Marco Polo, tek tek her taşıyla bir köprüyü anlatıyor.
“Peki köprüyü taşıyan taş hangisi?” diye sorar Kubilay Han.
“Köprüyü taşıyan şu taş ya da bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavsi”, der Marco.
Kubilay Han sessiz kalır bir süre, düşünür. Sonra ekler:
“Neden taşları anlatıp duruyorsun? bana Beni ilgilendiren tek şey var, o da kemer.”
Marco cevap verir: “Taşlar yoksa kemer de yoktur.”1
Italo Calvino, Görünmez Kentler
Sendikalarda faaliyet yürüteceklere gündelik nasihatler başlığında bir dizi madde sıralansaydı, en işlevlilerinden biri, “yaptığınız konuşmaların başına ve sonuna dikkat edin, zaten kimse hepsini dinlemez” olurdu. Buna bağlı diğer bir madde de, “sendikalar güçsüz, diye başlayıp, örgütlenmek gerekir, diye bitirdiğinizde her durumu kurtarırsınız” biçimindedir!
Bunlar içeriği değiştirmeden üsluptaki nüanslarla herkese uygun düşebilir; bazen sendika yönetimine muhalefet eden sol tandanslı bir üyenin ağzından, bazen içinde bulunduğu durumu açıklamaya veya meşrulaştırmaya çalışan sendika ya da konfederasyon yöneticisinden duyduğunuzda şaşırmamalısınız. Hatta tüm bunlar aynı toplantı/gündem dahilinde olabilir ve işçi hareketinin/sendikal yapının statükosunda en ufak bir değişim ibaresi göremeyebilirsiniz. Sadece sendikal alandan mı? Siyasetin her kanalından da yaygın bir biçimde duyabilirsiniz; Türk-İş kongresinde hükümete en fazla sitemkâr yaklaşım gösteren sendikacıları Tayyip Erdoğan, “özel sektörde örgütlenin” diyerek deyim yerindeyse fırçalamadı mı? Ya da sol siyasi örgütlenmelerin yayınlarında sendikalar üzerine bulabileceğiniz yazıların bir çoğu sendikal krizden dem vurup örgütlenmeye işaret etmiyor mu?
İşçi sendikalarından siyasetin çeşitli öznelerine kadar durum böyle. Bir de buna patronların temsilcilerini eklersek tablo tamamlanmış gibi görünecek; 2821/22 sayılı yasaların değişikliğine dair tasarının gündemde olduğu bahar aylarında, işçi sınıfının örgütlülüğünün önündeki engellerden biri olan barajları savunmak için TİSK Genel Sekreteri Bülent Pirler bir televizyon kanalındaki röportajında, “büyük ve güçlü sendikaların çağdaş toplumlar ve demokrasi için vazgeçilmez” olduğunu belirtip, TİSK olarak büyük sendikalarla çalışmak istediklerini belirtiyor ve barajın gerekliliğini savunuyordu. Sendikalar medyada “out” bir mesele olmayıp “in” bir mevzu olsa, kamuoyu neredeyse memleketteki herkesin sendikaların güçsüzlüğüne gözyaşı döktüğünü ve örgütlenmesi üzerine kafa yorduğunu zannedecek!
Ucuz nasihatlere, çürümüş yöntemlere, işçi hareketinin buharlaşmasına ve sınıf kimliğini yitirmiş sendikalara ne ülkemizin geleceğini kuracak işçi sınıfımız layık, ne de sosyalist geleneğimiz. Sınıf sendikacılığının uzun yıllardan sonra yeni bir işçi hareketinin ufak işaretlerini aldığı ve ülkemiz komünist hareketinin yeterli olmayan ancak yola çıkış için azımsanmayacak derecede önemli olan birikiminin işçi sınıfı içindeki ilk hayırlı sonuçlarından bir tanesi de herkesi yerli yerine koymak, “taraflaştırmak” olacaktır.
İşçi sınıfının kendi geleceğini kurma mücadelesinde olmazsa olmaz bir durum olan, sermayenin karşısında “taraf olma” durumu, sendikalar açısından ilk örgütlenme süreçleri dışında geçerlilik taşımadı. Hatta kimi zaman başlangıçta devrimci dinamik taşıyan sınıf hareketlerinin, kapitalist toplumda taraflaşmanın sonucu olan ödüllerini meşruluk ve bir “konum” elde etme olarak alırken, “yeni bir toplum” düşüncesini bedel olarak ödemeleri gerekti:
“Sosyal devrimin tüm projelerini bir yana bırakarak, sebatla zarar gördükleri yasal ve endüstriyel baskıların en kötülerine karşı direnme yolunu seçtiler ve yavaş yavaş bu amaçla modern endüstri devleti yapısının birer parçası olacak örgütlenmeler inşa ettiler.” 2
Sınıf savaşımına temas bile etmeyen bir yaklaşımın dahi uzak kalamadığı bu durum işçi sınıfının siyaset ile arasındaki ilişkide de, en iyi niyetli tabirle, sosyal demokrasiyi işaret ediyor. Kimi yerde bizzat yaratarak kimi yerde ise kapsayarak…
“Başta vasıfsız işçi sendikalarının önderleri olmak üzere, birçok sendikalar, Bağımsız İşçi Partisinde etkin görevler alıyordu ve 1900 yılında İşçi Temsilcileri Komitesi kurulduğunda birçok sendika ve konsey (353,070 üyeyle birlikte) buraya katıldı…. Bu sorunlar ancak parlamenter temsil yoluyla çözülebilirdi. 1906 genel seçiminin sonunda, İşçi Temsilcileri Komitesi ismini İşçi Partisi olarak değiştirdi.” 3
Gerek Avrupa’da (komünist hareketin nispeten güçlü ve sendikalarda etkin olduğu Portekiz ve Yunanistan dışında) ve gerekse ülkemizde farklı zamanlarda ve farklı gelişim koşulları izleseler de, yaşadıkları kader (krize bağlanan üye ve etki yitimi) bakımından ortaklıklar taşıyan sendikal örgütlenme, kimi yerde sembolik kimi yerde gerçekten sayısal olarak etkili bir biçimde, işçi sınıfı açısından Marco Polo’nun köprüsü işlevi görmektedir. Sermaye ile birlikte üzerinde işçi sınıfı olduğu sürece “güçlü”dür, devrimci dinamikler ve işçi sınıfı söz konusu olduğunda ise güçsüz. Gündelik işçi tepkilerini karşı kıyıda sosyal demokrasiye, dinci gericiliğe aktarırken, sendika yöneticilerini de yıllar boyunca DP’den AKP’ye, CHP’den DSP’ye göndermiştir.
AB süreçleri, AKP’nin siyasi tercihleri, tasfiye sürecinin işçi sınıfının kazanımlarını yüz yıl geriye iten yasal kayıplarla yürümesi gibi başlıklar, sendikal örgütlenmenin önümüzdeki dönemde yine sermayenin müdahalesiyle kimi değişimlere uğrayacağının işaretini veriyor. Aynı zamanda işçi sınıfı cephesinden de kimi gelişmeler, hatta bizzat “yeni bir işçi hareketi örgütlemek” iddiasının kısa/orta/uzun vadeli yansımaları sendikal örgütlenmede kimi değişimlerin işaretlerini barındırıyor. Kalıcı olup olmayacağı ayrı bir konu olmakla birlikte ilk kısma ilişkin yakın zamandaki bir örnek, “Kölelik Yasası”nın tartışılma sürecidir. Kölelik Yasası sırasındaki müzakerelerde Türk-İş ve Hak-İş bir taraftayken, DİSK karşı taraftaydı. Ancak bu taraflaşmanın konusu müzakerenin değil de işçi sınıfının bir asrı geçkin mücadelesinin konusu olduğu için, sınıfsal bir çıkışın zemini haline gelmedi getirtilemedi, getirtilmedi. Bugün ise Türk-İş, üyelerinin -Orman-İş’te olduğu gibi- siyasi müdahaleyle sendika değiştirmeye zorlandığı gerekçesiyle, Hak-İş’i DİSK’e şikayet etmektedir. Masadaki müzakerelerin cenderesinde çaresiz ve ilgisiz işçi sınıfının sendikalarda örgütlü kesimi, doğal olarak otobüslere doldurulup noter noter dolaştırılmaya da direnç gösteremeyecektir.
Burada elbette bu değişimin ya da karşı karşıya kalışın işçi sınıfı açısından muhtemel sonucu, işçi sınıfının iktidar mücadelesinde sendikal örgütlenmenin kimi kanallarının sınıfın belirli öbeklerini mücadeleye taşıyan köprüler anlamına gelmesi, kalanının ise işçi sınıfı içindeki liberal, gerici, sosyal demokrat siyasetin yaygınlaşmasıyla etkisizleştirilmesidir. Bu açıdan şu anki durumu ne olursa olsun ülkemizdeki sendikal örgütlenmenin önemli örgütü DİSK’in son iki kongre arasındaki 32 ayının ve kuruluşundan bu yana geçen 37 yılın işaret ettikleri önem taşımaktadır.
Buraya geçmeden önce bir vurgu kaçınılmaz görünüyor. Detaylara girmeden ülkemizdeki sendikal/sınıfsal çıkış açısından iki önemli deneyim olan, 6 aylık 1946 sendikacılığı ve 1967’den ‘77 1 Mayıs’ına kadar olan dönemdeki çıkış, sosyalist/komünist hareketimizin imzasını taşıyor. Ancak her iki dönemde de (TİP’in etkin olduğu dönem hariç), “yürütücüler” üzerlerinde sürekli yalıtılmışlığın getirdiği atmosferi taşımışlardır. Doğru-yanlış tartışması vurgumuz açısından önem taşımamakla birlikte, bu atmosfer herhangi siyasi bir aktör olarak yer alma ile iktidar mücadelesi yürüten siyasi bir özne olma arasındaki gerilimin genellikle birincisi lehine çözümünü getiriyor. Günümüz komünist hareketi açısından bu gerilimin yaşandığı durumlarda çubuğun iktidar mücadelesine doğru eğilmesi gerekiyor. TKP 2001 Ankara Kongresi’nin tarihsel anlamını, yani “Bakü’de başlayan yolculuğun yıllar sonra Ankara’da tamamlanması”nı, salt tarihsel bir kazanımdan öte, bizzat işçi sınıfının yeni çıkışlarına müdahalede, sözü edilen gerilimin işçi hareketi üzerindeki geri çekici etkilerini zayıflatan bir unsur olarak ele almak gerekiyor.
Gerek komünist hareketin geldiği nokta, gerekse sendikal hareketin içinde bulunduğu durum, işçi sınıfının sendikalarda örgütlü kesimine daha cesur yaklaşmanın arka planını oluşturmakta, kimi sendikal başlık ve sınırlı dinamikleri, “yeni bir işçi sınıfı hareketi” içinde kazanacağı kimlikle iktidar mücadelesine bağlayan bir zemin sunmaktadır.
32 ay
DİSK’in bir önceki kongresinden son kongresine kadar geçen süre. Bir önceki kongre olan 11. Kongre sürecinde “sol”dan gelen değerlendirme ve eleştirileri kısa iki vurguyla özetleyebiliriz: Birincisi sağ siyasetin temsilcilerinin delegasyon içindeki varlığıydı. İkincisi ise “sol”un bir bütün olarak hareket edememesi. Maçın sonucuna göre yazan futbol yorumcuları gibi davranırsak, durumun şu an oldukça karamsar olması gerekir.
32 ayın sonunda kongre kulislerinin iki önemli başlığından biri “sağ”ın yönetimde temsili4 , ve ikincisi, adaylık listesi söz konusu olduğunda “sol” çıkışa “sol”cuların bile inanmamasıdır. Buna bir de bu 32 ay boyunca sermayenin AB, İş Güvenliği Yasası, İş Yasası vb. saldırılarla elde ettiği kazanımların normal koşullarda yarattığı eleştirinin kongre sürecine çok sınırlı yansımasını eklersek, karamsarlık daha da artacaktır.
Aslında duruma karamsarlık değil, çözülme kavramı denk düşüyor. İşlevsel bir periyodizasyona başvurursak, 1992’de yeniden faaliyetin başladığı dönemden itibaren DİSK’in önce “çağdaş sendikacılık” ile tanımlanan, daha sonra ad konmaksızın devam eden mevcut yapılanmasıdır çözülen. Bu çözülme hem her tür müdahaleyi daha açık hale getirmiş, hem de çok tartışmalı olmakla beraber kimi örgütsel normların da yitirilmesine neden olmuştur.
Çözülmenin arka planında DİSK içinde sol devinimin kalmaması var. Kastettiğimiz solcu sendikacıların kimi zamanlarda siyasi arka planı iyi örülmüş müdahalelerde bulunup bulunmadıkları değil. Bizzat işçi sınıfı ile kurulan ilişkide sol devinimin yitirilmiş olması. 32 ay sürecinde işaret olarak alınabilecek mevcut duruma göre iki “uç”tan birincisi, DİSK’in kurullarında sağ’dan “sol/sosyalizm”e dönük saldırıların “erdem” sıfatıyla süslenmesidir. Kendini erdemli bir ambalajla prezante eden sağcılığın DİSK’in geleneksel yapısında karşılığı olmasa bile, hiç olmazsa lastik fabrikalarında işe yaradığı bir gerçek. Diğer yanda ise sınıf sendikacılığının elde ettiği mevziler var. Elbette bu mevziler yalnızca mevcut durum içinde “uç”; sınıf mücadelesi ve işçi sınıfımız açısından değil. Anlamlı bir taban dinamiği yakalanmadığı ve sınıf siyaseti ile devinime girmediği sürece sendika bürokrasisinin olası alternatiflerinin kafaları meşgul etmesi kaçınılmazdır; “demokratik” bir ortamda komünistlerin de var olabileceği ve sosyal demokratların zayıflamalarına rağmen idarecilik görevini üstlendikleri bir yapı.
Cesurca ifade etmek gerekir ki, DİSK’in son 32 aylık süreci benzer bir biçimde ve/veya sarsıntısız yeniden yaşama olanağı yoktur. İlk önce süreç mantıksal rotasında ilerlemeyecektir; örneğin “delege içindeki bir öbekten yönetime gelen sağ bir sonraki kongrede çoğunluğu elde eder” gibi bir önermenin aslında pek karşılığı bulunmuyor. Ya da sosyal demokrasinin bugünkü kadar aciz bir görüntüyü devam ettireceği şüphelidir. Çünkü son 32 ayın DİSK açısından bir özelliği de görüntüde “sol”un yönetimden dışlanmış olmasıydı. “Sol”un yönetimin dışında olma durumu, dizginsiz bir liberalleşme sağlamıştır. Ama aynı durum mevcut yönetimin kendisine yönelen eleştirilere ancak gardı düşük yanıtlar verebilmesini de getirmiştir. Şimdi ise görüntüde “sol” kapsanmıştır ya da “sol” kapsamıştır.
Amacımız bitmiş bir kongrenin tartışmasını tekrar açmak değil. Ancak 32 ayın işaret ettiklerinin gerçekte bu son derece “demokratik” (gücüne göre temsil ve oy) yapının, bütün demokratlığına rağmen işçi sınıfına, yeni bir hareket/kalkışma söz konusu olduğunda oldukça dar geleceğidir. Gereken genişleme ise sınıfsal müdahaleyi zorunlu kılmaktadır.
Notlar halinde devam edelim:
1- Son derece gerekli “Nasıl bir DİSK?” sorusu: Kongre döneminde üretilen, sonrasına taşınacak ve aynı zamanda yaygın olarak sorulan bu soruya anlamlı yanıtların sınıf sendikacılığı kanallarından üretildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak yanıt ne kadar iyi verilirse verilsin, yeni işçi damarlarıyla kavuşmadıkça sınıf mücadelelerinde geçerlilik taşıması mümkün değildir. Öyle ki, yanıtlarımızın DİSK içinde bulduğu/bulacağı karşılıklardan bağımsız olarak, mevcut sendikal yapının ve kongre süreci denge ve olasılıklarının sınıf mücadelesi açısından sınırları vardır. “Nasıl bir DİSK”e yanıt yalnızca sendikal bir niteliğe hapsedilemez.
2- Bu sınırlar diğer yandan, gerek DİSK’e gerekse Türk-İş’e ilişkin sorunun yanıtlanmasında siyasi müdahaleyi zorunlu kıldığı gibi, işçi sınıfının geniş kesimleri açısından da bir çağrı niteliğindedir. ‘80’lerin sonlarından bu yana özelleştirmeler, işten atılmalar, saldırı yasaları vb. başlıktaki onlarca işçi eylemi ve mücadelesinin teyit ettiği noktalardan en önemlisi, işçi sınıfının siyasal araçlar olmaksızın, değil tarihsel devrimci misyonunu sırtlamak, gündelik mücadelesindeki hareketliliği bile kalıcı hale getiremediğidir.
3-Aynı zamanda bu dönem içinde işçi sınıfının sermayenin saldırısına karşı kaybettiği mevziler göz önüne alındığında, işçi sınıfından çıkabilecek/çıkartılabilecek her önemli çıkışın bir yeniden kuruluş olasılığı taşıyacağı açıktır.
Bu olasılığı değerlendirmenin önemli bir koşulu sendikal örgütlülüğün iniş-çıkışlarını determinist yorumlara terk etmemektir. Sendikalar faaliyetlerini sürdürürken doğal olarak hem ulusal hem de evrensel çapta işçi sınıfının içinde bulunduğu durumu, çalışma koşullarını, örgütlenme düzeylerini, sermayenin ekonomik ve politik yönelimlerinin işçi sınıfının yapısında yarattığı değişimler gibi birçok başlığı analiz edecekler ve politikalarını belirlerken elde ettikleri sonuçlardan yararlanacaklar. Hatta sendikaların doğuşundan “ya çatışma ya ödün” eşiğine geldikleri döneme kadar sendikal örgütlenme düzeyi ile sanayileşme düzeyi arasında kurulan doğru orantılı bire bir ilişki oldukça açıklayıcıdır.
“İngiltere’de toplu iş sözleşmeleri 19. yüzyılın sonlarında yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Bu ülkede sanayi kesimi 1881 yılında faal nüfusun %50’sini barındıran bir büyüklüğe erişmiş bulunuyordu. Fransa’da toplu iş sözleşmeleri düzeni, esas olarak 1919 yılından sonra yaygınlaşmıştır. Bu ülkede, 1916 yılına gelindiğinde faal nüfusun %31’i sanayi kesiminde çalışmaktaydı. ABD’de toplu iş sözleşmeleri, ‘30’lu yılların sonlarına doğru kayda değer bir uygulama alanı kazanmıştır. Aynı yıllarda sanayi kesimi, %40’a varan bir uygulama alanı kazanmış bulunuyordu.”5
Ancak sendikaların kurumsallaşmış anlayışında tüm değerlendirme ve veriler, mevcut durumun işçiler gözünde meşrulaşması ve kitlesiz/mücadelesiz sendikacıların geleceklerini garantiye almak için kullanılmaktadır; İşçi sınıfının sağcılaşması sanayinin ağırlığının azalması, modern endüstri ilişkilerinin işçi-patron ilişkisini bireysel temelde örmesi yönelimi olmasaydı sendikacılar neler neler yapacaktı sınıf davası adına!
Mücadelenin ne anlamı var? Tüm bu yönelimler çağın gereği ve sendikacıları aşan bir durum. Böyle bir durumda işçi sınıfı örgütlenmesinin ihtiyaç duyacağı siyasal müdahale, gerektirdiği pratik mücadele ve edineceği sınıfsal kimlik boşa düşüyor. Yerine, sendikada yapamadığını mecliste yapmak için sendika üyelerinden genel kurulda değil de seçimlerde oy alma hayaliyle yaşayan sendikacının ürettiği sihirli formüller geliyor. İşte Türk-İş’ten bir örnek:
“Sendikal örgütlenme sistematiğini kolay anlaşılır kılmak için aşağıdaki formül oluşturulmuştur.
“Örgütlenme formülünün birinci adımI, örgütlenmede genel olarak sürdürülen yaklaşımın terk edilmesidir. 12 Eylül öncesi, ağırlıkla ‘işçiye gidilen’ biçiminde olan örgütlenme anlayışının terk edilerek, yerine genellikle ‘işçinin sendikaya geldiği’ biçiminde bir örgütlenme anlayışına bırakmasıdır. Oysa doğru yaklaşım, yalnızca ne sendikanın işçiye ne de işçinin sendikaya gitmesi biçiminde değil, sendika ve işçinin karşılıklı çabaları ile üyelik çizgisinde buluşmaları olmaktadır…
“Sendikal örgütlenmenin öznel ve nesnel koşullarına sahip olduğuna ilişkin yukarıda açıklamalarda bulunulmuştu. Bu açıklamalar ışığında sendikal örgütlenme; matematik ifadesiyle artı olgulardan eksi olguların çıkarılması ile ulaşılabilecek bir sonuç olmaktadır.” 6
Söz konusu kitaptaki bütün verileri işçi sınıfının durumunu açıklamada kullanabileceğiniz gibi, yeni liberalizm ve küreselleşmenin iflasını da yine aynı kaynaktan öğrenebilirsiniz. Türk-İş, mevcut veriler üzerinden üyelerine dönük olarak, bütün sanayileşme ve sendikalaşma istatistiklerini formüller üretmek ve 12 Eylül öncesinin yöntemini, “işçiye gitmeyi” terk etmek için gerekçe olarak kullanıyor. Bu Türk-İş’in kendinden menkul bir yönelimi olsaydı, DİSK ile ilgili bir yazıda üzerinde fazla durmak gereksiz olurdu, ancak yukarıdaki yaklaşım aslında ülkemiz işçi sınıfının siyasallaşmasında süre, yaygınlık ve etki açısından en önemli dönem olan 60 sonları ve ‘70’lerin ikinci yarısına kadar gelen dönemdeki DİSK’e eleştiridir. Amaçlanan ise DİSK-Türk-İş rekabetinde bir tür geçmişin intikamını almak değil, ülkemizde olası devrimci sendikacılık çıkışlarına alan kapatmaktır. Sermaye egemenliği ile sorun yaşamadan, sürekli eriyen üye yapısını taraflaştırmadan kitlesiz/mücadelesiz sendikacılığı devam ettirmenin yolları;
“Esnekleşmeye evet veya hayır gibi yaklaşımlar, bu olgunun anlaşılması ve getirdiği sorunların çözümüne yetmemekte ve sendikalar halen politika oluşturma sürecini yaşamaktalar.” 7
ödüllendirilmeyi hak ediyor; Asgari Ücret Tespit Komisyonu’ndan, SSK yönetimine, Çalışma Meclisi’nden Millet Meclisi’ne kadar…
Türk-İş, bütün sanayileşme ve sendikalaşma verilerini formüller üretmek ve 12 Eylül öncesinin yöntemini, “işçiye gitmeyi” terk etmek için gerekçe olarak kullanabilir. Ancak DİSK söz konusu olduğunda ‘92’den bu yana niceliksel özellikleri nedeniyle, istatistik ve sosyolojinin sunduklarıyla değerlendirilebilecek ve diğer yandan mevcut durumun yine aynı disiplinlerle gerekçelendirilebileceği bir yapı ortaya çıkmıyor.
“DİSK, 21 üye sendikaya sahip bir işçi konfederasyonudur. Ancak gerçek anlamıyla sendika nitelemesini hak edebilecek üye sendika sayısı iki elin parmaklarından azdır. Üye sendikaların bir kısmının faaliyeti yoktur. Faaliyet yürüten sendikaların ise önemli bir kısmının elle tutulur canlı üyesi ( düzenli aidat alınan üye) yoktur. Kalan kısım ise Genel-İş ve Birleşik Metal-İş dışında, canlı üyeye sahip olsa bile sektörlerindeki işçi sayısı göz önüne alındığında önemli bir üye toplamına sahip değillerdir.” 8
Bu nicelik sol devinim yitirildiğinde ortaya DİSK açısından niteliksel olarak şu çerçeveyi çıkarıyor: bir yandan geçmiş devrimci sendikacılığın söylem ve kimliği, diğer yandan mahkum edilen kitlesiz/mücadelesiz sendikacılık modeli. Sendikal örgütlenme söz konusu olduğunda yönünü sınıfsal siyasi müdahale yerine determinist yorumlara doğru büken her girişim, bu çerçevenin dışına çıkamayacaktır. Sınıf mücadelesi açısından bu çerçevenin dışına çıkamamak ve çerçeve içindeki karmaşa sendikal uğraşın bizzat kendisi ve aynı zamanda sonucu olsa bile, DİSK’in bütünü açısından işlevsizleştirici bir nitelik taşımaktadır. Çünkü sermayenin sendikalara biçtiği misyon ve açtığı alan doldurulmuştur. Örnek vermek gerekirse, bugün birçok kurulda işçiler adına sendikalar temsilci göndermektedir. Bu temsil Türk-İş üzerinden gerçekleşmektedir. Yukarıda değindiğimiz Asgari Ücret Tespit Komisyonu, SSK Yönetim Kurulu gibi.
DİSK bu çerçevede haklı olarak bu kurullara sadece Türk-İş’in değil, kendisinin de temsilci göndermesini talep etmektedir. Mevcut çerçevede haklı ve adalet talep eden bir yaklaşım. Hatta sınıf savaşımı açısından devlet sendikacılığının icraatlarını teşhir etmek için (örneğin sosyal güvenliğin tasfiye sürecinde sendikaların -Türk-İş’in- rolü gibi) zaman zaman değerlendirilebilecek bir başlık. Ancak bu talebin mevcut durumda siyasi iktidar açısından karşılık gördüğü durumda bile, işçi sınıfının durumunda bir iyileşme anlamına gelmeyeceği açıktır. Bu tür taleplerin karşılanmadığı durumda Türk-İş’in doldurduğu veya AKP iktidarının -hayalleri, girişimleri ve isteği doğrultusunda ancak pek olası olmamakla birlikte- Hak-İş ile doldurmaya aday olduğu bu alanda DİSK kelimenin tam anlamıyla işlevsizdir.
Bu açıdan “Nasıl Bir DİSK?” sorusunun yanıtlarından biri olarak, işsizleri, sigortasızları, taşeron işçileri, kapsam dışı sayılanları, emeklileri örgütlemeye dair DİSK’in vereceği fiili yanıt, sadece bu kesimlerin örgütlülüğe kavuşması anlamına gelmeyecek, aynı zamanda sınıfın bütününün çıkarları üzerinden bir taraflaşmaya hizmet edecektir. Sermaye düzeninin “dışladığı” bu kesimler ile sendikalı kesimler arasındaki yabancılaşmayı ortadan kaldıracak her müdahalenin hem örgütlenme sorununda bir açılım olduğu, hem de DİSK söz konusu olduğunda işlev kazandıran bir nitelik taşıdığı ortadadır.
Önemli kanal sanayi proletaryası
Sınıf mücadelesi açısından gerçek anlamıyla bir geleneği ifade eden Maden-İş’in takipçisi Birleşik Metal-İş hem bağlı olduğu işkolu, hem DİSK içindeki konumu ve hem de son kongresinde ilan ettiği “sınıf sendikacılığı” tercihi nedeniyle özel bir önem taşıyor. Ancak örgütlenme girişimleri (Komsa, Grammer) ya kayıplarla sonuçlandı veya hukuksal mücadelenin uzun süreçlerinde devam ediyor. Burada tek tek işyerlerine dair açıklamalar yapmak mümkün; ama “açıklık” yeni örgütlenme girişimlerinde yine olası karşı-müdahaleleri devre dışı bırakmayacak. Örgütçü dostlarımızın sınıfsal tercihlerinden ne tereddüt duymaya ne de yürütülen faaliyetin niteliğini olumsuz anlamda sorgulamaya gerek var. Ama kayıplar sendikal rekabet ve bir iki işyeri kaybı olmaktan öte bir anlama doğru gitmektedir. İşçi sınıfındaki her türlü değişime rağmen sanayi proletaryası içinde gardı düşmüş sendikal örgütlenme, ne dersek diyelim işçi sınıfının bütün kesimlerini güçsüz bırakmaktadır. Bununla beraber sınıfın diğer kesimlerinin misyonlarını sırtlamadığı bir durumda sanayi proletaryasının üzerine bu kadar yük bindirmenin de anlamlı olmayacağı açıktır. Sınıf sendikacılığı, sınıf içindeki eşitsiz gelişim ile hareketin bütünlüklü karakterini birbirinin karşısına koymamak durumundadır. Olası örgütlenme girişimlerinde bu yakın dönemi veri aldığımızda, DİSK ve bağlı sendikaların misyonlarını bu başlıkta hatırlatmanın yanında, örgütlenme faaliyetinde tutkalın siyasi niteliğini arttırmaktan başka bir yol görünmüyor. Taraf olmanın derecesi ile işçilerin sermaye ve Türk-Metal’e karşı dirençlerinin derecesi arasındaki ilişki bizzat örgütçü dostlarımızın belirttiği gibi doğru orantılı. Burada niteliksel eşik ise özellikle sınıf içinde yaratılan korkuyu bastırabilecek düzeyde, siyasal bilinç ile sanayi proletaryası başta olmak üzere sınıf dayanışmasıdır. Herhangi bir sendikanın sınıf mücadelesindeki bütün samimiyeti ve enerjisini ortaya koysa da sorun yaşamaktan kurtulamayacağı bir eşik… DİSK içinde hem tarihi hem de mevcut yapısıyla oldukça önemli bir diğer sendika olan Genel-İş’in kaderi yerel yönetim seçimleriyle bire bir ilişkili. Bu bir açmazdır ve olsa olsa bütünlüklü ve sermayeden bağımsızlaşmış bir işçi sınıfı hareketliliği ile çıkış bulabilir.
DİSK’i sırtlayan ve günümüzde TİS süreçleriyle, “esnek çalışma” ve kölelik yasasının koşullarına karşı sağlıklı bir duruş sergileme çabasında olan iki sendikanın durumu böyle.
İşçi sınıfından çıkabilecek/çıkartılabilecek her önemli kalkışma bir yeniden kuruluş yeni bir işçi hareketi için bir kanal anlamı taşıyacaktır. Verili haliyle bu ancak bir olasılık. Olasılığın kaçınılmaz olana doğru değişmesinde ülkemizin işçi konfederasyonlarından biri olarak DİSK’in 32 ayının verdiği işaretler ve sunduğu çerçeveyi tarif etmeye çalıştık. Ancak DİSK’in ve ülkemiz sınıf mücadelesinin sunduğu birikim, yeni kalkışmalarda 32 ayın açıklarını kapatacak niteliktedir.
37 yıl
DİSK’e dair tartışmalarda 12 Eylül darbesini veri alan ‘67-‘80, ‘80-‘92 ve ‘92’den günümüze periyodizasyonun propagandif bir anlamı var. Ancak geniş işçi yığınlarında sol bir yöneliş hakim kılınmadan bu propagandif anlamın DİSK açısından örgütleyici bir yanı yok. Periyodun ilk döneminin ve DİSK’in en güçlü olduğu dönemin sonu olan ‘80’de yenilgiyle sonuçlanan deneyim bugün yaşı emekliliğe yaklaşmış sendikalı işçilerde hüzne ve örgütsüz işçilerde DİSK/sendikal örgütlenme dışında bir kanal arayışına yol açmaktadır. Son dönemin başlangıcı olan ‘92’de yeniden faaliyete başladıktan sonra açılım umutlarının tüketilmiş olması bu periyodizasyonu teyit ediyor. Bununla birlikte bu dönemleme DİSK üyesi işçiler arasında kanıksanmıştır. Bu kanıksama nedeniyledir ki, örneğin, DİSK’in içinde bulunduğumuz dönemdeki 2182/22 sayılı yasalar, Sosyal Güvenlik ve Kıdem Tazminatı içerikli kampanyasının adı, “12 Eylül Yasalarına Hayır”dır. Bu DİSK içinde sınırlı da olsa örgütleyici bir etki yaratabilir, ancak örgütsüz işçi kesimleri açısından pek de örgütleyici olmadığı bir gerçek. Yine bu kanıksama nedeniyledir ki, özellikle NATO’nun İstanbul’da toplanmasına karşı geliştirilecek mücadeleye dair tartışmalarda DİSK’in kapatılmasının hatırlatılması ciddi bir karşılık bulabilmiştir. Sermaye düzenine yönelik öfkeyi beslediği sürece, “yeni bir işçi hareketinin”, 12 Eylül’de faaliyetleri yasaklanıp sendika üye, temsilci ve yöneticilerinin baskılarla karşı karşıya kalmasından kaynaklanan kanıksamanın duygusal boyutuyla sorunu olamaz. Ancak sendikal örgütlenmenin sınırlı da olsa bir kesimi yeni bir işçi hareketinin aktif öğeleri haline gelecekse, kanıksamanın siyasi boyutuyla ilgilenmek kaçınılmazdır.
Öncelikle, hemen hemen herkesin mutabık kalacağı gibi, DİSK’in kuruluşu bir kopuş ile başlıyor: devlet sendikacılığından kopuş,emperyalizme ve kapitalizme karşı duruş. Elbette çıkışın arka planında bugünden bakıldığında “naif” diyebileceğimiz bazı özellikler ve kemalizme yaklaşımda sorunlar var. Ancak işçi sınıfı açısından devrimci bir taraflaşmayı ifade etmesi şu an için yeterli.
DİSK 1969 seçimlerinde TİP’i destekleme kararı alıyor. Bu öyle pasif bir destek de değil. DİSK’in 3. Genel Kurul Çalışma Raporu, TİP içindeki grupların analizini barındırıyor.
“DİSK ise, bu gruplar içinde, bizzat işçi sınıfının fiili ve ideolojik öncülüğünde, aşağıdan yukarıya emekçi halkla birlikte sosyalizmi kurmak için, hem emperyalizme hem de onun yerli işbirlikçilerine karşı mücadeleyi beraber sürdürmek zorunluluğuna inananlarla birliktedir.”9
Burada konumuz açısından önemli olan TİP içindeki herhangi bir grubun DİSK içindeki göreli ağırlığı değildir; bu tarihçilerin işi. Sosyalizmin kuruluş tasavvurlarındaki farklılaşmalar da konumuz açısından önemli değil. Dikkat çekmek istediğim, sendikal örgütlenmede örülen bu devrimci çıkışın sınıf siyasetiyle kurduğu yakınlık ve bu yakınlığın yanı sıra sahip olduğu iddiadır. “37 yıl”ın kanımca ilk vurgusu bu olmalıdır. Sol’a “birleşmek gerekir”den öte bir çerçeve sunamayan sendikal örgütlenmeyle karşılaştırılınca oldukça ileri ve iddialı bir çerçeve. Bu çerçeve ve iddia, karşılığını 15-16 Haziran’da Türk-İş üyesi işçileri de harekete geçirerek almıştır.
Yukarıdaki vurgu açısından tartışmalı konu, ‘70’li yıllardaki örgütlenme performansının yüksek düzeyidir. 12 Mart’a destek veren DİSK, 1973 seçimlerinde bizzat Kemal Türkler’in ağzından CHP’yi destekleme kararını ilan eder. 15-16 Haziran’ın ertesinde kopuşun üzerine düşen gölge, ‘73’te kararmaktadır.
“Ailesinin en değerli birikimini temsil etmeleri ile 12 Mart’a destek vermeleri arasında mantıksal bir çelişki vardır, ama tarihsel bir çelişki yoktur. Türkiye solu da, işçi sınıfı da, sendikal hareketi de bu kadarını üretebilmişse, görülmesi gereken bu durumun saptanması ve aşılması için yola çıkılmasıdır.
“Bu yola çıkmak isteyenler olmuş, ancak sol siyaset ile arasına ‘yenilgi’ mesafesi giren sendikacılık, solun ‘tapulu arsası’ olmaktan çıkıp sınıf mücadelesinin alanı haline gelmiştir” 10
1973-’77 dönemi örgütlenme ve mücadele deneyimleri açısından işçi sınıfı tarihimizin oldukça önemli bir birikimine sahne olmuştur. DİSK’in otuz binden başlayan üye sayısının üç yüz binlere ulaştığını ve katılımlarla elde edilen işçi damarlarının işyerlerinde hep bir taraflaşmayı doğurduğunu görüyoruz; gerek sermayenin tutumu ve gerekse örgütleyicilerinin sol/devrimci karakterlerinden dolayı. Bu açıdan Maden-İş’in gerçek anlamıyla bir gelenek oluşturduğunu söyleyebiliriz.
1947 yılında kurulan Maden-İş yeni bir gelenek olmaya dönük adımları DİSK’in kuruluşu ve 1967 yılındaki 18.Genel Kurul’da atıyor:
“Devrimcilik sendikaların, sendikal hareketin özünde vardır. Şu halde öncü sendikacılık devrimsel öze sahip olmanın yanında, bundan öte bir nitelikte bir devrimsel hareketin öncüsü olmak ve her ileri harekete, her yeni atılımda her güzel oluşta öncülük yapmaktır” 11
Dilin naifliği bir yana Maden-İş, devrimcilik dışındaki sendikal faaliyete alan kapatıyor, kapatmaya çalışıyor. Sonrasında genel kurullarında ve çalışmalarında bunların izlerini görüyoruz. Kavel, GAMAK, Singer, Türk Demir Döküm gibi birçok işyerindeki faaliyet ve mücadeleler sıralanabilir. 20. Genel Kurul’da ise toplusözleşme düzenine ilişkin yaklaşım şöyle özetleniyor:
“Toplusözleşme düzeni, böyle bir düzenin olmadığı (sosyalizm kastediliyor- ÖA) duruma göre, işçinin durumunu düzeltici yöndedir. Ancak işçilerin sorunlarını çözümleyici değildir. Emek ile sermaye arasındaki ekonomik mücadelede ikisi eşit olmadığı için, sermaye emeğin ancak belirli isteklerini kabul edebilecektir.”12
Ücret sendikacılığını aşan anlayış sınıf ve kitle sendikacılığı adı altında ileriki yıllarda kimlik buluyor. Bu durum tabii ki sermayenin saldırılarını DİSK ve Maden-İş’e yöneltmesine neden oluyor. Özellikle 1975 yılıyla birlikte lokavt uygulamalarını görüyoruz. Birçok grev ve direnişin işyerlerindeki öncüleri işten atılıyor, faşist saldırılar gelişiyor.
Burada bir parantez açmakta yarar. Özellikle sendikal örgütlenme sürecinde sendika üyelerinin işten çıkartılmaları gerçek anlamıyla örgütlenmeyi etkiliyor. Sermaye de bunu bildiği için 80 sonrası bu yöntemi çok sık kullandı. Aynı zamanda bu durum sendikacıların da en çok yakındığı başlıkların başındaydı. Hatırlanırsa iş güvenliği yasasının kabulü sırasında sendikacıların en önemli mazereti, “sendikalı olmanın işten çıkartma gerekçesi olmayacağı”ydı. Yasa çıktıktan sonraki örgütlenmede beklentilere rağmen önemli kazanımların gerçekleşmeyişi, sanıldığının aksine sendikal örgütlenmedeki en önemli engellerden birinin sendikalı üyelerin işten çıkarılması olmadığını göstermiştir. Sermayenin bu yöntemi belirttiğimiz gibi 80 sonrasına özgü değil; özellikle 1975 yılından itibaren Maden-İş’e karşı kullanılan bir yöntem oldu. Ancak sendikal örgütlenme ve etki anlamında solun toplumsallaşmış karakteri sayesinde saldırının ‘70’li yıllarda boşa çıktığını söyleyebiliriz. Ancak buradaki asıl vurgum, işten atılmaların sendikal örgütlenmede önemli olmadığı veya sınıf içinde örgütlenme yürütenlerin Don Kişotvari romantik misyonları değil. Bilinmesi gereken, yeni bir sınıf hareketi açısından ülkemizin en önemli sendikal birikimi dahi işyerlerindeki öncülerin korunması ve sahiplenilmesi konusunda eksikli olduğudur.
Bu, çözülmesi, aşılması gereken bir sorun. Sendikal örgütlenme açısından değil, bizzat devrimci bir kalkışmanın zaferle sonuçlanması için gerekli. Sınıfın öncülerinin işyeri dışına itildiği bir ortamda, işyerlerinden en fazla TİS dönemlerinde “maraza” çıkar; ek olarak solun toplumsallaştığı bir atmosferde sendika kortejlerine kitle… Ama devrimci bir kalkışmaya çıkacak enerji sınırlıdır.
‘70’li yıllardaki işten çıkartma ve lokavtların sendikal örgütlenme düzeyinde etkisi zayıf da olsa, Maden-İş’in büyümesinin önüne geçemese de, 12 Eylül’e verilebilecek farklı bir yanıtta işçi sınıfı açısından işyerleri düzeyinde kimi zayıflamalara neden olacağı açık. “Nasıl bir DİSK”e verilen yanıtlardan biri olarak çalışma hakkının pazarlık konusu edilmemesi, sadece işsizliğe itilen geniş yığınlar açısından bir mesaj taşımıyor, sendikal kazanımların devrimci kalkışmalara katkı koyması açısından da gerekliliğe işaret ediyor.
Parantezi kapatıp devam edersek; tüm saldırılara rağmen yine de sendikal örgütlenme süreci hep DİSK ve Maden-İş’in lehine ilerlemiştir. Sendikaların sınıf mücadelesinin aracı olarak işlev gördükleri ölçüde sınıftan olumlu yanıt aldıkları gerçektir. Bu olumlu tablonun DGM, Faşizme İhtar Mitingleri ile siyasallaştığı da…
Bu dönemde DİSK’in sınıf mücadelesinde “taraflaşma” konusunda ısrarlı olduğunu görüyoruz. Örgütsel yapısındaki her türlü CHP’lileşmeye ve bunda dönemin TKP politikalarının rolüne rağmen, devrimci bir müdahaleyle örgütlenmiş işçi damarlarının sol bir atmosferi yaratmak ve yeniden üretmekteki önemi ortaya çıkıyor. İşçi sınıfının kendiliğinden çıkışlarının neredeyse imkansızlaştığı bir dönemde işyerleri ve onlara yapılacak örgütsel müdahalenin, yeni bir işçi sınıfı hareketi yanında sendikal örgütlenmeye de sağlayacağı katkıların verilerini 37 yıllık tarihin bu özel döneminde görmek mümkündür.
Sonuç yerine
32 ayın sonlarındaki 1 Mayıs ve NATO etkinliklerinin bir izi, 37 yılın ilk dönemlerinden gelen ülkemiz sınıf mücadelesinin birikiminde bulunabilir. 37 yıl öncesine dönüş beklentileri elbette hayalcilik olacaktır.
Dönemin sermaye birikim modeli, işçi sınıfının yenilgi yaşamamış reel tarihinin sağladığı naiflik ve güven, reel sosyalizmin durumu vb. birçok nedenle geçmişi diriltmenin olanağı yok. Sermaye, sınıf mücadelesinde ve sendikal örgütlenmede deneyim biriktirmiş durumda. Örneğin, toplusözleşmeler söz konusu olduğunda, geçmişin Maden-İş TİS’lerinin yarattığı etki uzaklarda kaldı. Günümüzde ise yine sanayi işkolunda birçok işletme işçilerine Türk-Metal’in imzaladığı TİS koşullarını uygulayarak sendikal örgütlenmeyi anlamsız hale getiriyor. Diğer bir yandan, ‘70’li yıllarda DİSK ve bağlı sendikaların hızlı büyümesini sağlayan sendikal katılımların geçerliliği yok. İşçi sınıfının kendiliğinden çıkışlarının yeni sendikalarda yaygın bir biçimde karşılık bulması ve bu yeni sendikaların örneğin DİSK’e katılarak DİSK’i büyütmesi gibi bir gerçeklik yok. Ama tası tarağı toplayıp gidilecek ne bir yer var ne de buna neden olacak bir zifiri karanlık.
Sermayenin elinde sendikalar artık “sebatla zarar gördükleri yasal ve endüstriyel baskıların en kötülerine karşı” da direnemiyorlar. Direnemedikleri gibi kimi sınıfsal çıkışlarda, işçi sınıfının karşısında sermayenin bizzat işaret/tavsiye ettiği kurumlar oluyorlar. İşçi sınıfı mücadelesinin oluşturduğu bu örgütlenmeler, karşıt sınıfın elinde etkisizliğe mahkum ve sermayenin sınıf mücadelesinde elde ettiği deneyim ile etkisizliğin faturasının işçi sınıfına ödetildiği kesin.
Kalıcı bir taraflaşma koşullarının siyasi araçlarla oluşacağı muhakkaktır. Aynı zamanda böyle bir taraflaşmanın koşullarının bizzat sermayenin ülke ve dünyayı soktuğu durumdan besleneceği de. 800 bin civarında sendikalı işçi, parçası oldukları 20 milyon işçiyle birlikte 11 milyon işsizin sağlık, eğitim, iş ve sosyal güvenlik, beslenme, barınma haklarından mahrum kaldıkları bir sisteme, üstelik köle gibi çalışarak katlanmak zorunda olmadıkları açık. Devlet sendikacılığının mahkum etmeye çalıştığını daha güçlü bir biçimde canlandırmaktan başka çare yok: işçi sınıfına siyaset ile gitmek.
Sendikal araçların ise buna kısıt oluşturduğu tartışmasını bir kenara bırakalım. “Köleliği ya da şu kadar işçinin çıkmasını kabul etmezseniz, fabrikayı kapar giderim” diyen bir sermaye temsilcisine, “kötü kader” çaresizliği yerine “evet git, işçi sınıfı bu ülkeyi daha iyi yönetir”in özgürleştiren ve güçlendiren perspektifiyle yanıt verecek bir sendikacı, sendikal araçları niye engel olarak görsün.
Taraflaştırırken taraf olmak; sendikaların geleceğini burada görmek gerekiyor. İşçi sınıfı siyasetini benimsemek konusunda tereddütsüz sermaye ve devletten bağımsızlık konusunda ödünsüz, tek bir işçinin bile çalışma hakkının pazarlığını çatışma nedeni sayacak kadar gerektiğinde uzlaşmaz bir kimlik. Toplumla kurduğu ilişkide “sivil toplum”un bir parçası olmak yerine bizzat toplum içinde bir sınıfın, işçi sınıfının örgütü olarak, toplumun bütününe hitap ve geleceğinde sorumluluk ve iddia sahibi olmak; bağımsız bir ülkenin, emperyalizm ve örgütlerine karşı mücadeleyle gerçek anlamda istenebileceğini gösteren sendikal örgütlenme. Evrensel bazda sendikal mücadelenin ilk yol ayrımında seçtiği yolun, yani sosyal devrimin bütün projelerini bir yana bırakmanın özeleştirisini “yeni bir işçi hareketinde” verirken, misyonlarına cesurca sahip çıkan bir sendikal örgütlenme ve DİSK. Sendikaların geleceğini buralarda örmek gerekli. Sendikalara parti misyonunu yüklemek çerçevesinde geleneksel eleştiri içeren seslerinin yükseleceğinden endişe etmeye ise gerek yok. DİSK’e dair periyodizasyon denemesinden, işçi sınıfı açısından yeni bir periyodun öznesi olmaya doğru ilerleyenler açısından bu endişenin ne anlamı, ne de işçi sınıfının nesnel sorunları ve ihtiyaçlarına denk düşecek bir yanı olabilir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Italo Calvino, Görünmez Kentler, Remzi Kitabevi, 1990, çeviri: Işıl Saatçıoğlu
- S. ve B. Webb, History Of Trade Unions, aktaran Michael P. Jackson, Sendikalar, Öteki yayınları, 1996, çev: Eriç Bilginoğlu, s.39
- M.P.Jackson, Sendikalar, Öteki Yayınları, 1996, çev: Eriç Bilginoğlu, s.158
- DİSK’in 2004 yılındaki kongresinde tarihinde ilk kez MHP tandanslı olduğu bilinen bir kişi (Lastik-Ds sendikası) merkez yönetime girdi.
- Alpaslan Işıklı, Gerçek Örgütlenme Sendikacılık, İmge Yayınevi, 2003 s.52
- Türk-İş Örgütlenme El Kitabı 1, Türk-İş Dergisi Eki, Temmuz 2003, s.57
- Türk-İş Örgütlenme El Kitabı 1, s.19
- www.iscikonseyi.org Kurulus Toplantısı, DİSK:Durum ve Görevler
- DİSK 3. Genel Kurul Çalışma Raporu, aktaran Nurullah Özbey, Türkiye’de Sendikal Anlayışlar, Enerji Yapı Yol Sendikası, Araştırma Dizisi 1, 2001, s.77
- Aydemir Güler, “DİSK için Periyodizasyon denemesi”, Sınıf Tavrı Dergisi, Mart 1998
- T. Maden-İş 18. Genel Kurul Çalışma Raporu’ndan aktaran Nurullah Sağlam, a.g.y., s.132
- a.g.y., s.150