokrasinin sol kanadı üstünde baskı grubuna benzer bir şey olacaklardır. Muhafazakar hükümetlerin alternatifini- bugün olduğu gibi- daha uzunca bir süre sosyal demokrasi oluşturacaktır. Bu perspektifle bakıldığında, sosyalistlerin temel görevlerinden birisi kapitalist rejimlerde elde edilmiş demokratik kazanımların en kararlı ve inandırıcı savunucuları, kapitalist demokrasinin eksikliklerinin en uzlaşmaz eleştiricileri ve demokrasinin kapitalist egemenliğin dayattığı sınırlamalardan en sonunda kurtulduğu bir toplum düzenini en iyi savunan kişiler olmaktır.” 3
Söyleyeceğim şu: Bu tür sözler ediyor diye buradan, Türkiye’den, devrimcilik adına Miliband’a zılgıt atmaya hakkımız yoktur. Miliband’a “arkadaş sen nasıl Marksistsin?” diye sormak da anlamsızdır. İsteyen gider İngiltere’deki sınıf çelişkilerinin nasıl keskinleştiğini, kelle vergisinin kitleleri nasıl harekete geçirdiğini, Londra’nın, Liverpool’un, Manchester’in “devrimci kitle yükselişi”ne gebe olduğunu anlatır ve son zamanlarda anılması moda olan meydan adlarına Tiananmen’den sonra alfabetik sıraya göre bir de Trafalgar’ı ekler. Yanlış da olsa, bunu yapan kendi içinde tutarlı olur üstelik. Ama hiçbir şey yapılmıyorsa şunu sormak gerekir: Eğer devrimci mücadele sizin dediğiniz kadar uluslararası bir süreçse, TBKP’yi kıyasıya eleştirip Miliband’a, Laclau’ya ve benzerlerine hiç ilişmemenin gerekçesi nedir? Böylelerinin tezleri ve önerileri daha mı az reformisttir? Yoksa, yeni sol olmanın reformizm/devrimcilik ayrımına da aşkın bir kerameti mi vardır? Eğer Miliband’a ilişilmemesi “canım orası İngiltere” gerekçesiyle açıklanabiliyorsa, bu durumda “burası Türkiye” diyenleri, yani devrimci bir konumu en başta Türkiye’nin dinamiklerinden hareketle tarif etmeyi önerenleri “enternasyonalizmin dışına düşmek”le suçlamak, olsa olsa bir ikiyüzlülüktür.
Gene târif sorunuyla sürdürecek olursak, başka ilginç noktalar da yakalayabiliriz. “Devrimci” bir konumu, belirli bir yaklaşım açısından, ülkenin sınıfsal süreçlerine önsel saymak mümkündür. Başka deyişle devrimci konum bir yerde ülkenin sınıfsal süreçlerini öyle değil de böyle tarif ettirecek bir ön formasyon olarak görülebilir. Ancak ne dersek diyelim, ülkedeki dinamiklerin, eşitsizliklerin, bunalımların vb. aynı formasyonu derinden belirlediğini inkar edemeyiz. Örneğin ben Miliband’ın en başta kendini “reformist” olarak tanımlayıp sonra ülkesinde yapılabilecek işleri ona göre anlattığını sanmıyorum. Miliband’ın belirleyeni İngiltere’dir. Hem de en eski kapitalist ülke olarak 200 yılı aşkın tarihiyle…
Oysa Türkiye’deki tartışmalara baktığımda, doğrusu çok daha farklı düşünüyorum. Çünkü insanın Türkiye gibi bir ülkeden reformist bir perspektif çıkarabilmesi için, en başta kendini reformist biçimde tarif etmesi gerekir. Başka türlüsü mümkün değildir. O halde devrimcilik/reformculuk ayrışmasının, özne-nesne ilişkileri bağlamında asimetrik bir tablo sayılması mümkündür. Yani, devrimci bir dinamizmin hiç mi hiç öne çıkmadığı bir toplumda, çete-terör etkinlikleri dışında, öznenin teorinin ötesinde devrimci bir konumda olması düşünülemez; buna karşılık devrimci dinamizmin görüldüğü bir toplumda, ‘özne’nin kendini önsel olarak reformist bir konuma yerleştirmesi pekala söz konusudur.
İzlemeye çalıştığım yolu yitirmiş olanlar için burada bir özete girişebilirim. Özetle, Marksist eylemin kendi yerelliğinde bir halka (zincir değil) yakalaması ve sonunda kendisini zincire ulaştıracak yola böyle başlaması gerektiğini söylüyorum. Böyle bir halkaya nereden yaklaşılabileceği konusunda sonlara doğru bazı önerilerim de olacak. Ama bu halkayı yakalayacak olanlar, önünde sonunda Türkiye’nin Marksist kadrolarıdır. Ve bu kadrolar da bugün kendilerini tarif durumundadırlar. Daha da ilginci bu tarif sürecinde doğru/yanlış, gerçek/zahiri pek çok sorun birbiriyle boğuşmakta, böylece durumu biraz daha karışıklaştırmaktadır.
Bu karışıklığa ilişkin bazı yalınlaştırmalar, herkes için yararlı olacaktır.
Yeni Bir Entelijansiya
Eğer Türkiye solundaki sorunlardan bir tanesi Marksist kadroların kendilerini yeniden tarif etmeleri ise, burası, yeni bir entelijansiya gereksiniminin vurgulanması açısından elverişli bir yer oluşturur.
Türkiye solunda pek çok kesimin entelijansiya belasından kurtulunduğu için oh çektiği, aydınlara küfretmenin işçi sınıfına yakınlık beyanı sayıldığı koşullarda yeni bir entelijansiya özlemi garip karşılanabilir. Ama dikkat edilmeli; burada aydınlardan değil, entelijansiyadan söz ediyorum. Entelijansiya elbette en başta aydınları kapsar; ama kendi başına “o” değildir. Üstelik burada gözettiğim entelijansiya kavramının, Rusya’daki içeriğinden bazı farklı yönler taşıdığını da eklemem gerekiyor.4
Nedir, bu entelijansiya?
Küçücük bir nüans konusunda kıyamet koparan, bir şeyin nasıl yapılmaması gerektiğinin kırk yolunu söyleyip nasıl yapılması gerektiğinden hiç söz etmeyen, kendi sorunlarını ve özel ilgi alanını her durumda Marksizmin ve ülke solunun da sıcak noktası sayan aydınlardan bıkmışsınızdır. Güzel; ama sabah akşam “yolumuz işçi sınıfının yoludur” diyen, başkalarının ürettiği her şeye burun kıvırarak baktığı halde sözgelimi bir işçi “bugün günlerden pazar” dediği zaman işçi sınıfının sağduyusu karşısında vecd hali yaşayan aydınlarla, bilmem kaç yıldır mücadele ettiğini söylediği halde “biz hayatın içinden geliyoruz” lafından başka şey bilmeyen işçilerden hiç bıkmadınız mı?
İşte, entelijansiya kavramı, her iki bıkkınlık kaynağının da aşılmasını temsil eden unsurları tanımlamak üzere kullanılıyor. Zamanında Lenin de bazı şeylerden bıkmış olmalı. Onun için “aydınlar bizlere, zaten bildiğimiz şeyleri daha az anlatıp bilmediklerimizden, fabrika ve sendika deneyimlerinden hiçbir zaman öğrenemeyeceğimiz şeylerden söz etmelidirler” 5 demiştir. Burada hiç kuşkusuz Lenin’in aydınlardan beklediklerini alıp aynen tekrarlamayı önermiyorum. Ama, başlangıç burasıdır.
Buradan ilerlenebilir. Genel bir Marksist formasyon ile politik etkinlik arzusu, “entelijansiya” tanımına tam oturmayan pek çok kadroda da olabilir. Ama bugünün Türkiye’sinde entelijansiyanın bu ikisine aşkın özellikleri de olmalıdır. Örneğin bugünün Türkiye’sine gereken Marksist entelijansiya bir yanda Marksist birikim, öte yanda da ülkenin dinamikleri bağlamında, en başta gerekçelendirilmiş bir seçmeciliği temsil etmek zorundadır.
Tekrarlarsam, bu seçmecilik iki düzlemde gerekmektedir. Birincisi; Marksizmin uluslararası teorik-pratik mirası; ikincisi de ülkenin toplumsal-sınıfsal dinamikleri. Hemen eklemek gerekiyor: Seçmecilik, iki ayrı düzlemde birbirinden bağımsız süreçler olarak gerçekleşecek değildir. Tersine, birinci düzlemdeki seçmeciliğin aracı, ikinci düzlemdeki perspektifler olmalıdır. Bizi içinden çıkılmaz kafa karışıklıklarından ve muhtemel bir teorisizm tehlikesinden kurtaracak yol budur.
Birinci düzlemi, yani uluslararası teorik-pratik mirası alalım. Açık söylemek gerekirse kademe kademe iç ayrıştırılma ve ayıklama süreci yaşamayan bir, Marx, Engels, Lenin, Troçki, Luxemburg, Lukacs, Gramsci, Althusser, Poulantzas, Gorbaçov vb. mirasından çıksa çıksa çorba çıkar. Bugün Türkiye’deki Marksist kadroların böyle bir fikirler kaosu yaşadıklarını söylemek haksızlık olmayacaktır. Kaos içindeki bu insanların “aydın”, “Marksist kadro” vb. sayılmalarına hiçbir itirazım yok. Ama bu halleriyle entelijansiya değillerdir. Entelijansiya, çok daha şekillenmiş bir oluşumdur.
Genel olarak söylenirse, Türkiye’de yapılması gereken işin, “yanlış olan”ın uzun süredir Marksizmin zulasında bekleyen (Troçkizm, yeni sol) ya da bugün ana hatlarıyla ortaya çıktığı söylenen (“yeni politik kültür”) bir doğru ile ikamesi olduğunu hiç sanmıyorum. Ayrıca, yapılması gereken işin genel bir teorik sentez olduğu da söylenemez. Çünkü sayılan öğelerden bazılarının bir senteze elverişli olmamaları da bir yana, bizzat ‘sentez’in kendisi salt teorik bir süreç olamaz. Gerçek anlamda ayrışma ve sentez, bir başka alanda belirlenmiş ölçütlerin teorik miras alanına taşınmalarıyla mümkün olabilir. Bu “başka” alan da, bir devrim perspektifi ışığında kendi mekanımıza ilişkin olarak giriştiğimiz ilk düzey çözümlemeleridir.
İlk düzey çözümlemeleri derken, bu tür çözümlemelere yol gösterecek bazı ön modellerin inşasında yarar vardır. Örneğin Türkiye’ye ilişkin bir modelde Marksist eylemliliğin düzene karşı mevzi kazanması, iki ayrı alanın (Marksizm ve düzen) tüm sınırları ve uç noktalarıyla birbirine baktığı, istisnasız her noktada yüz yüze temasın sağlandığı tam simetrik bir karşıtlık ilişkisi içinde gerçekleşemez. Simetrik karşıtlık bir tasavvur olarak teorik düzeyde elbette geçerlidir, hatta yararlıdır. Ama pratikte bunun izdüşümünü aramak boşuna çaba olacaktır. Emperyalist zincir nasıl zayıf halkalara sahipse, verili herhangi bir kapitalist yapının da böyle zayıf noktaları vardır. Ve mevzi kazanımı da, Marksist hareketin, karşı alanın özel olarak belirlenmiş bir noktasına öncelikle nüfuz etmesi ile mümkündür. İşte, birinci düzleme, yani uluslararası teorik-pratik birikim düzlemine nasıl yaklaşılacağını ve ayrıştırma-seçme-sentez sürecinin söz konusu düzlemde nasıl işleyeceğini belirleyen de bu olacaktır. Dolayısıyla, Marx’tan Gorbaçov’a uzanan isimlerin teorik değil de bizim kendi misyonumuz açısından taşıdıkları pratik değerlerin yeniden belirlenmesi, bugünkü görevdir.
Elbette bu, dar anlamda aydınların işi olamaz. Bu, entelijansiya tanımına layık aydınlarla, “ben hayatın içinden geliyorum” söylemini aşmış, bu yönüyle de entelijansiya kavramı içindeki önemli yerini almış öncü işçilerin başarabilecekleri bir iştir. Misyonsuz aydın ya da “hayatın içinden gelen” işçi, Marx’tan Gorbaçov’a uzanan zincire ön angajmanlarla, bu isimlerin kendi iç teorik tutarlılıkları açısından ya da ne kadar işçi edebiyatı yapıldığına göre yaklaşabilir. Oysa, istenen bu değildir.
Buraya kadar söylenenlerin akla getirebileceği ciddi bir soru da şudur: Eğer entelijansiya böylesi temel görevleri yapabiliyorsa, bunu ‘parti’nin yerine koymuş olmuyor muyuz? Bu tür bir kuşkuya iki yanıtım olacak. Birincisi şu: Burada entelijansiya bazı özel bağlamlarda ‘parti’nin bir başka adı olarak kullanılmaktadır. Çünkü az önce sözünü ettiğim ayrıştırma-seçme-sentez etkinliği bir seferde başlanıp bitirilecek bir süreç değildir ve sürekli bir özellik taşır. İşi bu uzun süreçte gerçekleştirecek olan, elbette ‘parti’dir. İkinci yanıt da şu: Unutmamak gerekir ki bir yapının fiilen ortaya çıkabilmesi, bu uğrağın hemen öncesinde, aslında yapı olmadıkları halde yapının misyonlarını giderek daha çok üstlenen kadroların varlığıyla mümkün olur. Türkiye’de devrimci bir parti de, bazı kadroların ya da birlikteliklerin süreç içinde ve zamanla ‘parti’nin görevlerine yakın görevler üstlenmeleriyle gündeme gelecektir.
Ve son soru: Bu entelijansiyanın unsurları nereden çıkacak?
Yeni bir entelijansiyayı oluşturabilecek kadrolar Türkiye’de kümelere ayrılmış durumdadırlar. Bunlardan birini, geleneksel sol yapılardan gelenler oluşturmaktadır.
Geleneksel Sol: Kadrolar Mı, Kalıntılar Mı?
Geleneksel solun TKP, TİP, TSİP bölmelerinin ve bazı bağımsız aydınların artık reformizmden yana açık bir tercih yaptıklarını, dolayısıyla da ileriye dönük çözümlemelerde bunları hesaba katma gereği kalmadığını ileri sürenler çıkacaktır. Doğrusu ben tam tamına bu kanıda değilim.
Birkaç gerekçem var. Bir kere entelijansiyaya ilişkin az önceki yaklaşımdan, bununla, her konuda kendi kendine yeterli, adeta mistik bir gücün kastedildiği sonucu çıkmamalı. Özellikle ilk gelişim aşamalarında olmak üzere, bu oluşumun da bir lebensraum’a (yaşama alanı) gereksinimi vardır. Açık söylemek gerekirse böyle bir lebensraum’u çocukça gerekçelerle büsbütün bir başka kesimin (şu anda yasal parti diyenler) eline bırakmak, tam bir sorumsuzluk olacaktır. Türkiye’de bugün tercihlerini ‘yasal parti’den yana yapan, ama reformizmden uzak pek çok Marksist vardır. Böyleleri, bazı devrimcilerin temsil eder göründükleri sonu gelmez tartışmalara, anlaşılmaz dengelere ve ilişkilere illa da nüfuz etmek zorunda değillerdir. Evet, Türkiye’de gerçekten çok net bir reformist yönelim, bir tercih vardır. Ama devrimciler de birtakım acemilikler yüzünden, orada olmaması gerekenleri bugün hasbel kader reformcularla özdeşleştirilen alana itmişlerdir. Yasal parti kesiminde zaman zaman rastlanan “biz yasal parti istiyoruz diye bize reformist diyorlar” yakınması ise, temsil ettiği çarpıtma ile, işleri daha da karıştırmaktan başka işe yaramamaktadır.
İkincisi, geleneksel solun kadrolarının büyük bölümünün bugünkü konumu, bilinçli bir tercih ve çözümlemeden çok bir ‘şok’un sonuçlarını yansıtır niteliktedir. Başka deyişle bu kesim elbette kendi Yeltsinlerini yetiştirme yolundadır. Ama aynı kesime tümden böyle bir yönelim yakıştırmak da haksızlık olacaktır. Bence bu kesimi şu anda belirleyen asıl önemli etmen, yaşamakta olduğu ideolojik kaostur.
Bu kaosun anlamlı sayılabilecek pek çok göstergesi var. TBKP içindeki gelişmeler herkes tarafından biliniyor. TSİP kendi iç tartışmalarını açıkça dışa yansıttığı için, bunları da biliyoruz. Hepsinden hareketle, bir gelişme modeli ortaya atmak istiyorum. İdeolojik süreçlerde her inişin bir tür alt sınırı vardır. Daha doğrusu, ortadaki topluluk kimse, bu alt sınıra önce hep birlikte inilir. Sonra, bu alt sınırı aşmak isteyenler çıkar ve dananın kuyruğu da orada kopar. Daha alta inmek isteyenlerle birlikte sınıra dek gidenler, bu sınırın da aşılması önerisine tepkilerini tam tamına orada kalarak değil bu kez iniş çizgilerinin tersi yönde bir miktar yukarı çıkarak, yani eskiden terk ettiklerinin bir bölümünü yeniden sahiplenerek sergilerler. TBKP, TSİP ve bazı aydınların yaşadıkları süreçte böyle bir modelin gerçekleşmesi, teorik olarak mümkündür (bu kayıt, başka somut gelişmelerin bu süreci engelleyebileceğini anlatır).
Bugün geleneksel solda gözlenen en belirgin olgu, bazı doğru saptamaların yanlış çıkarsamalara temel olarak kullanılmaları, buna karşılık yanlış saptamaların bazı doğru vurgularla gerekçelendirilmek istenmesidir. İdeolojik kaos denen şeyin bundan daha belirgin bir ifadesi olabileceğini sanmıyorum. Geleneksel sol’da Dikerdem’in “Tüm Korotiçlere Açık Mektup”undan sonra katılacak en çok yer bulduğum yazı (burada TİP, TKP, TSİP kesimini kastediyorum) Tektaş Ağaoğlu’nun imzasını taşıyor. Başlığıyla (“Toplayarak Çıkaralım”) belirli bir mesajı veren bu yazı “reel sosyalizm”e Marksist bir kategori olarak sahip çıktıktan başka, şunu da vurguluyor: “‘Hangi’ sosyalizm olursa olsun, sosyalizm adına elde belli bir pratik var. Ondan başkası da yok. ‘Öylesi olacağına hiç olmasaydı’ diyebilmek için de sosyalizmin Ekim 1917’den beri dünyaya doğrudan ve dolaylı olarak kazandırdıklarını görmezlikten gelmek gerek (…) Bu bakımdan ‘bir başkası’ olabilir miydi, nasıl olmalıydı spekülasyonu olsa olsa, varolan pratiğin ona sahip çıkılarak değerlendirilmesi ve o pratikten günümüz ve geleceğimiz için çıkarılacak tarihsel derslere mehaz olması açısından yararlı referans oluşturabilir. Aksi taktirde, yaşanmış tarihi hepten defterden silmek gibi idealizmi ‘gerçekçiliği’ içinde saklı bir tavıra sürüklenmek kaçınılmazdır.” 6 Bunu, Ağaoğlu’nun en azından kendisi adına bir alt sınıra sahip olduğu biçiminde yorumluyorum.
Ahmet Kaçmaz ise “yenilenme” adına yapılanlara ve söylenenlere zaman zaman isyan etmesine rağmen, bir noktada az çok karar kılmışa benzemiyor. Bu nedenle olsa gerek, zaman zaman bazı ilginç sorunlar da atabiliyor ortaya. Örneğin tarımdaki kolektifleştirmenin “eski toplumun bağrındaki olgunlaşma”ya bağlı olması sorununu ortaya attığında, ne demek istediğini ben şahsen anlayamıyorum 7 . Örneğin Kaçmaz’ın sorunu koyuşu doğrultusunda yürünürse, tarımda toprak polarizasyonunun gerçekleşmediği ve küçük üreticiliğin en yaygın biçim olduğu Türkiye gibi ülkelerde kolektivizasyonun “nesnel” koşullarının olgunlaşmasını beklemekle kırmızı kar yağmasını beklemek aynı şeydir. Tabi sosyalist bir iktidar tarımda kapitalizmi alabildiğine ve zalimce geliştirerek bu “nesnel” koşulları bizzat kendisi oluşturmadığı sürece…
Görüş’ün yazarlarından Oya Baydar ise, eskisine göre biraz daha dikkat kazanmışa benziyor. Ortası delinen bayraklardan, engizisyon papazlarının Lenin heykellerini devirmelerinden duyduğu rahatsızlığı gizlemiyor ve ekliyor: “…sosyalist ülkelerin ekonomik, siyasal, toplumsal çöküşlerinin yarattığı boşluk, kargaşa, toz duman içinde, yığın hareketliliğinin yükselen boyutlarını ‘devrim’ diye selamlayıp, olayların akışına kapılıp, bir bukalemun gibi, yeni, geçici renklere bürünmek pek de güç değil.”8 Baydar’a katılıyorum ve teşekkür ediyorum. Teşekkür ediyorum; çünkü bundan daha masumunu söyleyenlere “aa ne ayıp, yakıştıramadık” diyenler çıkıyordu. Söz konusu kesimi çok daha yakından tanıyan Baydar’ın böyle bir teşhis yapması, yenilenmecilerin daha iyi tanınmaları açısından çok yararlı. Ama Baydar’ın aynı yazıdaki “bir dönem kapanıyor, bir çağ açılıyor. Artık hiçbir şey hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak. Ve artık hiçbirimiz hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağız.” aforizmasına hiç katılmıyorum ve üstelik bunun bir yerde kendisiyle de tutarsız olduğunu düşünüyorum. Katılmıyorum: Çünkü, devrimcilik falan da bir yana, Baydar’ın yaptığı gerçek yaşamda karşılık bulmayacak, tepkici ve şokçu bir romantizmdir. En açığı da şu: Eğer Doğu Avrupa’da şu ya da bu oldu diye Türkiye’deki bir devrimcinin hem kendisinin hem de ortamın büsbütün değişebileceğine inanılıyorsa, bu düpedüz kişiliksizleşmedir. Ayrıca Baydar’ın kendisiyle de tutarsızdır: Çünkü istenen ve beklenen değişim bu denli radikalse insanların bukalemun gibi görünmelerine kızmanın da alemi yoktur. Baydar’ın kuşkusu olmamalı; eğer değişim gereği dediği boyutlardaysa, bu işin bukalemunlarla başlaması da doğaldır. Üstelik bu durumda bukalemunları, Baydar’ın öngördüğü değişimin en hızlı ve öncü kavrayıcıları olarak kutlamak bile mümkündür.
Geleneksel soldaki belirli kümeler, bir alt sınıra doğru gidiyor. Bu gidişi hızlandıracak iç ve dış katalizörlere gerek olduğu söylenebilir. Dış katalizör, pozitif bir işleve sahiptir. Bu işlevin, bugünkü somut partileşme sürecinin dışında kalan devrimci odaklarca (ama elbette bunların aklı başında olan kesimlerince) yerine getirilmesi gerekiyor. Yasal parti projesine başkalarıyla birlikte katılan hepten inkarcıların, sosyal demokratların, Aybarcıların vb. ise bir iç katalizör işlevi görmeleri mümkündür. Bu yüzden bu kesimin bir süre birlikte yürümesi yararlı olacaktır.
Devrimci Kesim
Gelelim diğer kesime.
“Diğer kesim” derken TİP, TKP, TSİP ve bazı Marksist aydınların dışında kalan tüm sol grupları değil bugün Devrimci Sosyalist Blok (DSB) önerisiyle harekete geçenleri kastediyorum.
Bu kesimdeki çeşitli eğilimlerin “toplumun devrimci dönüşümü” hedefiyle bir araya gelmeleri gerçekten de önemli ve anlamlı bir adımdır. Hareket, Türkiye soluna ait yapay değil gerçek bir bölünmeye karşılık düşmektedir. Ve bu birliktelik belirli mesafelerin katedilmesine olanak tanıyacak şekilde kullanılmalıdır.
Nasıl olacak? Zorla mı? Ayrılıkların örtbas edilmesiyle mi?
Elbette böyle düşünmüyorum. En doğrusu, bu kesimin içindeki ayrışma noktalarının sağlıklı biçimde saptanması ve bu ayrışmalara rağmen elde kalan ortak zemine vurgu yaparak ileri yol alınması olacaktır. Diğer kesimdeki ayrışma teorik olarak nasıl mümkünse, bu kesimde birliğin korunması da gene aynı şekilde, teorik olarak mümkündür.
Ama bunun için en başta açık olmak gerekiyor ve ben de öyle olmaya çalışacağım. Örneğin bugünkü yasal parti girişimcilerinin açıkca “Leninizme karşıyız” dememelerine rağmen aslında bal gibi karşı olduklarını çıkarsamakta hiç güçlük çekmiyorum; ama bu tarafta, “Leninizmden yanayız.” diyenlerin bir bölümünün neden Leninist olduklarını ya da kendilerini böyle gördüklerini anlamakta gerçekten güçlük çekiyorum.
Bu bir cepheleşme, durup dururken karşıya adam alma adımı değildir. Çünkü bugün önemli olan, “toplumun devrimci dönüşümünün hedeflenmesi”dir. Kısacası, devrimci olmaktır. Ve bence genel anlamda devrimci olmak için Leninist olmak da şart değildir. Kendi adıma Leninizmi yaratıcılık ve siyasal etkinlik alanlarında vazgeçilmez bir temel sayıyorum elbette. Ama devrimci olan herkesin Lenin’i ve Leninizmi benim yorumlamadığım gibi yorumlamasını talep etme hakkına sahip değilim.
Buna rağmen belirli alanlarda bazı netlikler talep etme hakkımın olduğuna inanıyorum. Birlik tartışmalarında Leninizmin bazı kısır düşünce sahiplerince demir-çelik edebiyatının dar çerçevesinden ele alınması, oldukça sevimsiz ve verimsiz bir odak kaymasına yol açtı. Şimdi bu dönem kapandı; söylemek gerekiyor: Türkiye solunda belirli bir kesimin Leninizm anlayışının netleşebilmesi için, örneğin Lenin ile Luxemburg arasındaki zıtlaşmanın açık seçik ele alınması gerekiyor. Ama hemen eklemeli: Oturup teorik düzeyde böyle bir tartışmaya girişilmesini önermiyorum. Bunu, sırası geldikçe ve kendi görevlerimizin yerine getirilmesi sırasında yapalım. Çok daha açık söylenecek olursa, devrimci kesim içinde Lenin’den çok Luxemburg’a yakın duranların olduğunu düşünüyorum. Bu, devrimcilik adına ne bir kusur ne de bir eksikliktir. Çünkü Luxemburg da katıksız bir devrimcidir. Ama örgütlenme ve öncülük anlayışında Lenin’den önemli ölçüde farklı bir yerdedir. Bunun adının konması gerekiyor, o kadar. Bu adın konmasının da, bazı Batılı Marksistler gibi “canım aslında Rosa Alman partisinin bürokratizmine kızıyordu, Lenin’in parti modelini de onunla karıştırıp bu nedenle karşı çıktı” denilerek yapılabileceğini sanmıyorum 9 .
“Devrimci örgütlenme kendiliğinden eylemin ürünüdür; onun kaynağı değil”, başka pek çok devrimci gibi Luxemburg’a da egemen olan bir görüştür. 1903 yılında Luxemburg Rusya’daki hareketi “genel Avrupai, uluslararası esaslara dayalı” proletarya partisi görüşleri ile “yerel bir fenomen” olan Narodnaya Volya fikirlerinin kaynaşımı olarak “ilginç” buluyordu. Aynı Luxemburg 1904 yılında bu “ilginç” kaynaşım hakkında nihai yargısını vermişe benziyor ve çok açık konuşuyor: “Sosyalizm, tarihte tüm gelişim çizgisini kitlelerin örgütlenmesine ve bağımsız hareketine dayandırmaya yönelen ilk harekettir. Lenin tarafından savunulan aşırı merkeziyetçilik ise olumlu ve yaratıcı bir ruh’tan değil, bir bekçi’nin olumsuz, kısır ruhundan kaynaklanan bir anlayıştır. Lenin’in düşünce çizgisi, parti etkinliğinin verimlileştirilmesine değil, denetlenmesine göre biçimlenmiştir; (bu etkinliğin) bağlarından kurtulmasına değil, darlaşmasına yöneliktir. (Bu düşünce) Toparlayıcı ve birleştirici değil işi başkasının üstüne yıkan angaryacı bir nitelik taşır.” 10
Tekrar ediyorum: Ne burada, ne de başka bir yerde işi gücü bırakıp bunları tartışmayı önermiyorum. Yalnızca şunu belirtmek gerekiyor: Luxemburg’un Leninist parti’yi böyle algılayıp yorumladığı 1904 yılında o parti’nin “Stalinist deformasyon”a uğradığını herhalde hiçbir babayiğit ya da anayiğit iddia etmeyecektir. Bu konuda açık olunmasında yarar vardır. Ciddi ve aklı başında devrimcilerin, Lenin’e değil de Luxemburg’a daha yakın duruyorlar diye başka devrimcilerin ardından teneke çalmak gibi niyetleri yoktur. Bunlar elbette tartışılacaktır: Ama asıl anlamlı biçimiyle ileride, biz kedi olalı bir fare tuttuğumuzda; ya da kendi yerelliğimizde gerçek anlamda bir örgütlenmenin eşiğine geldiğimizde…
İnsanların Leninizmi demir-çelik edebiyatı yapmadan da salt teorik düzeyde, üstelik belagatle savunmaları mümkündür. Ama bu uğrakta pek anlamlı olacağını sanmıyorum. Aynı savununun, Türkiye’nin somut koşullarının çözümlenmesi bağlamında dolaylı biçimde yapılması da mümkündür ve üstelik böylesi çok daha verimli olacaktır. Öbür türlüsünün olumsuz anlamda “tefekkürcü” kalması mümkündür. İngilizce’de “tefekkür” anlamına gelen sözcüğün (ruminate/rumination) aynı zamanda bir de “geviş getirme”ye karşılık düştüğünü anımsayanlar, sözünü ettiğim tehlikeyi daha iyi kavrayacaklardır.
Yasal particiler ve DSB kendi pratiklerine ulaşmadıkları sürece, söylenen sözler giderek boşlaşacaktır. Gerek iki kesimden herbirinin kendi içinde, gerekse de kesimler arası görüş etkileşimi için, ayrışmış kolların pratikte en azından belirli bir yol almaları zorunludur.
Hazır Kavram Fetişizmi
Bundan sonra söyleyeceklerim, buraya dek kurulmaya çalışılan projektörün Türkiye’ye tutulmasıyla ilgili olacak.
Bu, hiçbir biçimde, Türkiye’deki koşulların mümkün olan en geniş ölçekte çözümlenmesi anlamına gelmiyor. Başta da dediğim gibi, ortak Marksist eylemin ‘tikel’den yola çıkması gerektiğini düşünüyorum. Burada, ortak eyleme olanak tanıyacak anlamlı bir çerçeve yeterli sayılmalıdır. Bu çerçevenin ayrıntılandırılması, daha sonra da genişletilmesi ise doğrudan doğruya pratiğin ve onun ürünlerinin işi olacaktır.
Burada bir itiraz yöneltilebilir: Tikel, öncesi hiç olmayan bir sıfır başlangıcı mıdır? Böyle olabilir mi? Yola çıkmak üzere tikel’e yoğunlaşanların, bunu önceleyen tümel bir kavrayışa sahip olmaları gerekmez mi?
Böyle bir itiraz özde elbette haklıdır. Ama gene de unutmamamız gereken noktalar var. Evet, her somut adım önerisi, doğru/yanlış, tutarlı/tutarsız, gelişkin/yetersiz bir tümel algılamaya dayanır. Kimse bunu inkar edemez. Buna karşılık sosyalistleri bir kısır döngüye, hatta zaman zaman teorisizme iten, ayrı ayrı tümel algılamaların karşılıklı hesaplaşmasıyla ve ancak ondan sonra yola çıkılabileceği sanısıdır. Oysa tümelci yaklaşımı teorisist olmaktan kurtaran, daha en başta uygulamacı bir tikel’e işaret edebilmesidir. O halde, eylemli olmak isteyen Marksistler, sahip oldukları tümel yaklaşımları birbirlerininkinin karşısına dikmek yerine, bunların uygulamaya dönük ürünleri neyse onları ortaya çıkarmalıdırlar. Bu yapılmadığı sürece benim burada teorisist dediğim, ama aslında herkesin farkında olup “tartışma kulübü” vb. sıfatlarla tanımladığı durum ortaya çıkacaktır.
Yeri gelmişken, Türkiye’deki tartışmaların bugünkü durumuyla ilgili bir parantez açabilirim. Bir yıla yakın bir süre alan “Kuruçeşme tartışmaları” bir noktayı çok açık ortaya sermiş olmalı: Marksistler, sahip oldukları tümel Marksizm algılamalarını ortaya döküp bunda ısrarlı oldukları sürece, iş tartışmadan öteye geçmemektedir. Türkiye’nin toplumsal ve sınıfsal dinamikleri ile bu dinamiklerin bir devrim perspektifi bağlamında ele alınması, bu kısır döngüyü aşmada önemli bir adım olmuştur. Bunu az önce söylediklerimin bir kanıtı olarak görüyorum. Ayrıca tartışmaların daha birkaç yıl, üstelik Marksizmin istisnasız tüm yönlerini ele alan bir kapsamda sürdürülmesini isteyenlerin olduğunu da biliyorum. Çok açık söylemek gerekiyor; hangi niyetle yapılırsa yapılsın, böyle bir önerinin işleri yokuşa sürmekten başka bir anlamı olabileceğini sanmıyorum. Çeşitli Marksist eğilimlerin, eylemsiz, pratiksiz, salt teorik tartışma düzeyinde, üstelik de bu tartışmanın kapsamını en geniş ölçekte tutarak sonunda “birlik” oluşturabileceklerini sanmak, bence bir ütopyadır. Söylediklerim daha iyi anlaşılsın diye bir alegori de yapabilirim. Örneğin ben bu tartışmaların hiçbir yere varmamasını isteyen biri olsam, süreçleri çok rahat biçimde sabote edebilirim. Çünkü Marksist çözümleme ve tartışmanın dağarcığında henüz bizlerin gündemine girmemiş binbir konu vardır. Tutarım, bunları birer birer ortaya atarım. Her biri için “eğer bu konuda birlik sağlanmazsa bu iş olmaz” derim. Üstelik bunlar, öyle ıvır zıvır konular da olmayacaktır ve hemen hemen herkes “yahu gerçekten bu konu çok önemli” diyecektir. Böylece “birlik amacına yönelik en geniş kapsamlı Marksist tartışma” hepimizin on yıllarını (şaka etmiyorum) alacaktır…
Bu ara açıklamalardan sonra yola devam edebiliriz. Yolun devamında elbette Türkiye var. Ama hemen önce, bir ayrım daha yapmak gerekiyor. Türkiye’deki Marksistlerin bir başka önemli sorunu, Marx’tan günümüze çözümleme alanında ortaya çıkmış kavramlara ve kurgulara Türkiye somutunda mutlaka kesin karşılıklar arama çabasıdır. Öyle ki, Marx zamanında “ sivil toplum”u kullanmışsa, Türkiye’de de sivil toplum arayacağız. Marksist çözümlemede Bonapartizm kavramı varsa, sanki biz çözümleme yapma külfetinden büsbütün kurtulacağız ve önümüze gelene Bonapartizm etiketini yapıştıracağız. Luxemburg kendiliğinden taban hareketinin önemini vurgulamışsa, bunu andıran her şeyin önünde secdeye varacağız. Althusser “ideolojik devlet aygıtları” demişse, onun bu aygıtlara tanıdığı işlevleri aynen gören kurumları Türkiye’de de aramak (ve elbette “bulmak”) artık farz olmuştur, vb. vb.
Verili anda, pratiğin teoriden daha zengin olduğunu bütün Marksistler kabul edeceklerdir. Ancak, pratiğin teoriden daha zengin olduğunu benimsemekle, verili andaki teorik birikimin tüm kavram ve kurgularına somutta tek tek karşılık aramak bir yerde çelişkili görünüyor. En azından, ikisi arasında tam çakışma bulunabileceğini söyleyen bir eş alanlılık varsayımı var ortada. Bununla birlikte, pratiğin teoriden daha zengin olduğunu benimseyen Marksistler şöyle bir anlayışa da sahip olabilirler: Verili andaki alan özdeşliğine rağmen daha hızlı gelişen, dolayısıyla da teorinin ayak uydurması gereken, pratiktir. Bu durumda, ortaya çıkan pratiğe ilişkin teorizasyon, Marksist teorinin genel alanını da genişletecektir…
Belki pek çok kişinin kabul edeceği bu yaklaşım konusunda benim bazı tereddütlerim var. Alan genişlemesi olasılığını reddetmiyorum elbette. Ama bence alan genişlemesinden daha önemli olan, verili alan içindeki derinleşmedir. Bir başka deyişle, pratiğin illa da alan genişletici bir işleve sahip olması gerekmiyor. Pratik, verili alan içindeki seçici, ayıklayıcı ve yeniden düzenleyici işleviyle önemlidir asıl.
Bunca sözün ardından ne geleceği herhalde açıktır. Türkiye çözümlemelerine yöneldiğimizde, hoşumuza giden her teorik malzemeye ve kurguya mutlaka bir karşılık bulmak zorunda değiliz. Sözü edilen genel teorik malzeme ve kurgular elbette yararlıdır. Ama her zaman karşılıklarını bulma anlamında değil; gereğinde, karşılıklarının bulunmayışından hareketle, kendi yerelliğimize ilişkin çözümlemeleri yetkinleştirmek için… Yapılabildiği anda bu, öyle sanıldığı gibi hemen “teoriye katkı” anlamına gelmez. Yapılacak iş, teorik bir ifadenin pratikte karşılığını aramak, bulunmadığı hallerde de yanıtı o ifadenin teorik reddiyle değil, kendi çerçevemizden ayıklanması biçiminde vermektir.
Bir sonraki bölümde, Türkiye’ye bu gözle bakmaya çalışacağım.
Bir Depolitizasyon Tanımı
Türkiye’ye dönüp baktıklarında, aralarında çeşitli anlayış farklılıkları olan Marksistler tam tamına paylaştıkları ortak bir sorun göreceklerdir: Kitle ve sınıf bağları… Daha ortodoks bir Lenin yorumuyla örgütlenmeye ve öncülük misyonuna öncelik tanıyanlar da, bağımsız kitle hareketini öne çıkaranlar da söz konusu bağların zayıflığından, hatta yokluğundan muzdariptirler. Gerçi örgüt ve öncülük misyonunu öne alanlar için bu durumda da yapılacak pek çok şey vardır; ama yıllar yılı içine kapalı kalan bir “öncü”nün neye öncülük edeceği sorusu da apaçık ortadadır. O halde, eğer kitle hareketi deniliyorsa, tabandan yükselen eylemlilikten söz ediliyorsa ve sınıf bağlarının kurulması yaşamsal önemde bir sorun olarak görülüyorsa, bulundukları konum ne olursa olsun Marksistlerin çözümlemeleri gereken bir durum vardır ortada. Bu durumun tam adı da ‘kitlesel depolitizasyon’dur.
Kitlesel depolitizasyon, hangi konumda yer alırsa alsın, Marksist eylemliliğin kırması gereken ilk halkadır.
Burada, depolitizasyon olgusuna ilişkin bazı yaklaşımlarda bulunacağım. Sorunun pratik boyutları, teorik düzeydeki bir çözümlemenin ancak sınırlı olabilmesini gerektirmektedir. Bu nedenle, elimden geldiğince basit bir yaklaşımda bulunmak istiyorum. Yaklaşımın basitliğinin bazı zaaflara yol açabileceğini kabul ediyorum. Ama bir ilk adım olarak, bunların hoş görülebileceğini sanıyorum.
Althusser’in ünlü “düzeyler”ini alalım: Ekonomi, politika ve ideoloji. Althusser, ideoloji ve politika düzeylerine, düzenin kendini yeniden üretmesi açısından önemli işlevler tanır. Üstelik iki düzey, kendi üretimini belirli bir özerklik içinde yapmaktadır. Bu durumda düzenin ya da kapitalist ilişkilerin kendisini yenilemesinde, ideoloji ve politika düzeylerinin özerk üretimleri, ‘devlet’i ve onun baskı-zor işlevlerini sarmalayan bir ağ oluşturmaktadır.
Bu basit özete karşı söyleyeceğim çok açık olarak şu: Türkiye’de ideoloji ve politika düzeylerinin kendi özerklikleri içinde düzenin devamına yönelik bir şeyler üretebildiklerini söylemek çok güçtür. Politika düzeyi için bir ek açıklama gerekir. Devlet, bu düzeyin içindedir. Ve devlet, Türkiye’de, düzenin devamı adına pek çok şey “üretmektedir”. Ama burada herhangi bir “üretim özerkliği” söz konusu değildir. Başka deyişle Althusser’in modelinde “politik düzey” olarak aslında siyasal partilere ve etkinliklerine tanınan işlev, özellikle 12 Eylül sonrası Türkiyesi’nde neredeyse yok olmak üzeredir.
İdeoloji ve politika düzeylerinde özerk üretimin bu anlamdaki sınırlılığı ya da yokluğu çok basit bir sonuç vermektedir: Baskı aygıtının üzerine ek yüklerin binmesi. İdeoloji ve politika düzeylerinin özerk üretimleriyle yeterince desteklenmeyen baskı aygıtının böyle bir yükü kaldırabilmesi, ‘doğrudan ve fiziksel zor’un yanında, ancak genel bir depolitizasyonla ve bunun süreklileştirilmesiyle mümkündür.
Peki, depolitizasyon denen şey aslında ideoloji bağlantılı değil midir? Dolayısıyla bizatihi depolitizasyonun varlığı, Türkiye’de aynı zamanda şöyle ya da böyle bir ideoloji üretimi olduğunu göstermez mi?
Bence tam böyle değil. Bunu görmek için, depolitizasyonun sağlandığı “ideoloji” düzeyine birkaç açıdan gözatmak gerekiyor. L. Köker’in bir çalışmasında “ideoloji” kavramı iki düzeyde açılıyor. İlki, “toplum içindeki insanların kendi kimliklerini, kendi toplumlarının dünya toplumları içindeki konumunu nasıl tanımladıkları” ile ilgilidir. İkincisi ise “toplum içindeki belirli bir grubun (…) kendi değerleri ve hedefleri doğrultusunda oluşturduğu bir toplumsal program” niteliğindedir. Köker, ikincisine “sert ideoloji” diyor.11 Bu ayrımı buraya almamın nedeni şu: Genel olarak kapitalist toplumlarda ikincisinin birincisine şu ya da bu düzeyde nüfuz etmesi, ona başat duruma gelmesi gerekir. Özellikle batılı kapitalist toplumlarda bu nüfuzun sağlandığı mekanizmalar, ayrı bir tartışma konusudur. Ama belirli yalınlaştırmalar ışığında kesinlikle söylenebilir ki, aynı mekanizmanın Türkiye’deki işleyişi, bu nüfuzun doğal ideolojik etkileşim süreçleriyle değil, baskı ve ‘zor’la sağlanmasıdır. Başka deyişle Türkiye’deki egemen “sert ideoloji”nin kendi dışındaki ideolojik formasyonlara nüfuzunda ve onlara başat duruma gelmesinde ana mekanizma baskı ve zor’dur.
Bu iddianın, bu haliyle itirazlar alabileceğinin farkındayım. Öyle sanıyorum bu itirazların büyük bölümü de baskı ve zor’un salt fiziksel açıdan ve fiilen uygulandıkları anlara ilişkin olgular olarak görülmelerinden kaynaklanacaktır. Bu konuda da Göran Therborn’un bir çalışmasından yararlanabileceğimi sanıyorum. Bence Therborn yararlı bir iş yapıyor ve Gramsci üzerine sivil toplumcu ya da Örokomünist yorumlar doğrultusunda zorlanan bir ideoloji olan/ideoloji olmayan dikotomisini (bu durup dururken yaratılan onay/zor dikotomisinin bir başka adıdır) eleştiriyor. Therborn “zor ve şiddet bir yönetme biçimi olarak ancak ideolojik korku mekanizması aracılığıyla iş görür” derken haklıdır 12 . Bu, aynı zamanda, az önce sözünü ettiğim itirazın da karşılığını oluşturuyor. Dolayısıyla zor’un fiziksel şiddet, yasalar, idam, hapis, kurşun, dipçik vb. ötesinde bir de ideoloji salgıladığı ortaya çıkıyor. Bu, zor’u ideolojiden, ideolojiyi de zor’dan büsbütün ayrıştırmaya yönelen verimsiz çabalara bir yanıt olmalıdır. Türkiye’ye ilişkin olarak söyleyeceğim ise şu: Yalnızca fiziksel anlamda uygulanımıyla değil salgıladığı endişe ve korku ile de zor, Türkiye’deki düzenin yeniden üretilmesini sağlayan başat durumdaki ideolojidir. Teorik tartışma kıvraklığına sahip kişilerin (bugünkü Türkiye solunda, gençlerin) şunu söyleyeceklerini sanıyorum: “İyi ama bu korkunun kitlelere nüfuz edebilmesi, kitlelerde zaten varolan ve üstelik zor ve şiddetle doğrudan ilişkili olmayan başka ve daha ‘sivil’ ideolojilerle mümkün olmuyor mu?” Elbette buna itiraz etmiyorum. Ama gene de başat unsurun zor ve onun salgıladığı korku ideolojisi olduğunda, bu başat ögenin yokluğunda ise “sivil” tutucu ideolojilerin çorap söküğü gibi dağılacağında ısrar ediyorum.
İşte, eğer depolitizasyondan yakınılıyorsa, depolitizasyonun ardında yatan belirleyici, en başta yukarıdakidir. Eğer Türkiye’de bağımsız kitle inisiyatifinin zayıflığından sözediliyorsa, temelinde en başta bu vardır. Eğer Marksistler “kitlelere” gittiklerinde kendilerine itiraz etmeyen insanlar sonuçta gene de bildiklerini okuyorlarsa, nedeni aynı şeydir.
Herşeye rağmen Türkiye’de yaşanan depolitizasyonun boyutlarını ve görünümünü ele almakta, buradan hareketle de daha ayrıntılı bir depolitizasyon tanımına ulaşmakta yarar vardır. Bunun, birkaç özellikten hareketle yapılabileceği kanısındayım.
1) Depolitize kitlelere egemen olan, bir pazarlık ve beklenticilik anlayışıdır. Pazarlık da, beklenti de, her yerde ve her zaman siyasal örgütlenmelerle (partiler) kitlesel örgütlenmelerden çok bizzat devlet’e yöneliktir. Pazarlık anlayışında kitleye egemen olan psikoloji, kendisinin belirli birşeyi yapması (ya da yapmaması) durumunda devlet’in de buna göre bir başka şeyi yapacağı (ya da yapmayacağı) yönündedir. Kitleler nezdinde düşünceyi ve davranışı belirleyen kutbun hep devlet olması, yabancılaşmanın (ve doğal olarak da depolitizasyonun) ulaştığı ileri boyutu sergiler. Devlet’le ilişkinin böyle bir tablonun elde edilmesindeki payı açısından Çağlar Keyder’in hızla artan kentsel nüfus bağlamında söyledikleri anlamlıdır: “… köyden gelen göçmenlerin popülist politikalar yoluyla topluma bütünleştirilmeleri, devletle ilişkilerini güçlendiriyor (a.b.ç.), toplumun özerkleşmesini önlüyordu. Bu nedenle toplumsal katılım uzak bir ideal olarak kaldı ve şekilsel bir parlamenter demokrasi katılımın tek biçimi oldu.”13
Beklenticilik de, pazarlık anlayışı ile doğrudan bağlantılıdır. Türkiye’de genellikle orta sınıflara yakıştırılan “istikrar ve dengelerin gözetilmesini devlet’ten bekleme” 14 tavrının, aynı ya da farklılaşmış düzeylerde işçi sınıfına hiç mi hiç uzanmadığını düşünmek doğru olmayacaktır.
2) İnsanların, hangi nitelikte ve düzeyde olursa olsun politik kimliklerini pozitif tanımlamalarla ve bunların ürünü olan bağlanmalarla değil de salt bir cezalandırma mantığı içinde sergilemeleri, depolitizasyonun bir başka boyutudur. Bu aynı zamanda, her türden burjuva partisinin geleceğini de belirleyen bir durumdur. Türkiye’deki “demokrasi”nin kitlelere tanıdığı olanak, dört yılda bir sandığa gidip kötü performansı cezalandırmaktır. Bir tek bu olanak dışında, insanların belirli politik hedeflere bağlanmaları ve bu hedefler doğrultusunda sürekli bir hareketlilik içinde olmaları, korku ideolojisi tarafından engellenmektedir. “Siyasetle uğraşmanın insanın başına kötü şeyler getireceği” düşüncesi Türkiye’de, sosyalistlerin başına gelenlerin de ötesinde bir geçerliliğe sahiptir. Bu, İttihat ve Terakki kalıntılarının başına gelenlerden Demokrat Parti’nin “sabık”larına oradan da Zincirbozancılara uzanan bir zincirdir.
Gerçi 12 Eylül sonrasında daha da pekiştiğini söylemek mümkündür; ama Türkiye’de politik tavrın salt “oyla cezalandırma”ya indirgenmesi anlamında depolitizasyonun kökü daha eskiye dayanır. İnsanların politik kimliklerini ve tercihlerini ancak kötü performansı a posteriori cezalandırma olanağıyla ortaya koyabilmeleri, bazı aykırı ara uğraklara da tanıklık eder. 1946-50 1965-69 ve 1973-77’yi böyle ara uğraklar saymak mümkündür. Çünkü insanlar 1946-50’de CHP’yi, 1965-69’da (çok sınırlı biçimde de olsa) bütün düzen partilerini, 1973-77’de ise AP’yi cezalandırmanın ötesinde, aynı zamanda sırasıyla DP’den, TİP’ten ve Ecevit CHP’sinden kendi konumlarıyla özdeşleştirdikleri bir geleceği de beklemişler, bu doğrultuda politik bağlanmalar içine girmişlerdir.
Ve artık bu iş bitmiştir! Kitleler, bu anlamda, 12 Eylül’den değil yaklaşık 1977’den bu yana depolitizedir. Bugün, depolitizasyonu dediğim anlamda, yani insanları “cezalandırma” mantığının ötesine taşıyarak kırma yolunda düzen içi herhangi bir hareket olasılığı da görünmüyor. Aynı durumun, sosyalist etkinlik açısından hem bir olanak hem de bir kısıt yarattığı ortadadır.
3) Aslında kitlesel depolitizasyonun kitlenin bizzat kendisi tarafından aşılmasının en sağlıklı yolu, deney’dir. Deney derken, elbette “yaşayıp görme”yi kastetmiyorum. Kitlelerin hareketlenmesini, şu ya da bu gerekçeden hareketle belirli deneyler içine girmelerini kastediyorum. Ancak şunu da görmek gerekir ki az önce sıralananlardan (1) ve (2) geçerli olduğu sürece hem kitlelerin bir hareketlilik içine girmeleri güçleşecek, hem de, girseler bile, bundan edinebilecekleri deneyim sınırlı kalacaktır. Burada düpedüz bir kısır döngüyle karşı karşıya bulunuyoruz.
Nasıl Kırılacak Bu Kısır Döngü?
Anımsamak gerekir: Türkiye’de ne 1946-50 ne de 1965-69 politizasyonunun kitlesel bir hareketlenmeye ve onun ürünü olan deneyimlere bağlı olduğunu söylemek mümkündür. Bu iki uğrakta da kitlesel politizasyonu sağlayan unsurun yeni (ya da öyle görünen) bir ses ya da almaşık olduğunu görüyoruz. Başka deyişle DP ve kendi sınırlı ölçüleri içinde TİP, kitlesel depolitizasyonda gedikler açan, bir anlamda “dışsal” etmenler olmuşlardır. 1973 sonrasında ortaya çıkan ve ne yazık ki Ecevit CHP’sine teslim edilen politizasyonun ise, bu kez 12 Mart civarındaki devrimci eylemlere ve deneyimlere dayandığı söylenebilir.
Bu durumda, hatları henüz inceltilmemiş ve geçici bir sonuca varabiliriz. Türkiye’de kitlesel depolitizasyonun aşılabilmesinde bağımsız kitle eylemlerinin ne ölçüde rol oynayacağı bugün için yanıtı kestirilemeyecek bir sorudur. Bu, birincisi. İkincisi, aslında düzen içi olan, ama yarattığı hareketlenmeyle düzen dışı olanaklar da yaratabilecek bir siyasal etmen, Türkiye’nin gündeminden çıkmışa benzemektedir. Üçüncüsü, sözgelimi Fatsa vb. direnişlerden DİSK eylemlerine uzanan geçmiş deneyimle ilgili kitlesel hafıza, 12 Eylül’le birlikte tam bir travma yaşamıştır. Dolayısıyla, bu deneyler üzerine basan önemli bir kitlesel yükseliş beklemek de mümkün değildir. Her zaman için mümkün olan, ama zamanı ve boyutları kestirilemeyecek bağımsız ya da kendiliğinden kitle hareketlenmeleri bir yana bırakılırsa, geriye bir tek yol kalmaktadır. Bu da sosyalistlerin, bugün için küçük ölçekte de kalsa, depolitizasyon çemberinin kırılmasına önayak olacak bir hareketlilik içine girebilmeleridir. Özetle, başlarda mikro ölçekte de kalsa, öncülük- sınırlı kitle deneyimi- elde edilen ürünlerin öncülük tarafından kalıcılaştırılması şeklinde işleyecek bir süreci küçümsememek, yola buradan başlamak gerekiyor.
Dipnotlar ve Kaynak
- Sanat ve edebiyata ilişkin olarak konuşmayacağım. Ama Türkiye’de süreklilikleri büsbütün inkardan yana ne kadar radikal kopuşçu gördüysem, bunların büyük çoğunluğu toy, sığ, sevimsiz insanlardı ve sonradan nefessiz çıktılar. Hep birşeylerin “artık tamamen bittiğini” söylerler. Geçmişlerini silip atmanın kendilerini gerçekleştireceğini sanacak kadar da apolitiktirler. Sosyalizmin içinde radikal kopuş alanı görürken rahat olanlar, aynı rahatlığı daha sonra sosyalizmden kendi radikal kopuşları sırasında da gösterirler.
- Althusser, Louis; For Marx, Penguin 1969, s.212
- Miliband, Ralph; “Komünist Rejimlerin Krizleri Üzerine Düşünceler”, Birikim, Ocak 1990, sayı:9, s.32
- Ayrıntılara inemem. Ancak bugün gerekli görülen entelijansiyanın Türkiye’ye genel bir “aydınlanma” dönemi getirmesi beklenmiyor. İstisnasız her konuyu kendi aralarında olmadık ayrıntılarıyla tartışan insanlar da istenmiyor. Türkiye’deki entelijansiyanın, “işçilere bilinç götürme” işinden önce içini düzenlemesi gerekiyor.
- akt. Hill, Christopher; Lenin and the Russian Revolution, Penguin 1978, s.60
- Ağaoğlu, Tektaş; ”Toplayarak Çıkaralım”, Görüş, Mart 1990, no:40, s.33
- Kaçmaz, Ahmet; “Günümüz ve Marksizm Üzerine Bir Deneme” a.g.d. Nisan 1990, no:41, s.37
- Baydar, Oya; “Kimlik Arayışımız ve Yeni Bir Devrim”, a.g.d., s.32
- Cliff, Tony; “Rosa ve Lenin”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Fasikül no:16, s.514
- akt. Wolfe, Bertram D.; Three Who Made a Revolution, Penguin 1966, s.292
- Köker, Levent; Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İletişim yay., İst. 1990, s.53
- Therborn, Göran; İktidarın İdeolojisi ve İdeolojinin İktidarı, Çev:İrfan Cüre, İletişim yay. İst. 1989, s.82-83
- Keyder, Çağlar; Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim yay. İst.1989, s.161
- Birikim, Aralık 1989, no:8, s.6