Altıncı yıla giriyoruz. Şöyle geriye dönüp bakıldığında, tek başına “bağımsız” olarak değerlendirilecek bir “yayın” etkinliğinde çok belirgin bir “başarı”dan sözetmekte güçlük çekiyoruz. Bütün diğer parametrelerden uzakta, “iyi bir teori dergisi çıkaracağız” kaygısının egemen olduğu bir uğraşın altıncı yılından sözediyor olsaydık, belki bugün “önemli bir iş yaptık” biçiminde yazmakta zorlanırdık.
Ama, önemli bir iş yaptık. Ve bu kez, yalnızca bu tesbitte bizim yanımızda olanlarla yani yapılanı şu veya bu ölçüde önemli bulanlarla birlikte sesli bir muhasebe yapmakta yarar var. Yapılanlara bir anlam veremeyenlere ve “boşuna” değerlendirmesini yapanlara kendimizi ve perspektifimizi ifade etmeye devam edeceğiz elbette, ama bir defaya mahsus bir ayrım yaparak. Gelenek‘i akademik ya da siyasal belirgin bir soğuklukla izleyenlerin dışında kalanlarla kısa bir sohbet ihtiyacı ortaya çıkıyor.
Gelenek Kitap Dizisi Türkiye sosyalist hareketinde teorik bir boşluk vardır saptaması ve ardından, bu boşluğu doldurma perspektifini taşıyan bir “özne” olarak yola koyulmadı. Türkiye sosyalist hareketinde boşluk, temel olarak siyasal ve örgütsel bir boşluktu, bu boşluğu meydana getiren tarihsel birikimin içerisinde önemli teorik bozukluklar ve boşluklar vardı.
Siyasal ve örgütsel boşluğun doldurulması süreci, çeşitli öznelerin kendi öznel tercihlerinin bir yansıması olarak bazı öncelikler ortaya çıkartır. Bu önceliklerin çok geri noktalara çekilmiş bir bütün açısından özellikle öznel olması, veya ilk bakışta ülke nesnelliği ile örtüşmemesi son derece anlaşılır bir olgudur. Zaman zaman okuyoruz, henüz Türkiye toprağına kendi alternatifini sunmamış olan bazı örgütlenmeler kendi çıkış noktalarını ülke nesnelliğine şu veya bu biçimde doğrudan bağlamakta hiçbir sakınca görmüyorlar. Son derece öznel ve izole bir biçimde oluşmak zorunda olan kollektif çıkışların, örneğin Türkiye proletaryasının yükseliş dönemine tekabül etmesinde “kutsal bir bağ” aramak ve belki de daha peşinen gerçekçi ve ayakları yere basan bir hüviyet peşinde koşmak umutsuz ve gelişme dinamiklerinin diyalektik olmayan bir kavrayışından kaynaklanan bir hamlıktır.
Oysa bunlara hiç gerek yok, bir ağacın altında üç kişinin öznel ve hülyalı tutumları ile yola koyulan, hatta büyük ölçüde ayakları yere basmayan, pek gerçekçi sayılamayacak olan bir “topluluk”, kendisini kitlesel bir yükselişe doğurtan ve bu anlamda öznelin nesnellik içerisinde likide olduğu bir “toplam”dan daha fazla o nesnelliğe tutunabilme ve onu dönüştürme olanağına sahip olabilir.
Öznel yola koyuluşlardan korkmaya gerçekten hiç gerek yok.
Yola koyulunduğunda saptanan “siyasal ve örgütsel bir boşluktu”. Boşluğu “teorik bir boşluk” olarak nitelemenin önünde bizim açımızdan ikili bir güçlük vardı zaten. Birincisi, 12 Eylül öncesinde günahlarıyla-sevaplarıyla birer siyasal ve örgütsel hat olarak ayakta duran parti ve hareket gelenekleri vardı. 12 Eylül süreci bu gelenekleri yok etmedi belki ama, onları birer hat olmaktan çıkardı, hele hele birer siyasal ve örgütsel hat hiç olamadılar. Olamadıkları için bunu zorlayan TİP-TSİP-TKP çizgilerinin düştükleri sefilce durum ortaya çıktı.
İkinci olarak, nesnellik bizi zorlasa da, gündemi “teorik boşluğun doldurulmasına” ayırmanın karşısında duran çok öznel bir engel vardı. Gelenek, 1980 öncesindeki Sosyalist İktidar deneyine elbette kendi geleneği içerisinde bir yer veriyor. Bunu rahatlıkla yapabiliyor aşıldığı için… Ve aynı deneyde aynı düzeyde sorumluluk alan(lar)a göre çok daha rahat ve tepeden bakabiliyoruz. Aşamayan kin duyar, unutmak ister. Ve aşamadığını yeniden yaşamaya mahkumdur.
Sosyalist İktidar, Türkiye sosyalist hareketindeki teorik tıkanıklığı aşmak üzere çıkartılmış 11 aylık teorik yayındır, bunun ötesine geçememiştir. Bunun ötesine ancak onun ötesinde mekanlarda geçilmiştir. Sosyalist İktidar, Türkiye toprağının siyasal ve örgütsel boşluğun merkeze konmadığı bir teorik müdahalenin entellektüelizm veya fantastik kimlik üretiminden başka birşeye yaramayacağının öğrenildiği bir okul olmuştur. Bu okula, devrettiği teorik ve deneysel malzeme nedeniyle sevecen bakmakta güçlük çekildiğini tahmin etmiyorum.
Gelenek, bir kez daha diploması mücadelenin içerisinde geçmeyecek bir okula dönüşme olasılıklarının ortadan kaldırılmasından sonra çıkartılan bir Kitap Dizisi’dir. Yoğurdu üflettiren faktörlerden birisi de mutlaka Sosyalist İktidar deneyidir.
İşte buradan bakınca yani siyasal ve örgütsel boşluğun doldurulmasında teoriye vurgu yapan bir yayın olarak Gelenek önemli olmuştur. Bu anlamda Gelenek hiçbir biçimde bir “teori dergisi” olmadan, “teorik bir yayın” olmayı becermiştir.
Şimdi durduğumuz yerde bu anlamda bir özgüven mutlaka vardır. Önümüze baktığımızda ise, mücadelenin çok boyutluluğunun bir parçası olarak Gelenek Kitap Dizisi‘ni de doğrudan ilgilendiren kimi yeniliklerle karşılaşıyoruz.
Dünyada ve Türkiye’de marksizmin prestij ve etkinlik açısından olabilecek en alt düzeye indiğini söylüyoruz. Bunun ötesi yok diyoruz. İnişe geçip bir anlamda “dibe” oturan elbette yalnızca marksizm değil. Biraz deşmek gerekiyor.
Sosyalizm ile marksist teori, hatta teori ile kısıtlamadan marksizm arasındaki fark üzerinde Gelenek‘te giderek daha fazla durduğumuz farkediliyordur. Gerçekten de, bırakalım diğer “meseleleri”, bugünkü dibe oturuşun analizini yaparken de bu ikisi arasındaki ayrıma gözatmak gerekiyor.
Sosyalizmin evrensel ölçekte prestij kazandığı önemli kesitler var. Bu kesitlerde marksizmin işlevi ne olmuştur? Marksizmin kendi prestij sirkülasyonu ile sosyalizmin iniş – çıkışları arasında nasıl bir bağlantı var?
Bu sorular büyük bir önem taşıyor. Çağdaş anlamıyla sosyalizmin ilk kılıç atışı Paris Komünü’dür. Komün’ün dinamikleri ile marksizm arasında doğrudan ya da dolaylı bir bağ kurmak ise mümkün değildir.
Sosyalizmin çok daha evrensel bir atılım yaptığı Ekim Devrimi, prestij ve etkinlik açısından zaten çıkışta olan “belli bir Marksizm”in üzerine gelmiştir. Bu anlamda çok dikkatli davranmak koşulu ile, Ekim Devrimi’nin sonuçları itibariyle marksizme muazzam ve ayakları yere basan bir prestij kazandırmış olmasına rağmen onunla eşzamanlı bir çıkış yapmadığını söyleyebiliriz.
II. Dünya Savaşı ile birlikte, sosyalizmin prestij ve etkinlik artırdığını söylemek kesinlikle gereklidir. Ama bu prestij ve etkinliği marksizme taşımak olmuyor. Bunun tartışmasını başka yerlere bırakabiliriz.
Sosyalizmin son çıkışlarından birisi ulusal kurtuluş süreçlerini sosyalizme taşıyan öncü dinamikler eliyle gerçekleşmiştir. Bir Vietnam, bir Küba… Buralarda bırakalım dinamiklere içkin olması, iktidarın konsolidasyonu sürecinden sonra marksizmin bu dinamiklerden aldığı kan bile sınırlıdır.
Yanlış anlaşılmasın marksizm ile sosyalizm arasında zorlama bir ayrım peşinde koşmuyorum. 20. yüzyıl marksizm ile sosyalizmin çoğu kez içice geçtiği, birbirlerine sarmalandığı bir yüzyıldır. Ama bugün, bugünkü dibe oturuş biraz farklıdır.
Bugünkü dibe oturuşta tam bir kader birliği sözkonusu olmuştur. Sosyalizmin prestij ve etkinlik kaybı marksizmin prestij ve etkinlik kaybı ile elele yürümüştür.
Kader ortaklığı burada bitmedi. Marksizm ve bir ideoloji ve kapsayıcı bir sistem olarak sosyalizm, ufukta gözüken silkinişte de kader birliği edecekler. Marksizmin tarihinde ilk kez.
Başka türlüsü mümkün değil. En başta sosyalizme kan veren marksizm dışı geleneksel kimi değerlerin bugünkü ağırlığı artık tartışılır hale gelmiştir. Bu değerlerin ayıklanarak yeniden üretilebilmesi için “tarih bilinci”nin ve öncülük vurgusunun üzerine dayanan bir dizi yerel çıkışın provokasyonu gerekmektedir. Bunun ötesinde başka birşey daha vardır mutlaka hesaba katılması gereken.
Sosyalizm, bu kez yeni bir yüzyıla doğru giderken proleter kimliğini yakasına takmak durumundadır. Reformizm ve geri zekalı marksist artıklarının elinde uzlaşma-çağdaşlık-kapitalizm övgücülüğü üçgeninde asap bozucu bir iğrençliğe dönüşen “günümüz gerçekliği” sosyalizmin kentlileşmesi zorunluluğunu ortaya çıkartır.
Sosyalizmin gündemdeki silkinişindeki çağdaşlık vurgusu onun kendi bünyesindeki “köylü” ve “geri” ögeleri dipte bırakarak sıçramasına olanak tanıyacaktır. Kapitalizmin eşitsiz gelişmesi, kapitalizmin can damarının onun iktisadi-siyasal-ideolojik olarak yeniden üretildiği mekanın bir güçlü eğilim olarak kentler olduğu gerçeğini unutturmamalıdır.
Sosyalizmi ve Marksizmi silkinişte de kader birliğine götürecek olan budur. Marksizm başından beri kentli bir teorik çerçeve sunmuştur. Silkinişin birliğinde bundan sonrasını kentli süreçlerin belirleyeceğini bilmenin büyük bir olanak yaratacağı unutulmamalıdır.
Ve yüzümüzü biraz batıya döneceğiz. Türkiye kapitalizmin doğusundadır. Türkiye sosyalist hareketi, kapitalizmin doğusunda, kendi doğusuna dönerek kendi doğusuna yardımcı olamayacak. Türkiye’de proletarya başta, kent yoksullarının yoğunlaştığı illerin doğusuna doğru gidildiğinde bölgesel düzeyde Araplar var, Azeriler var, Ermeniler var… Ama en başta Kürtler var. Buradaki anlamlı ve onurlu kavganın geleceğini kurtaracak olan Türkiye sosyalist hareketinin kent merkezli bir çıkış (örgütsel-teorik-ideolojik-siyasal olarak) yapmasıdır. Türkiye sosyalist hareketi kendisini Avrupa proleter hareketinin öncü müfrezelerinden birisi haline getirmeden ne evrensel bir silkiniş (Türkiye sosyalist hareketi artık kendi silkinişini evrensel ölçekte anlamlı kılmalıdır) yapılabilir ne de doğudaki devrimci dinamiklere öznel olarak niyet edilen sıçramadaki nesnel kısıtların aşılmasında yardımcı olunabilir. Örneğin Kürt devrimci hareketinin o hareketin üzerine başka bir sıçramanın yükünü de yıkma sevdasındaki akılsız dostlara gereksinimi olduğunu, Türkiye sosyalist hareketinin örneğin “Ne mutlu Kürdüm diyene” mesajları ile ileriye çekilebileceğini düşünmüyorum.
Gözümüzü elbette bütün toplumsal dinamiklere, ama bir eğilim ve zaman ötesi bir tavır olarak kentlere dikmek zorundayız. Sosyalizm mücadelesinde ve ne yazık ki Marksist teori içerisinde köylü zihniyetinin tezahürü olan ne varsa hepsini ayıklayacağız. Başka türlü yol almak mümkün değil.
Bugün görevlerden birisi olarak bir yasal işçi partisinden sözediyoruz. Bu parti her tür “eski” tartışmanın ötesinde diğerlerinden ama özellikle tam da aşılması gereken zihniyetin ürünü olduğu için SP’den bu anlamda çok farklı olacak. Kafalarımızın üzerindeki kasketleri söküp atacağız!
“Gelenek” adını çok seviyorum. Aynı anda hem bir psikolojiyi, hem bir sürekliliği, hem bir inadı ifade ediyor. Üstelik istenilen ölçülerde tahrik edici de. Yani gelenek deyip silkinişteki yenilenme üzerinde bu kadar durmak…
Sosyalizmin bütün bir tarihinde, yani evrensel geleneğinde zaten sıçrama ve yenilenme var; bir de hep bir süreklilik, gelenek arayışı var.
Bu altıncı yıl yazısını bitirmeden işte biraz bu konuya ilişkin birşeyler yazmak istiyorum.
Sosyalist mücadelede süreklilik örgüt, program, teorik üretkenlik ve kadrolar ayağı olan bir özel niteliktir. Türkiye sosyalist hareketinin belini büken sorunlardan birisi de budur. Ama bir sorundan çok, bir sonuçtur süreklilik eksikliği.
Diğer yönlerini bir kenara koyarak, Gelenek‘in sürekliliğin sağlanmasında kadrolar boyutu açısından belli bir ölçekte yaptığı katkıdan sözetmek istiyorum.
Kadroların sürekliliği, kuşaklar arasındaki iletişim ve bunun doğal sonucu olarak birbirini anlamayı gerektirir. İletişim ve anlayışın olmadığı yerde güven bunalımı vardır, geliştiriciliğin çok ötesine geçen bir çokseslilik vardır ve en kötüsü karşılıklı saygısızlık vardır. Gelenek belli bir ölçekte, ama giderek kendi bünyesinin dışında da üç mücadele kuşağının birbiriyle barışık olabilmesini sağlamıştır. Ben bunu çok fazla önemsiyorum. Bu üç mücadele kuşağındaki ve gelecekte oluşumundan emin olduğum yeni kuşaklardaki sosyalistlere büyük bir saygı duyuyorum. Altıncı yıl yazısında bunu özellikle belirtmek istiyorum.
1980 Temmuzu’nda bir sendikanın eğitim çalışması sırasında karşılaştığım Ahmet Hamdi Dinler’e Sosyalist İktidar‘a neden soğuk baktığını sorma hatasını yapmıştım. Birinci ve ikinci Türkiye İşçi Partisi deneylerinden gelen Dinler, yaşamında bir üçüncü kazık yemek istemediğini söylerken onun karşısında “anlayışsız” bir genç sosyalist olarak dikiliyordum. 11 yıl sonra kendisinin üçüncü bir kazık yemeye hazırlanışında Gelenek‘in başka şeylerin dışında kuşaklar arasında yaratmış olduğu özel hukukun büyük bir öneminin olduğunu düşünüyorum.
Nice yıllara…