Geçen iki ayda dünyada yaşanan değişiklikler şöyle bir düşünüldüğünde herhalde itiraz almayacak bir saptama tarihin hızlı aktığı şeklinde olacaktır. Bu yazıda öncelikle geçen iki ayda yaşanılan dış politik gelişmelerden kesitler alınacak daha sonra ise bunların ışığında yaşanılan “sağ” yükselişin geleceği üzerinde durulacak.
SOVYETLER’de yaşanılanlar geçen ayın en önemli olayı kuşkusuz. Yaşanılan trajedinin analizi ve nedenlerini tartışmayı bir yana bırakıp, sonuçları itibarıyla değerlendirmeye çalışırsak; sosyalizmin ekonomik, kültürel, ahlaki değerlerinin tam da bir linç mantığı ile çiğnendiğini görürürüz.
At, düşman kardeşler mi?
Körfez savaşı öncesinde AT’nin ekonomik ve siyasi birlik yolunda tam yol ilerlediğine ilişkin genelde olumlu bir hava vardı. Savaşın hemen öncesinde ve savaş sırasında ise AT ortak tavır alma konusunda zaaflar sergiledi. Savaşa askeri güç yollamakta çıkan sorunlardan öte topluluktaki bazı ülkeler ekonomik ambargo kararını bile ihlal ettiler. Şu günlerde ise AT iki siyasi sınavdan daha geçmekte. Topluluk Yugoslavya’ daki olaylar karşısında zaman zaman tutarsızlaşan, pasif bir konumda kaldı. Bunun asıl nedeni üye ülkelerin kendi içlerinde görüş ayrılıklarının olması. Almanya, Slovenya ve Hırvatistan’ın birlikten ayrılmasını istiyor, çünkü bu iki cumhuriyette diğerlerinin aksine balkan kültürü değil, Alman kültürü egemen. Almanya’ya sıcak bakacak yeni devletçiklerin olması ise diğer “büyüklerin” canını sıkıyor. Topluluğun ortak bir tavır geliştiremediği bir başka konu ise Doğu Avrupa’daki devletlerle gelecekte nasıl bir ilişki içinde olacaklarıyla ilgili. Ortada verilen sözler var, gerçi bunların tamamının yerine getirileceğine inanmak için Doğu Avrupalı olmak gerekli. Ama vaadedilenlerin neredeyse tümünün yerine getirilmemesi çok öğretici. Bu ülkelerin ihracat şansları olan tekstil, tarım ürünleri, çelik sanayi gibi alanlarda bazı AT ülkelerinin vetosuyla karşılaşmaları üye ülkeleri bile birbirine düşürüyor. Maddi yardım, ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi, gibi ifadeler, artık inandırıcılığını yitirdiği gibi bu ülkelere sadece “yeni bir pazar” gözüyle bakıldığını saklamaya yetmiyor. Gorbaçov Avrupa’yı siyasal olarak ayıran eski demir perdenin yerini yine kıtayı zenginler ve fakirler olarak bölen ekononmik perdeye bıraktığını söylerken gene de sakinliğini koruyor. Aynı konuya Polonya devlet başkanı Lech Walesa’nın yaklaşımı “size inandık ve aldatıldık” şeklinde.
POLONYA’da “size inandık ve aldatıldık.” diyenlerin sayısı gittikçe artıyor. Fakat ülke içinde Walesa aldatılan değil aldatan konumunda. Walesa’nın bir zamanki popülaritesi de epey azalmış görünüyor. Eski kahraman, kalan popülaritesini grevleri ve geneldeki hoşnutsuzluğu ertelemekte kullanıyor. Geçtiğimiz aylarda Walesa eski dayanışmacı arkadaşlarıyla bir araya geldi. Basına yansıdığı kadarıyla, Walesa’nın sabır telkinlerine karşılık olarak bir dayanışmacı dolu gözlerle şunları söylüyordu: “Asgari ücret denilen parayla yaşamak mümkün değil, ama aynı zamanda Bydgoszcz’da öyle insanlar var ki 100 milyar zlotiyi bastırıp fabrika satın alıyorlar. Hiç olmazsa tarihi adaletin kırıntısı olmalı.”
JAPONYA’nın kendine has özgünlüklerine yenileri ekleniyor. Ülke 2. Dünya savaşından beri yaşanılan en uzun süreli büyüme dönemine girmiş durumda. 57 aydır sürekli büyüyen bir ekonomi… Japonlar’ın bu mucizesi tanrı vergisi değil işçi vergisi. Türkiye’de de Sabancı’nın Brissa fabrikasında da uygulanması planlanan Japon tipi sendikacılık, işçilere grevi unutturup, üretimi ve kaliteyi arttırmayı görev haline getiriyor. İşkolu sendikacılığı yerine işyeri sendikacılığının geçtiği bu sistemde, emek-sermaye çelişkisini örtmek için “biz bir aileyiz” mesajı veriliyor. Tabii burada patron “baba”, işçiler ise fedakar, üretimi arttırmaktan başka bir şey düşünmeyen “çocuklar”…
47 yıl önce Bridgestone fabrikasında uygulamaya konulan yöntem sonrasında bu fabrikada henüz hiçbir grev yaşanmadığı düşünüldüğünde yabancılaşmanın boyutları kavranabilir. Japonya’nın niyetinin dünyanın en büyük ekonomisi olmanın ötesinde, siyasi bir güç olmayı da içerdiğini gösteren bir gelişmeyi de geçtiğimiz günlerde yaşadık. Bugüne kadar askeri konularda hiç ses çıkarmayan Japonya, Temmuz ayının sonlarında Güney Doğu Asya ülkelerinin katıldığı bir toplantıda Asya-Pasifik güvenlik problemlerini görüşmek üzere bir forum önerdi. Temkinli bir soğuklukla karşılanan bu önerinin yarattığı çağrışımları tahmin etmek hiç de güç değil.
ABD gerçekten çok mu güçlü?
Körfez savaşı sonrasında belleklere yenilmez bir dev olarak kazınan bu ülkeyi anlamak için rakamsal verilere bakmak daha sağlıklı. Irak gibi küçük bir ülkeyi yenmek için bile taktik uçaklarının yüzde 75’ini ve tanklarının yüzde 40’ını kullanan ABD’nin müttefiklerinin yardımı olmadan bu savaşın faturasını ödeyebilecek güce sahip olup olmadığı bile tartışmalı. ABD’nin siyasi etkinliği ile ekonomik gücü arasındaki dengesizlik gittikçe büyüyor.
Bush iktidarının sonunda, 1 trilyon dolar dış borcu olması beklenen bu ülkede gerçi şu anda büyük fırtınalar kopmuyor, ama 1930’lardan beri en kötü günlerini yaşayan bankaların bir şeyleri “müjdelemesi” olası değil. Ülke içinde “kendi kabuğumuza çekilelim” diye yükselen muhalefetin etkisinin ne kadar olduğunu kestirmek güç olsa da, birçok nedenden dolayı, dünyadaki askeri varlığını azaltma eğiliminde Birleşik Devletler. Fakat politikada olduğu gibi askeri alanda da boşluk hemen dolduruluyor. Pasifik’teki üslerini azaltan ABD ve yine aynı bölgede “güvenlik problemlerimizi” konuşalım diyen bir Japonya’nın varlığını tesadüfle açıklamayı düşünmüyorsak tabii.
ALMANYA’nın yeni dünya düzeninde bir kutup başı olmaya aday olduğu daha önce söylenmişti. Güçlü bir ekonomi sisteme, yönelik en büyük tehdidin silinişiyle birleştiğinde sonuçta Japonya’da olan değişikliklerin benzeri Almanya’da da oluyor. Avrupa’nın bu yeni süper güç adayının emperyalist iştahının arttığını gösteren bir çok olay var. Bunlardan siyasi bir şov niteliğinde olanı, geçenlerde yaşandı. Alman tarihinde ulusal lider olarak kabul edilen ve milliyetçi politikalara alet edilen Eski Prusya Kralı Büyük Frederich’in cenazesi hiç bir neden yokken görkemli bir törenle yeniden gömüldü. Cenazeye Helmuth Kohl’un katılması üzerine bir çok spekülasyonlar yapıldı. Aslında basit bir defnetme olayının ötesinde olmayan bu olayın tarihi bir anlamı var. Frederich en son Hitler zamanında yeniden gömülmüştü. (Yeniden diyorum çünkü merhum bir çok defa gömüldü.)
İSVİÇRE’nin Ağustos ayı mesajı burjuva demokrasisinde karar kılanlara yönelik. 6.7 milyon nüfuslu bu ülkede çeşitli nedenlerle ulusal güvenliğe yönelik tehdit oluşturduğu gerekçesi ile fişlenenlerin sayısının 900.000 olduğu açığa çıktı. Gerekçeler ise nükleer silahlara ve ırkçılığa karşı olmaktan, Doğu Almanya’ya akedemik ziyaret yapmaya kadar uzanıyor.
Bunların dışında birde “eski dünya düzeninin” sorunlarının yaşandığı alanlar var. Buralardaki sorunların yeni dönemde de devam edecek kadar köklü olup olmadıklarını yakın dönemde göreceğiz. Kıbrıs ve Ortadoğu bu tür alanlar arasında. Amerika belki de yeni dönemin sorunlarını tahmin edebildiğinden eski defterleri mümkün olduğunca kapatmaya çalışıyor.
Geçen yüzyılın emperyalistleri uyanıyor
Buraya kadar yazılanlardan ne tür sonuçlar çıkarılabileceği tahmin edilebilir sanırım. Daha önce başka yazılarda da belirtilen eğilim güçleniyor. Yeni düzen sadece ABD’nin siyasi damgasını taşımayacak. Almanya ve Japonya hegemonyalarını ekonomik sınırın ötesinde siyasi bir güç olarak kurma eğilimindeler. Reel sosyalizmin tehdidini hisseden ve güçlü bir ABD’nin etkisini nötralize etmeye çalışan bir dönemin amacı olan “Avrupa’nın siyasi birliği”, en inançlı savunucuları için bile eskiye oranla daha zor görünüyor.
Reel sosyalizmin çözülüşü, geçen yüzyılın emperyalistlerinin yeniden uyanışı, yaşanan kaos… Tüm bunlar kuşkusuz “sağ”ın dünya ölçeğinde ulaştığı noktanın göstergeleri. Bu süreç içinde kapitalist sistemin ideolojik söyleminde de ciddi değişiklikler saptamak mümkün. Eskiden kendisini beğendirmeye çalışan burjuva ideolojisi, artık “ben neysem oyum” diyor. Çirkinliğini saklamaya bile gerek duymuyor. Aşağıdaki haberler günlük gazetelerden alındı. Artık okumaya duymaya alıştığımız bu tür haberler ancak yan yana geldiğinde çarpıcı oluyor.
ABD Savunma Bakanlığı, Körfez Savaşı sırasında 400 km’lik sınır boyunca Irak’lı askerleri nasıl kuma gömerek öldürdüklerini ve onlara teslim olma şansı vermediklerini anlatıyor.
Pinochet, geçenlerde açığa çıkarılan resmi kayıtlara göre kayıp olarak bilinen insanlarla dolu bir toplu mezara ilişkin soruları “evet böylesi daha ekonomik oluyor” diye cevaplayabiliyor.
Bir diğer örnek, yakında ABD’de “İnsanlık namına” yargılanacak olan Panama eski diktatörü Noriega’nın savunmasını yaparken CIA adına çalıştığını, hatta o dönemin CIA Başkanı Bush’un emriyle Nikaragua’daki kontralara para transferini gerçekleştirdiğini açıklayacak olmasına rağmen ABD bundan herhangi bir rahatsızlık duymuyor. Evet, herşey göstermelik. Ama yeni olan bu değil, yeni olan herşeyin göstermelik olduğunun saklanmasına bile gerek duyulmaması.
Daha “sağ” mümkün mü?
Buradan çıkarmaya çalışacağım sonuç ise şöyle; Bu sistemin gidebileceği en “sağ” noktadır. Burada en “sağ” tespitine, sadece burjuvazinin saldırganlığının şiddeti değil, buna karşı örgütlü düzen dışı bir sosyalist hareketliliğin, ya da en azından kendiliğinden bir hareketliliğin görülmemesi kaynaklık etmektedir. Sınırlı yerelliklerde yaşanan devrimci dinamikleri görmüyor, değilim fakat yukarda söylemeye çalıştığım tüm dünya genelinde bir değerlendirmeye ilişkin. Burjuvazi “Doydukça acıkan bir hayvandır.” Yani mevcut kazanımlarıyla yetinmesi doğasına aykırıdır. Hele reel sosyalizm gibi, sistemin tümünü tehdit eden bir tehlikeden kurtulunmuşken yeni pazarlar, yeni kârlar burjuvaziyi uysallığa değil saldırganlığa itecektir. Fakat artık her saldırganlığı, “sol” için değerlendirilmeye aday karşı refleksler yaratacaktır. Çünkü artık sağda gidecek yer kalmamıştır. 1 Tabii bu muhalif reflekslerin ne kadar anlamlı ve kalıcı bir şekilde düzen dışına kanalize edilebileceği tartışması “öznelliklere”, tüm ülkelerdeki sosyalistlere, bizlere düşüyor.
Dipnotlar ve Kaynak
- Dünyanın sağa yolculuğunun geldiği noktaya örnekler çok rahatlıkla Türkiye’den de bulunabilir. Yasal parti yöneticilerinin kontr-gerilla tarafından iskenceyle öldürülüp sokağa atılması, ya da bahaneler yaratarak sınır ötesindeki sivil Kürt yerlesim merkezlerinin bombalanması ve asıl önemlisi artık bu yapılanların saklanmasına gerek duyulmaması gelinen noktayı açıkça gösteriyor.