Türkiye’de solun en önemli güncel görevlerinden birinin yeni bir marksist ekol yaratmak olduğuna inanıyorum.
Bu kolay iş değildir. Aynı anda farklı alanlara yayılan çok boyutlu hamleleri gerektirir. Ama, Türkiye sosyalist hareketinin ayakları üstünde dikilmesi ancak bu yöndeki çabalarla mümkün olacaktır.
Konuyu zihinlerde oluşabilecek bazı temel soruların yanıtlanması şeklinde ele alıp öyle deşmek istiyorum. Başka deyişle “Türkiye’de yeni bir marksist ekol yaratmanın gerekliliği” dendiğinde, bunun hemen ilk planda çağrıştırabileceği temel sorularla işe başlanabilir.
Başlayalım:
- Önerinin gerekçesi temeli ya da karşılık düşeceği umulan ihtiyaç nedir?
- “Ekol” sözcüğünden ne kastedilmektedir
- Bu ekol, örneğin “leninist”, “devrimci” gibi sıfatlar da varken neden yalnızca “marksist” olarak tanımlanıyor?
- Neden yeni bir ekol?
- Bu iş neden yalnız Türkiye’de yapılsın?
- Türkiye solu bu işin altından kalkabilir mi?
Şimdi bu soruları tek tek yanıtlamaya çalışacağım.
(I)
Nereden çıktı?
Marksizm öldü mü kaldı mı tartışmaları burada konumuz değil. Ama eğer ille de ölen bir şeyler isteniyorsa, Türkiye sol hareketinin son 30 yılına damga vuran devrimci / sosyalist bütün ekollerin öldüğü kesindir. “Sönümlendi”, “devrini doldurdu”, “eskidi” falan demiyorum. Hepsi düpedüz ölmüştür. Geleneksel MDD ve TİP ekolleri Maoculuk, ortodoks Sovyetçilik, hareket ekolü, hep toprak olmuştur.
Ekollerin ölüp bitmeleri, bu ekollere mensup birtakım insanların siyaset sahnesinde kalıp mücadeleyi ve aranışı sürdürmelerini engellemiyor elbette. Bu şekilde yollarına devam edenler var. Ama gene de şunu görmek gerekiyor: Belirli bir ekolün ölümü, geride “bizimdir” demeye değecek çok ama çok az kadro bırakıyor. Ekolün en genel anlamda yok oluşuyla o ekole mensup kadroların siyasal ölümleri arasında birebir olmasa bile buna yaklaşan bir örtüşme görülüyor. Örneğin TİP/TSİP/TKP ekolünün defin ruhsatı bir kez daha alındıktan sonra, siyaseti bu kez yenilenmeciliğin faziletlerini anlatarak sürdürmek isteyenlerin canlılığı da en fazla birkaç ay sürmüştür. Bu, en bariz biçimde TİP’lilerde görülmektedir. Sonuçta bu ekolden gelip bugün halen siyasetin içinde olanlar, artık herhangi bir ekolü sürdüren kadrolar değil, inatçılığı elden bırakmayan sosyalistlerdir. Bunlar, birer bireydir.
Aynı şekilde “hareket ekolü”nün, diğerlerininkine göre daha kolay olan bir işi, yani “yaşıyormuş gibi yapma” işini sürdürmesi de pek birşey değiştirmiyor. Çünkü bu ekolün yanıtlayabileceği tek bir soru, açıklayabileceği güncel ya da tarihsel tek bir gerçeklik yoktur. Kalmamıştır.
Evet, bugün ortada ilginç bir boşluk vardır.
Bu boşluğun, çok tipik bazı sonuçları görülüyor. Örneğin bugün Türkiye solunun önemli bir kesimi tam bir zihinsel ifsada uğramış durumdadır; insanların kendi adlarını bile unutmalarına ramak kalmıştır. 1990-91 döneminin ortalama Türkiye solcusu tam tamına şudur: “Marksizm aslında o kadar fena birşey değil, ama yenilenip geliştirilmesi gerekir; partide her kafadan ayrı ses çıkarsa pek iyi olmaz, ama gene de o eski monolitik parti anlayışına zinhar dönmemek gerekir; leninizm kendi tarihsel koşullarında haklı olabilir, ama bugünün dünyası 1900’ler başının dünyası değildir; hareketimizdeki kızlara eskisi gibi ‘bacı’ demeyelim, ama ‘tatlım’, ‘hayatım’ da demeyelim vb. vb.”
Kahredici olan gerçek şudur: Bugün Türkiye solunda herkes bu tür bir insan malzemesinden yola koyulmak, bu yapıyla ilgilenmek zorundadır. Türkiye’de bazı insanlar hâlâ politika yapabiliyorlarsa, hâlâ parti toplantılarında kalkıp konuşabiliyorlarsa, kafaları bu durumda olan insan buldukları için bunu yapabiliyorlar. İşin kötüsü, bunlara karşı mücadele edenlerin de, en azından belirli bir süre bu insanlara yönelmeleri bu “sorunsal”la ilgilenmeleri gerekmektedir.
Ama sağlıklı bir marksist çizginin ömrünü ve zihnini böyle heba etmesi elbette düşünülemez. Onun için, bu kafayı ve yapılanmayı kökünden değiştirmek gerekmektedir. Bir başka deyişle, eski ekollerin ölümünden sonraki bu boşluk, bu kaos bu ideolojik fetret dönemi kapatılmalıdır.
Yeni marksist ekol, işte en başta bunun aracı ve fetret döneminin almaşığı olacaktır.
Bir nokta yanlış anlaşılmamalı. Az önce ortalama solcu tipolojisi verirken örnek olarak aldığım konuları tek tek anlamsız ya da uyduruk bulmuyorum elbette. Asıl anlatmak istediğim, Türkiye’deki ortalama solcunun öncelik tesbiti ve tercih melekesini büsbütün yitirip tam bir acz içinde bütün bunları birer başlık olarak banda kaydetmesidir. Bir başka deyişle Türkiye solcusu henüz bilmediklerinin ve düşünmediklerinin ürkütücülüğü karşısında, iyi bildiklerini ve inandıklarını bir silah olarak kullanmasını unutmuştur. Çünkü artık kimsenin bir ekolü yoktur. Çünkü insanlar inançlarını değerlerini büyük ölçüde yitirmişlerdir.
İyi de, eskiden Türkiye solcusu belirli bir ekole aidiyet duygusu taşıdığında, karşılaştığı sorunları yerli yerine oturtabiliyor muydu rahatça?
Elbette hayır. Ama sorun bu değil ki… Az önce de değindim. Ekol, mevcut gerçekliklerin ve bunlara ilişkin yaklaşımların belirli tercihlerle öncelik sıralamasına tabi tutulmasına, sonra da buna göre bir siyaset tarzı tesbitine imkan tanır. Tercih ve sıralama burada çok önemli bir rol oynar. Tercih ve sıralama ise, salt reel politik gerekçelerin değil, son derece kapsamlı bir formasyonun ürünü olarak ortaya çıkar. Sonuçta, belirli bir formasyon ve ekol çerçevesinde tercihlerini yapan insanların başkalarınca oraya buraya çekilmeleri pek mümkün değildir. Böyleleri, elbette her sorunu çözmüş değildirler. Ama en azından, kimi sorunların önceden çözümünün mutlaka gerekli olmadığı yolunda tercih yaparak, çok önemli ve mesafe aldırıcı bir “ara çözüm”e ulaşmışlardır.
Bu bir ekolü gerektirir.
Türkiye’de sosyalistlerin mesafe alabilmeleri, böyle bir ekolün temel taşlarının atılmasına bağlıdır. Öbür türlü, çok güzel, çok derin, çok uygar tartışmalar yapmak mümkündür. Ama siyasal bir hareket olmak mümkün değildir.
(II)
Siyasal hareket, parti örgüt akım vb. Bu tür kavramlar varken neden “ekol” den söz ediliyor?
Türkiye’deki sosyalist kadroların, ideolojik, felsefi, kültürel boyutlara sahip, çağımızın ve Türkiye’nin bugünkü egemen düzenine topyekun bir reddiye içeren, nihayet insanları yeni olguları çözümleme mekanizmalarıyla mücehhez kılan yeni ve kapsayıcı bir konuma yönelmeden fazla iş becermeleri mümkün olmayacaktır.
Bu yoldaki çabaların başlatıcısı elbette siyasettir; siyasetin başlangıçtaki dozu çok yüksek olacaktır. Ancak Türkiye’de marksizme “genişlemiş yeniden üretim” ivmesi kazandırılacaksa, doğrudan doğruya siyasetin ve doğrudan doğruya örgütün dışında kalan başka mekanizmaların da harekete geçirilmesi, işe koşulması gereklidir.
“Ekol” kavramı bu kapsamlılığı anlatmak içindir.
Bu yönde gerekli çabaları göstermeksizin, klasik siyasal ajitasyon, propaganda ve örgütlenme çalışmalarının bütün darboğazları aşmaya yeteceğini sanmak yanıltıcı olacaktır. Bununla sınırlı kalan bir tercihin, özellikle günümüzün koşullarında marksizm açısından “basit yeniden üretim”in bile gerisine düşmesi mümkündür.
Hiç unutulmamalı: Türkiye sosyalist hareketi uğradığı büyük kadro kaybından sonra artık yeni ve genç insanlara yönelmek zorundadır. Onlara sosyalizmi ve siyaseti sevdirmek zorundadır. Ancak, gerekli formasyondan ve temelden yoksun bir siyaset sevgisi kariyerizm ve ilkesizlik getirecektir. İnsanlara, hele hele gençlere sosyalist mücadeleyi ve siyaseti sevdirmenin tek yolu, onların karşısına örgütsel imkanları ve istihdam kanalları da olan, ama tek başına bunlara indirgenemeyecek çok yönlü bir yetkinlikle çıkmaktır.
Bu yetkinlikte, parti, örgütlülük, program hep vazgeçilmez ögelerdir. Ama aynı yetkinlik, parti çatısının dışında da bazı dayanışma, iletişim ve etkileşim mekanları yaratır; doğrudan örgütlü hareketin içinde olmayanlara yönelik anlamlı ve önemli mücadele kanalları geliştirir; insanlara tek başına parti programının sınırlarını aşan bir dünya görüşü kazandırır.
Bu tür bir yetkinlik, yaratmak zorunda olduğumuz yeni marksist ekolün ürünü olacaktır.
(III)
Neden marksist?
Örneğin neden “marksist-leninist”, “devrimci” değil de sadece marksist?
Yeni bir marksist ekol oluşturma görevinde yükü leninistlerin kaldıracağı açıktır. Ne ki bu, yeni ekolün bütün özellikleriyle “leninizm” çağrıştırması anlamına gelmiyor. Bunun, istense bile mümkün olacağını sanmıyorum.
Bana göre leninizm özgül ve öznel bir devrimci dinamizmin belirli bir tarihsellikle çakışması sonucunda ortaya çıkmıştır. Leninizm hiçbir zaman Narodizme, Blankizme, Jakobenizme indirgenemez; ama buna rağmen dayandığı felsefi, kültürel ve bilimsel temeller daha karmaşık ve örtüktür. Başka deyişle, bu temellerin algılanabilmesi soyutlamayı, leninizmin güncelleştirilip uygulanması ise hem soyutlamayı hem de kapsamlı bir yeniden üretimi gerektirir. Soyutlama ve yeniden üretim süreçleri konunun çok daha kapsamlı, güncel, global ve yerel koşullara; siyasal, ideolojik ve kültürel yapılanmalara oturtulması demektir.
Özetliyorum: Türkiye’de leninizm şu andaki varlığının ötesinde, yeni marksist ekolün içinde yeniden üretilecek, tarihin akışına güçlü damgasını ancak öyle vuracaktır.
Yoksa, Ne Yapmalı ile örgütlenme, İki Taktik ile strateji, Sol Komünizm ile goşizm, Devlet ve İhtilal ile proletarya diktatörlüğü sorunlarının ilelebet çözüldüğünü sanan insanlar da olabilir kuşkusuz. Ama böylelerinin yeni dönemin görevlerine fazla katkı sağlayabileceklerini sanmıyorum.
Devrimciliğe gelince.
Türkiye’de marksizm dışındaki devrimciliğin örneğin Latin Amerika’daki gibi kendi başına bir ekol oluşturma şansı pek kalmadı. Bir dönem devrimci demokrasinin yükselişine tanık olundu. Ne ki devrimci demokrasi kendi başına kalıcı bir ekol oluşturamadı. Ya marksizme yönelip onun içinde eridi, ya da kendi başına kaldığında ateşi köreldi.
Türkiye’de devrimci demokrat alevin geçici parlamalar sergileyeceği söylenebilir; ama kendi başına etkili bir ekol oluşturması imkansızdır. Devrimci demokrat öz taşıyan Kürt ulusal hareketine gelince; bu hareketin de marksizme yanaşmak ya da reel politiker ve uzlaşmacı bir çizgiye inmek dışında başka almaşığı yoktur. İlk durumda o da marksist ekolün bir parçası olacaktır. İkinci durumda ise, devrimcilikle bir ilgisi kalmayacaktır.
(IV)
Neden yeni bir ekol?
Buna ilişkin bazı yaklaşımlar ilk sorunun yanıtında yer almıştı. Buna rağmen konu biraz daha ayrıntılı biçimde ele alınabilir.
Eski ekoller soruları yanıtlama gerçekleri açıklama ve yeni insan kazanma güçlerini yitirip öldüler. Bunu biliyoruz.
Ancak, eski ekollerin ölümü, kimilerinin sandığı gibi tek başına “dıştan gelen darbe” ile ilgili orada başlayan ve orada biten bir olgu değil. Dışsallığın örttüğü çok önemli bir başka gerçek daha var ve o da şu: Türkiye’deki yıllanmış marksist ekollerle birlikte, bunların tek tek herbirine şu ya da bu ölçüde damga vuran, daha içsel, daha sistematik bir öge de çok ağır bir darbe yemiştir. Bu, marksizmin ve leninizmin formel eğitim anlayışı ve çerçevesinde müfredatlaştırılmış pozitivist yorumlanışıdır.
Türkiye’de komünist hareketin en yaygaracı dönekleri uluslararası merkezlerde olsun, daha mütevazi isimli yerlerde olsun “resmi” marksizm-leninizm eğitimi alanlar arasından çıkmıştır. Bu, aşağı yukarı 60 yıldır böyledir ve bunu rastlantı saymak mümkün değildir. Gerçekten de Marx’ın ve Lenin’in formel bir ders mantığıyla anlatılması ve “öğrenilmesi” çok garip bir deneyim oluşturmuştur. Sözgelimi Kapital’in bir ders olarak anlatılıp öğrenilmesini anlamak mümkündür de, bir Lenin’in, leninizmin, Parti tarihinin, 1917 Devrimi’nin müfredatlaştırılmış, genelleştirilmiş ve yerleşiklik verilmiş bir ders olarak kitaplara dökülmesini, anlatılmasını ve böyle “öğrenilmesini” anlamak benim için hiçbir zaman mümkün olmamıştır.
Son örnek olarak TBKP’nin üst düzeydeki yöneticilerinden bu kadar çok sayıda reddiyeci çıkmasının nedenleri arasında, bu kesimin aldığı marksizm-leninizm eğitiminin bu biçim ve içeriğinin büyük pay sahibi olduğunu sanıyorum. Bu tür insanlar, bir yere kadar çok özverili, örgütçü, siyasetçi ve uzun soluklu olabiliyorlar. Ama, aldıkları eğitimin resmi özünü oluşturan ögeler çöktüğünde, çok çaresiz ve boşlukta kalıyorlar. Öğrendikleri “bilim”in ötesinde, yıpranan ve ölen hücrelerini yenileyebilecek bir yorum esnekliğine, bir içsel dürtüye ve entellektüel dinamizme hiçbir zaman sahip olamadıklarından teslim oluyorlar ve ortada ne varsa ona yamanıyorlar. Bu, marksizmin, leninizmin yerleşik bilim kimliğiyle öğretilmesinde gidilen aşırılığın kaçınılmaz sonuçları arasındadır.
Bu konuya değinmemin asıl nedeni ise şu: Türkiye solunun gereksinim duyduğu yeni marksist ekol, marksizmle devrimciliği, bilimle siyasal kararlılığı yeni bir potada bir kez daha kaynaştırmak zorundadır. Burada, Marx kadar, “bilim” kadar, Lenin kadar günümüz dünyasına ve düzenine topyekun bir meydan okumaya ve reddiyeye de yer vardır. Özetle yeni ekol, bilim olan ve bilim olması gerekenle bilim olmayan ve bilim olması gerekmeyeni iyi ayırdetmelidir. Ama, birini ötekinden uzak tutmak için değil. Tam tersine neyin nereye kadar nüfuz ettiğini bilerek ve ikisini kaynaştırmak için…
İşte bunun için “ekol” gerekiyor.
(V)
Bu iş “yalnız başına” Türkiye’de olur mu?
Enternasyonalizm çağrıştırımlı bu konuya burada çok fazla girmek istemiyorum. Ama gene de birkaç hatırlatma yerinde olacak.
Türkiye solu enternasyonalizm konusunu en baştan itibaren yeniden ele almak zorundadır. Hem de bütün kesimleriyle. Çünkü Türkiye solu için enternasyonalizm, kendisini çözümleme ve öncülük görevlerinden azad eden ve her duvarda asılı duran bir talimatnamedir. Bugün Türkiye’de Komünist Enternasyonal’in ilk birkaç yılını İslamiyettekine benzer bir tür devri saadet olarak görenler ya da sosyalizmin uluslararası sorunlarının Dördüncü Enternasyonal’le çözüleceğini düşünenler olduğuna göre, bu konumu bir tür hastalık olarak nitelendirmek bile aşırı olmayacaktır.
Oysa “uyarlama” ya da “uygulama” deyimleri altında toplanabilecek birtakım somut işlerin yanısıra; komünistlerin teorik, ideolojik, analitik ve programatik görevleri de ulusal belirlenimli olmak durumundadır. Daha doğrusu, ancak böyle olabilir. Ve bunun “milliyetçilik”le falan da ilgisi yoktur. Eğer Lenin Türkiye solcusunun bugünkü mantığı çerçevesinde bir enternasyonalist olsaydı, ortada leninizm diye bir şey olmazdı.
Her neyse; eğer Türkiye’de yeni bir marksist ekole gerek varsa, bunu yaratacak olanlar Türkiyeli marksistlerdir. Kimse yanlış anlamasın; kesinlikle “illa da yerli malzeme” demiyorum. Malzeme hiçbir zaman tam yerli olamaz. Dediğim, kimyagerin, laboratuarının ve yaklaşımının yerli olmasıdır.
Burada hiç kuşkusuz ideolojik, siyasal ve örgütsel ayakları olan bir ekolden söz ediyorum. Bu kapsam ve içerikteki bir ekolün uluslararası ölçekte oluşması, yerel düzeyde oluştuktan sonra mutlaka uluslararası bir kimlik bulması beklenemez. Uluslararası düzeyde iki şey olabilir: Birincisi, marksistlerin gerek teorik gerekse deneysel konularda görüş alışverişinde bulunmaları ve tartışmaları; ikincisi, ortak somut tavır, siyasal destek dayanışma vb. kapsamına giren etkinlikler…
Evet bugünün dünyası Marx’ın yaşadığı dünyadan farklıdır. Bugün dünyanın “iletişim devrimi” sayesinde küçüldüğünden, hatta “global bir köy” haline geldiğinden sözediliyor. Önemli itirazlarım var, ama şimdilik bunu da kabul edelim. Yeter ki şunu hiç unutmayalım: Bugünün “küçülen” dünyası, tek merkezli, tek disiplinli tek programlı bir komünist harekete 19. yüzyıldakinden nesnel olarak çok daha az elverişlidir.
Bunun için birçok neden ileri sürülebilir. Elbette nesnel nedenlerden sözediyorum. Bunlar arasında bana göre en önemli olanlarından biri şudur: Bugün işçi sınıfı ile sosyalizm, işçi sınıfı hareketi ile sosyalist hareket arasındaki açı, 19. yüzyılda olduğundan çok daha geniştir. İşte bu yüzdendir ki siyasal hareketin işçi sınıfı dışındaki belirleyici parametreleri sayıca artmış, bunların sınıfla ilişkileri dolaylılaşmış, sonuçta yerelleşmiş ve özgülleşmiştir. Bu özgüllüklerin uluslararası bir kantara vurulması çabaları bu yüzden giderek daha istatistiki bir özellik kazanacak, istatistiki özellik kazandığı oranda da anlamını ve derinliğini yitirecektir. Bugün dünyada marksistler arasında çeşitli görüş ve deneyim alışverişleri, tartışmalar olabilir; ama bundan hareketle sınıf mücadelesinin evrensel yasallıklarına ulaşmak her zamankinden daha risklidir. Ortak tutumlar, tepkiler, mücadeleler vb. her zaman mümkündür; ama bu tavırların örgütlenmesinin ötesinde, temeldeki tesbit ve yönelimlere de nüfuz edip bunları zapturapt altına alacak uluslararası bir mekanizma olamaz.
Oldukça kapsamlı ve sarsıcı bir uluslararası devrimci yükselişe kadar, bunun olması mümkün değildir.
(VI)
Nihayet son soru: Türkiye solu bu görevin altından kalkabilir mi?
Bu konuda umutlu olmak için pek çok gerekçe var. Evet, şu an büyük tıkanıklıklar içinde Türkiye solu. Çok kan kaybetti. Bunlar hep doğru. Ama bir noktayı hiç unutmamak gerekir: Bütün bunlara rağmen Türkiye solu teslimiyetçiliğe direnebilmiştir. Şimdi, şu kadarı rahatça söylenebilir: Yeni düşünceciler, konseptçiler, yenilenmeciler, yeni solcular, Gorbiciler, Liboşlar artık davayı kaybetmişlerdir. 1989-91 arasının o büyük şansını Türkiye’de sosyalizme nihai darbeyi vuracak güçte kullanamamışlardır ve bundan sonra bu ölçüde avantajlı bir konum yakalamaları mümkün değildir. Bunlara şimdi “geçmiş olsun beceremediniz” demek gerekir.
Evet, bu bir sağlıklılık göstergesidir. Ama çok da abartılmamalıdır. Çünkü direnenler bilinçlerinden çok vicdanlarıyla direnmişlerdir. Kafalar henüz karmakarışıktır. İnsanların bilinçten çok vicdanla direnmeleri hiçbir zaman küçümsenmemeli. Sosyalizmde bunun da yeri vardır. Ama aynı şeye uzun süre bel bağlanamaz. Vicdanı, hemen ardından bilinç destekleyemez. Asıl belirleyici olan bilinçtir elbette. Ama, vicdani dirençten bilinçli direnç ve mücadeleye geçişte bir kritik evre sözkonusudur ve bu kritik evrenin gıdası da güven duygusudur. Şimdi, Türkiye sosyalist hareketine güven vermenin direnen sosyalistin kendine güven kazanmasının zamanıdır.
Nasıl kazanılacak bu güven duygusu?
Hiç de zor değil. Öyle uzun boylu entellektüel çaba da gerektirmiyor. Yeter ki o tiksindirici ideolojik kuşatma kırılsın. Nasıl mı?
Eğer Türkiye’de gelir dağılımı büyük adaletsizlikler sergiliyorsa, eşitsizlikler son on yıl daha da arttıysa, bunu bas bas bağırmaktan kimse çekinmemeli; bunun “60’lara özgü popülizm” olduğunu falan sanmamalı. Türkiye’de bu adaletsizlikler sürüp giderken Türkiye solcusu Almanya ile doğrudan telefon görüşmesi yapmayı ya da Ankara’dan İstanbul’a otoyolla daha kolay gidilmesini büyük devrim sayıyorsa oturup eblehliğine yansın.
Eğer Türkiye’de eğitim ve sağlık hizmetlerinin sergilediği sefaleti anlatmak isteyen solcu tam bunu yapacakken TV’de ya da parti kürsüsünde “ama hani devlet küçülecekti” diyen liboş suratı görüyorsa, susmasın, bu surata tükürüp devam etsin.
Eğer medya’nın herşey bir yana insan olarak kimliğinizi nasıl esir almaya çalıştığından dem vuracakken bunun “büyük bilgi devrimi” olduğunu anlatan bir züppe görüp ürküyorsanız, boşverin. Elinizin tersiyle itip sözünüze devam edin.
Liboşizme verip veriştirecekken karşınıza “kemalizm” ve “cuntacılık” umacılarıyla dikilen bir solcu görürseniz “salağa bak” deyip geçin.
Bunları kimse küçümsememeli. Kuşkusuz yeni marksist ekolün çok daha kapsamlı ve derinlikli görevleri de vardır. Ama bunları kim omuzlayacak? İğrenç bir bombardımandan kofluğunu sergilemek, güven duygusunu yeniden oluşturmak gerekiyor. Türkiye’de sosyalistler kendi içlerinden çıkan cafcaflı birtakım almaşıkların kofluğunu gördükçe ve tanıdıkça, yere daha sağlam basarlar. Şimdi bunun zamanıdır.