Türkiye solunun Jakobenizm kavramına ve jakoben geleneğe ilişkin değerlendirmelerinde bu geleneğe sahip çıkan kesimler dışında iki genel eğilim dikkati çeker. İlk eğilim Jakobenizmi özünde bir burjuva siyasal hareket olduğu için mahkûm eder. Bu eğilimin yanılgısı henüz devrimciliğini yitirmemiş bir sınıfla o sınıfın siyasal temsilcisini bir ve özdeş görmesindedir. İkinci eğilimse Jakobenizmi ve jakoben gelenekten etkiler taşıyan siyasal yapıları komploculukla suçlar. Birinci eğilimin temsilcisi THKP-C geleneği, ikinci eğiliminki ise sivil toplumcu görüştür.
Konumuz olan İttihat ve Terakki’nin jakoben gelenekten izler taşıması ağırlıklı olarak sözü edilen ikinci eğilim tarafından eleştirilmesine neden olmuştur. Her iki eğilime sırası geldikçe değineceğiz. Önce 1789’u ve Jakobenizmi hatırlayalım.
1789’da burjuvazinin siyasal temsilcileri olan jakobenler aydınlanmacı düşünceden etkilendikleri oranda aklı ve erdemi yüceltmiş, var olan yasaları değiştirerek aklın ve erdemin iktidarını kurabileceklerine inanmışlardı. İktidarda kaldıkları kısa süre içinde tüm Fransa devrimci klüp ve komitelerle donandı. Konvansiyon sömürülenlerin, çulsuzların, ayaktakımının ve demokrat burjuvaların diktatörlüğünü yaratmıştı. Devrimin düşmanlarına spekülatörlere, devlet yasalarını çiğneyenlere karşı terör uygulandı. Karşı devrimi püskürtmeye yönelik kızıl terörün yaratıcıları da jakobenlerdi .
Burjuvazinin aristokrasiye karşı savaşımı, halk yığınlarında kendiliğinden gelişen ve burjuvazinin denetleyemediği bir politizasyonla sonuçlandığı oranda 1789’un idealleri terkedildi. Aklın ve erdemin savunucusu jakoben kadrolar burjuvazinin yıkmaya çalıştığı aristokrat sınıfla gerici bir ittifaka yöneldiğini gördüler. Sınıfsal çıkarlarının farkına vardığı oranda ilericilik misyonunu tüketen burjuvazi 1789’un ideallerine ve kendi siyasal temsilcilerine aynı zamanda sırt çevirdi. Jakobenlerin dönüştürmeye çalıştıkları toplumun uzlaşmaz sınıfsal karşıtlıklar taşıdığını siyasal temsilcisinden önce farkettiği oranda burjuvazi jakobenlerden kopmuştur. Jakobenizmin ve jakoben kadroların sonunu getiren 1794’te Robespierre ve arkadaşlarının anti-jakoben teröre kurban edilmesine neden olan burjuvazinin siyasal temsilcileri ne duyduğu bu güvensizlik olmuştur.
Yazının başında sözü edilen ilk eğilimin temsicileri, yani Türkiye solunda Jakobenizmi bir küçük burjuva hareketi olarak yargılayan kesimler aynı zamanda geçmişte burjuvazi içinde yapay bölmeler yaratan ve bu bölmelerle ittifak arayışına giren kesimlerdi. Küçük burjuva dinamizminin ürünü THKP-C ve onun ardılı devrimci demokrat hareketler için millici burjuvazi bir müttefik işbirlikçi-komprador burjuvazi ise düşman kabul edilmiştir. Türkiye’nin yarı feodal, yarı kapitalist ya da kapitalizmin emperyalist tekellere bağımlı ve çarpık geliştiği bir ülke olduğu saptamasından hareketle aşamalı devrim tezleri geliştiren devrimci demokrasiye göre Türkiye’de burjuva demokratik devrim tamamlanmamıştır. Burjuva demokratik devrimi tamamına erdirecek olan millici burjuvazi ve sivil-asker zinde güçlerle devrimci öncünün ittifakı olacaktır. Sol popülizm adına çoğu kez Kemalist ideolojiden devşirme öğeleri kullanan devrimci demokrasinin burjuvaziyle girdiği ittifak arayışı iktidar perspektifinden yoksunluğuna da işaret ediyor.
İkinci eğilimin temsilcileri belirtildiği üzere sivil toplumcular. Bu kesime göre İttihat ve Terakki’nin iktidara gelişi halka rağmen ve halk yığınları adına gerçekleştirilmiş ve sonuçta ceberrut-despotik Osmanlı geleneğinin devamını sağlamaktan öteye gidememiştir. İttihat ve Terakki önderleri gözlerini iktidar hırsı bürümüş Korkunç İvan benzeri tarihsel karakterlerdir. Tüm siyasal yaşamı boyunca İttihat ve Terakki’nin en azılı muhalifi olan Prens Sabahattin ve kurucusu olduğu Ahrar Fırkası aynı nedenlerle yüceltilir. İktidar şansını hiç kullanamamış olan Ahrar Fırkası’nın kurucusu Türkiye’nin ilk liberali olarak tanınmakla birlikte aslında İttihat ve Terakki’nin ekonomi politikaları da liberalizm ve bireysel girişimcilikten yanadır ve Maliye nazırı Cavit Bey dışında ekonomi bilgisi olan bir İttihatçıya da rastlanmamaktadır.
İttihat ve Terakki ne kadar jakobendi sorusuna yanıt ararken İttihat ve Terakki önderliği ile örgütün geri kalan kadroları arasında bir ayrım yapmak gerekiyor. İttihat ve Terakki’yi iktidara taşıma savaşımında iktidar hırsı ve kararlılığı ile dikkati çeken bir örgüt ustasına ayrıca değinmek gerekiyor. Bu kişi Talat Paşa’dır. Tevfik Çavdar’ın Talat Paşa adlı biyografisi, Edirneli posta memuru Talat Bey’in İttihat ve Terakki’nin dâhiliye nazırı Talat Paşa haline gelmesi sürecini İttihat ve Terakki’nin siyasal mücadelesi içinde anlatıyor. Jakobenizm ve İT arasında kurduğu bağlantılara geçmeden önce yazarın 1789’u ve Jakobenizmi nasıl değerlendirdiğine göz atalım:
“…1789 bir burjuva ihtilalidir ama bu ihtilal geniş bir halk cephesinin yardımıyla yapılmıştır. Yani halkçı karakterde bir burjuva devrimi söz konusudur… Kuşkusuz Jako-benler, Fransa’daki o büyük ihtilal içinde burjuvazinin çıkarlarını da temsil etmişlerdir. Ama onları bu tutumlarına bakarak burjuvaziyi temsil ediyorlar biçiminde nitelemek yanlıştır….1
Öyleyse jakobenler kimin temsilcileriydiler?
“… Temelde Jakobenizm belirli sınıfsal güçlerin belirlediği bir bloktur. Bu bloğun içinde orta ve küçük demokratik burjuvazi, köylüler ve kent plepleri yer almaktadır… Yapısı itibariyle Jakobenleri Fransız halkının çoğunluğu oluşturmuştur yani Fransız halkının çoğunluğunun partisi olarak tarih sahnesine çıkmışlardır.”2
Tevfik Çavdar’a göre jakoben diktatörlük halk yığınlarınca yaratılıp yönlendirilmiştir. Jakobenlerin iktidarda kaldıkları kısa süre içinde bütün Fransa devrimci klüp ve derneklerle donatılmış, devrimci savaşımın araçları böylece yaratılmıştır. Jakoben diktatörlük feodalizmi yıkmış ama buna karşın küçük ve büyük mülkiyeti güçlendirmiştir. Jakoben terörün iç savaşı önlemesiyle özgürleşen köylülük jakobenlere karşı burjuvazi ile aynı saflarda birleşerek Beyaz Terörün önünü açmıştır.
İTTİHAT ve TERAKKİ NE KADAR JAKOBENDİR?
Tevfik Çavdar İT’nin jakobenizmden etkilenmesinde en büyük rolü Talat Paşa’nın oynadığı düşüncesindedir : “… Talat Bey cemiyeti illegal örgütlenmeden legal siyasal parti oluşuna kadar Jakoben bir yapıya kavuşturmak istemiştir. Nitekim 1908 devriminden sonra İT örgütlerinin ” klüp ” olarak adlandırılması da bu eğilimin biçimsel düzeydeki görünümüdür… Örgütün illegal olduğu dönemde blokta yer alması düşünülen tüm katmanların üyeleştirilmesi mümkün değildi. Ama legalleşmenin akabinde bir pıtrak gibi yurdun her yöresinde kendini gösteren İT kulüplerinin yapısında böyle bir geniş cephe oluşumunun varlığı aranıyordu. Öncülük gerek örgüt içerisinde, gerek siyasal savaşımda küçük burjuvaziye, bunların da asker ve sivil aydınlardan oluşan bürokrat kesimine verilmişti. “3
Jakoben diktatörlükle İT’ye sivil toplumcuların yakıştırdığı despotizm arasında bir bağ kurulabilir mi? Yine aynı yazardan bir alıntıyla devam edelim: “…Jakoben iktidarında diktatörlük devrimci niteliği olan bir siyasal eylem biçimiydi, oysa İT’nin sonradan sığınağı bu despotik nitelik Jakobenlerin devrimci diktatoryasıyla karşılaştırılamayacak kadar uzakta durmaktadır…. Fransa’ da Jakobenci iktidar yerini burjuva demokrasisinin kurumlarına terketmiştir, ama Türkiye’ de bu özlemlerle yola çıkanlar iktidarı batı örneği yeni oluşumlara yöneltmişlerdir. Toplumun sivilleşmesine hiçbir katkıları olmamış, buna karşın topluma bir eğitmen gibi bakmaktan, onu eğitmek için her geçen gün daha da ceberutlaşmaktan kendilerini alamamışlardır. “4 Bu uzun alıntıdan da anlaşılacağı gibi İT’nin “ceberut” Osmanlı devlet geleneğine katkıları konusunda sivil toplumcularla T.Çavdar aynı düşüncededir.
Burada bir parantez açarak İttihat ve Terakki cemiyetinin ne amaçla ve nasıl kurulduğuna değinmekte yarar var. İT Selanik’te oluşturulan bir gizli örgütün Paris’teki grupla birleşmesi sonucu bu adı almıştır. Sözü edilen gizli örgüt Eylül 1906’da Osmanlı Hürriyet Cemiyeti adıyla kurulmuş, Paris’teki jöntürklerle ilişki sağlandığında Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin Terakki ve İttihat Cemiyeti dâhili grubu olarak kabul edilmesine karar verilmiştir. Sonradan Selanik grubunun ısrarlarıyla örgütün adı İttihat ve Terakki’ye dönüşmüştür. Selanik’teki örgütün kurucusu Talat Bey yurtdışındaki cemiyetin varlığını Rusçuk örgütünün kurucusu Mithat Şükrü’den öğrenmiştir. Talat’ın örgüte girmesinde Edirne’deki görevi süresince çevresinde yer alan iki kişinin; eniştesi İsmail Yörük ve Arnavut Hoca diye de bilinen Hafız İbrahim’in etkisi vardır. Bulgar ordusunun bir subayı iken komitecilerin yürüttüğü Bulgar ulusal hareketinden etkilenerek örgüte giren İsmail Yörük Jöntürklerce yurtdışında çıkarılan Meşveret ve diğer yayın organlarını Talat’a ulaştıran kişiydi. Balkanlardaki bağımsızlıkçı hareketlerden en az İsmail Yörük, kadar etkilenmiş olan Hafız İbrahim’e göre de Edirne’de girişilecek bir özgürlükçü hareket İstanbul’u, dolayısıyla Abdülhamit’i kolayca tehdit edebilecektir. Böyle bir girişimde ordunun öncülüğü olmadan merkezi otoriteye yönelik hiç bir eylemin başarıya ulaşmayacağına inanan Hafız İbrahim İkinci Ordunun karargâhı olan Edirne’ye de bu nedenle gelmiştir. Talat’taki meşrutiyet düşüncesinin gelişiminde Edirne’deki bu henüz tam anlamıyla şekillenmemiş çevrenin düzenlediği toplantılar belirleyici olmuştur. Ortak kanı Osmanlı devletinin böyle yönetilecek olursa yok olacağı yönündedir Bu yıkımın önünün alınması için yabancı devletlerden tam anlamıyla bağımsızlaşmış bir devlet örgütünün kurulması şarttır ve halkın da Osmanlının yaklaşan sonunu anlayabilecek düzeye getirilmesi gereklidir. Bu da özgürlükçü ve eşitlikçi bir siyasal yapının yaratılması yani meşrutiyetin ilanıyla olacaktır. O gün geldiğinde ülkenin tüm sorunları yayın organları ve diğer iletişim araçları aracılığıyla tartışılıp aydınlar tarafından çözüm yolları aranabilecektir. Çözüm bu kadar basittir ve bu basit çözüme ulaşmak için meşrutiyetin ilanı yani 1878’de rafa kaldırılan Anayasanın yeniden yürürlüğe konması yeterliydi. Bunun yöntemi ne olacaktı? Talat’ın örgütçü kişiliğinin tam da bu noktada öne çıktığını görüyoruz: Eğer bu toplum 1789’un idealleri olan özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin sağlanacağı bir meşruti yönetim için ayaklanacaksa, bu ancak güçlü bir örgütün öncülüğünde gerçekleşebilir. Buraya kadar sorun yoktu ama böyle bir örgütün nasıl olması gerektiği konusunda Talat’ın düşüncelerinde de bir belirsizlik vardı. Örgüt fikrindeki bu belirsizlik biraz da Osmanlı toplumunun sınıflı yapısını görememekten kaynaklanıyordu. Fransız devriminin esinlediği soyut bir özgürlük ve eşitlik düşüncesi ile hareket eden İttihatçılar tıpkı Jakobenler gibi birtakım yasal düzenlemelerin toplumdaki sorunları çözeceğine inanmışlardı. Tarık Zafer Tunaya “Türkiye’de Siyasal Partiler” adlı çalışmasında bu konuya şöyle değiniyor: “İttihatçılar Türk Jakobenleriydiler ve en yüce özverilerle en hayal kırıcı aşırılıkları yan yana yürüten bir ihtilalci kuşak bu yoldan tarih içerisinde yolunu çizmiştir. Bu ruhsal durum ve komitacı davranış İttihat ve Terakki açık ve yasal bir parti olunca da terk edilmemiştir. İT gibi büyük ve köklü bir örgütün yarattığı “İttihatçılık Şiarı” bir sosyal sınıf bilinci olmamıştır. İT’nin de terimin tam anlamıyla bir sınıf partisi olmadığı açıktır. Türkiye’nin yakın tarihinde ilk olarak yaygın, disiplinli, coşkulu, hırçın, acımasız ve de tecrübesiz bir kitle örgütü ve partisi modelini İT yaratmıştır. Bu tablo onun kusurlarını perdelemez. Fakat siyasal partiden de öte, kitleleri eyleme geçiren politik güç olduğunu da kanıtlar… İttihatçılık, komitecilik, partizanlık karışımı bir olgudur. Bu durum tüm bir kuşağı, bir kültürü ve bir “kafayı” simgeler.” 5
Tunaya’ya bir noktada katılmıyorum. İT’nin siyasal mücadelesi tıpkı jakobenlerinki gibi kitleselleşmiş ve İT bir kitle partisine dönüşmüş olsa da İT’nin temsilcisi olduğu bir sınıf vardır. İT siyasal mücadelesine başlarken burjuvazinin temsilcisi olarak tarih sahnesine çıkmamış olsa bile 1908’de gerçekleştirilmiş olan bir burjuva demokratik devrimdir. Tıpkı jakobenler gibi İT de tüm halk yığınları olarak nitelendirdiği kitlesinin uzlaşmaz sınıfsal karşıtlıklar taşıdığını görememiştir.
Yine bir alıntı: “Blok yani yığınların bütününü kapsamak isteyen örgütlerde ise isterlerin karmaşası ve çokluğu daha da fazladır. Çünkü blok içerisindeki her katman hatta her küçük grup eyleminin sonunda kendi çıkarları doğrultusunda bir takım kararların alınmasını bekler. Bunda da kendisini haklı görür.” 6
Nasıl bir toplum yaratmalıyız sorusuna Talat, nihayet Selanik’te yanıt bulacaktır. İçlerinden biri, Mülazım Said Efendi tarafından ihbar edilene kadar Edirne’deki grubun toplantıları düzenli olarak sürmüştür. Padişah aleyhinde çalıştıkları ve İT adlı bir örgüt kurmaya teşebbüs ettikleri gerekçesiyle açılan soruşturma sonunda grubun bilinen üyeleri kalebentlik cezasına çarptırıldılar. İki yıl sonra padişahın iradesiyle serbest bırakılan Talat Selanik’e sürgün edildi. Tevfik Çavdar Talat’ın “nasıl yapmalı” sorusuna Selanik’te bulduğu yanıtı şöyle anlatıyor: “Selanik’teki genel refah düzeyinden etkilenmemek mümkün değildir. (Talat’ın) Bu refahın ana nedenlerini kavradığından kuşkuluyuz. Çünkü Talat’ın o günlerdeki bilgi birikimi, Selanik’teki ticaret, sanayi ve mali hizmetler kesimindeki ileri gelenlerin gelişmiş ülkelerle olan ilişkisini anlayacak düzeyde değildi. Selanik’in Osmanlıların yarı sömürgeleşme sürecinde başarılı bir köprübaşı rolü oynadığını açıkça göremezdi… Böyle bir refahı geliştirmenin yolu açıktı ki ticaret ve sanayinin gelişmesine bağlıydı, peki bu gelişimi kimler sağlayacaktı? İşte bu sorunun cevabını ararken Selanik’teki Musevi toplumunun ve dönme diye bilinen sonradan Müslüman olanların girişimciliğini görmemezlikten gelemezdi. Osmanlının bu yurttaşları gerçekten çok çalışkandı; o günlerin deyimiyle “teşebbüs-ü şahsi” ruhuyla hareket ediyorlardı. Bursa’da, Adana’da, Edirne’de, ya da imparatorluğun herhangi bir başka köşesinde aynı girişimcilik ruhuna rastlanmıyordu. Oysa refahın kapısını bu girişimcilik ruhu açacaktı. Hatta onun da ötesinde, özgürlük ve meşrutiyetin gücü de emellerine ulaşması da buna bağlıydı…” 7
Tüm bunları başarmak için de iktidarı hedeflemiş bir örgüt olmalıydı. Ama nasıl bir örgüt? Talat Selanik’teki çevresinin de etkisiyle buradaki mason örgütüne girmişti. Masonların yüzyıllar boyunca gizli kalabilmiş örgütlenmeleri Talat’a kuracağı örgütün en azından biçimsel olarak mason örgütlerine benzemesi gerektiğini düşündürüyordu. Üyelik törenlerinden parolalarına ve özel selamlaşma biçimlerine varana kadar mason örgütlerinden izler taşıyan İT’de örgütün hangi kitleye dayanacağını ise Talat’ın çok fazla düşünmediği anlaşılıyor. Talat’ın yaşadığı yıllarda Selanik’te Sosyalist Enternasyonal ile bağlantısı olan işçi dernekleri ve sendikalar olmasına rağmen bunlarla ilişkisinin olmadığı da biliniyor. Hedef, üyelerinin çoğu asker ve sivil bürokratlardan oluşan bir örgüt yaratmak olmalıydı ve ordunun en genç ve en atılgan subayları da Rumeli’de bulunuyordu. Emperyalist devletlerin sürekli denetimine açılmış olan Makedonya’daki bu genç ve Osmanlı’nın geleceğinden endişe duyan subaylar İT’nin silahlı gücünü oluşturacaklardı. 1908 yılına kadar Kosova ve Manastır’daki örgütlenmesini tamamlayan İT, Bulgar çetelerinin Selanik’teki bazı işyerleri ve Osmanlı Bankasına yaptığı bombalı saldırılardan sonra 1908 yılı başlarında silahlı propaganda kararı aldı. Örgüt içinde bu silahlı eylemleri gerçekleştirecek daha korunaklı bir yapıya yer verildi. Cemiyetin legalize olduğu dönemde dahi bir gizli bölmesinin olması böylece sağlandı. Reval anlaşmasının imzalanmasıyla birlikte Yıldız’ın Rumeli yi kolayca elden çıkarabileceğinden korkan İttihatçılar Çar ve Büyük Britanya kralının Reval’deki buluşmasından sonra anlaşmayı kabul etmediklerine ilşkin bir bildiriyi bütün devlet temsilciliklerine yolladılar. Cemiyetin adı ilk defa böylece duyulmuş oldu.
1908 mayısından sonra örgütün Manastır’daki şubesi merkezden bağımsız eylemlere giriştiğinde merkez eşgüdümü yitirdiğini fark ederek müdahale etmek ister ama başaramaz. Bunun üzerine Selanik de eylem kararı alır ve ilk iş olarak Selanik Merkez kumandanı Nazım Bey’e bir suikast düzenlenir. Nazım Bey’in yaralı olarak kurtulduğu saldırı cemiyetin gücüne yeni bir kanıt olarak kabul edilir. Olayların gelişimiyle birlikte olağanüstü toplanan merkez-i umumi 24 Temmuzda genel kıyamın başlaması kararı alır. Kıyam Rumelinin tüm yörelerinden halk ve asker adına saraya, anayasanın yürürlüğe girmesine ve meşrutiyetin ilanına ilişkin arıza telgraflarının çekilmesiyle başlayacaktır. 24 Temmuzda planlanan hareketi bir gün önceye alan Manastu grubu Arnavut sergerdelerin başındaki Tatar Osman Paşa’yı korumalarının arasından kaçırır ve bu olayın Yıldız’da yarattığı şok hafiflemeden meşrutiyeti ilan eder. Bir telgrafla saraya ulaştırılan meşrutiyetin ilanı haberi karşısında saray kararsız kalır. Kimse örgütün gerçek gücünü tam olarak tahmin edememektedir. Heyet-i vükeladan Abdülhamit’e Kanun-i Esasi’yi ilan etmesini teklif edebilecek cesarette kimse yokken, Abdülhamit bir iradesiyle Bakanlar Kurulunu rahatlatır. Ertesi gün başta İstanbul olmak üzere tüm illerde Kanun-i Esasi’nin yürürlüğe girdiğine ilişkin padişah fermanı yayınlanır ve meşrutiyet 24 Temmuz 1908’de resmen ilan edilmiş olur.
İT artık tüm Osmanlı kamuoyunun gözünde Cemiyet-i Mukaddese olarak tanınmaktadır. Meşrutiyetin ilanı kutlanırken ilk çalınan marş “La Marseillese” dir ama birkaç gün içinde İT kendi marşını yazar;
Alemde emsali adim
Yaptık bugün bir inkılâp
Hainleri, alçakları
Zalimleri ettik harap
Biz yek vücud-u ittifak
Bir kale teşkil eyledik
Hürriyeti, milleti
Hakkıyla temsil eyledik.
Meşrutiyet ilan edilmiş, Kanun-i Esasi yürürlüğe girmişti. Bundan sonraki adım ne olacaktır?
“Osmanlının atisini güvence altına almak, ülkenin bütününü çağdaş uygarlık düzeyine çıkartmak… Bunun için gecikmeden iktidar olunacaktır…”
Bu iktidarın ve karşı-devrimin öyküsüne de bu çalışmanın ilerideki bölümünde yer vereceğiz.