2001 yazında peşpeşe ayrıldığımız iki “eski tüfek”
KP kurucusu Ahmet Özok 1 ve
SİP onur üyesi Zehra Kosova için…
Doğum günümüz kutlu olsun diyerek başlayalım söze. Türkiyede komünizmin ilk örgütlenme adımı olmamakla birlikte 10 Eylül 1920 İstanbul Ankara, Anadolu ve Rusyaya dağılmış komünist grupların birlikte Parti formuna ulaştıkları gündür. 1920 bir iki öncesi ya da hemen ertesi; bu tarihler burjuva devrimini Avrupa ile eş zamanlı yaşamamış yani işçi sınıfının oluşumu açısından sanayi devrimini sosyalist düşüncenin önünün açılması açısından da aydınlanma hamlesini arkasına alamamış ya da kendisi doğrudan yaşamasa da dalganın etkisini her yanında hissedememiş ülkelerde Komünist Partilerin ortalama doğum yılı olmuştur. Bu ortaklıkta kuşkusuz 1917 Ekim Devriminin ve devrimin rüzgarını evrensel düzeye çıkarmak üzere kurulan Kominternin payı büyüktür. Kominternin payı yüksek olmaya uzun süre devam etmiştir.
Uluslararası işçi sınıfı hareketi komünist hareket ve enternasyonalizm dendiğinde biz hep işte bu kaynaktan filizlenmiş partileri ve akımları anladık. 1920de Türkiye komünistlerinin Ekim Devriminden doğmuş bu dalganın parçası olarak örgütlerini inşa etmeleri ülkemiz komünistleri için bir gurur kaynağıdır.
Ancak gururun ayaklarını yere basması ve kendini yeniden üretebilmesi için başlangıç noktası yetmeyecektir. 1920de Bakûde başlayan Türkiye tarihinin yeni evresi 1990ların başında Ekim Devrimi ve Komintern kökeninin köklü biçimde reddi ve TKPnin örgütsel mirasçısı Türkiye Birleşik Komünist Partisinin (TBKP) yeni birlik oluşumları ya da burjuva liberal odaklara doğru dağılmasıyla son buldu.
Sekseninci yılın yani 10 Eylül 2000 tarihinin hangi olaya tanıklık ettiğini de hatırlatmam gerekiyor: 10 Eylül 2000 günü Ankarada Sosyalist İktidar Partisinin (SİP) bir salon toplantısı yapıldı. Toplantının ana gündem maddeleri 19 Temmuz 2000de resmi olarak kuruluşu yapılan “Komünist Parti” açılımı ve komünist adıyla parti kurma yasağına karşı yürütülen mücadele ile TKPnin birinci kuşak kadro ve yöneticilerinden Nazım Hikmetin vatandaşlıktan çıkarılma kararının iptali için yürütülen kampanyaydı. TKPnin 80. yaşı pastalı ya da gözyaşlı nostaljik ortamlarda değil yüzü geleceğe dönük bir yürüyüşle kutlanıyordu…
Bu yürüyüşçü Sosyalist İktidar Partisi ülkemizin tarihinde 1919-21 1946, 1960lar biçiminde üç kimilerine göre 1970leri dahil ederk dört tane sayabildiğimiz kitle açılımı serisine bir yenisini ve kalıcısını eklemeye çalışıyor.
Bu yazıyı seksen birinci doğum günü kutlaması için bir küçük hediye sayın. Kendimize birbirimize verdiğimiz bir hediye.
Nasıl bizim kutlamamız pasta veya gözyaşı ile yetinmemeliyse bizim hediye-miz de süslü cafcaflı olmak “hep iyi şeyleri hatırlamak” durumunda değildir. Ancak güzellemeden daha sakıncalısı TKP tarihi dendiğinde polisiye süreçlere veya (Partinin kendi içinde ya da Kominterni de dahil ederek daha geniş bir çerçevede) kadro çekişmelerine sıkışıp kalmaktır. Eğer yıldönümlerini geleceği örerek kutlamalı isek ne polisle köşe kapmaca oynamanın ne de birbirini yemenin bugünün mücadeleci kuşaklarına faydalı mesajlar taşıdığını düşünemeyiz. Bu uyarıları yapıyorum ama alternatif bir tarih yazımı da önermiyorum. Burada yalnızca bazıları pek güncel kimi kaynaklara değinerek geleneğimizin içerisinde kısa bir gezintiye çıkacağım.
Baskı altındaki Komünist
Ne çok acılar çekmişlerdi! Ne acılar çekmiştik! Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve diğerleri Karadenizde karanlık sularda acı defterini açtılar. Sonra hep sürdü. Hapishane işkence operasyon dava, tasfiye, sürgün, ölüm… Mustafa Hayrul-lahoğlunun 12 Eylül darbesinin ardından katledilmesi “eski düşünce”yi reddettiklerini ne kadar söylerse söylesinler Yağcı ve Sargının bile Ankara DAL’da işkenceli sorguya alınmaları… Sevim Belliye sonunda yanıtı gerektiği biçimde vermişse de “Boşuna mı çiğnedik” sorusunu kitap başlığına taşıtacak kadar acılı bir tarih! Sadece Türkiye Komünist Partisinin (TKP) ya da geleneksel solun değil Türkiye solunun bütününün tarihinde ilk bakışta en fazla bunlar göze çarpar.
Sonra da serzenişler duyulur: Bu solcular marjinalliği aşamıyor halkla bütünleşemiyor… Yanlış anlaşılmasın polis baskısı yüzünden komünist hareketin marjinal kaldığını söyleyecek değilim. Komünistlerin çemberi kırma görevleri zaten bunu kapsar. Polis baskısının yarattığı fizik tahribat önemlidir ama en az onun kadar önemlisi komünistlik dendiğinde bu baskıların akla geliyor olmasıdır. Polisin değil egemen güçlerin kazanımı budur aslında. Akla öncelikle baskı mekanizmalarının ve acıların geleceği bir komünist hareketin geniş kesimler nezdinde nasıl bir çekiciliği olabilir ki?
Yaşlı genç bütün yoldaşlarımdan komünistlerden talep ediyorum: Baskı altındaki komünist figürü süratle terkedilmelidir.
İnanmış siyasetçiler kararlı devrimciler komünistler olarak insanların ölümü göze almaları kadar normal ne olabilir? Ama komünistlerin ölüme ve acılara koşan kişilikler olarak tanıtılması durumunda halkımızın sırtını dönmesinden de daha normal bir şey yoktur!
Baskı altındaki komünist imajı baskıların çok yoğun olduğu dönemlerde kadrolara moral enjeksiyonu anlamına gelir mi Bu anlamda bir faydası da yok mudur?
Olabilir insanların bu yolla kinlerini bilemeleri ve direnç katsayılarını yükseltmeleri pekala mümkündür. Ama tersi de mümkündür! Baskı anlatımının demo-ralize etmesi direnci azaltması da hafife alınabilir olasılık değil. Daha da ileri gideceğim. Baskıların anlatımının mücadeleye yapacağı pozitif etki zaten tökezleme olasılığını ihmal edilebilir düzeye indiren bir bilinç ve inançla donanmış kadrolarla sınırlıdır. Bunların direncini gerçekten artırabilir ama zaten ihtiyaçları yoktur ki!
Böylesi bir bilinç ve inançla donanmış olmayanların ise mutlak çoğunluk oranında demoralize olacaklarını düşünüyorum.
Ancak yanıltıcı bir nokta vardır ki, anlatılan ürkenlerin, canı sıkılanların, korkanların, kaçanların, yolunu ayıranların hikayeleri olmayacak, direnenlerin, kavga verenlerinki olacaktır. Böyle olması elbette doğru ve yerinde, ama benim gelmeye çalıştığım noktayı değiştirmemektedir.
Benim varmak istediğim nokta ise şudur: Mücadelenin kaçınılmaz parçası olan baskılar bir toplumsal bilgi haline getirilmesi zararlı unsurlardır. Bu yolla hele güç ideolojisinin başlı başına bir üstyapı kurumu olduğu Türkiye’de başlarına neler geldiğini anlatan solcu toplumdan izole edilme sürecini yalnızca hızlandırmış olmaktadır. Güç ideolojisinin en somut ve popüler karşılığı şudur: İnsanımız bir eğilim olarak ezilene kendiliğinden el uzatmaya değil ezene saygı duymaya yöneliktir.
Bana kalırsa fiziki baskının estetize edilmesinin ve sanatsal anlatıma konu edilmesinin de kesin sınırları vardır. Baskı görmek bir cazibe odağı haline getirmez kimseyi. Estetik anlatım kısmında ise sadik ögelerin estetikle ne kadar bağdaşabileceği yolunda bir tartışma yürütülebilir.
Örneğin bir komünist ya da devrimci kadronun hayatta başına gelecekler için kendisini hazırlaması ve bu amaçla işkence gibi baskı türlerinin bilgisini edinmesinde yarar vardır. Ama bunun ötesinde bu bilginin üretilmesi ve dolaşımından bir haz duymak ve bu hazzı siyasal renklerle süslemek başka şeydir! En iyi niyetli haliyle ifade edersem kendisine başka iş bulamayanların yapacağı şeydir bu…
Ancak “baskılar” sınıf mücadelesinin bir parçasıdır. Bu bağlantı konuyu bireysel tatmin ya da olumlu tarafından kadroların ön donanıma kavuşmaları çerçevesinin dışına taşıyabilir. Sınıf mücadelesinin bir parçası olan kendinde sadist bir fiil olmayan sadizmi egemen güçlerin bir üslubu olarak sunan bir çerçeve… Buradan estetiğin de bilginin siyasal açıdan yararlı şekilde toplumsallaşmasının da yolu açılabilir. O zaman fiziki baskının yıldırıcı etkisinin karşısına siyasal bilinç çıkartılabilecektir çünkü.
Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Trabzon açıklarında katledilmeleri ile girilen ve Çerkes Ethem’in Yunan güçlerine sığınmaya zorlanması Halk İştirakiyuncu Tokat Mebusu Nazım ve arkadaşlarının mahkeme edilmeleri ile süratle alınan bir dönemeç ancak siyasal çerçevesi içerisinde anlamlandırıldığı takdirde demoralize edici etkiden kurtulmak mümkün olacaktır.
Türkiye komünist hareketinin emekleme dönemlerinde belli bir doktrin formasyonuna en fazla sahip ekibin Avrupa eğitimli ve Spartakist deneyimli kadrolar barındıran Şefik Hüsnü grubu olduğu görülüyor. Mustafa Suphi ekibinde Bolşevik Devrimi’nin kurtarıcı çağrısının etkileri çok daha doğrudan ve yalın hissediliyor. Ancak Ankara’daki Halk İştirakiyuncular Çerkes Ethem hareketi gibi başka kaynakları da katarak tamamının Türkiye’nin gündeminde batılı bir proleter ve sosyalist devrimden ziyade doğulu bir ulusal kurtuluş bulunduğunu be-nimsedikleri kesindir. Bu açıdan aralarında önemli bir fark söz konusu değildir. 1919 Şefik Hüsnü’nün İstanbulda Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın kurulduğu tarihtir. Ertesi yıl bunu Halk İştirakiyun ve Türkiye Komünist Fırkası izler. 10 Eylül bu örgütlenme atağının sonucunun alındığı Bakû Kongresinin tarihi… Bu iki yıl Türkiye’de şiddetli bir bolşevizm rüzgarı eser. Halk İştirakiyun ve Kuvvayi Seyyarenin Anadolu solculuğu ile örgütlenmekte olan Kominternci komünist hareket karşısında kemalist merkezin hem sola meyletmesi hem de büyük bir tedirginlikle hegemonya mücadelesine girmesinden doğal ne olabilirdi?
Ancak doğucu kurtuluş fikrine bağlanan birinci kuşak Türkiye komünistleri bu “doğallığı” hissetmediler. 1920-21 dönemecinde kemalist merkez solu tasfiye kararını vermiş ve iki ay içerisinde baş döndürücü bir hızla hayata geçirmiştir.
Nereden nereye! Mustafa Kemal solculaşmayı ancak bir resmi/sahte KP ile yo-lundan saptırabileceğini hesaplamış yani solla solun alanında rekabet etmeye kalkmıştı.
Halk İştirakiyun Fırkası önderlerinden Tokat Mebusu Nazım 4 Eylül 1920de 89a karşı 98 oyla Büyük Millet Meclisi tarafından ve Mustafa Kemale rağmen İçişleri Bakanlığına seçilmiş Mustafa Kemalin direnci ile istifa etmek durumunda kalmıştı.
Mustafa Suphiler Ankara’dan da önce tarihin yönünü saptayıp adım atan ve Kafkaslarda bir Türkiye Komünist Fırkası (TKF) oluşumuna giden Enver Paşanın İttihatçılarını soldan tasfiye etmiş bu oluşumu ele geçirmişti. Suphi ve ekibi Kemal’in komutanlarıyla ve Ankara ile temasa girmişlerdi. Bolşevik sempatisi Anadolu’nun mazlum kitlelerinde dalga dalga yayılıyordu. Çerkes Ethem komutasındaki Kuvvayı Seyyare Ankara karşıtı isyanların bastırılmasında tek güç olarak hizmet vermişti. Yani kemalist merkezin en önemli askeri aygıtı köylü devrimcilerinden oluşuyordu.
Mustafa Kemal’in kendisi değilse de başında olduğu hareketin içerisinde ideolojik karışıklıklar yaşanıyor bolşevizmin benimsenme olasılığı ciddi ciddi tartışılıyordu. Mesele kemalist hareketin sosyalistleşmesi değildi elbette ama kafa karışıklığı derin boyutlardaydı.
Öte yandan da Sovyetler Birliği ile ilişkiler sıkılaşmıştır.
Tüm bunlar 1920dir.
Buradan 1921 başına gelindiğinde Bakû, Ankara ve Batı Anadolu solları tasfiye edilir. Ankara’dan arta kalan kadrolar ve İstanbul yeni bir döneme hazırlanacaklardır.
Uluslararası boyutta ise artık Ankara Moskova’ya mahkum olmaktan çıkmaya başlamış bir ilk adım olarak Londra Konferansı’na davet edilmişti. Kuvvayı Seyyare’nin yerini alacak düzenli ordunun da acilen bir zafere ihtiyacı vardı. Bu ihtiyaç da İnönüde giderildi:
“Çerkez Ethem ve Mustafa Suphiyi temizlemeye kararlı Anadolu İhtilalcileri temizlik hareketlerini maskeleyebilecek bir zafer arıyorlar. Mutlak yaratmak zorunluluğunu duyuyorlar. İnönüde yaratıyorlar” 2 [KÜÇÜK Yalçın]
Her şey aynı sepete atılıverdi. Burjuva devriminin içinde bir karşı-devrim yaşanıyordu adeta. Mustafa Kemalin en yakın adamlarına kurdurttuğu resmi partinin bile 1920’nin solculuk atmosferi içinde rayından çıkabilmesi mümkündü. Belki çıkacaktı bile! Sepete o da kondu:
“Bu arada resmi Türkiye Komünist Fırkası’nın yayın organı Yeni Dünya gazetesi de hükümete karşı cephe alarak Çerkes Ethem’in üzerine asker sevkini durdurmak amacıyla demiryolu işçilerini greve çağırdı. Bu sayısından sonra 2 Ocakta gazete hükümet yanlılarının saldırısına uğradı ve tahrip edildi; Yeni Dünya yöneticileri tutuklandı. Bu tarihten sonra resmi Türkiye Komünist Fırkası’nın hiçbir faaliyeti görülmedi” 3
[Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi]
Aklı karışan Komünist
Baskı altına alınışımız nasıl tarihimizin bir parçası ise aklımızın karışması da öyle. Akıl karışıklığının kaynağı şöyle hatırlanabilir:
Bir; Bolşevik Devrimi ile marksizm Batı Avrupa’nın sınai proletaryası ve aydınlanmış aydınının hareketi olmanın ötesine sıçrar. Artık marksizm sömürgeciliğin pençesinde ve kapitalizmin olsa olsa arifesinde bulunan halkların kurtuluş bayrağı haline geliyordu.
İki; marksizmin bir tür kitabi kavranışına göre sosyalist devrim ancak sınai proletaryasının belli bir gelişkinliğe ulaşmasını temin eden burjuva demokratik devrimin tamamlanması ile gündeme gelebilirdi.
Üç; Doğu emperyalizm ve sömürgeciliğe karşı bağımsızlık yoluna girecekti. Ancak doğunun önünde sosyalizme geçiş olamazdı.
Bu sorun Türkiyeli devrimciye özgü değildir. Sovyet Devrimi bu eksen üzerinde uç yorumcular taktik açılımlar sapmalar üretmiş ve sancılı yollardan tarihini yazmıştır. Türkiyeli devrimcinin gözü Komintern deneylerinde hafızası kendi kalkış noktasını oluşturan halkçı/ulusçu kurtuluş motiflerindeydi. “Büyük siyaset” yapacağı elini devrimciliğini sürdürmesini dilediği Ankara hükümetine uzatmış sol elinde iğne bu zorlu köylü ülkesinde kuyu kazıyor gencecik Türkiye işçi sınıfını saflarına kazanmaya uğraşıyordu. Bu derin bir kafa karışıklığının resmidir!
Biraz önce değindik Suphilerin Karadeniz macerasına. O yolculuktan ne murad edildiğini bir kenara bırakalım Türkiye komünistleri Nazım’ın hangi şiirine rağbet etmelidirler acaba?
“- “Siyah gece
“Beyaz kar
“Rüzgar
“Rüzgar.”
– Trabzondan bir motor açılıyor
– Sa-hil-de ka-la-ba-lık!
– Motoru taşlıyorlar!
– Son perdeye başlıyorlar!
– Burjuva Kemalin omuzuna binmiş
Kemal Kumandanın kordonuna
Kumandan kahyanın cebine inmiş
Kahya adamlarının donuna
– Uluyorlar
– hav.. hav.. hak.. tü
– Yoldaş unutma bunu
Burjuvazi
ne zaman aldatsa bizi
böyle haykırır:
– hav.. hav.. hak. tü
– Gördün mü ikinci motoru
– İçinde kim var
– Arkalarından gidiyorlar.
– İkinci motor birinciye yetişti
– Bordaları bitişti
– Motorlar sarsılıyor
– Dalgalar sallıyor
Sallıyor dalgalar.
– Hayır
iki motorda iki sınıf çarpışıyor.
– Biz
Onlar!
– Biz silahsız
Onlar kamalı
– tırnaklarımız
– Kavga son nefese kadar
– Kavga
– Dişlerimiz ellerini kemiriyor
– Kamanın ucu giriyor
– girdi…
– Yoldaşlar ey!
artık lüzum yok fazla söze:
Bakın göz göze
– Karadeniz
On beş kere açtı göğsünü
On beş kere örtüldü.
On beşlerin hepsi
Bir komünist gibi öldü.”
Buna mı bakmalıydı komünistler yoksa aşağıdakine mi
“sarışın bir kurda benziyordu
Mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Uçurumun kenarından eğilip baktı
Bıraksalar
İnce uzun bacakları üzerinde yaylanarak
Ve akan bir yıldız gibi yanarak
Kocatepeden Afyon ovasına atlayacaktı”
Trabzon’da Suphilerin sahilden açılan takalarına keyifle bakan Kemal ile işgalciyi Anadolu’dan söküp atan aynı Mustafa Kemal olabilir. Nazım da her ikisini resmedebilir. Ama Türkiyeli komünist bu şiirlerden hangisini duyumsayacaktır Her iki olguyu bilmek elbette gereklidir. Ama her ikisini aynı iç titremesiyle duyumsamak ancak şizofrenlere özgüdür!
Kimilerinin tercihi belli. Aylar önce bir akşam televizyon ekranlarında 16 Mart katliamından kalma MHP’li Gül’e karşı Nazım’ı savunan iki aydın Refik Erduran ile Yıldız Sertel Mehmet Gülün ilk şiiri nakledip “adam Atatürke tükürüyor ya!” demesi karşısında üç maymun rolüne soyunmuşlardı: “Ne hangi şiir Ben duymadım ya sen! Yok canım yok öyle bir şiiri Nazım’ın…” Cahil rakiplerine bunu yedirdiler de ellerine ne geçti?
Bir komünistlerin Nazım’ın tek mısrası dahil bunca yıllık tarihimizin herhangi bir unsurunun üzerine örtmeleri mümkün değildir. Komünistlikle bağdaşmaz hepsinden önce: Gerçek devrimcidir!
Ama iki; komünistlerin bu uzun tarihin bütün unsurlarını aklamak ve sahiplenmek gibi bir yükümlülükleri yoktur. Tarihi kendi tarihimiz olarak bilmek ne kadar ilkesel ise bu tarihi aşmak ve aşmak için gereken bütün adımları cesaretle atmak da o kadar sağlıklıdır.
Üç; yukarıda gerçek karşısında komünistin tutumuna ilişkin cümlelerde komünist sözcüğünün yerine “aydın” ya da “insan” konmasına hangi aydın ya da insan itiraz edebilir ki! Gerçeğin tek bir satırının üzerini örtmek kabul edilebilir değildir. Bu Erduran ve Serteli de bağlar.
Geri dönüyorum. Eski kuşak Türkiye komünistlerinin ülkeyi sömürgelikten kurtaran Mustafa Kemal”in koluna girmek için içleri içlerine sığmamaktadır. Ama Ankaraya omuz vermek için bile kıpırdansalar darbe alıyorlardı. Kitap -üstelik Komintern’in de imzasını taşıyan kitap- ulusal devrimci önderlikle demokratik devrim için paralel yürünmesini emrediyordu. İzin verseler yürüyecekti TKP!
Bu durumun çözümü yoktur. Türkiye komünist hareketi bir dizi yaratıcı üretken çalışkan kadro üretmiştir. Türkiye komünist hareketinin bu kadroları Ankara’nın itmesi ile ve dünya devrim dalgasının son nefesini arkalarına alarak kısa bir dönem “sınıfa karşı sınıf” taktiği deneyecek olmuşlar bunu Komintern’le tartışmışlar… çare üretememişlerdir.
Çaresizliğin nedeni yaratıcı üretken ve çalışkan kadroların ayaklarına taş bağlayan hainler, poliste çözülenler, ihbarcılar vs. değildir. Bu açıklama aşırı yüzeysel kalacaktır. Gerçi bizim bu eski tarihimizde bu türden bozucu unsurların sayısı da az olmamıştır. Doğulu ulusal kurtuluşçuluğun Bolşevik İnfilakı sayesinde esmeye başlaması has doğucu ulusal kurtuluşçuların kendilerini samimi olarak bolşevik ve komünist sanmalarına pekala neden olmuş olabilir. Zaten bütün “kurtuluşçuluk” türleri arasında mutlaka bir akrabalık bağı vardır… Ama dedim ya açıklama bu olamaz.
Bana kalırsa açıklama bu problemin çözümünün olmamasıdır. Komünist hareket kemalist burjuvaziden daha kararlı bir gericilik karşıtlığı onun gibi uzlaşmacı olmayan bir anti-emperyalizm kapitalist kalkınma yoluna alternatif bir sosyalist kalkınmacılık geliştirmek ve siyasi hattını kemalizmden ayırdetmek yo-luna girmemiştir. Komünistlerin teorik arka planları elbette bambaşkadır ve o bakîdir. Komünistlerin örgütsel hatları bambaşkadır ve o örgütsel hatta yani burjuvaziden bağımsız partiye sahip çıkanlar hep olmuştur. Ama teorik arka plan ile örgütsel ısrarı tarihsel ve toplumsal olarak anlamlı ve işlevli hale getiren siyasal alandır. TKP’nin problematiği uzun vadeli sosyalizm söylemi ile kısa vadeli kemalist devlete karşı kendini koruma ve örgütlenme çabalarına daralmış kelimenin gerçek anlamıyla siyaset problematiği ise kemalizmin hangi konuda ne kadar destekleneceği ile ilgili olmuştur.
Herhangi bir siyasi hareket kendisini toplumsal algıda başka çizgilere göre tasnif edilmekten kurtaramadığı sürece tıkanmaya çözümsüz kalmaya mahkumdur. TKP’nin başına gelen budur.
Sorun kemalizm ile mesafe ekseninden tanımlanmaya çalışıldığında çözüm yoktur. Komünist hareket burjuva devrimcinin gerisine düşmeyecek kadar burjuva devrimcileriyle yakındır. Komünist hareket asli programından milim geri düşmeyecek kadar burjuva devrimcilerine uzaktır. Burjuva devrimcilerine angaje olmayan ve aşan bir sosyalist siyasetin imkansız olduğunu söyleyen varsa zaten Kadrocuların yaptığını yapmalı transfer işlemlerine girişmelidir.
Anlamını kaybeden Komünist
Komünistin çalışkanı vardır: Şefik Hüsnü’nün Nazım Hikmet’in çalışkanlıklarını her tanığı anlatır. Komünistin ahlaklısı vardır: Yine Hüsnüye Reşat Fuat’a dil uzatıldığına rastlamak kolay değildir. Komünistin örgüt sevdalısı vardır: Şefik Hüsnü’nün bir mirası da budur. Komünistin yaratıcısı vardır: Doktor Hikmet’in marksizm kitaplığı çevirileri Doğu açılımı sonra islamcılığı daha sonra 27 Mayısçılığı zorlaması beğenin beğenmeyin çarenin tükenebileceğine hiç inanmamış bir devrimcinin üretkenliğidir. Komünistin soğukkanlısı vardır: Bir kez daha Doktor Şefik Hüsnü partisinin faaliyetlerinin bir süreliğine ve Komintern kararıyla uyumlu olarak tatil edilmesini 1950’lerde iradi olarak vitesin boşa atılmasını soğukkanlı biçimde kararlaştırmıştır.
Ama yukarıdaki bölümde aklı karışan komünistin doğal refleksi varoluşuna ilişkin bir anlam kaybı olmuştur. Komünistlerin iktidarı yani devrim mümkün olmayacak ise, ülke nesnelliği sosyalizme geçiş için uygunsuz ise, uluslararası konjonktür -bir kez daha- uygunsuz ise, memlekette yapılabilecek tek işi yapması gereken başka bir siyasi akım ise… komünistler ne işe yarar? Hadi, komünistler işçilerin hakları için ve daha bir dizi yararlı amaçla kendilerini anlamlandırabilirler, ama Komünist Partisi? İktidarı almayacaksa, almayı öngörmeyecekse, iktidarın fethi olasılığını belirsiz geleceklere erteleyecekse, Parti olarak varolunabilir mi?
Bu açmaz çok yerde çok komünistin başına gelmiştir. İşlerin zor olduğunu ancak sosyalist bir iktidarın her koşulda zorlanması gerektiğini düşünenler, bir de yaratıcı iseler kuşatmayı kırma olasılığı doğar. Klasik örnek Yunanistan Komünist Partisi’nin (YKP) İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde uluslararası dengelere aykırı siyasal iktidar denemesidir.
Türkiye örneği ise iç açıcı değildir.
“Hakimiyet-i Milliye Gazetesi Müdürlüğüne; memleketteki fikir cereyanlarını ilmi bir mecrada yürütmek ve bu hususta halkı tenvir etmek üzere, teşkiline teşebbüs ettiğimiz Halk İştirakiyun Fırkası, bu sırada memleketin pek muhtaç olduğu vahdit-i amal ve efkar-ı muhafaza maksadıyla bugünden itibaren terk-i faaliyet etmiştir. Gazetenizde ilanı mercudur. 1 Şubat 1337.”
“Tokat Mebusu Nazım, Karahisar Mebusu Mehmet Şükrü, İçişleri Bakanlığından düşürülen Nazım bey, ‘eylem ve düşünce birliğini koruma’ gerekçesiyle Ankara’daki Komünist Partisinin faaliyetine son vermek zorunda kalıyor” 4 [KÜÇÜK Yalçın]
Gazete ilanı 1921 başında Suphilerin öldürülmesi, Ethemlerin üzerine ordu sürülmesinin ardından başlayan baskılara denk geliyor. Yanlış anlaşılmak istemiyorum. Fırka saldırıyı basıncı göğüsleyememiş ve geri çekilmeye karar vermiş olabilir; siyasi kavgada bunun yeri tabii ki vardır. Ama geri çekilmeyi gerekçelendirmek için eylem ve düşünce birliği laflarını telaffuz etmenin manası var mıdır! Görünen o ki, basınç bu kadroların direncini bilememiştir. Basıncın yorucu olması genel bir kural olmakla birlikte, burada belirleyici unsur hareketin siyaseten başka bir akımı desteklemekte olmasıdır. Bu karşılıksız sevda, insanları varoluşlarıyla ilgili tereddütlere sevketmiştir.
İleriye doğru atlayıp, TKP hakkındaki separat desantralizasyon ya da faaliyet durdurma isterseniz kısaca tasfiye kararına gelmek istiyorum.
“TKP için KOMİNTERN’ce TKP’nin kendisi için o gün alınmış tarihsel kararların ayrıntılı belgelerini, yaşamı boyu örgütte olan çoğu kişiler bile, KOMİNTERN ARŞİV’inin açılmasıyla görebildi. İlerde, evinde bir çok geceler bana Parti’nin geçmişi ile ilgili çok şey anlatacak olan Şefik Hüsnü, ‘desantralizasyon’ kararını hiç açmadı! Kararı içine sindirememekten miydi, diye de düşünmüşümdür. Ben de o günler salt Parti’nin pek de iyi gözle bakmadığı Elektrikçi Muzaffer’den duyduğum bu sözcüğü kullanıp soru sormayı göze alamadım. Emin Sekun’la konuyu konuşmamız cezaevinden çıktıktan sonradır; 70’ler olmalı. Uzun cezaevi yılları boyu ne Reşat Fuat’ın ne de eski partili bir başkasının kimseye bu konuda söz ettiği de duyulmamıştır. TKP adına dışarıda örgütlenmeye çalışılan dönemin Leipzig’deki ilk toplantısında Zeki Baştımar ‘TKP için desantralizasyon diye ‘uğursuz’ bir sözcük vardır’ diye ilk kez açıklayıp eleştiriler yapıyordu; Moskova’da Vartan İhmalyan’dan alıp okuduğum toplantı tutanaklarıydı bu sözler. Parti başındakilerin içlerine sindiremedikleri bu ‘uğursuz’ karar kırk yıl Parti gizi olarak saklandı demek! Zeki’nin bu yaklaşımına içtenliksiz, tutarsız demek kolaydır bugün. İsterseniz korkaklık da diyebilirsiniz. Yalnız, Komintern’in, ola ki onun da üstünde Sovyet devletinin dayattığı karara karşı çıkmanın, hele o günler ne demek olduğunu iyi bilmek gerekir. Bu konunun tartışılmasıyla sanırım ister istemez Komünist partilerinin kendi ülkelerinin, hele böyle yaşamsal sorunlarının çözümünde, Komintern bağlılığından ne kazanıp ne yitirdikleri sorusu gündeme girer. Bu karar Türkiye seksiyonuna ilk kez Polonyalı Valeski’ce getirilip bildirilince, orada olan Emin Sekun, bunun TKP’yi kapatma kararı olduğu, böyle bir kararın burada değil ancak Türkiye’deki TKP Merkez Komitesi’nce alınabileceği savıyla karşı çıktıklarını söyledi. Tornacı Emin’in dediği gibi yapıldıysa bile bu çıkışın, hamamın namusunu kurtarma gösterisi bile sayılamayacak homurdanmadan öteye gidemediği bellidir. Kendi toprağına yerleşmiş, Türkiye’de ağırlığı olan Merkez Komiteli bir TKP için böyle bir karara gerek mi kalırdı ki?” 5 [TÜRKALİ Vedat]
Biraz önce başvurduğum araştırmacılardan Yalçın Küçük 1979 yılında yayınlanan Tezlerde TKPnin aslında kendi kendisini tasfiye etmiş olduğunu ortaya atıyordu. Herhangi bir kaynak bu tezi alenen ve formel olarak doğrulamadı. Ancak Küçük’ün kastettiği Komintern’in bu yönde bir karar almış olmadığı ve kararın TKP MK imzası taşıdığı değildi, zaten. Küçük TKP’nin siyasal çizgisinin kendi kendisini gereksiz hale getirdiğini söylemiş oluyordu. Buraya kadarı doğru görünüyor. Yukarıda dile getirmeye çalıştığım da aşağı yukarı aynısı.
Kimi TKP’liler bunu açıkça yazıyorlar:
“…Binaenaleyh bizde ne sosyal demokrasi, ne de diğer kütlevi hareketler için lazım olan içtimai zemin henüz ve tabiatiyle teşekkül etmemiştir. Memleketin zengin sermayedar, ileri bir hale gelmesi şimdi günün tarihi bir va-zifesidir. Bu vazife ise, disiplinli ve müteşekkil bir Cumhuriyet partisine düşer. Cumhuriyetin idame ve muhafazası için yapılacak her hareket, hatta ne kadar şiddetli bile olsa doğrudur. Terakkiperverane ileri bir harekettir” 6 [AYDEMİR Şevket Süreyya]
Yalçın Küçükün yorumunu da aktarmak durumundayım:
“Doğrusu burada gerçekten bir ‘dünyaya örnek’ var. Dünyanın hiç bir yerinde, komünizm ve leninizm adına komünizm ve leninizme böylesine soğukkanlı bir biçimde küfredilmemiştir. 1924 yılında ve Türkiye Komünist Partisi’nin bir yayınında” 7 . [KÜÇÜK Yalçın]
Hain Aydemir-Tör ile TKP’nin kemalizme bakış açıları büyük ölçüde ortaktır. TKP’nin Komintern’in “sınıfa karşı sınıf” dönemi ile yaşadığı kısa süreli radikalizmini dünya devrim dalgasının geri çekilmesi ve tek ülkede sosyalizmin ivedi öncelik kazanması ile birlikte yeniden “kemalizme destek” çizgisi izler. Bu çizginin oturuştuğu bir noktada TKP’den kemalizme “Kadro” aktarımı ile sonuçlanan bir oto-likidasyon yaşanır. Geride kalanlar örgüte sahip çıkmakla birlikte kemalizme destek konusunda bir hat değişikliği yaşamazlar. Ardından “İşçi Muhalefeti” merkezi pasiflikle suçlar. Muhalefetin bastırılması işine Hasan Ali Ediz memur edilir. Sonra… Sonrası belirsizlik… Nazım ve Kıvılcımlı’nın hapiste olduğu yıllarda TKP’de sular iyice durulur. Arkadan da desantralizasyon kararı gelir.
Komintern’in faaliyetlerini durdurmasını ve kadroların başka kurumlarda çalışmaya yönlendirilmesini istediği sırada, bütün TKP’lilerin ve kurumsal TKP’nin bu kararı içine sindirdiğini söylemek elbette mümkün değildir. Olamaz zaten böyle bir şey! Ama, doğrusu, TKP’nin bu dağılma projesine alternatif bir etkinliği fiilen yoktur. Desantralizasyon kararını kamuoyuna açıklamamalarının tek faturası bir dizi gencin el yordamıyla ve Nazım’ın şiirleriyle buldukları sosyalizm yolunda, Parti’yi aramaya koyulmaları ve bu çabada fazlasıyla sıkılıp yorulmalarıdır. “Tatil edin” dendiğinde tatil edecek önemli bir iş kalemi olmadığı kanısı uyanmaktadır. Bu tablo formel anlamda değil, ama de facto oto-likidasyondur.
Aslında Türkali de bir bakıma TKP’nin kendi kendini tasfiyesi tezine yaklaşı-yor. Güvende partisiz marksist bir aydını, Sahir’i konuşturuyor:
“Şefik Hüsnü’yü daha iyi anlayabilirim artık. Adam, Türkiye üstüne ilk kafa yoranlardan marksist olarak. O bilinen bir şey. Özgün şeyler söylüyor ilk günler. Komintern’e gidip de Parti’nin sorumluluğunu yüklenince, bir yana bırakıyor ilk söylediklerini. Parti’deki çeşitli eğilimleri, Komintern çizgisinde birleştirip tutmaya çalışıyor, anladığım. Pek de tutamıyor! Koca bir muhalefet dikiliyor önüne! Sonra ne oluyor? Desantralizasyon kararında bir anlamda onun ilk, özgün savlarına dönüyorlar!” 8 [TÜRKALİ Vedat]
Ne demek bu? Şefik Hüsnü’nün Komintern hegemonyasına girmezden önceki tezleri partinin dağıtılması ya da faaliyetlerini durdurmasına yol açacak cinsten mi!
Kendi kendini tasfiyenin bir siyasal çizginin dramatik ürünü olması ile örgütün formel olarak dağıtılması başka başka şeylerdir. TKP’nin “tarihsel önderliğini”, şahsına indirgeyebileceğimiz Doktor Şefik Hüsnü Değmer bir komünisttir. Çalışkan ve örgüt sevdalısı, ahlaklı bir komünist. Ancak yukarıda değindiğim içinden çıkılmaz problematik Hüsnü’lerin ellerini kollarını bağlamıştır. Doğru bildikleri siyaset hayatlarını adadıkları örgütlerini gereksiz hale getirmiştir! Desantralizasyon kararıyla doğrulanmak kadar acısı olabilir mi?
Yalçın Küçük aynı eski çalışmasında uluslararası komünist hareket içindeki tasfiyeciliği örnekler:
“1940 yıllarında, İkinci Savaş yıllarında Amerika Birleşik Devletleri Komünist Partisi’nin Roosevelt’i desteklemesi için kendi kendisini tasfiye etmesi var. 1960 yıllarında Mısır Komünist Partisi’nin Nasır’ı desteklemek için kendi kendisini tasfiye etmesi var. 1970 başında Sudan Komünist Partisi’nin Numeyri’yi desteklemek için tasfiye kararı dolayısıyla parçalanması ve tasfiyeyi kabul etmeyenlerin hunharca öldürülmesi var” 9
[KÜÇÜK Yalçın]
1927 Tevkifatı’na neden olan Vedat Nedim Tör olayı ile 1930’ların desantralizasyonunu ayırt etmekten yanayım. Tör ile Aydemir, TKP yönetiminde iken bile 1930’larda çıkartacakları kemalist Kadro dergisinde yazıp çizdiklerini düşünüyorlar, bu burjuva ulusalcı ve kalkınmacı görüşlere inanıyorlardı. Ama kimi kaynaklara göre İcra Komitesi’nin kimisine göre Siyasi Büronun sekreteri Tör, partisini taammüden ihbar etmiştir. Herhangi bir siyasal sürecin kendiliğinden, farkedilmeyen ürünü olarak değil!
1980’lerle 90’ların kavuştuğu kavşakta sabah akşam dünyanın değiştiğini tekrarlayıp bu yolla “sosyalizm tarihe karıştı” demeye getirenler ile de eski tüfeklerin adlarının yan yana yazılması saygısızlık olur. Türkiyeli Garbaçovcuların TKP geleneğinin tasfiyesine ilişkin aldıkları ve muhtemelen Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) tarafından onaylanan karar, Küçük’ün verdiği örneklerle de özdeştirilemeyecektir. Yukarıdakiler yanlış ve haince olsalar da siyasi içerik sahibidir: Bir uzlaşmacı açılımın en uç adımı olarak parti kendisini bile ortadan kaldırmaktadır!
Peki 1990’ların başında TBKP’liler kendilerini ne için feda etmiş olabilirler! Yeni düşünce, reel sosyalizmin çözülüş süreci, reel sosyalizmin özeleştirisi (!) liberalizm rotasına tam boy girebilmek için komünist mirasın tek bir kırıntısını bırakmama güdüsü, ne siyasal başarı ne de mutluluk bulamadıkları bu komünizm davasından haince intikam alma duygusu..! Bu tablo yeterince siyasi değil. Operasyonu “kurtaran” öge tasfiyenin “birlik” ile estetize edilmesidir. TBKP’nin tasfiyesi ile serbest kalanların geleceklerini ille de adı sosyalist olan bir oluşumda tasarlayacaklarını kim garanti edebilirdi?
“Yenilenme bize bireyin önemini öğretmiştir. Soyut, fetişleştirilmiş bir kollektifin içinde eriyen, politik düşünüş ve davranışta farkları silikleşen birey yerine, bağımsız, özgür düşünme, karar alma sürecine aktif katılma, girişimcilik gibi özellikleriyle kollektifi zenginleştiren bireye yönelme, sürecin belirgin özelliği olmuştur” 10 [TBKP]
Bu karar, sanki Garbaçovcu ve Yeltsinci kollarıyla liberallerin özgürlüğünü ilan etmektedir. Bir başka kararda üyelerini, kapatılması kaçınılmaz görülen TBKP’den ayrılarak Sosyalist Birlik Partisi’ne (SBP) katılmaya çağıran TBKP Büyük Kongresi’nin bu çağrısının yaptırım gücü, tanım gereği yoktur. Onlar özgür birey olmuşlardır!
Şiir yiyen Komünist
“Şiirden beslenen” diye yazsaydım, herhalde, “ne sakıncası var”, derdiniz… “Kendi halindeyken” elbette yok. Ama komünistin beslenme kanallarından biri değil de, esas kanal haline geldiğinde sorun çıkıyor. Şiir kitapta durduğu gibi durmuyor. Bir yanıyla kitlelere ulaşıyor. Korkunç bir güç haline geliyor. Doğrusu merak ediyorum: Nazım Hikmet’in Türkiye’de solun tabanında, alıcı kitlesinde yaptığı ve kuşkusuz yapma potansiyelini halen taşıdığı etkinin bir benzeri var mı, başka yerde?
Buraya kadarı iyi. Şiir, ideolojiyi kitleye taşımanın bir aracı.
Şiir komünist hareketin kadrolarını zenginleştirmenin ötesinde bilgi ve formasyonlarını neredeyse belirleyecek hale gelirse ne olacak? Buna da iyi diyebilir miyiz?
Bana kalırsa sanat sanatsal işlevini; siyaset siyasal işlevini; bilim bilimsel işlevini görmelidir. Bunların birbirlerinin boşluklarını tek yanlı ve süreklileşmiş biçimde doldurmaya kalkmaları ise hayırlı sonuçlar vermeyecektir. Türkiye’de tarihin romanlardan okunmasına karşı çıkmak gerekir. Kemal Tahir’ler başlatmıştır ve örneğin Vedat Türkali devam ettirmektedir. Türkiyede tarihin şiirlerden okunması alışkanlığını en fazla Nazım’a borçlu (!) olduğumuz kuşkusuz… Ama Tahir bir tarafa Türkalinin ya da Nazımın mıdır suç, yoksa boşluğu bırakanların mı? Sanat, bilimin ya da siyasetin ürününe bir estetik katkı getirmelidir. Bilimin ve siyasetin bıraktığı boşluğa kaçınılmaz olarak akmasını olumlamak mümkün değildir.
“…hep içerdeydi ama, şiirleri hapishaneden kaçardı ara sıra. Bunlar elimize geçince, daktiloda hemen yedi kopye çıkarır, tanıyıp güvendiklerimize dağıtırdık gizlice. Yaşıtlarım bunu anımsarlar; ‘saadet zinciri’ denilen, saçma sapan bir mektuplaşma olayı vardı eskiden: O ‘saadet zincirini’ alınca, kopye edip başka birine yollardınız, saadet zincirinin kopmaması için. Nazım Hikmet’in şiirleri de bizim umut zincirimizdi. Nazım’ın bizlere verdiği umut zincirinin hiç kopmaması, sesinin hep duyulması gerekiyordu” 11
[URGAN Mina]
Bir komünist kadro vasfı taşımadığı, üstelik bir edebiyat araştırmacısı olduğu için şiirin estetiğinin keyfini çıkartmayı haydi haydi hakeden Mina Urgan, cesur ve esprili bir değerlendirme yapıyor. Sanırım aynı olguya işaret ediyor.
Dengeli beslenme imkanını yitiren komünist artık şiiri yemeye başlıyor! Anılarda, romanlarda komünistler Şeyh Bedrettin’i Nazım’dan öğrendiklerini tekrarlıyorlar. Kimse Şeyh Bedrettin’i başka bir kaynaktan araştırmıyor! TKP’nin iç mücadeleleri yine şiirinden çıkartılıyor… Sorun Nazım’ın şiirinde “gizli bir tarih”in varlığı değildir; sorun bu tarihin önemlice bir kısmının yalnızca Nazım’ın şiirinde bulunması başka hiçbir yerde bulunmamasıdır. Sorun, adlı adınca TKP’nin bir kolektif olarak -illegalitenin kısıtlarının çok ötesinde- sınırlı bir hacimde üretmiş olmasıdır. İstisna Nazım şiirleri ile Doktor Hikmet’tir.
TKP tarihi neden şiirlerde gizlenmiştir TKP tarihi neden uzun yıllar belge değil akıl yürütme ile çözümlenmek durumunda kalmıştır Neden TKP tarihi güvenilirliği kuşkulu anılardan okunur? Geçelim Parti’nin varlığının kuşkulu olduğu on yılları 1970’lerde artık ortada oldukça iddialı bir parti varken bu parti 1990’larda oto-likidasyonunu bile estetize etmeyi becerebilecek cüreti göstermişken neden resmen bir tarih yazımına gidilmemiştir? Nedeni ne olursa olsun ortalık spekülasyonlara ve romancılara kalmıştır. Romanlardan tarih çıkarsaması yapmak kadar bilimsel sosyalizme aykırı bir zihinsel çaba örneği zor bulunur!
O halde Nazım Hikmet’i ve Doktor Kıvılcımlı’yı istisnai hale getiren Türkiye komünistini şiirden beslenmeye mahkum eden bir diğer olgu vardır.
Gizleyen Komünist
Anılarını neden yazmadığını Rasih Nuri İleri ile Mihri Belli 1967 civarında Reşat Fuat Baranere sorarlar:
“Gerekçesi çok saygıdeğerdi, ancak bir kuşağın sol mücadele tarihi bu nedenle aydınlanmadan bilindi arşivler ise gerçeği belirtmek için yeterli değil. Reşat ağabey dava kararları çözülenlerin öykülerini yansıtır, biz sorguda da, mahkemede de örgütsel bağları inkar ettik, şimdi aksini mi yazalım. Bir de asıl polisin çözemedikleri var bilemedikleri var onları nasıl açıklarız. Harpokulu’ndaki örgütten mi söz edelim, bazısı general oldu şimdi hepsi emekli biri hakim olarak bizi yargıladı ama, ele geçmedi. Şimdi örgütten söz etsek onlara pasaport vermezler, türlü işler açarlar başlarına olur mu böyle şey dedi, diretti. Oysa bizlere yakınlarına pek çok şey anlatırdı, biz de hürmeten not etmezdik” 12 [İLERİ Rasih Nuri]
Koskoca Baraner’in bu kısıtlara teslim olacağına kendi payıma inanmıyorum. Reşat Fuat’ın “hatırat”ını mutlaka yazmak ve yayınlamak gerektiğini düşünüp de çare bulamayacağına inanmıyorum. Bir tür sansürlü yayıncılık pekala yapılabileceği gibi hiç olmadı “uygun olduğu zaman” yayınlanması için yazılması da mümkün değil midir? İllegal bir Parti’nin tarihi yazılamaz dememelidir kimse.
O halde TKP’nin önemli ve saygın liderlerinden genel sekreterlik görevini de yürütmüş Reşat Fuat Baraner hatıratını yazmayı istememektedir. İlle de bir şey gizleyeceği için değil; ama tersini kastediyorum yeni kuşakların ille de okumalarını gerekli görmediği anlaşılmaktadır!
Zaten Rasih ağabey de aynı yerde Zihni Anadol’un anılarına düştüğü notta şöyle devam ediyor:
“Bugün dönem değişti, artık çok şey yazılabiliyor, doğrusunu söylemek gerekirse çok şeyi de yazmak içimizden gelmiyor (abç-A.G.). Anadol’a sordum Aram hakkında Zeki hakkında gerçekleri yazacak mısın diye. Baktım gerçekten çok şerefli geçen 1944 davasına gölge düşürmesin diye çekingen davranıyor…” 13 [İLERİ Rasih Nuri]
Türkali ise yorumunu Güven’de partili Rahmi’ye dillendirtir:
“Turgut: – Desantralizasyon diyordun ağbi. Nedir? Kim aldı bu kararı? Niye alındı? Sorar sormaz korku çöktü içine. Çok meraklı gibi mi davranmıştı? Patladın sanki; güzel güzel anlatıyordu adam!
– Kararı Komintern aldı TKP için. Duraladı Rahmi Usta. Niye sakladık sanki bu çocuklardan olan biteni? Polisin bildiğini büyük giz yaptık nerdeyse!” 14 . [TÜRKALİ Vedat]
“Büyük giz” merakını bir başka komünist yazar Fahri Erdinç de Kardeş Evinde anlatır. Bu kez giz perdesini -yine “partiyi aramakta olan”- Erdinç ile buluşması sırasında dönemin Genel Sekreteri İsmail Bilen bizzat imal etmektedir!
Sorun ille de zamanında kimi yoldaşların verdiği birtakım açıkların hareketin toplam kimliği üzerine gölge düşürecek olması değildir. Bence burada da kişisel değil siyasal açıklamalara başvurulmalıdır. Sır perdesi bir ayıbı örtmek için kullanıldığında ayıbı açığa çıkartmak isteyen tarafından da aynı kolaylıkla indirili-verir. Oysa bir siyasal ve örgütsel boşluğu dolduruyorsa söz konusu perdeyi durduğu yerden almak çok ağır bir sorumluluktur. Eski TKPlilerin Vartan İhmalyan türü anı yazarları kural olarak sır perdesini açıp “ayıbı” ortaya dökmeye çalışmışlardır. Bu çizgiye anı-roman katgorisinden bir katkı da İhsan Kutlunun Parti Okulu / Parti Naşkolasıdır. Aynı tarz 1990lı yılların likidatörleri tarafından daha ziyade sohbet konusu olarak işlenir…
Peki konuşmayarak yerine getirilen örgütsel siyasal işlev nedir?
Cevabı bulmak için soruyu da biraz oynatmamız gerek. TKP üretimsizlik nedeniyle az konuşmuştur. Ancak TKP’nin içinde veya dışında olması gerekeni yapacak ve Parti ile üretkenlik yarışına girecek başka bir odak çıkmadığı için sessizliği üretimsizliğe yormak kimsenin aklına gelmemiştir.
Burada bir yanlış anlaşılmama rezervi koymalıyım. TKP yöneticileri teker teker pekala üretkendirler. İki Hikmet’in özgün yaratıcı enerjilerinin ötesinde sorun tembellik olarak kavranmamalıdır. Burada üretkenlikten kastedilen siyasal ve kollektif üretkenliktir. Bireysel ve entellektüel üretkenlik değil.
Kollektif siyasal üretkenliğin yetersizliği biçimindeki bir eleştiriyi “haddini bilmemek” sayan çıkar mı, bilemiyorum; ama herhalde çıkar! Oysa burada kastettiğimin reddedilemez olduğu kanısındayım. Başlarda yazdığımda kimsenin karşı çıkmış olabileceğini zannetmediğim 1920 civarında yaklaşık iki yıllık 1946’da birkaç aylık iki önemli çıkışı vardır geleneksel TKP’nin. Birinci TİP’in kitlesel hamlesi bunlardan daha uzun sürmüş ve daha zengin olmakla birlikte çok da karmaşık bir miras bırakmıştır. 1970’lerde bir anlamda yeniden kurulan TKP’nin aynı yıllarda Türkiye solunun bütünü için olduğu gibi ne denli kitlesel bir yükselişe imza attığı ne ölçüde 1960’ların toplumsallığının patinajını yaşadığı kanımca çok tartışmalıdır. Bu tablo 1970’lerin TKP’si ne demiş olursa olsun utkan olmaktan uzaktır. “Utkan” olmasa da bir bütün olarak kimsenin kuşkusu olmasın bizim geleneğimizdir. Genel anlamıyla Gelenek bir bitmiş geçmiş olmadığı komünist mücadele bugün sürdürüldüğü için bir; ve ikincisi daha somut olarak başta söylediğim Komintern’in geleneksel solun ülkemizde işte bu tarihte yatmasından dolayı…
Bu geleneğin yetersizlikleri açık kalan uçları kaçınılmaz olarak Arayan Komünisti de var etmiştir…
Arayan Komünist
Türkiye komünist hareketinde defalarca mevcut tablonun yetersiz ve gizli yönleri, arayışları cesaretlendirdi provoke etti. 1940’ların Parti’yi arayanları arasında yıllar önce Bir Gün Tek Başına ile bir kuşak solcuyu etkileyen, son zamanlarda da Güven‘le popülerleşen Vedat Türkali var. Biri Vedat Türkali iki genç TKP’li bir parti yöneticisi ile Mustafa İskender’le buluşup görüşürler. (Bu arada meraklısı için bir not Mustafa İskender birkaç hafta önce Ağustos ayında yitirdiğimiz Zehra Kosova’nın da eşidir.) Görüşmenin yorumu için bir kez daha Türkali’ye kulak kabartalım:
“Ya Parti diye bir şey yoktu bu ülkede ya da bizden uzak duruyorlardı niyeyse!” 15 [TÜRKALİ Vedat]
Türkali’nin içinde bulunduğu ve bu arada Güven romanına bol karakter servisi veren arkadaş topluluğu “Parti’yi bulmaktan” bir ara umut bile keser:
“Birkaç arkadaş, Tahsin Berkem, Asaf Ertekin, Osman Paçalı, Yusuf Atılgan, Haig Açıkgöz, Merih, ben, tüm aramamıza karşın gizli çalışan bir TKP örgütü bulamadığımıza göre böyle bir örgütü biz kendi aramızda kuramaz mıyız diye çoktandır düşünmeğe başlamıştık… Toplanıp kendimize göre hücre çalışmalarına başlamıştık bile! Yaptığımız Hikmet Kıvılcımlı’nın kitaplarını okuyup marksist bilgimizi genişletirken ülkemizin sorunlarına çözüm üretmeye çalışmaktı! Hiç güç edildi o da! İşçi sınıfı ile köylü emekçiler sömürüye karşı elele vererek Burjuva iktidarını yıkıp ‘inkılap’ yaptılar mı çözülmeyecek hiçbir sorun yoktu! Biz komünist devrimcilere düşen de koşulları oluşturmaya çalışmaktı! Bir süre daha arayacaktık Parti’yi; bulamazsak kendimiz girişecektik işe!” 16 [TÜRKALİ Vedat]
Sonunda bulurlar! Kanal da -bu kez birkaç yıl önce toprağa verdiğimiz- Mehmet Bozışık’tı:
“Boz Mehmet’in çalışmak konusunda pek açık seçik söz etmemesini konspirasyon gereği diye alıyor temelde anlaştık sayıyordum. Gece yarısına doğru evden birlikte çıkmışız yol boyu konuşarak Haliç’e iniyoruz; birden konuşmayı kesip Moskova Radyosu’nda çalışacak birine gereksinim duyulduğunu Sovyetler Birliği’ne gitmek isteyip istemeyeceğimi sordu bana!” 17 [TÜRKALİ Vedat]
Bu dönemde hem TKP’nin “aranmasını” provoke eden hem de TKP’yi arayışa yanıt vermekten alakoyan gizlilik koşullarından çok daha baskın olarak desantra-lizasyon kararı var. Yanıt alamayanlar zorunlu olarak kızarlar:
“Öyle de nasıl girersin bu kaleye? Belki de kale içinde pek bir şey yapılmadığından kimseyi sokmuyorlar içeri!..”18 [TÜRKALİ Vedat]
“Nasıl bağ kuracaklardı Parti’yle; kuramazlarsa ne yapacaklardı?
– Gideceğiz ya arkadaşlar dedi, Halil. Göreceksiniz bir şey çıkmayacak ondan da. Moskova’da okumuş, yok bilmem nerde okumuş, hava bunlar. Ürkmüş, sinmiş, bu herifler. Ne bir bok yaparlar, ne de yaptırırlar. Köşelerinde böööyle…
Tümceyi Kemal tamamladı:
– Bekle ki Kızılordu Almanları yensin, gelip bizi de kurtarsın!
– Vallaa öyle!” 19 [TÜRKALİ Vedat]
Oysa “kızmak” yoktur geleneğimizde. Kimi “parti muhaliflerinin” örgüt fetişizmi diye damgalayacakları, ama geleneği gelenek yapan bir duyu çıkar böylelerinin karşısına:
“Kerim Sadi TKP’yi yadsıyan, yöneticilerini küçümseyen bir konuşma yapmış derler Sultanahmet Cezaevinde.
– Ne partisi; hani nerde Parti Demiş alaylı biçimde.
Dramalı genç bir tütün işçisi fırlayıp karşısına dikilmiş eliyle göğsüne vurarak
– Abe benim Parti demiş. Ne sorup durursun Parti’yi na karşındayım işte” 20 [TÜRKALİ Vedat]
Tütün işçisinin alnından mı öpmek geçer içinizden yoksa göğsüne vuran ellerine sarılmak mı? Örgütlü olmak, örgütüne sahip çıkmak, güzel şeydir ve işte tam da Dramalı’nın yaptığı gibi bir şeydir. Nice TKP’lide, hele sayıları git gide azalan eski kuşaklarda capcanlı vardır bu özellik.
Ama Dramalı’nın onurlu tepkisi aynı zamanda dejenere edilmiş bir başka sözü hatırlatmaz mı? “Nerede bir partili varsa parti oradadır” deyişi olmayan partinin olmadığının üzerinin örtülmesi için uydurulmamışsa da bu maksatla pek sık kullanılmamış mıdır? Tütün işçisinin örgüt bilinci ve duygusunun ağır bir istismarı değil midir bu!
Tarih yazanların pek az olduğu ve bu yazımın kurumsal bir eksene oturtulmadığı koşullarda romanla tarih yazarak boşluk dolduran ve hem hayırlı hem de sakıncalı bir fonksiyon üstlenen Türkali’nin Şefik Hüsnü için çizdiği resim ise Dramalı’nın yalnız olmadığını Parti’nin merkezinde aynı örgüt ahlakının varlığını kanıtlamaktadır: Güvende örgütsüz aydın Sahir, Fransız KP’de “haksızlığa uğrayan” genç üyelerden söz etmektedir Doktor ile sohbetinde:
“(Şefik Hüsnü) Anlattığınız her olay, her yanıyla konkret olarak bilinmedikçe bir şey denemez. Yerel örgüt çalışmalarında da kusurlar olabilir. Kimi kararlarda da. Parti’nin üst kurullarına başvurmadılar mı?
– Anımsamıyorum. Küstü sanıyorum gençler.
Kızardı Doktor,
– Parti’ye küsülmez dedi” 21 [TÜRKALİ Vedat]
Aramaya devam edilmiştir. Örneğin Birinci TİP çözülürken bir grup genç Türkiye İşçi Partili, TKP’yi aramış bulmuşlar ve eski tüfeklerle birlikte “73 Atılımı”na imza atmışlardır. Arama başka anlamları da kapsamaktadır. 27 Mayısın ardından işçi önderleri TKP’yi değil, ama işçi sınıfı siyasetini aramışlar ve TİP’i kurmuşlardır. TKP’yi bulamayan veya bulduklarında da -yalnızca Partinin toplumsallaşma düzeyi ve potansiyeline bakarak bile haksız oldukları nasıl söylenir!- tatmin olmayan Aybar’lar Boran’lar Birinci TİP’de “aramaya” devam etmişlerdir. 12 Eylül yıkımından sonra başkalarının yanı sıra Gelenek leninist siyaseti yeniden kurma yolculuğuna bir başka arayışa çıkmıştır. Aramak ille de kapı kapı dolaşmak değil. Aramak ille de boşlukları görüp ya da sezip kızmak değil. Aramak sürdürmek ile barıştırılabileceği gibi aşmayı yeniden kurmayı pekala kapsayabilir.
Bu noktada sözü belki de Gelenekin bir önceki sayısında “bizim tarihimizi” yazmaya koyulan Kemale bağlamam gerek. Sosyalist İktidar Partisi bağlantısını bu değiniden öte fazla kurcalamayacak ve ben arada örnek verdiğim TİP’e biraz eğileceğim.
Aşmak ya da şaşırtmak
“Sağlıklı denemeyecek bir nefret duyuyordu Mihri’ye karşı nedense? Bizler daha cezaevindeyken ola ki Zeki’yle çatışma başlayınca belirginleşmişti ayrılıklar. Zeki’ye bağlı olduğu söyleniyordu Behice’nin. Ben sanmıyorum…
Doktor Hikmet’i ne tanıyor ne de tanımak istiyordu. Avşa Adası’nda bir yaz birlikte olduk. TİP milletvekili idi Behice. Bir rastlantı Doktor Hikmet de karısı Emine Hanım’la geldi adaya beni buldu. İyi bir fırsattı. Buluşturmak istedim; Doktor hemen evet dedi; Behice yanaşmadı. TKP’nin geçmişi ile ilgili hiçbir bilgisi yoktu Behice’nin…” 22 [TÜRKALİ Vedat]
TİP’li yeni kuşağın eski TKP geçmişini neden bilmediklerini ve üstelik bilmek de istemediklerini ben anlayabiliyorum doğrusu. Haklı ya da haksız olduklarına ilişkin bir yargılamada bulunmayacağım ama bu tercihin meşru ve birçok yönüyle hareketi geliştirici olduğunu söylemeliyim… Başkaları bir yana TİP’i yükselten daha doğrusu sosyalist/komünist hareketi Türkiye’de 1920’den sonra ilk kez toplumsal meşruiyete -oldukça geniş ölçekte ve uzun bir süreliğine- kavuşturan tarihsel eylemin mimarlarının herkesten bucak bucak saklanan bir geçmişi anlamaya ve ders çıkartmaya konsantre olmalarının zaten pek mümkün olmadığı düşünülebilir. Çoğu bölmesi karanlık ve partinin resmi bir yorumunun masanın üzerine konulması yerine tek tek yönetici figürlerin kişisel performans ve kariyerlerinin yani bir dolu sübjektivizmin gölgesinde kalmış bir tarihi araştırmaya özel bir ilgi duymanın faydasını da hissedemiyorum. Hissetmek için kuşkusuz tam anlamıyla içinde olmak gerekir. TİP önderliği kuşkusuz TKP tezgahından yetişmiş olmakla birlikte bu duyguyu paylaşmamışlardır. Toplumsallaşan bir hareketin önderlerinin bu dar kökenin iç dinamizmini duyumsamaları ne gerekli, ne de yararlıdır.
Bu geçmişin söz konusu kuşağın kaynaklarını oluşturduğu kesin olmakla birlikte yeni bir sıçrama için herhangi bir kollektif birikimi hiç mi hiç temsil etmediği kesin görünüyor. Sıçrama için enerjilerini koruyan iki kişinin Kıvılcımlı ile Belli olduğunu elbette ihmal etmeyelim. Ancak bu iki önemli devrimcinin de şahıslarında kollektif birikimi temsil ettiklerini doğrusu zannedemiyorum. Yani bu iki üretken komünistin bir organizmayı ileriye çekme motivasyonuna değil bireysel yaratıcılıklarına yaslandıklarını düşünüyorum.
Bu koşullarda TİP’in özellikle Aybar’ın önderliği başka ve yeni sübjektif kırılmalara yol açan ama olası en cesur ve sağlıklı yola girmiştir: Kendi göbeğini kendisi kesmiştir!
Bu ameliyenin içerdiği zaaflar çoktur. Bir tanesi illegalitenin yerini legalizmin almasıdır. Mesele yalnızca kadro kaynaklarıyla sübjektif gerginliklerle ve tarihin karanlıkta bırakılmasının beslediği kuşkularla açıklanabilir mi? Kanımca TİP’in tarihten kopuş denemesini meşru kılan en önemli boyut TKP tarihinin bir açılamama sancısı olmasıdır. TKP’lilerin yıllar boyu onurlu bir çaba içinde inançlarını korudukları doğrudur ama 1960’lardan bakıldığında eskilerin hayatı polisle köşe kapmaca oynayarak geçirmiş oldukları düşünülecektir! 1960’ların TİP’i köşe kapmaca psikolojisinden süratle kopmuştur. Bu kopuşun sonuçları yararlı olmakla birlikte sürat legalizme savrulmayı da getirmiştir.
Bir örnek; TİPi’n kurucularından 1924 doğumlu çikolata sanayi işçisi sendikacı “Ahmet Muşlu Ankara Garnizon Komutanlığı Siyasi Mahkemesi E: 1960/18 Karar: 1960/10 ve 8.11.1960 günlü Kürtçülük davası kararında ajan Ahmet Muşlu olarak adlandırılmakta ve raporları söz konusu edilmektedir. Parti’yi suçlayarak istifa etmiştir” 23 Ahmet Muşlunun öyküsünü Birinci TİP’in Kurucu Genel Başkanı (şimdi KP kurucularından) Avni Erakalı’ndan da dinlemiştim. Avni ağabey “farkında olduklarını” söyler. Bilinen polis bilinmeyen(ler)den kuşkusuz daha az zararlıdır. Ancak TKP’nin kültürüyle TİP’in ortamı arasında daha kuruluşla birlikte bir açı oluşmuştur.
TKP’nin merkeziyetçi kapalı yılların polis deneyimlerinden miras kuşkucu ortamına karşılık TİP’in aydınlar üzerinde kısa sürede bir cazibe merkezi haline gelmesi anlaşılır bir durumdur. Bu tablonun hızlı bir kitlesel açılım olanağını gündeme getirmesi hele 27 Mayıs sonrası için kaçınılmazdır. (Bu arada Doktor Şefik Hüsnü Değmeri 1959 yılında kaybeden TKP Zeki Baştımar’ın genel sekreterliğinde yola devam etmektedir ve artık Parti dışında bir öbeklenme gerçekleşmiştir: TKP tarihinde ilk kez bu denli enerjik bir kadro birikimi Parti’nin dışındadır ve Parti’nin meşruiyetini sorgulamaktadır.)
TİP’in temsil ettiği olanağı bir bölünme yaşamış olan TKP’nin gerek merkezi gerekse muhalefeti çıplak gözle görmüşlerdir.
Geçmişten kopmayı zımnen düstur edinmiş TİP Mehmet Ali Aybarın önderliğinde ciddi bir kitle açılımını hayata geçirmektedir ve bu açılım yol aldıkça Aybarın kopuş düsturu bir başka sapmaya adım adım dönüşür. TKP ile adları yakın düşen eski kadrolara karşı beslediği ve dışa vurduğu kuşkularda kalmaz komünizmden ayrılıp bir batılı sol versiyon olmaya doğru ilerler Aybar. Bu noktada başka tepki verenlerin yanı sıra TİP’in yaşadığı kopuşta Aybar’ın yanında yer almış olan Boran-Aren-Sargın ekibi bir karşı ağırlık oluşturacaklardır. Aybar’ın bugünkü kuşakların ilgisini sınırlı düzeyde çeken TKP’den kopuşu ve genel olarak komünizmden geleneksel soldan kopuşu örneklenmelidir:
“Sosyalizmin kitaplarda yazılanları masa başında birbirimize tekrarlamakla kurulamayacağını bilmemiz şarttır. Her toplumun kendine özgü tarihsel şartları ise başka başka olduğundan sosyalizmin kuruluşunda bu etkenlerin ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekir ki bu da sosyalizmde kitapçılığa taklitçiliğe dogmacılığa asla yer bırakmaz” 24
“… Demek ki Türk sosyalizminin KİTABINI (a)dan (z)ye kadar her günkü mücadelemizle bizler yani Türkiye İşçi Partililer hep beraber yazacağız. Ve de yazmaktayız… Biz kitabı yarına açılmış bir kapı olarak görürüz. Ve biz kitabı tamamlanmamış hayatın akışını yansıttıkça sonsuzluğa kadar durmadan tamamlanan bir canlı varlık olarak kabul ederiz…” 25
“Bu vesile ile Türkiye İşçi Partisi’nin yurdumuzdaki sosyalist hareketler karşısındaki durumunu da kesinlikle belirtmek isterim. Bilindiği gibi Türkiye’de, ilk sosyalist partisi 1910’da kurulmuştur. Şu halde bizde sosyalizmin politik bir hareket olarak 56 yıllık bir geçmişi vardır. Bu 56 yılda sosyalist adlı birçok parti kuruldu. Dünden bugüne uzanan ve bu yarım yüzyıllık dikenli yolda Türkiye İşçi Partisi son merhaleyi teşkil etmektedir. Bu bakımdan Türkiye İşçi Partisi temsil ettiği sosyalizmi 56 yıllık mazisi olan Türkiye sosyalizm hareketinin tarihi planda bir devamı saymak elbette doğrudur. Fakat bu tarihi teselsülü organik bir teselsül şeklinde değerlendirmek ve Türkiye İşçi Partisini Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın ve daha sonraki sosyalist kuruluşların devamı olarak görmek herhalde yanlıştır. Türkiye İşçi Partisi yepyeni bir kuruluştur. Kuruluş şekli bakımından olsun kurucuların şahısları bakımından olsun programı ve tüzüğü bakımından olsun eskiye bağlanması mümkün olmayan bir kuruluştur. Bizce eski sosyalist partiler hata ve sevapları ile devirlerini kapamışlardır. Bunlar memleketimizin bugüne göre çok değişik olan şartları içinde faaliyet göstermişlerdir. Başarıları da başarısızlıkları da artık maziye mal olmuştur.
Türkiye İşçi Partisini sosyalist kuruluş olarak bu maziye organik bir şekilde bağlamak nasıl yersiz bir gayretse; partimizi artık maziye mal olmuş hareketlerin yeniden denenebileceği bir ortam saymak da boş bir hayaldir. Böyle bir hevese kapılanlar olursa hevesleri kursaklarında kalacaktır. Dostun düşmanın bunu böyle bilmesini isteriz”26 [AYBAR Mehmet Ali]
Bu tartışmanın doğrudan TKP’ye gönderme yaptığı ve 1910 tarihi ile Osmanlı Sosyalist Fırkası konusunun bir anlatım tekniği “ima stili” olduğu açık. Aybar açıkça kopuş belki de savaş ilan ediyor. Ancak bir ek sorun şudur ki “Aybarcılığın” eskilere karşı gösterdiği bu titizliğe karşılık gelen bir eski TKP’liler tehdidinin varlığı o kadar da açık değil. Parti’yi büyütmeye kitleselleştirmeye meşruiyetini genişletmeye yönelik olduğu ölçüde hem haklı ve yerinde olan hem de legalizme değen bu titizlik karşısında “partiyi küçük kapalı bir sekt” olarak tutmayı tercih edecek bir taraf bulamadığı ölçüde yoluna boşlukta devam etmiş ve bir TKP heyûlasından uzaklaşmaya uğraşırken aslında geleneksel değerlerden önce Sovyetler Birliği sonra leninizmden kaçış halini almıştır.
Yukarıda söylendiği gibi bir yere kadar Boranlar bu yönelimi paylaşmışlardır:
“Türkiye sosyalist hareketi Türk devletinin bağımsızlığı kadar Türk sosyalist hareketinin bağımsızlığı konusunda son derece titiz ve dikkatlidir”27 [BORAN Behice]
Bir sosyalist hareketin bağımsızlığına ilişkin böylesi bir titizlik yalnızca Sovyetler Birliği ile ilişkili olabilir. Eleştirinin muhatabı burada da TKP ve TKP’nin parçası olduğu uluslararası modeldir. Bir model tartışmasının ötesinde Aybar-Boran kuşağı Türkiye komünist hareketinin on yıllarca yaşadığı güdüklükte Komintern/Moskova modelinin geri çekici bir payı olduğunu düşünüyora benziyorlar. Aybarı’n daha sonraları çok ileri gittiğini Boran’ın ise geleneksel solun enternasyonalizm pratiğiyle arasında bir mesafe bırakmadığını biliyoruz. Spekülasyonla devam etmek niyetinde değilim. Solun geçmiş darlığının faturasını hissedildiği gibi Moskovaya kesmiş olsunlar ya da olmasınlar buraya bir nokta koyarak geçeceğim: Komintern pratiğinin bir model olarak genelleştirilmesini bizzat bu “uluslararası partinin” kendi tarihi reddetmektedir. Uluslararası komünist hareketin farklı bölmelerindeki nesnel konuma ve öznenin görevine ilişkin eşitsiz dağılım ve farklılaşma modelleştirmeyi tatil eden temel faktördür. Kominterni anlamlı kılan olgu ve görev “tek ülkede sosyalizm” idi. Ancak birden fazla görevin üstesinden aynı anda gelmenin imkansızlığını asla bir devrimcinin zihni “almamalıdır.” Tek ülkede sosyalizm ile dayanışma görevini yerine getirirken kendi ülkesindeki devrimci görevleri takip etmenin olanaksız olduğunu kimse iddia etmemelidir.
Bu ara bölümü kopuş diyalektiğinin altını çizerek kapatıyorum. TİP son derece hayırlı bir kopuşu gerçekleştirdiği ölçüde Türkiye sosyalist hareketine legalci bir “ağırlaşma” maliyetini yüklemiştir. Aynı TİP farklı kadro öbeklerini bir türlü birarada tutamayan TKP tarihine karşılık “beş benzemez”den parti oluşturmuştur. Ancak biraradalık sendikacıların aydınların gençlerin eskilerin Kürtlerin… birbirlerine yeniden yabancılaştıkları bir ortamı engelleyememiştir.
Bu arada dikkat çekilmesi gereken bir diğer olgu da TİP’in sosyalizmle pek bir irtibatı bulunmayan programının aşağı yukarı kimse tarafından sorun edilmediğidir. Parti’nin içindeki dinamiklerin pozisyonlarını program zemininde tarif etmeleri söz konusu olmamıştır.
Komünistin ahlakı: Emek ve sevgi
İnsanoğlu sınıflı toplumların binlerce yıllık “işbölümü” birikimini bir çırpıda silip Marxın Alman İdeolojisindeki ütopyasına kısa süre içinde kavuşamayacak. Marx filozofluk ve balıkçılığı kişiliğinde ve gündelik yaşımında bütünleştiren insan ti-pini komünist toplum için betimler. Oysa bugünkü kapitalist toplumda insanlarımız her nedense çok dalda oynamakta ısrar göstermektedirler. Kimse alınmasın ama aydınlarımız da hiç olmazsa şimdilik kendilerini işbölümünden kopartmamalıdırlar. Yoksa… olmuyor.
“İstanbula geldiğim ’46 yazında Türkiye Emekçi İşçi Köylü Partisi’ni kurmuştu Şefik Hüsnü. Gelir gelmez telefon açtım…”28 TÜRKALİ Vedat]
Ne yazık ki mümkün değil. 1946’da TKP’nin legale çıkması anlamına gelmiş olan partinin adı böyle değil. Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nin (TSEKP) adının kısaltılmış hali Türkali’nin kitabında hatanın yapıldığı yerin yalnızca karşı sayfasında ve TSEKP olarak yer almaktadır. Daha acısı da bu hafıza sürçmesi veya tashih ihmalinin Türkali “hatırat”ında en tatsız bölümün açılışını yapıyor olmasıdır. Kitabın izleyen sayfaları artık final; ve bu final komünist partili de olsa bir edebiyatçıyı aşıyor. Türkali’nin Maoculuğu akladığı ve reel sosyalizm pratiğine ilişkin olarak kararsızlıkla reddiye arasında gidip geldiği pasajların eleştirilmesine burası uygun değil… Geçiyorum. Ara başlığa geliyorum.
Şimdi bir romandan söz edeceğim için ben de haddimi aşmayacak sanat eleştirisi alanına girmeyeceğim. Bildiğimi zannettiğim bir boyutla komünist kişilik ve etik ile sınırlı kalacağım.
Türkalinin “Güven” adlı eserinde kadın-erkek ilişkilerine ayırdığı ağırlığı sayısız eleştiri çalışmalarında abartılı bulanlar mutlaka olmuştur. Kaynak vermeksizin ben de onlardan yana olduğumu not etmek durumundayım. Cinselliğin bu kavranışının insan türüne çağımızda insanlığın en ileri mevzisi olan komünist kişiliğe uygun olduğuna inanmıyorum. İnsanca ve komünistçe bir yaklaşım sevgi ve emeği cinsellikle ustaca birleştirmeyi esas almalıdır. “Güven”in karakterlerinde sevgi ve emeğe rastlamak için en az onların Parti’yi aradıkları kadar zahmetli ve sinir bozucu bir yolculuğa çıkmak okuyucuya kalıyor. Karakterlerin buldukları parti kadar bile emek ve sevgiye rastlanamıyor. Elinizde sevginin ve emeğin üzerinden döküldüğü bir kaba cinsellik kalıyor! Cinsel sevginin toplumsal yaşamdan bütünüyle bağımsız bir karakteri olabilir mi? Böyle bir yaklaşım idealist sıfatını rahatlıkla hak edecektir. Komünistlerin veya komünist sempatizanlarının cinsel sevgi ve ilgilerinin de toplumsal normlardan toplumsal normların bir alt kümesi olarak komünist normlardan özerkleşebileceğini düşünemeyiz. Dolayısıyla örneğin komünist tevkifatında içeri alınan bir genç kadının Necla’nın insanlıktan uzak bir polisin tecavüz girişimi karşısında bir an için haz alma tereddüdü yaşamasını insani sayamıyorum. Genç devrimcilerin karşı cinsle ilişki konusunu sevgi ve emek kategorilerini bir kenara bırakıp kaba fizik dünyasında yaşamalarını insani değil çirkin buluyorum. İnsan türünün en gelişkin ürünü olarak bir komünistin dürüstlüğün görülmediği paylaşımı hep azaltan iç monologların hep uzadığı ilişkilerden cinsel tatmin almasını anlamakta zorluk çekiyorum.
Sanıyorum Rasih Nuri İleri ağabey Vedat Türkali ile birlikte katıldığı bir toplantıda romanda resmedilen cinselliği gerçekçi bulmadığını dile getirmişti… İnsani olmamasının yanına gerçekçi olmadığı da eklenmelidir.
Peki ille de gerçekçi mi olmalıdır? Elbette değil sanat gerçekliğin yansısı değil de bir başka soyutlama düzeyinde yeniden kurulmasıdır ve düz bir gerçekçilik aramak saçmadır. Ama bir sanatsal üründe de soyutlama düzeyi serbest salınıma bırakılmaz. Bir sayfada adı ve sanıyla gerçek kişiler ülke ve parti tarihini uzun uzadıya anlatırlarken yaprağı çevirdiğinizde cinsel ihtiyaçlarının belirlenimine girmiş karakterlere rastlarsanız gerçeği yansıtma işleminde bir eşdüzeylilik aramaya hakkınız var demektir.
O halde geriye şu olasılıklar kalıyor: Yazar bu cinsellik türünü komünistlere yakıştırmaktadır ve beğenmektedir. Bu olasılık beni dehşete düşürür.
İkincisi resmedilenin -gerçekten- gerçekçi olması ve komünist gençlerin 1940’ları aşağı yukarı böyle yaşamış olmalarıdır. Bu olasılığın kanıtlanması halinde içinde yaşadığım toplum ve onun yakın tarihi üstelik kendi geçmişim saydığım solun serüveni hakkında cehalet düzeyini aşmadığımı düşünmek durumunda kalacak ve hiç olmazsa okumakta olduğunuz bu yazıyı unutmak yolunu seçeceğim!
Geriye, benim akıl erdirebildiğim tek bir olasılık kalmaktadır: Yazar komünistlerin cinselliklerini emek ve sevgiyle birleştirmek konusunda bilinç, irade ve etik yoksunu oldukları yolunda bir eleştiri ortaya koymaktadır. (Belki ek olarak bunu insani bir zaaf olarak dert etmemeyi de önermiş olmaktadır.) Bu olası eleştiri kanımca oldukça ağırdır. Zira komünistler sınıflı toplumların kişilikleri eşitsiz ve çoğunlukla tek yanlı biçimlendiren “işbölümcü” yapısına tabi olmakla birlikte yine de insani bütünlüğe daha yakın ve yatkın olmaktadırlar. İşkenceye gösterilebilen direnç ve mücadeleye bağlılık ile hayatın başka alanlarındaki “ahlaki” tutum arasında uçurumlar olabilmesi mantıklı değildir. Bir patronun işinde başarılı olması ile çocuklarını sevmesi arasında bir paralellik aramak saçmadır komünistler bu anlamda daha bütünlüklü insanlardır. İşçileri örgütlemeye çalışan Sovyetlerde Anayurt Savunması için ölenlerin acısını hisseden komünist nasıl olur da cinselliği emek ve sevgi eksenine oturtmaz!
Kuşkusuz romanın tipleri arasında bu olası eleştirinin muhatabı olmayacak saflıkta kişilere -örneğin Nedret’e- rastlanmaktadır. Ancak monologlardan örülü romanda söz sırası bir türlü bu türden kişilere verilmemektedir. Başka “temiz” kişilerin örneğin Seher’in ise kaderi son satırlarda tersine dönmektedir. Dört kitaplık eseri bitiren okurlarını beşinci kitabı yazmaya çağıran Türkali, Seher’in (ve Turgut’un) başına neler geldiğini “eski okur-yeni yazara” bırakmaktadır. Seher’in de sevgi ve emek açısından kuşku dolu bir yola girmesi pek muhtemel görünmektedir.
Türkali ile aynı kuşaktan olan İlerinin itirazına bir de Zehra Kosova’nın tanıklığını ekleyerek bitireceğim. Zehra Kosova anılarında bir başka komünistten Mavra Mustafadan söz ediyor:
“Bildiği konuların çoğu benim yabancım değildi. Sonra bir defa randevulaştık, bana bazı sorunları anlattı bilgiler verdi ama dediğim gibi bilgileri sınırlıydı. Oysa ben, bana bir şeyler öğretecek birinin konuları en azından benden daha iyi kavramasını beklerdim. Ama bundan önemlisi çok büyük bir kabalık yaparak, beni çok beğendiğini her zaman buluşup konuşmamızı istediğini söyledi. Böyle bir laf işitince hemen oradan uzaklaştım. Gerçekten çok kızmıştım, sonuçta dava arkadaşıydık, böyle şeylerin konuşulmasının yeri ve zamanı değildi.
Ertesi gün Çakıcı’yı görünce selam vermeden yanından geçtim. Arkamdan seslendi bir şeyler olduğunu anlamıştı galiba. Ona bir daha Mavra Mustafa ile konuşmayacağımı çünkü bana saygısızlık ettiğini söyledim. Olan biteni hepsini anlattım bana hak verdi”29 [KOSOVA Zehra]
Zehranın komünistlikten manastır hayatını anladığını aman kimse sanmasın. Bu nedenle rahatça söylüyorum: Güvenin karakterlerine bir Zehra ilaç gibi gelirdi!
Sonuç yerine: Ne yazmalı? nasıl yazmalı?
Elbette anısını yazacak olan yazmalı, romanını üretecek olan üretmeli, konferans verecek olan çıkıp anlatmalı. “Neyi nasıl yazmalı?” derken kimseye akıl öğretmek değil yapmak istediğim. Ama özetle hangi boşluğu doldurmak için hangi ihtiyacın karşılanması gerektiğini, Türkiye solunun son yirmibeş yıldan fazlasını gözleriyle görme imkanı bulamamış olanlar adına tarif edebileceğimi sanıyorum.
Türkiye komünist hareketinin bugün yüzünü döndüğü dönmekte olduğu alan hitap alanını alabildiğine genişletme, solun meşruiyet ve toplumsallığını yaygınlaştırma yeni bir kitleselleşme dalgasına uygun hareket tarzı geliştirmektir. Türkiye kapitalizminin dinamiklerindeki düğümlenme solun çıtayı yüksek tutması için elverişlidir.
Bugün komünist hareketin insanı, içe değil dışa dönük olmalıdır. Türkiye solunun toplumsallaşma yanı zayıf deneyimlerinde kendine has bir devrimci romantizm soluyanların siyasal niteliğinden kuşku duymak gerekir.
Dışa dönük komünist her zamankinden daha fazla insanlığı ve halkı sever. Daha doğrusu, sevdiği ölçüde dışa dönme yeteneği kazanır. Bugün değil halkını ve insanlığı, yoldaşlarını tereddütlü bakışlarla süzen bir “hatırat”ın hareketimizin ihtiyaçlarına aykırı olacağı açıktır.
Bu sevgi aynı zamanda dönüştürme tutkusudur. Varolanı yalnızca olduğu haliyle seven devrimci değildir. Dönüştürme arzusu hissetmeyen devrimci değildir. Türkiye komünistleri halklarını ve ülkelerini daha yakın daha derin tanımak neyin sevilesi neyin lanet okunası olduğunu bilmek ve sezmek durumundadırlar. Bugünkü donanım ihtiyacı budur. Sevgiden mi söz ediyoruz İnsanoğlunu en sıkı kavrayan sevgi türünün cinsellikle ilişkili olduğunu biliyoruz. Sevmeyi ve değiştirmeyi tanıyan bunu ahlak düzeyine yükselten bir insan malzemesine ihtiyacımız var…
Bu tablo yukarıdaki sayfalarda sözü edilen 1960’ların başındaki kopuşla kimi çağrışımlar yapmaya mahkumdur. Ancak 1960’ların başındaki kopuş hem şiddetli, hem de bilinçsizdir. Bilinç yükleniminin olduğu yerde birilerinin de TİP’in oldukça geri bir belge olan programını tartıştıklarına mutlaka rastlanırdı. Bugün Türkiye komünist hareketi benzeri sapmalara karşı bağışıklık edinmiştir.
1960’ların kopuşu aynı zamanda sevgisizdir. TİP kopuşu eski TKP’ye karşı Aybar sapması eski TKP’ye diğer aydınlara karşı… liste uzatılabilir. Bu pratik sübjektif gerilimleri üst üste yığarak yola devam etmiştir. Sübjektivizm gökten düşmez ve doğal gerginliklerin derin uçurumlara dönüşmesinin kaynağı genellikle farklı yaklaşımların birbirlerine rakip olabilecek güçte olmalarıdır. Bugün Türkiye komünist hareketinde bir tekleşme süreci ilerlemektedir ve bu durum daha kucaklayıcı bir yapı vaat etmektedir.
Geçmiş deneylerin tamamında komünist hareketin iç gerilimleri taze ve sıcaktı. 1920’de İttihatçı kökenli ve İttihatçı düşmanı Mustafa Suphi İttihatçı kökenli başka komünist gruplaşmalarda sahtekarca sola yanaşan Enver’in gölgesini görmeden edebilir miydi! İdeolojik benzeşmenin çok gelişkin olmasına karşılık 1927 Tevkifatına yoldaşlarını itenler TKP’de muhtemelen Türkiye Cumhuriyeti gizli ve siyasi polisinin hakettiğinden daha büyük bir kasılma yaratmıştı. 1946’da TSP-TSEKP karşıtlığında yine su yüzüne siyasal ve ideolojik gerekçeler pek çıkamamış kadro kaynakları birincil planda olmuştu. 1950’lerde Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi girişimini Şefik Hüsnü’den ayrı gerçekleştirmesinde yine dışarıdan bakanların netlikle göreceği bir farklılıktan ziyade somut beklenti nüansları ve çok muhtemelen kimi güvensizlikler vardı. Siyaset ve ideolojinin önemsiz kaldığı bir tarih güvenilir kadro hassasiyetinin de altını oydu. Kaçınılmaz olarak!
Bugün komünist hareketimizin sol geçmişin kadro kaynaklarına ilişkin bir tasnif üzerine kurgulanmamış olması büyük bir şanstır.
Bugün komünist hareketin ideolojik ve siyasal hassasiyetinin önem sıralamasında birinci basamaktan istense de indirilemeyecek bir üretkenlik düzeyinde olması bu üretimin içeriğini beğenip beğenmemekten bağımsız olarak herkes için bir şanstır.
Partili mücadelenin seksenbirinci doğum gününde on yılları geçmiş olmaktan kurtarmak geleneği geleceğe taşımak her zamankinden daha fazla olanaklı görünüyor. Nice nice yıllara yoldaşlar!
Dipnotlar ve Kaynak
- Bu yazıyı hazırlarken 1999’da ölen Zihni Turgay Anadol’un anılarında sunulan bir belgede Ahmet Özok’a rastladım. Yazımızla doğrudan bir ilintisi yoktu. Ama okuyucunun hoşgörüsüne sığınarak Ahmet Amca için baştaki “ithaf” notu ile yetinmiyor ve ilgili belgeyi buraya alıyorum: 1 no.lu sanığı Reşat Fuat Baraner olan 65 sanıklı komünist davasının gerekçeli hükmünde 35 no.lu sanık “Mehmet oğlu 338’de Susığırcık’ta doğma evli bir çocuklu Karabük’te Yüzevler Onuncu Blok onbirinci dairede oturur Sanat Okulu’nu bitirmiş Karabük Demir Çelik fabrikasında hadde ustabaşılığı ile askerliğini yapmakta geçmişte hüküm giymişliği yok 23/3/944’te tevkif müzekkeresi kesilerek bugüne kadar tutsak Ahmet Özok.” (ANADOL Zihni Turgay Truva Atında İlk Akşam Yön yay. İstanbul Kasım 1990 s.328.)
- KÜÇÜK Yalçın Türkiye Üzerine Tezler c.2 Tekin yay. İstanbul Eylül 1979 s.8.
- Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi c.6 s.1860.
- KÜÇÜK Y. a.g.e. s.669.
- TÜRKALİ Vedat Komünist; Gendaş Kültür İstanbul 2001 s.45-46-47.
- aktaran KÜÇÜK Y. a.g.e. s.78.
- KÜÇÜK Y. a.g.e. s.78.
- TÜRKALİ Vedat Güven c.2 Gendaş Kültür İstanbul 1999 s.186.
- KÜÇÜK Y. a.g.e. s.86.
- yayına hazırlayan SARGIN Nihat “TBKP’nin Yenilenmesi Üzerine karar” TBKP Büyük Kongresi 12-13-14 Ocak 1991 Su basın yay. İstanbul Ağustos 1991 s.393.
- URGAN Mina Bir Dinozorun Anıları YKY 17.baskı Haziran 1998 s.243.
- İLERİ Rasih Nuri “Truva Atı – Önyazı” ANADOL Zihni Turgay Truva Atında İlk Akşam içinde Yön yay. İst. Kasım 1990 s.15.
- ANADOL Z.T. a.g.e. içinde İleri s.15.
- TÜRKALİ V. Güven c.2 s.463.
- TÜRKALİ V. Komünist s.56.
- a.g.e. s.63.
- a.g.e. s.65.
- TÜRKALİ V. Güven c.1 s.30.
- a.g.e. s.44.
- TÜRKALİ V. Komünist s.103
- TÜRKALİ V. Güven c.2 s.219.
- TÜRKALİ V. Komünist; s.77
- İLERİ Rasih Nuri Türkiye İşçi Partisi’nde Oportünist Merkeziyetçilik (1966-1968) Yalçın yay. İstanbul Ocak 1987 s.7.
- AYBAR Mehmet Ali “28.08.1966 Fatih İlçe Kongresi konuşması” aktaran Dr.Çetin YETKİN Türkiye’de Soldaki Bölünmeler 1960-1970 Toplum yay. İst. Mayıs 1970 s.26.
- AYBAR M.A. a.g.e. s.35.
- AYBAR M.A. “05.11.1966 Ankara İl Kongresine mesaj” aktaran YETKİN Ç. a.g.e. s.217.
- BORAN Behice aktaran YETKİN Ç. a.g.e. s.49.
- TÜRKALİ V. Komünist s.104
- KOSOVA Zehra Ben İşçiyim İletişim yay. İstanbul 1996 (yayına hazırlayan Zihni Turgay Anadol) s.80.