10 Eylül 1920 Türkiye Komünist Partisinin kuruluş tarihi. Bugün Türkiyede bu ismi taşıyan 1920 de kurulan TKPnin organik devamı olan bir parti yok. Neden yok? Bu sorunun bir açıklaması olmalı. İsterseniz buradan başlayalım.
Evet, bu çok haklı bir soru. Ortada duruyor. Hakkıyla yanıtlanmayı bekliyor. Birçok kişi TKP’nin bir oto-likidasyonla yaşamına son vermesini Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) sürecindeki kişisel tutumlarla gerekçelendirmeye çalışıyor. Oysa sorunu derslerle dolu tarihsel bir sürecin son perdesine sonuca bakarak anlamak hatta tartışmak mümkün değil. TKP-TİP birleşmesiyle oluşan TBKPnin yaşamına son vermesi bir sürecin bir tarihin bu tarihi oluşturan olaylar zincirinin son halkasıdır. Bir sonuçtur. Evet Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün tüm dünyayı dünya komünist hareketini etkileyen sarsan çok büyük bir olay olduğu açık. Açık ama güçleri bugünkü konumları yaşadıkları başkalaşımlar bir yana onlarca ülkede komünist partileri var çalışıyorlar. TKP tipi bir buharlaşma örneği bildiğim kadarıyla yok. 70 yıllık bir partinin arkasında yaşayan organik bir varlık bırakmadan yok olup gitmesinin nedenlerini kanımca ancak yaşanan tarihin bütünlüklü bir değerlendirmesinden çıkarabiliriz. TKP tarihi bir yönüyle periyodik likidasyonlar tarihidir.
Bir nokta daha: Bir şeyin kökü onun gelişimini açıklar. TKP konusu komünistler için yalnızca bir tarihsel süreci çözümlemek olan bitene doyurucu bütünlüklü bir açıklama getirip rahatlamak için değil bu tarihten dersler çıkarıp yeniden ve bu kez daha ileriden devam etmek için gerekli. İleriyi daha iyi görebilmek için geçmişe daha büyük bir dikkatle bakmak bu bakışla zenginleşmiş olarak geleceğe uzanmak geleceğimizi kurarken tarihimizi ve geleneğimizi de yeniden oluşturmak durumundayız… Özel olarak TKP ve genel olarak gelenek sorununa böyle yaklaşmamız gerektiğine inanıyorum.
Kuruluştan başlayalım isterseniz. TKP kuruluşunu ve kuruluştan hemen sonraki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kuruluşun da öncesi var ama oradan başlamak yerinde olur bence de… Türkiye komünist hareketinde 1920’de kurulan partinin ortak tarihin başlangıcı ana kök olduğu konusunda görüş birliği var. Sonrasında ise herkese göre değişik bir tarihten başlayarak bu adı resmen taşıyan partinin gerçek TKP olup olmadığı tartışmalıdır. Bu tartışmalara girmiyorum. Söyleşimizin konusu da Türkiye komünist ve devrimci hareketinin geneli değil bütün süreç boyunca “TKP” adını kullanan 1973te kendini yeniden örgütleyen 1973-1979 yılları arasında saflarında bulunup sorumluluk üstlendiğim 1980 sonlarında Türkiye İşçi Partisi’yle (TİP) birleşerek TBKP’ye dönüşen ve otolikidasyonla varlığına son verilen TKP.
TKP’nin aslında birbirinden kolay ayrılamayacak üç dönemini irdelemenin TKP gerçeğini ve çözülerek siyasal alanı terkedişini anlamak bakımından önemli ipuçları sağlayacağını düşünüyorım.
Bu dönemleri nasıl ayırıyorsunuz?
Kaba bir yaklaşımla, 1920-1927 kuruluş ve oluşum dönemine birinci 1927-1973 yıllarını kapsayan içinde TKP’yi yeniden varetme mücadelelerinin hep sürdüğü ama ana karakteri periyodik ve uzun likidasyonlar olan dönemine ikinci ve 1973 “Atılım”ıyla başlayıp TKP’nin sönümlenmesiyle sona eren döneme de üçüncü ve son dönem diyebiliriz. Ancak bu dönemleştirmenin seçilen sorunu ele almada anlayış kolaylığı için olduğunu unutmayalım.
Kuruluştan başlarsak, TKP oluşumunu belirleyen üç önemli olgu var: Ekim Devrimi Türkiye ulusal (burjuva) kurtuluş savaşı ve partinin kuruluş yöntemi.
TKP, Ekim Devrimi’nin ve Kurtuluş Savaşı’nın ateşleri içinde doğdu. Bu iki büyük tarihsel olay yalnız TKP’nin doğduğu sahneyi değil onu konumlandıran iki önemli dinamiği ve önündeki ikili tarihsel görevi de belirliyordu. TKP kuruluş kongresinde bu ikili görevi açık seçik formüle etti: Parti III. Enternasyonalin üyesi olarak yalnız Avrupa’yı değil Asya’yı da önüne katan dünya devriminin bir müfrezesi olacak aynı zamanda kendi programı ve bağımsız güçleriyle Türk ulusal kurtuluş savaşına katılacaktı.
Ekim Devrimi dünya tarihinin yeni coşku umut dolu bir dönemini başlatmış yalnız kapitalist ülkelerdeki sınıf savaşımına yeni bir ivme katmakla kalmayıp, Doğu’nun mazlum halklarının kurtuluş ve bağımsızlık yönelişlerine de muazzam bir itki ve açılım getirmişti. Bolşevizm hızla yayılan nerdeyse “moda” denilecek bir siyasal akımdı. Ekim Devrimi’yle birlikte Türkiye içinde ve dışında mayalanmaya başlamış komünist çekirdekler Anadolu çete-gerilla örgütlenmesinin belkemiğini oluşturan “Yeşilordu” ve Millet Meclisinde “Halk Zümresi” adında grubu olan Türkiye Halk İştirakuyun Fırkası (THİF) bu üçlü oluşum; kurtuluş savaşının emekçi sol yanını oluşturuyor ve önderliğe adaylığını koyuyordu. TKP’nin kuruluş kongresi bu koşullarda toplandı. Oy hakkı olan 32 ve söz hakkı olan 42 toplam 74 delegenin en az 51’i Anadolu’dandı. Katılım zenginliği kongreye neredeyse tartışılmaz bir otorite ve temsil gücü verdi. Kongre toplama inisiyatifi ve kongrede yönetim organlarına seçilme bakımından Mustafa Suphi başta olmak üzere “yurtdışı” kökenliler ağır basıyordu.
Burjuvazi, TKP’nin kurulmasıyla birlikte üç gücün bloklaşmaları olasılığını gördü ve hiç zaman yitirmeden saldırıya geçti. Bir ay gibi kısa bir zamanda “operasyon” yürürlüğe kondu: 6 Ocak 1921de Yeşilordu dağıtıldı. 28-29 Ocakta TKP önderleri Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve yoldaşları ulusal kurtuluş savaşına katılmak amacıyla Türkiye’ye geldikleri gün hunharca öldürüldüler. Aynı gün Millet Meclisi’ndeki THİF önderleri tutuklandılar.
Böylece komünistlerle bağlaşıklarının ulusal kurtuluş savaşına kendi kimlik ve örgütleriyle güçlü biçimde katılmaları önlenmiş oldu.
TKP doğrudan kendisine yüklenemeyecek nedenlerle de olsa bağımsız bir güç olarak ulusal savaştaki yerini alamadı. Eli kanlı burjuvazi kendi yarattığı bu durumu komünistlere karşı kullanarak TKPyi “kökü dışarda” bir güç olarak göstermeyi başardı. Ya da tersinden söylenirse TKP bu büyük tarihsel fırsatı kaçırdıktan sonra kendisini emekçi halk yığınlarının önünde bu ülkenin bu toprakların öz yerli “ulusal” partisi olarak varetmeyi başaramadı. Toprağa kök salamadı. Sanıyorum TKP’nin ilk oluşum döneminin sonraki yaşamını etkileyen en önemli sonucu budur. TKP bir Fransa ya da Yunanistan Komünist Partisi gibi tarihsel bir meşruluk ve saygınlık temeli yaratamadı. Bu TKP’nin tüm yaşamını etkileyen çok önemli bir zaaf oldu. Bunun altını kalınca çizelim.
Uluslararası alanda da çelişkili süreçler yaşandı. TKP’nin kuruluş kongresinden tam bir ay sonra 12 Ekim 1920’de Polonya cephesindeki ateşkesle birlikte Avrupa ve dünya devrimi yönündeki stratejik taarruz sona erdi.
Dünya devrimine büyüyemeyen Ekim Devrimi bu tarihten sonra tek ülkede sosyalist iktidarı yaşatma sosyalizmi kurma stratejisini iç ve dış politikasının temel taşı yaptı. Önderliğinden yoksun bırakılmış TKP Türk burjuvazisine karşı izlenecek enternasyonalist siyasetle Mustafa Suphi’nin kuruluş kongresinde altını çizdiği “komünizm ülküsünü işçi sınıfı ve yoksul köylüler arasında yayma” anlamındaki bağımsız komünist özgörevini ayırma ve birleştirme noktasında çok zorlandı. Kominternin karışmalarının da etkisiyle kemalist cumhuriyeti destekleme siyasetleri ya da destekleyip desteklememe tartışmaları TKP’de siyaset üretme daha doğrusu bağımsız siyaset üretememe ekseni oldu. Eksen bu olunca TKP kendisi olamadı. Bu noktada bir açmazın varlığını kabul etmek gerekiyor. TKP’nin tarihsel biçimlenişi ve konumlanışı çerçevesinde bakıldığında bugün “şöyle yapsaydılar böyle yapsaydılar” türünden ahkam kesmelerin son derece yersiz ve yanlış olduğunu düşünüyorum. TKP’nin hareket alanı gerçekten dardı. Yapılacak şeyler gerçekten sınırlıydı.
Ancak aynı sorunun başka bir görünümü bakımından aynı ölçüde nesnelci olamayacağımızı düşünüyorum. Mustafa Kemal ve arkadaşları sınıfsal-siyasal bir sezgi ve uyanıklıkla Sovyetler Birliği’ne tutumla Türkiye komünistlerine karşı tutumu birbirinden net biçimde ayırırken TKP yönetimi tersinden aynı şeyi yapamadı. Sınıf karşıtına sınıfsal bir netlikle bakamadı. Bu üzerinde çok durulması gereken bir konudur. Biraz sonra geleceğiz TKP’nin sık sık örgütsel varlık ve eylemini sürdüremez durumlara likidasyon burgacına düşmesinde kemalizm karşısındaki ideolojik yumuşama kemalist siyasetleri destekleme siyasetlerinin bir karşı yumuşama yaratacağı beklentisinin önemli payı var. O kadar ki bu yaklaşım zaman zaman örgüt kurmama yayın çıkarmama türünden partinin bağımsız örgütlenme ve propagandasından vazgeçme tutumlarına kadar varabiliyordu. Örnekleri çok. Vedat Türkali bugünlerde çıkan “Komünist” kitabında bu söylediğimi doğrulayan çok çarpıcı bir anısını anlatıyor. 1946’da legal Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi (TSEKP) günlerinde Şefik Hüsnü’nün kendisine “sözcüğü sözcüğüne” şöyle dediğini yazıyor: “Zımni bir anlaşma var aramızda; biz gizli çalışmıyoruz onlar da bize dokunmuyorlar!” Olayların sonraki gelişiminde bunun tek taraflı bir “anlaşma” olduğu açıkça görülüyor. TKP’nin yalnız bu dönemde değil birçok kez bu tür zımni “anlaşmalara” bel bağladığı kemalist burjuvazinin ise tam tersine yarattığı izlenimle istediği sonuçları aldıktan sonra kendini hiçbir kural ya da anlaşmayla bağlı saymayıp komünistler üstündeki baskı ve şiddeti sürekli kıldığı hatta bu konuda kindar davrandığı biliniyor. Mustafa Suphi’lerin dönüşünden başlayarak bütün dönüş ve legale çıkma girişimlerinde ödenen yüksek bedeller bu sınıfsal-siyasal mi-yopluğun olaylardan ders çıkarma yeteneğini ortadan kaldıran bir körlüğe dönüştüğünün kanıtıdır. Yanlış anlaşılmaması için eklemeliyim burada sorunu illegal yöntem biçimlerden sapma noktasında aramak çok tek yanlı bir bakış olur. En önemlisi 1946 açılış denemesi olmak üzere TKP’yi açık alanda kitlesel temelde varetme denemelerinin başarısızlığı ayrıca ele alınması gereken bir konudur. Keşke bu denemeler daha kalıcı sonuçlara ulaşabilseydi. Legal açılış daha kolay ve daha az mücadele gerektiren bir yol değildir.
Bütün bu süreçlerde bugün anlamakta zorluk çektiğimiz ama o günler için haklı görülmesi gereken “enternasyonal” öncelikler ne ölçüde rol oynadı?
Kuşkusuz önemli rol oynadı. Enternasyonalizm, TKP’nin varlığına eşdeğer önem verdiği hiçbir zaman yüz çevirmediği bir ilkeydi. TKP, Ekim Devrimi davasına ve Sovyetler’i yaşatma görevine büyük bir disiplin ve hatta özveri ile her zaman bağlı kaldı. Kominternin belirlediği “enternasyonal” görevleri hep başa aldı. Genel sekreterinden son üyesine dek tarihi boyunca enternasyonal görevlere öncelik vermeyi bir ortak parti bilinci haline getirdi. Bunun TKP’nin ürettiği en büyük değerlerden biri olduğunu düşünüyorum. Ancak ve ne yazık ki zaman içinde ve paradoksal biçimde “enternasyonalizm” TKP pratiğinde başka amaçların örtüsü oldu. Bu noktada dikkatli ama aynı zamanda açık konuşmak zorunluluğu var. Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) merkezli dünya komünist hareketinin içinden geçtiği süreçlere bozulmalara da bağlı olarak “enternasyonalizm” pasifizmin bürokratlaşmanın memurluğun likidatörlüğün incir yaprağı oldu. Şimdi kemalizme karşı ideolojik yumuşama siyasetlerinin 1930’lardaki desantralizasyon kararlarının Komintern dayatmaları olduğu biliniyor. 1960’larda belli başlı iki işi komünist partilerinin uluslararası toplantılarına katılarak TKP’yi “temsil etmek” ve radyo yayını yapmak olan TKP “dış büro”su Türkiye ve dünya komünist hareketine “enternasyonalizm” adına dayatıldı.
Söyleşinin başlarında “TKP tarihi bir yönüyle periyodik likidasyonlar tarihidir” demiştiniz. Bunu biraz açar mısınız?
Evet, bu TKP tarihinin en acılı, en dramatik, başlıklarından biridir. TKP’nin 70 yıla yakın yaşamının zaman zaman kısa zaman zaman da çok uzun bölümleri partinin ülke içinde hiçbir ciddi örgütsel varlık ve çalışma göstermediği ölü dönemlerden oluşuyor. 1927-30, 1936-44, 1952-73 böyle ölü dönemlerdir ve TKP tarihinin oldukça uzun bir kesitinin örgütsüz ve dağınık geçtiğinin anlatımıdır. Bu ölü dönem başları genellikle devletin hiç eksik etmediği toplu tutuklamalara rastlıyor. Kemalist hükümetler komünistler üzerinde sürekli sistematik ve hunharca baskı ve terör uyguladılar. 1925, 1927, 1929, 1932, 1944, 1946, 1951’de toplu tevkifatlar var. TKP yöneticilerinin hapislik süreleri inanılmaz uzunluktadır. Dile kolay Dr. Hikmet Kıvılcımlı 22 Reşat Fuat Baraner ve Nazım Hikmet 17’şer yıl Şefik Hüsnü 11 yıl hapis yatmışlardır.
Ancak uzun boşluk dönemleri yalnız bunlarla açıklanamaz.
Parti yaşamındaki kesintiler öyle uzun ve koyudur ki yeniden toparlanma dönemlerinde kimin üye olup olmadığı yeni yöneticilerin yetkiyi kimden ve nereden aldıkları türünden sorular hiçbir zaman yanıtlanamamıştır. Parti yaşamında iç dinamik dumura uğramış “yukarıdan” karışma ve atamalar yol olmuştur. Örgüt ve önderliğin olağan yollardan yani kongrelerle devredildiği bir süreklilik yaratılamamıştır. Dört kongrenin her biri ayrı ayrı nedenlerle tartışmalıdır. Bu kongrelerin çoğu kurucu kongre niteliğindedir. Bunları uzatmaya gerek yok; TKP tam 51 yıl kongre toplamamış bir partidir! Ve böyle bir şeyin dünyada başka bir örneği yoktur. Yarım yüzyıl kongre toplamayan bir partide parti üyelerinin onay ve güvenini kazanmış bir önderlikten işleyen kurullardan kurumlaşmış işlevlerden söz edilebilir mi TKP’nin belki de en olumsuz geleneği yönetim düzeyinden başlayarak her düzeyde kolektif istencin meşru anlatımı olan organları kurup çalıştıramamış parti tabanının katkı ve katılımını sağlayacak örgütsel kanalları yaratıp işletememiş olmasıdır. Komünist Partisi merkezi örgütlenen bir örgüttür. Ama aynı zamanda organları işleyen kurullarında tartışma düşünce canlılığı olan bir parti olmalıdır. Ne yazık böyle olamadı.
Likidasyonlar zincirinin ilk halkası 1927 mi?
Evet en haince ve “ideolojik” olanıdır. 1927’de Şevket Süreyya Aydemir ve Vedat Nedim Törün başını çektiği partiyi kemalizme teslim etme operasyonunun daha sonrakilerden ayrılması gerekiyor. Kuruluşunun hemen ardından yediği büyük darbeye rağmen TKP 1925’lere kadar meşru ve yarı legal bir parti olarak çalıştı. 1925 Şeyh Sait İsyanı ve Takrir-i Sükun Yasası bir dönüm noktasıdır. 1927 tutuklamaları bir dönemin bitişi ve yeni bir dönemin başlangıcıdır. 1927 tutuklamalarıyla birlikte TKP yöneticileri Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Aydemir kemalizme dönmüş ve partiyi dağıtmışlardır.
Ya 1930’lar ve “desantralizasyon” süreci?
Oraya geliyoruz. 1925-30 yılları arasında TKP kayda değer bir faaliyet göstermiyor. 1925’te islamcı “Sebilurreşat” Gazetesiyle birlikte Aydınlık ve Orak Çekiçi de kapatıyorlar. İstiklal mahkemeleri vs.
İlk sayısı Temmuz-Ağustosta çıkan MK organı İnkılâp Yolu bu beş yıl içinde TKP’nin yayın çıkarmadığını yazıyor. İnkılâp Yolu ilk sayısında “Başlamazdan evvel geçmişe tenkidi bir bakış” başlıklı bir yazı yayınlıyor. Bu yazıda TKP’yi yönetenlerin İsmet Paşa hükümetinin “aksi-inkilapçı” niyetlerini sezemediği belirtiliyor ve bu hükümetin kurulmasını “muhafazakar ve mürteci cenah” karşısındaki inkılâpçı cenahın üstün gelmesi olarak selamlaması eleştiriliyor. Toparlanma gayretlerinin “gayri kafi” olduğu “fırka amirlerinin” partiyi daha seri biçimde toparlayıp yeni şartlara intibak edememesinden sorumlu oldukları belirtiliyor. Kısacası likidatörlerden sonra çubuk sola bükülüyor. Parti yeniden canlandırılıyor.
Nazım Hikmetin parti içindeki en önemli çıkışı bu canlanmanın üzerine geliyor. 1932 yılında İstanbul Pavli Adası’nda sonradan meşruluğu tartışılan bir kongre toplanıyor. MİT kaynaklarını kullanan Aclan Sayılgan ve TKP kaynaklarına dayanan TKP Politik Büro üyesi H. Erdal bu kongrede ülkede bulunan bütün partililerin temsil edildiğini yazdılar. Kongrede Nazım Hikmet genel sekreter seçiliyor. Komintern Yürütme Kurulu müdahale ediyor; Nazım “troçkist” ilan edilip partiden çıkarılıyor. Komintern temsilcileri başka ve “resmi” de denilen bir parti kuruyorlar. Komintern devreye girince akan sular duruyor; çoğunluk bu partiye geçiyor. Nazımın partiden atılması gizli tutuluyor. Burada geçerken TKP’nin kötü geleneklerinden birinin de partiden ihraç edilene ihraç edildiğinin bildirilmemesi olduğunu ekleyelim. TKP’de gizlilik hiçbir zaman burjuvaziye karşı gerekli korunmayı sağlamamış her zaman birtakım siyasal olay ve kararların hatta görüşlerin parti üyelerinden ve komünist kamudan gizlenmesi işlevi görmüştür. Parantezi kapatıp devam edelim: 1932de İstanbul Haliçte Zeki Baştımar’ın evinde sonradan TKP’nin “4. Kongresi” olduğu ilan ve iddia edilen bir toplantı yapılıyor. Nazım Hikmet’le birlikte davrananlar “özeleştiri” vererek partiye ve toplantıya “kabul” ediliyorlar.
İşin ilginç tarafı başlıca varlık nedeni Nazımı tasfiye olduğu anlaşılan yeniden partileşme Nazım Hikmet’i tasfiye operasyonunu tamamladıktan sonra 1936-37 yıllarında fiilen yaşamını sona erdiriyor.
Sanıyorum bütün bunlardan TKP tarihinin bir başka rengini çıkarabiliriz. Shakespare “İnsanın iyisi talihin kötüsünde belli olur” diyor. TKP tarihi talihin kötüsünde kendini vareden iyi komünistler bakımından da zengindir. Her likidasyon döneminde buna karşı çıkanlar büyük likidasyon dönemleri arasında partiyi yeniden varetmek için olağanüstü zor koşullarda aralıksız uğraşanlar az değildir. En çok bilinen örnekleriyle 1930ların başlarında Nazım Hikmet 1960larda Reşat Fuat Baraner ve Mihri Belli partinin likide edilmesine karşı koymuşlardır. Parti tabanında yeniden örgütlenme çabaları hep sürmüştür.
TKP tarihinde 1936-37 yıllarındaki “desantralizasyon” ya da “separat” kararlarıyla başlayan likidasyonun ilginç özellikleri var. Bir kez bu kararlar da “gizli”dir. Yalnızca kamudan değil parti üyelerinden de gizli. Bu ünlü ve üzerinde çok spekülasyon yürütülen kararları metin olarak görmek ancak Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Komintern belgelerinin açıklanmasıyla mümkün oldu. Bu kararlar Şefik Hüsnü ile Zeki Baştımarın katıldıkları Kominternin VII. Dünya Kongresinden sonra TKP Merkez Komitesi Komünist Enternasyonal Seksiyonu tarafından alınıyor. Bu belgelerde “ülkedeki sorunun sosyalizm olmadığı” “parti yönetiminin kemalist çevre-lerle müttefik aramada ve bunların yardımıyla savaşa karşı mücadelede ve ülkemizin bağımsızlığını sağlamada tutacağı yolu bulamadığı” saptanıyor “illegal yayın işinden geçici olarak vazgeçilmesine” bundan böyle partinin “bütün faaliyetlerinin herkesin gözü önünde legal olarak” yapılmasına karar veriliyor.
Parti tabanında ise farklı süreçler yaşanıyor. 1930lardaki “desantralizasyon” sürecinde çok kullanılan bir belgi var: “Nerede bir komünist varsa parti oradadır!” Çok sonradan 1980lerde de öne sürülen bu belgi bir yönüyle tasfiyeciliğin ras-yonalizasyonudur. Örgütlerini dağıtan yeniden örgütlenmeyen komünistleri sağda solda yalnız ve örgütsüz bırakan yönetimler bakımından bu özrü kabahatinden büyük bir tutumdur. Ama bir de bu belgiyi başka bir açıdan ciddiye alıp yalnız ve örgütsüz yıllar boyunca komünizme bağlılığından bir şey yitirmeden özel yaşam içinde erimeden “parti”nin bir gün gelip kendisiyle bağ kurmasını bekleyen bu arada ödentilerini biriktiren partiye ait demirbaşları kutsal bir emanet gibi saklayan komünist tipi var. Onlar “nerede bir komünist varsa parti oradadır” belgisini komünist direngenlikle yorumladılar. Hatta kimi zaman bununla da yetinmeyip sonradan partiye bağlanmak üzere kendi aralarında örgütlendiler.
1943-44’te yeniden örgütlenme arkasından Reşat Fuat’ın tutuklandığı 1944 Tev-kifatı Mihri Belli önderliğinde İleri Gençlik Birliği (İGB) çıkışı vb. geliyor. 1946’da Şefik Hüsnü ve arkadaşları Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisini (TSEKP) kuruyorlar. Parti 6 ay sonra hükümet tarafından kapatılıyor. Yeniden baskılar… 1950 genel affından sonra TKP yeniden ve hızlı bir örgütlenmeye başlıyor. Burjuvazi bu canlanmaya 1951de TKP tarihinin en kapsamlı tevkifatlarından biriyle yanıt veriyor. 1951-60 arası TKP aktivistlerinin uzun hapislik yattığı parti çalışmalarının fiilen durduğu bir dönemdir. 1951’den 1958-60’lara kadar ne yurtiçinde ne de yurtdışında ciddi bir parti örgütlenmesine rastlanmıyor.
1951’den sonra özellikle de 1960’tan sonraki sol yükseliş döneminde TKP neden etkin olamadı?
Bu dönem TKP’nin “dış büro” dönemidir. Hapisliği biten Zeki Baştımar’ın 1962’de yurtdışına çıkmasıyla bu dönem başlıyor. Zeki Baştımar 1962’de yurtdışında sosyalist ülkelerdeki radyo redaksiyonlarında çalışan eski partililerden bir “Dış Büro” kuruyor ve kendisi de “TKP Merkezi Dış Bürosu Birinci Sekreteri” ünvanını kullanmaya başlıyor. Türkiye’deki komünistlere bu büroyla çalışmaları öneriliyor. O yıllarda partinin en saygın donanımlı ve sevilen bu özellikleriyle de partiyi Türkiye’de toparlayabilecek tartışmasız liderler olan Reşat Fuat Baraner ve Mihri Belli bu “öneri”yi geri çeviriyorlar. Çok geçmeden Dış Büroda çelişkiler açığa çıkıyor. Zeki Baştımar-İsmail Bilen büroyu tasfiye ediyorlar. Zeki Baştımar, Yakup Demir adıyla “TKP Merkez Komitesi Birinci Sekreteri” sıfatını kullanmaya başlıyor. Dış Büro adından da belli olduğu üzere ülke içinde bir komünist parti örgütlenmesine karşıdır. Türkiye’de ise TİP kurulmuştur. Dış Büro TİP’i destekliyor. H.Erdalın savına göre “yönetiminde tuttukları parti komitesi aracılığıyla” kontrol ediyor.
Burada biraz durup durumu gözümüzde canlandıralım: Sosyalist ülkelerde konumlanmış Dış Büronun TKP’yi Türkiye’de yeniden örgütlemek türünden bir sorunu yoktur. Ayrıca bu ekibin o günlerin ortamı düşünüldüğünde böyle bir yeniden örgütlenmeyi gerçekleştirecek saygınlık ve otoritesi de yoktur. TİP kurulmuş ve başlarda Mihri Belliler de TİP’e olumlu bakmışlardır. Ancak TİP bu eski TKP’lilere kimi haklı kimi haksız nedenlerle mesafeli davranıyor. TİP içinde Milli Demokratik Devrim (MDD) muhalefeti doğuyor. İşin daha tuhafı yurtdışındaki Dış Büro ile Mihri Belli ve arkadaşları “sosyalist devrim” diyen TİP’ten farklı olarak aynı programatik görüşleri savunuyorlar. Mihri Belli’nin MDDsiyle Dış Büro’nun Ulusal Demokratik Devrimi (UDD) özünde aynı şey. Ortada MDD muhalefeti karşısında sürekli kan kaybeden bir TİP, TİP üzerindeki vesayet ve hatta etkisini de yitirmekte olan bir Dış Büro ve artık yönünü anti-emperyalist gençlik hareketine çevirmiş olan Mihri Belli ve MDD hareketi var. Bu tablodan komünist partisi çıkamazdı ve çıkmadı.
Böyle bir dönemin ardından “1973 Atlımı” denilen sürece nasıl geçildi? Siz bu dönemde TKP yöneticisiydiniz. Atılımı birebir yaşadınız.
Bu soruya yanıt vermek hem kolay hem zor. 1973 çıkışı gerçekten bir atılım hatta ondan fazla bir şeydir. Parti’nin bir bakıma yeniden kurulmasıdır. 1973 atılımıyla TKP tarihinde ilk kez Türkiye toprağında işçi sınıfı, emekçiler, gençlik ve aydınlara dayanan bir parti oldu. Atılım dönemi TKP’sinin başından itibaren içinde oldum sorumlu görevler üstlendim. Zorluk bir ölçüde bu kesitin aktörlerinden biri olmaktan dönemin göreli yakınlığından ve hepsinden daha önemlisi, 1973 Atılımını gerçekleştiren kadroların bu süreci aslında birbirinden çok farklı biçimde yaşamalarından kaynaklanıyor. Bugün bu kadroların dönemi gerçek değil hayali bir bütünün parçaları olarak yaşadıklarını söylemek yanlış olmaz.
Birebir yaşamak bir avantaj belki ama ben bu sürecin her uğrağını aynı zamanda “taraf” olarak yaşadım. Dolayısıyla ancak bulunduğum baktığım yerden aktarabilirim. En iyisi bu daha kapsamlı aktarma ve çözümleme işini başka çalışmalara bırakıp burada genç kuşaktan komünistlerin süreci anlamalarına yardımcı olacak bilgi ve değerlendirmelerle yetinmek.
Bir gerçeği yinelemekte yarar var. Önce “Dış Büro” sonra da “TKP Merkez Komitesi Politik Bürosu” adını alan başında Zeki Baştımar ve İsmail Bilenin yer aldığı tabansız örgütlenmenin 1970’lerde yola TKP adıyla devam edebilmesinde baş etken SBKP’nin desteğidir. İçerden baktığımızda Politik Büronun 24 Mayıs 1973’te yaptığı toplantıda Atılım kararı aldığını yıllar sonra yeni parti program ve tüzük taslakları hazırladığını ve 8 Ocak 1974’te de Merkez Komitesi organı Atılımı düzenli olarak çıkarmaya başladığını görüyoruz.
TKP’ye katılımınız nasıl oldu? 1973 çıkışı nasıl bir ortamda gerçekleşti?
1973’de TKP’yi bulmak amacıyla yurtdışına çıktım. Yalnız 30’larda değil, 70’lerde de TKP’yi bulmak kolay değildi. 1974 Nisanında İngiltere’de partiye üye oldum. O zaman Parti’nin yurt dışında biri Berlin, biri de Londra olmak üzere iki merkez üzerinden örgütlenmesi vardı. Türkiye’deki örgütlenme çok çok yeniydi ve çok zayıftı.
1973 çıkışını “Atılım” yapan nesnel ve öznel koşullara kısaca bakabiliriz: Bir kez dünya ortamı çok uygundu. 1973-74’ler genel olarak dünyada solun yükseldiği bir dönemdi. İşte Vietnam Savaşı’nın ABD’nin yenilgisiyle sonuçlanması dünyanın bir çok yerinde yeni devrim odaklarının ortaya çıkması dünya komünist hareketinde canlanma “Brejnev Doktrini” domino teorilerinin söz konusu olduğu bir dönem…
Yani uluslararası konjonktürün son derece uygun olduğu bir dönem.
İkincisi Türkiye açısından da çok uygun bir dönemdi.12 Mart yaşanmıştı. Evet 12 Mart vurdu. Özellikle devrimci ihtilalci kesimleri budadı. Ama bir yandan da 74 Affı ile birlikte 1960-70 döneminin devrimci sol birikimi kendisini yeniden ifade edeceği koşullara hızla kavuştu. Üstelik dönem açısından devrimci kadrolar açısından bir yandan THKP-C bir yandan da TİP deneyimlerinden bilinçli ya da bilinç altında çıkartılmış dersler vardı. Birçok insan hem devrimci solcuydu, komünizandı hem de bunun TİP türü legal bir partide olamayacağını düşünmeye başlamıştı. Yine birçok devrimci çevre THKP-C deneyimininden dersler çıkarmıştı. Yüzlerce devrimci kadro farklı bir şey arıyordu. İşçi sınıfı içinde de örgütlenme isteği güçlenmişti. Sovyetler Birliği’nin o yıllarda yükselen saygınlığının da etkisiyle bu arayışlarda “enternasyonalizm” aynı anlama gelmek üzere Sovyetler’le SBKP ile ilişkiler büyük önem taşıyordu. TKP’nin “Sovyetler Birliği’nin onay verdiği bir parti” imaj ve gerçeği başlı başına bir çekim etkeniydi. TKP dışardan atılıma karar vermişti ve Türkiye yeni bir sol mayalanmanın içindeydi. Bu iki dinamik buluşmasaydı 73 TKP Atılımı böyle yaşanmazdı. Ülkenin koşulları derken ben daha çok kadro düzeyinde vurgu yaptım ama kitleler açısından da durum uygundu. Neden uygundu? Çünkü 1965-71 döneminde Türkiye’de ilk kez kitleler sokakta mücadele ederek hak arama örgütlenme sol fikirlerle tanışma bunların kendi ekonomik sorunlarının hafifletilmesine yardımcı olacağını görme gibi deneylerden geçtiler. Bir okuldan geçtiler. Örgütlenme istemi örgütlenme ihtiyacı kitlesel; güncel bir ihtiyaçtı.
Şimdi bütün bu koşullara bence bir şey daha eklenmeli. Bu İsmail Bilen faktörüdür. TKP özellikle de Zeki Baştımar’ın ölümünden sonra cüretli bir süreç başlatmıştır. Çok cüretkar bir iş yapmıştır. Çünkü uzun yılların sessiz sedasız yurtdışı konsolosluğu gibi kalan bir TKP’yi böyle bir Atılım dönemine sokan kişi önemli ölçüde İ.Bilen olmuştur. Açılım cüretkardır; çünkü etrafında ciddi hiçbir kadro yoktur. Türkiyede hiçbir ciddi örgütlenme yoktur. Sovyetler Birliği’nden bu işe yarım bir onay vardır. Sovyetler Birliği ve dünya komünist hareketinin Türkiye’den istediği öyle kalkışma devrim deneyecek bir parti falan değildir. Dünya komünist hareketinin Türkiye temsilciliğinin varolması barışı savunan Sovyetler Birliği ile dostluğu savunan bir varlığın orada kendisini ortaya koymasıdır istenen.
Bütün bu ortamın içinde İ.Bilen cüretkar bir iş yapmıştır. İlk Politik Büronun oluşumu o konuda kaynak da gösterebilirim Atılımın Türkiye’deki bir numaralı ismi H.Erdal 1983’te yayınlanan “TKP’mizi yükseltelim” broşüründe bunları yazdı: Bir gün bir buluşmaya gelmesi gereken kişi yerine başkası geliyor gelemeyen kişinin yerine o Politik Büro üyesi oluyor. Şimdi bu bir yandan ciddiyetsizlik gibi gözüküyor ama bir yandan da oradaki cüreti gösteriyor. Ortamı hissetmiş bu düğmeye basmak lazım: İstim arkadan gelir kervan yolda düzülür. Kervanın yolda sonradan nasıl zor düzüldüğünü biz yaşadık. Ama burada bu irade olmasaydı 1973 Atılımı en azından Türkiye’de bu kadar yaygın dal budak salar biçimde yaşanmayacaktı. Bu da yaşamının kırk yılını sosyalist ülkelerde geçirmiş bir memur gibi yaşamış hep arka planda kalmış radyolarda bulunmuş ama bir biçimde içinde devrimci bir ateşi saklamış bir insanın böyle bir dönemde yetkiyi eline aldığı anda çok genç ve atak bir devrimci gibi ciddi riskleri de göze alarak böyle bir Atılımı başlatmasıdır.
Son likidasyon döneminde İ.Bilenin “sol sekter” ilan edilmesi rastlantı değildir. Bu dönemle ilgili olarak sapla saman çok karıştırıldığı parlak zamanında İ.Bilene övgüler düzenler onun hakkında ağza alınmayacak şeyler söyledikleri ve genç kuşaklar da İ.Bileni bu kaynaklardan tanıdığı için bunları anlatmak gereği duyuyorum. Ciddi yanlışları abartmaları olan parti içi sorunların çözümünde entrikacı yöntemlere başvuran bir liderdi; ama bence Atılımın başmimarıydı; ideolojik-siyasal çizgisi TKP ölçülerinde soldu. 1967-74 arasında İ.Bilen’in, S. Üstüngel imzasıyla Yeni Çağ’da yayınlanan yazıları var. Bu yazılarda işçi sınıfının temel ve öncü güç olduğu ulusal demokratik cephede proletarya hegemonyasının gerekliliği TKP’nin örgütlenmesine ve güçlenmesine ağırlık vermeden girişilecek bir “cephe” oldu-bittisinin sağ eğilim olduğu vb. görüşler yer alıyordu. UDD’ye Zeki Baştımar’dan örneğin daha farklı bir içerik kazandırıyordu. Çok daha önemlisi “şunlarla birleşelim ötekilerle cephe kuralım” diyenlere İ.Bilen “Önce parti; önce parti olalım işimize bakalım!” diyordu.
Bunlar böyleydi. Ama 1973 Atılımı büyük çelişki ve sorunları da en başından bağrında taşıyordu.. 1976’da Türkiye’ye geldiğimde bana bir soru soruldu: “Sence Parti’mizin en önemli sorunu nedir” Ben de: “İdeolojiktir. Çünkü Parti çekim merkezi durumunda her taraftan insanlar geliyor. Ama görüşlerimiz ve çizgimiz yeterince net ve berrak değil” dedim. Bir ay falan olmuş Türkiye’ye geleli. Parti’nin çekim gücü hissediliyor. İnsanlarda ilgi var. Ama TKP üyesi olan, hatta TKP yöneticisi olan, yurt dışında tanıdığım TKP’nin Merkez Komite üyesi olan insanların bile “Şu konuda görüşümüz nedir? bu konuda çizgimiz nedir?” sorusuna net yanıtlar veremediği bir durum var. Bu kadar büyük bir hareketi bu kadar zayıf bir ideolojik-siyasal önderlik taşıyamazdı. Program eklektikti. O programla hiçbir soruna net yanıtlar vermek mümkün değildi. Tuhaftır Bu ekl,ektik ve her yana çekilebilir program TKP’ye katılımları kolaylaştırıyordu adeta. Bir ölçü Fransız Komünist Partisi’nin İleri Demokratik Düzeni’nden bir ölçü Kapitalist Olmayan Kalkınma Yolu teorilerinden bir ölçü “devrim” hatta “silah” diyen eski THKP-C görüşlerinden esinlenen formüllerin yer aldığı eklektik bir program. Arayan aradığını buluyordu bu programda. Partiye 1974 ve öncesinde üye olanlardan hazırlanmış program ve tüzük taslaklarına ilişkin yazılı görüş istenmişti. İngilteredeki partililer olarak örneğin ilk taslakta olmayan proletarya diktatörlüğünün programda mutlaka formüle edilmesini istedik ve bu isteğimiz kabul edildi. Kişisel raporumda önerdiğim bir başka değişikliğin daha yapıldığını anımsıyorum.
Program ve siyasal çizginin üzerinde bu kadar çok durmamın nedeni şu: 1974’te ilk kez TKP programı ve görüşleriyle toplumsal bir varlık oluyor binlerce insanın benimsediği bir hareketin görüşleri sokağa çıkıyor toplumla yüz yüze geliyordu.
Parti içinde ve çevresinde toplanan insanlar siyasal sorunlara net yanıtlar istiyordu. Bizim Kürt sorunundaki stratejimiz nedir?.. Arap, Laz, Çerkez gibi ulusal azınlıklar mı diyeceğiz başka bir şey mi?.. Türkiyedeki işçi sınıfının partileri mi partisi mi var?.. TİP’le ilişkimiz ne olacak?.. UDD nedir?.. Bağlaşıklarımız kimdir? UDD’yi CHP ile mi, Kürtlerle, devrimci demokratlarla mı kuracağız?.. CHP’ye Sosyal Demokrasiye karşı tavrımız ne olacak?.. Kemalizme karşı tavrımız ne olacak?.. Türkiye’deki devrim sürecini nasıl görüyoruz?..
Buna benzer yüzlerce soru. Şimdi insanlar bunlarla pratikte hem öteki sol örgütlerle temaslarında karşı karşıya gelmeye başladılar hem de sıradan emekçi genç insanlar bunları sormaya başladılar. Bir süre sonra anlaşıldı ki bu eklektik program ve çizgiyle bu işi götürmek son derece güçtür. İşte bir bakıma cüretle trajedinin ilişkisi burada kurulabilir. O cüretli çıkış kendisini sağlıklı bir teorik enerjiyle besleyemedi. Ortaya net bir iktidar ve mücadele perspektifi koyamadı.
TKP’nin Atılım döneminde, işçi sınıfı, emekçi kesimler içinde kurduğu ilişki ve örgütlenmeler tartışılan bir konudur. Bu etkinliğin başlangıçta sendika ve meslek örgütlerinin yönetim düzeylerinden başladığı özellikle DİSK’in ve DİSK üzerinden TKP’nin hareket alanının genişlemesinde başarılı toplu sözleşmeciliğin ücret sendikacılığının ve Türkiye kapitalizminin bunlara olanak veren iç pazara yönelik ithal ikameci ekonomi modelinin payı olduğu açıktır. Yine de hangi nesnel ekonomik ve öznel nedenlerin sonucu olursa olsun TKP’nin bu yıllarda kendine işçi sınıfı ve emekçi halk içinde hem toplumsal hem de örgütsel bir taban yarattığı da gerçektir. Örnek vermek gerekirse 1979’da Ege bölgesindeki 400’e yakın parti üyesinin yüzde 38’i fabrika ve atelyelerde çalışan mavi yakalı işçilerdi. İstanbul, Kocaeli, Zonguldak, Eskişehir, Seydişehir, Adana, Mersin, gibi kentlerde de çok sayıda fabrika ve işyeri komiteleri vardı. TKP’nin yönlendirdiği gençlik öğretmen kadın ve öteki “demokratik kitle örgütleri” anlamlı bir kitle ve eylem gücünü temsil ediyordu.
Bu dönem TKP eylemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
TKP’nin DİSK ve öteki meslek örgütleri gençlik kadın dernekleri içindeki ve üzerindeki etkinliği ona ciddi bir eylem gücü de kazandırmıştı. 1 Mayıs’lar, DGM Direnişi, Can Güvenliği Komiteleri’nin eylemleri, bu temelde etkili oluyordu.
Bence bu dönemde TKP’nin en önemli ve başarılı eylemlerinden biri, DGM yasasının çıkışını engellemesidir.
Sonra 1 Mayıslar; 1976, 1977 ve 1978 yıllarında İstanbul’da Taksim Meydanı’nda yapılan yığınsal 1 Mayıs toplantıları var. 1977 zaten büyük olaylarla ölümlerle sonuçlanmıştı. 1978’de özellikle 1 Mayıs eylemine TKP “TKP’ye özgürlük” pankartları “141-142” ve “Atılım bizimle”yle damgasını vurmuştu. Bu bir yana 1 Mayıslar öncesiyle ve sonrasıyla bu yıllarda çok önemli bir eylem odağıydı. Bu eylemin başarılı olabilmesi için 1 Mayıs Komiteleri oluşturuluyordu. 1 Mayıs Komiteleri çok önceden çalışmaya başlıyorlar 1 Mayıs çerçevesinde 1 Mayıs eylemliği hedefiyle ama normal olarak Parti’nin doğrudan ulaşamadığı çok geniş bir kesime Parti’nin görüşlerini ulaştırıyorlardı ve fabrikalara uzanan okullara işyerlerine uzanan geniş örgütlenmeler sağlıyorlardı. 1 Mayıs Komiteleri sadece merkezlerde kurulmuyordu. Birim birim fabrikalarda işyerlerinde okullarda da kuruluyordu. Onlar için özel propaganda materyelleri basılıyordu. Özel bağışlar toplanıyordu. Türkiye’nin çeşitli yerlerinden İstanbuldaki 1 Mayısa katılmak için yapılan organizasyon başlı başına büyük bir organizasyondu. Yüzlerce otobüsün örgütlenmesi pankartların hazırlanması vs. Parti örgütleri bu 1 Mayıs çalışmaları sırasında ciddi açılım yapıp yeni kazanımlar elde ediyorlardı. Bunun sonucu olarak da Türkiye’deki Parti örgütlerinden 1 Mayıs Komiteleri’nin daha sürekli kalıcı hale getirilmesi türünden talepler ortaya çıktı. Hatta biz o dönemde 1 Mayıs Komiteleri’nin bir tür Sovyetler işlevi bile görebileceğini düşünmeye başlamıştık. Çünkü gerçekten TKP örgütlenmesiyle ulaşamadığımız ve sağlayamadığımız örgütlenmeyi bu 1 Mayıs Komiteleriyle sağlıyorduk. Bu talepler özellikle İzmir, Ege ve Marmara bölgelerinden daha çok geliyordu. Bu taleplerin de sonucu olarak bir Merkez Komitesi toplantısında 1 Mayıs Komitelerinin Can Güvenliği Komiteleri’ne dönüştürülmesi için karar alındı. Can Güvenliği Komiteleri, aslında 77 Konferansından sonra, İ.Bilenin kapanış konuşmasında “Barikata çıkacağız” işte “Halkımızın can güvenliğini koruyacağız” gibi söylemlerle de bağlanmış bir şeydi. 1 Mayıs Komiteleri’nin Can Güvenliği Komiteleri biçiminde devamı aslında devrimci bir açılımdı. Can güvenliği talebi o gün çok önemli bir talepti. Nitekim unutmamak gerekir cunta 1980’de ülkede can güvenliğini sağlamak gerekçesiyle geldi. Çünkü gerçekten can güvenliği yoktu. İşçilerin, emekçilerin, öğretmenlerin, siyasi mücadelenin, içinde olan hiç kimsenin can güvenliği yoktu. Can Güvenliği Komiteleri’ni kurmak hem bunu sağlamak açısından hem de 1 Mayıs Komitelerini daha devrimci organlar haline getirmek açısından fabrikalara yerleştirilmiş Can Güvenliği Komiteleri oluşturulması bakımından çok önemliydi. Biz bunun hemen çalışmalarına başladık bölgede ama bir yandan da buna uygun bir açılımın olması için Parti’de tekrar bunun görüşülmesi gerekiyordu. Fakat bir süre sonra bu Can Güvenliği Komiteleri’nin bu iki bölge dışında başka yerlerde kurulmadığını gördük. Daha sonra yurtdışındaki bir Merkez Komitesi toplantısı sırasında -ama toplantı dışında- bu sorunu tartıştık. Yani sonunda Türkiye’nin o döneminde o yıllarında basit bir politik afiş yapıştırmanın bile can güvenliği almayı gerektiren bir durum olduğunu söyledik vs. Türkiye’deki pratik argümanlardan sonra bunları kanıtlamaya çalıştık. İşçi’nin Sesi ayrışmasından sonra bu Can Güvenliği Komiteleri daha doğrusu 1 Mayıs Komiteleri “Barış ve Demokrasiyi Koruma Komiteleri” haline getirildi ve CHP afişleri asmak gibi görevler üstlendiler.
İşçinin Sesi ayrışması hangi koşullarda nasıl gerçekleşti?
Türkiye devrimci komünist hareketinde çok önemli bir dönemeç var. Bu dönemeç tarih olarak 1978dir. 1978 aslında “12 Eylülde olacakların önceden bir anlamda bir laboratuvar düzeyinde görülmesidir” de denebilir. Ne olmuştur Ben bunu Marksizm ve Türkiyenin Solu kitabımda ayrıntılı şekilde işledim. Ama özet şudur: 1978e gelindiğinde devrimci hareket en üst noktasındaydı zirvesindeydi. Ama aynı zamanda da en zayıf noktasıydı. Çünkü bu zirvedeki durumun hakkını veremiyordu. Bütün boyutlarıyla sadece TKPyi kastetmiyorum. Bütün hareketlerde aşağı yukarı bütün ana devrimci hareketlerde 1978de bölünme olmuştur. Hepsi bölünmüştür. TİP bölünmüştür; Sosyalist İktidar çıkmıştır. TKP içinde İşçinin Sesi hareketi çıkmıştır. Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) içinden TKP-B çıkmıştır. Dev-Yol Dev -Sol ayrışması 1978’de olmuştur. Bu kadar ayrışma rastlantı olamaz. Bu artık bir karar anı bir konfrontasyon karşılaşma anına hazır olmayan devrimci hareketin romatizmalı adamın yeli önceden sezmesi gibi önündeki sürecin hakkını veremeyeceğini sezmesinden gelen bölünme ve siyaseti bırakmanın yaygınlaşması dönemidir. 1978-80 arasında yaşanan aslında budur. Onun için de 1980’e gelindiğinde bütün devrimci hareket çok zayıf ve bitkin düşmüş durumdaydı..
Şimdi bunun TKP’de yaşanması şöyle oldu: 1978’de TKP Merkez Komite’si bir kaç önemli karar aldı. Bu kararların biri, İşçinin Sesi’yle ilgiliydi. İşçinin Sesi o zaman Londra’da yeniden yayına başlamıştı. TKP Merkez Organı Atılım da yayınlanıyordu. İşçinin Sesi yayın olarak, yer yer Atılım’dan daha etkili oluyordu ve Türkiye’den gelen Merkez Komitesi üyelerinden bir kısmı, bunun sakıncalı olduğunu ortaya koymuşlardı Merkez Komitesi toplantısında. Örnekler vermişlerdi: “Adana’da bir yere İşçinin Sesi gelmiş onunla eğitim yapmayı Atılım’la eğitim yapmaya tercih etmişler” gibi. Bunun üzerine, İ.Bilen’in önerisiyle İşçinin Sesi redaktörü Merkez Komite üyesi R.Yürükoğlu’nun Atılım”da çalışmasına İşçinin Sesindeki yayın etkinliğinin Atılım’a içerilmesine bunun için de Atılım’ın editörlüğünden biri olarak Demokratik Almanya’ya gelmesine karar verildi. Bu kararı uygulamak üzere İşçinin Sesi’nin yayını durduruldu ve Yürükoğlu Batı Berlin’de kendisinin Doğu Berlin’e DDR’a çağrılacağı günleri beklemek üzere bir evde konuk edildi. Ama bu konuk edilme süreci aşağı yukarı sekiz belki altı ay kadar -tam bilemiyorum- uzun sürdü. O zamana kadar İ.Bilen’in isteği ile “Zayıf Halka” çok küçük bir broşür olarak yayınlanmıştı ve Yürükoğlu bu beklediği dönemde Zayıf Halka’yı bir kitap boyutuna yükseltti. Ama sonradan açıklandığına göre DDR’ın “DDR topraklarına gelmesinde sakınca bulunmuştur” gerekçesiyle Yürükoğlu Doğu’ya geçemedi Atılım redaktörlüğünü de üstlenemedi. Evet, bu az bilinen çok önemli bir konudur. Yürükoğlu tekrar İngiltereye döndü. 1978’in sonlarına doğru Emperyalizmin Zayıf Halkası kitap olarak çıktı. Türkiye’ye gönderildi ve Parti’de kavga da başladı. 1978’de başladı. Hızlı bir ayrışma oldu. Bu ayrışmanın yaşanmasında ayrıntılara inildiği zaman bir çok nokta var. Biraz önce konuştuğumuz İşçinin Sesi, Parti içinde temsil ettiği, temsil etmeye aday olduğu görüşleri Türkiye’deki Komünist Partisi gövdesine üyelerine kadrolarına ulaştırabilmek onları kazanabilmek noktasında en doğru taktikleri geliştiremedi; biraz aceleci davrandı. Yurtdışında çok özel koşullarda olgunlaşmış ama Türkiye’de henüz olgunlaşmamış bir süreç erkenden patlamış oldu ve İşçinin Sesi’yle beraber olabilecek parti içi güçler tutum almakta ikircikli davrandılar. Sonuç olarak İşçinin Sesi’nin TKP”deki çıkışı ideolojik olarak oldukça güçlü örgütsel olarak da oldukça güçsüz oldu.
Bu sorunla ilgili olarak 1979da yurt dışında yapılan bir Merkez Komitesi Plenumu’nda bir “çözüme varıldı”. Aslında, Parti içinde bir yandan İşçinin Sesi’nin temsil ettiği bir sol kanat Yakup Demir döneminden kalma ve Berlin kökenli olan yurt dışı kadrolarının temsil ettiği bir sağ kanat bir de bunların ortasında H.Erdal’ın temsil ettiği Nabi Yağcıların, Partizan ekibinin desteklediği ortacı bir kanat oluşmuştu.
1979’da yaz aylarında bir Plenum toplantısı oldu. Plenum toplantısına giderken Parti içinde sağ işte “herkesi partiye dolduralım” diyen Parti normlarını likide eden işte CHP’lilerle ittifakı çok sağ bir yorumla savunan çizgiye karşı bir tepkiyle bu toplantıya gidildi. Hatta bu toplantıda, Türkiye’den gelen Merkez Komitesi üyeleri ön toplantı yaptılar ve ön toplantıda H.Erdal “Parti içinde çeşitli çıkışlar var çeşitli sorunlar var. Şu anda eğer biz Parti içinde işte bir adamı kurban edersek (Yürükoğlu’nu kastederek-HY) solu tasfiye edersek yanlış yaparız” mealinde bir konuşma yaptı ve bu yaklaşım toplantıya katılanlar tarafından paylaşıldı. Toplantılar arasında burada geçerken girmek istemediğim işler döndü ve Plenum, Yürükoğlu’nun katılmadığı, savunma yapmadığı bir toplantıda MK’dan çıkarılmasına karar verdi. Olay kabaca budur. Böylece 1979’da TKP’nin sol kanadının tasfiyesi başladı ve adım adım Nabi Yağcı’nın deyimiyle, İ.Bilen dahil “sol sekter” çizginin tasfiyesi biçiminde 1984’lere kadar devam etti.
TKP’yi son likidasyona götüren yollar böyle döşendi. 1980’li yıllara gelindiğinde TKP ideolojik ve siyasal açıdan likidasyona son derece açık bir konumdaydı. O zamanlar sonraki yılların TBKP’si yerine BİP projesi vardı: Birleşik İşçi Partisi. Bütün Atılım dönemi boyunca SBKP’nin de istediği TKP-TİP birleşmesi konusu bir “sorun” olmuştur. Biz “sol sekter”ler -buna belli bir zamana kadar İ.Bilen de dahildir- TKP’nin TİP’le ve TSİP’le birleşerek sonraki TBKP benzeri bir “birleşik” parti oluşturmasını TKP’nin likidasyonu olarak değerlendiriyorduk. Parti içinde başından beri tutarlı ve içten biçimde ve aslında daha güçlü bir işçi sınıfı partisine ulaşmak için bu birleşmeyi savunan yoldaşlarımız vardı. Onları ayrı tutuyorum. Sonradan TBKP”yi ve oradan likidasyonu gerçekleştiren 1980lerde TKP’ye egemen olan ekip ise “birleşme siyasetini” içtenlik ve tutarlılıktan uzak pragmatist bir yutma taktiği olarak yürütüyordu. Burada kritik nokta şudur: 1980 sonrası TKP’de, TİP’le birlik her zaman “legal bir çatı” altında birlik olarak düşünülmüş, 12 Eylül sonrasında TİP’in illegal temelde birliğe evet dediği dönemde bile TKP, TİPe “tek bir legal partiye dönüşme” önerisi götürmüştür. İstenirse, her aşamadaki sunuş biçimleri tek tek incelenebilir. Değişmeyen öz ortadadır: TİP’le birlik önerisi her zaman illegal partinin tasfiyesi çizgisinde getirilmiştir…
12 Eylül ve TKP konusunda neler söyleyeceksiniz?
Sanıyorum bu sorunun bir bölümünü yanıtladım. TKP ve Türkiye solu 12 Eylül’den önce inişe geçmiş, tıkanmıştı. TKP de 12 Eylül’e karşı hiçbir ciddi direniş,, hareket ortaya koyamadı; savaşmadan yenildi. Gerçek bu; ve TKP’nin yukardan beri aktarmaya çalıştığım iç süreçleri ne olursa olsun kendisine gönül ve destek veren kitleler ve tüm Türkiye toplumu önünde saygınlık yitirmesinin en önemli nedeni de bu bence. Bütün dağınık ve tıkanıklığına rağmen TKP, 12 Eylül’e karşı fabrikalardaki güçlerini harekete geçirebilir, darbe sonrasında onlarca fabrikada iş durdurabilirdi. Bunlarla kuşkusuz cunta püskürtülmüş olmayacaktı. Ama direniş geleneği ve bu yolla da toplumsal bir saygınlık ve meşruiyet kazanılmış olacaktı. O zamanki TKP önderliği böyle bir şeye kalkışmadı. “Partiyi koruma” başlı başına amaç haline getirildi. Bunun arkasında ise cuntaya “iyi paşa-kötü paşa” temelinde “ayrımlı” yaklaşımların “bize dokunmazlar” beklentilerinin şekillendirdiği bir siyasal anlayış yatıyordu. Bu durum TKP’ye beslenen güven ve umudu tahrip etti. Kanımca 12 Eylül karşısındaki bu edilgen tutumun TKP’nin başta söylediğim ulusal kurtuluş savaşında kaçırdığı tarihsel fırsat kadar önemli sonuçları oldu. TKP-İşçinin Sesi ise dergisinde bu tür çağrıları yapmasına cuntaya karşı daha doğru bir siyasal çizgi izlemesine rağmen örgütsel zayıflığı nedeniyle etkili olamadı.
Bu söyleşinin ana çizgisine oturmaya çalışırsak şunu da söyleyebiliriz.1980- 90 arasında yalnızca TKP likide olmadı. Türkiye’de devrimci hareketin tümü likide oldu. Türkiyede bir devrimci kuşak tasfiye edildi. Burada gene nesnel koşulların büyük payı olduğunu Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün 12 Eylül’deki büyük terörün çok büyük etkileri olduğunu söyleyebiliriz.
Ama bence başka bir faktör daha var. 1973-80 döneminde Türkiye’de solculuk, devrimcilik, komünistlik, çok yaygın ama o kadar da sığ yaşandı. Onbinlerce insan örgütlü savaşımın içinde yer alıyordu; kavga yer yer çok sert geçiyordu. Ama çok büyük çoğunluk yürütülen kavganın teorik bilincinden tarih bilincinden uzaktı. İnsanlar çok farklı saiklerle devrimci ya da komünist oldular. Yükselen bir dalga onları kendine çekti ama, dönüştüremedi. Sert bir kavga yürüyordu; savaşkanlık özveri vardı. Ama komünist hareket dinse,l ulusa,l özel mülkiyetçi ideolojiden, bu ideolojilerin günlük yaşamdaki davranış kalıplarından kopamadı, kültürel bir açılım gerçekleştiremedi. Yitirdiklerine “şehit” diyen yoldaşlarını dinsel törenle gömen, kadın-erkek ilişkilerinde burjuva hatta feodal kalan, grupçu, aşamacı ve aşırmacı olan paylaşmacı, dayanışmacı bir kültürü kendi ilişkilerinde üretemeyen bir devrimciliğin, karşı-devrim ve gericilik dönemlerinde ayakta durması çok zordu. 1960’lı ve 1970’li yıllardaki büyük devrimci yükselişlere rağmen 2000’li yıllara komünist birikimden bu denli sınırlı kadro ve güç devredilmesinin nedeni budur. Komünist niteliği geliştirmek ve derinleştirmek, bu nedenle olağanüstü önemdedir. Geçerken söylemiş olayım kanımca “yeni insan” problematiğinin doğru formülasyonu da “komünist insan”dır.
TKP’nin son likidasyonunun bu genel çerçeve dışında daha öznel nedenleri yok mu?
Bu soruya birkaç düzeyde yanıt verilebilir. Birincisi herkesin söylediği yanlış da olmayan bir nokta Sovyetler Birliği’nin dağılması, dünya komünist hareketini çok derinden etkiledi. Birinci nokta bu.
İkincisi Türkiye Komünist Partisi birçok komünist partisine oranla Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne daha yakın bir Parti’ydi. Dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin dağılmasının TKP’yi öteki partilerden daha fazla etkilemesi normaldi.
Üçüncü bir neden, 73 Atılımı bir yükseliş noktası olmakla birlikte TKP’nin, Türkiye topraklarında komünist niteliğiyle kök salmış bir parti olmamasıydı. Bütün bunlar vardı. Ama bütün bunlara rağmen TKP’nin bu biçimde bu kadar hızlı ve geriye hiçbir şey bırakmayacak biçimde likidasyonunu bu etmenlerin otomatik bir sonucu olarak değerlendirmek çok nesnelci ve sorumlulukları sahipsiz bırakan bir yaklaşım olur.
Bana göre TKP olayını tüm ötekilerden ayıran esas nokta, TKP yönetiminin o dönemde TKP’yi yöneten kadronun Sovyetler Birliği çözülmeden, Sovyetler Birliği Komünist Partisi dağılmadan, önce komünizmden yüz çevirmiş olmasıdır. TKP’nin son genel sekreterinin TKP’nin “yeni düşünce”yi Gorbaçov’dan önce keşfettiğini övünerek söylemesi yeterince anlamlı bir kanıttır. TKP’nin son likidasyonu özünde ideolojiktir.
Peki TKPden geriye ne kaldı?
En başta, ne yazık ki sayıları hızla azalan eski kuşak yoldaşlar var. Bu yoldaşlar çileli ama bir o kadar da onurlu yaşamlarının son demlerinde komünist hareketin tarihiyle bugünü arasındaki bağı temsil ediyorlar. 20 yaşlarındaki bir komünist için bu canlı tarih tanıklığının çok önemli olduğunu düşünüyorum.
İkincisi, Ekim Devrimi davasına proletarya enternasyonalizmine bağlılık geleneği var.
Sonra, partili mücadele geleneğimiz, eksiği ve fazlasıyla TKP kaynaklıdır.
Belki hepsinden önemlisi TKP tarihi komünistler için önemli ders ve deneyimlerle dolu bir laboratuardır. Bu topraklarda komünizmi yeniden var etmek yolunda yürüyenler bu deneyimden yararlanmak durumundalar.