Ulusal sorun söz konusu olduğunda marksizmin söyleyeceği çok şey var. Ancak marksist teoriden; örneğin sınıf kavramı ya da tarihsel materyalizme dönük yaklaşım gibi, ulusal sorunu ayrı bir çerçevede ele alan ve salt bu alanı sabit kabul eden bir çözümleme beklenmemelidir. Marksizm, ulusal sorunu apayrı bir başlık olarak değil sınıflar mücadelesinin bileşeni ve devrim perspektifi ekseninde bağımlı bir düzlem olarak ele almıştır. Marx’ta, Rosa’da, Lenin’de, Plehanov ya da Troçki’de, merkeze ulusal sorun konmamış, başka tartışma başlıklarının içerisinde bu konu ele alınmıştır. Burada elbette ulusal sorun konusunda ayrı makale ve eserlerin olmadığından bahsetmiyoruz, kastımız ele alınan konunun başka parametre ve önceliklerle tartışıldığıdır. Marx ve Engels’de bu konu özel bir ağırlık neredeyse hiç taşımadı. Konu, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin ve bu mücadelenin Avrupa ülkelerindeki seyri üzerinden ele alınmış, örneğin İrlanda ya da Polonya sorunu bu noktalara bağlı kalınarak bir gündem başlığı haline gelmişti. Komünist harekette ulusal sorunun gündem haline geldiği yıllar özel olarak 1. Dünya Savaşı öncesine dayanır ve İkinci Enternasyonal belgelerine giren kararlarda gözlemlenebilmektedir. Ulusal sorun, özellikle Avusturyalı komünistlerin, kendi ülkelerinde ortaya çıkan siyasal durum gereği tartışma başlığı olmuş, sonrasında Rusya’da Lenin bu tartışmalara dahil olmuştur. 1913 yıllarıdır örneğin, Lenin’in ulusal soruna dönük yaklaşımındaki temel görüşlerini olgunlaştırdığı dönem. 1900’lerin başında Bundcuların parti içinde ayrı bir örgütlenme talebi ve Lenin dahil dönemin komünistlerinin verdikleri tepki de keza biliniyor.
İhtiyaç icadın anasıdır. Ulusal sorunun marksist harekette bir tartışma başlığı haline gelmesi, siyasal mücadelenin somut ve güncel sorunlarıyla ilgili oldu. Avusturya-Macaristan, Rusya, Osmanlı gibi çok uluslu ülkelerdeki devrimci mücadeleler bu soruya da yanıt vermek durumunda kalmışlardır. Bu açıdan Marx ve Engels’de bu konunun detaylı bir tanımını ve analizini bulamamak doğal karşılanmalıdır. Çünkü iki usta, sınıf mücadelesi tanımını ortaya koymuş, bütün siyasal ve toplumsal gelişmelerde anahtar rol oynayan bu tezi işlemek, detaylandırmak ve somutlamak üzere teorik kollarını sıvamışlardı.
Bu durum, marksist teoride bir eksiklik midir yoksa yöntemsel olarak doğru bir teorik konumlanış mıdır, elbette tartışılabilir. Ancak ulusal soruna dönük olarak ustaların bıraktığı eserler üzerinden bugünkü sorunlara bir yaklaşım geliştirmeye çalıştığımızda bir reçete aramak yerine bir yöntemin miras bırakıldığı kabul edilmelidir. Bu noktanın ulusal sorun söz konusu olduğunda büyük bir kazanım olduğunu düşünüyorum. Burjuva siyasetin söylemi altında ezilmeden, bu meselenin üzerindeki perdeyi atmak açısından marksizmin miras olarak bıraktıkları tam da bu yüzden büyük değer taşımaktadır.
Kısa bir tarihsel dönemselleştirme
Burjuva devrimlerinin, uluslaşmanın başat olduğu emperyalizmle sömürgecilik karşıtı mücadelenin birbirini izlediği, emperyalist savaşlarla ulusal kurtuluş mücadelelerinin birlikte sürdüğü bir tarihsel çerçevenin içinden çıkan bir sorundan bahsediyoruz. O yüzden tek başına ulusal sorunu ayrı bir parametre olarak değil, bütün parametrelerin karşılıklı ilişkileri bağlamında ele almak zorundayız. Bu yapılmadığında büyük bir hata yapılacak, ulus meselesine kendinden menkul anlam yüklenecek, sınıflar mücadelesinin bağlamından kopartılarak bir yerlere yerleştirilecektir.
Ulusal sorunu ele alırken belli başlı dönemselleştirmeleri veri almak zorundayız. Bunlardan ilki hiç kuşkusuz burjuva devrimler dönemine içkin uluslaşma süreçleridir. Bu açıdan ulus devletlerin ortaya çıkması ile kapitalistleşme ve burjuva devrimler dönemi arasında mutlak uyum bulunmaktadır. Örneğin İngiltere, İtalya, Fransa, Almanya, İspanya, Hollanda gibi kapitalizmin dünyanın diğer ülkelerine göre erken geliştiği ve lokomotif olduğu ülkelerdeki uluslaşma süreçleri bir yere yazılmalıdır. Bu noktada herhangi bir tartışma da bulunmuyor zaten. Marx ve Engels; o dönemde uluslaşma olgusunu görmekle birlikte, sürecin asıl motor gücünü, sınıflar mücadelesini, burjuva devrimlerin gelişmekte olduğunu gördüler ve altyapıya dönük saptamalarla uğraştılar. Zaten marksist teoriyi var eden yöntem tam da burada aranmalı.
İkinci evre olarak, kapitalizmin emperyalist aşamaya geçiş yaptığı dönemi ele alabiliriz. Özellikle Birinci ve İkinci Dünya savaşları sırasında, emperyalist blokların büyük savaşlarında ortaya çıkan uluslaşma süreçleri, ya da savaş ortamında ortaya çıkan yeni ulus devlet ve ulusal hareketler belli açılardan tartışma başlığı haline gelmiştir. Bir yandan işçi sınıfının iktidar mücadelesi bir yandan da ulusal mücadeleler arasındaki korelasyon ya da gerilim bu tartışma başlıklarının önemli noktasıdır.
Üçüncü evre olarak iki kutuplu dünya dönemi ele alınmalıdır. Sosyalist bloğun var olduğu bir dünyada ulusal kurtuluş hareketlerinin emperyalizme karşı giriştiği mücadelede nesnel olarak sosyalist blokun yanına yerleşmesi ulusal sorun tartışmalarında başka bir düzlem olarak ele alınmak zorundadır.
Ve son evre olarak yaklaşık otuz yıldır yaşanan, iki kutuplu dünyanın sona erdiği ve emperyalist yeni saldırganlık dönemi olarak kodlayacağımız süreç değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Irak, Yugoslavya, Sovyetler Birliği gibi ülkelerin topraklarında ortaya çıkan ulus devletler ayrı bir gerilim ve sorun başlığı olarak varlıklarını bugüne kadar korumuşlardır.
Bu tarihsel evrelerle birlikte bakıldığında ulusal sorun başlığı, tarihsel arka plandan azade ele alınamayacak siyasal bir konu olarak gündem yapılmak zorundadır. Gerek Marx gerek Engels gerekse Lenin ulusal sorunu hiçbir zaman hukuki, anayasal, ahlaki bir sorun olarak görmemiş, bizzat siyasetin konusu olarak ele almışlardır. Bu not bütün bu yazı boyunca en başa yazılarak akılda tutulmalıdır.
Ulusal sorun ve marksizm ilişkisinde
kavramlarya datartışma konuları
Marksizmde ulusal sorunun bir tartışma başlığı haline gelmesinin temel nedeni sınıf mücadelesi ile olan bağında düğümlenmektedir. Varolan farklı veçheler, sorunu ele alırken farklı formülasyonları ya da taktikleri zorunlu kılmaktadır.
Ulusal sorunu, mutlaka, sınıf mücadelesinin bir boyutu olarak ele almak zorundayız. Yani ulusal bir akımı tek başına, sınıfsal bir zeminden bağımsız ve soyut olarak ele almak mümkün değildir. Fransa örneğinde görülen ulus devlet modeli, aslında burjuva sınıfının iktidarı ile doğrudan ilgili bir sonuç ve talep olarak okunmalıdır. Aynı şekilde o yüzden ulus devlet ve ulus sorunu aynı zamanda bir kapitalistleşme ve burjuvazinin siyasal çıkarlarıyla bağlantılı bir konu olarak karşımıza çıkar. Yani tek başına ulusalcılığı, ulusal sorunu tarihsel bağlamından kopuk, tarihin belli bir döneminde kendiliğinden ortaya çıkmış bir durum olarak ele alamayız. Söz konusu işçi sınıfının iktidar mücadelesi ise ve aynı zamanda sosyalist bir toplumsal düzen ise, kapitalizme içkin bir olgunun sosyalist düzleme taşınmasında sorunlar ortaya çıkmaktadır. Birinci gerilim noktası işte tam da burada toplumsal projeksiyonlarla ilgili olarak karşımızda durmaktadır.
Konunun başka bir yanı ise emperyalist-kapitalist sisteme bağlanma biçimi olarak ulus devletlerin bir model olarak değerlendirilmesini içerir. Şöyle ki; kapitalistleşme ile ulus devlet bir paralellik taşıyorsa, burjuva sınıfının iktidar ölçüsü olarak ulus devlet bir zemin oluşturuyorsa, emperyalist sistemin ulus devletler ölçeğinde birbirine bağlanması aynı zamanda bir model olarak da değerlendirilmelidir. Sınıfsız, sömürüsüz ve sınırsız bir toplum idealinin ara uğrağı olarak okunması gereken sosyalizmin, işçi sınıfı iktidarının ulus devlet modeli ile gerilimi ayrıca buradan çıkmaktadır. İkincisi bu.
Üçüncü olarak ise, işçi sınıfı mücadelesi ile ulusal devlet ve taleplerin arasındaki faz farkıdır. Kapitalizme içkin bu olgunun işçi sınıfının iktidar mücadelesi sırasında ve müteakiben ortaya çıkması bu ilişki biçiminin tariflenmesini zorunlu kılmaktadır. Dikkat edilirse, işçi sınıfının iktidar mücadelesinin somutlandığı bir durumda ulusal sorunun “kendinde bir sorun olarak” değerlendirilmesini söz konusu bile yapmamıştır marksist teori. Sorunun ya da gerilimin bir kaynağında işçi sınıfının mücadelesi ile ulusal dinamiğin çıkarları arasındaki ilişkide ve zamanlamada faz farkı bulunmaktadır.
Tarihi doğrusal değerlendirmeyeceksek, eşitsiz ve bileşik gelişim yasasını bir gerçeklik olarak kabul edeceksek, bu sorunda da, püriten bir yaklaşım geliştirilemez. O yüzden, marksist teoride, ulusal sorunun ayaklarının yerli yerine oturtulması bir zorunluluktur. Bu zorunluluğun ise iki ayağı bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, işçi sınıfının iktidar mücadelesinde, ulusal dinamiklerin rolü ve etkisi bağlamında bir değerlendirme yapılmalıdır. Lenin, bu durumu, ittifaklar politikası ile çözmüştür, örneğin… İkincisi ise, sosyalist bir toplumsal düzende, ulusal talep ve hakların ne şekilde çözüleceğinin formüle edilmesini içerir. Biri siyasal mücadelenin bir başlığı haline gelirken, diğeri daha çok programatik bir çerçeveye oturur. Ancak burada da arızi durumlarla karşılaşılması teorik ve siyasal olarak işten bile değildir. Programatik olarak ulusal hakların savunulması ve tanınması ile ulusal bir hareketin devrimci bir nitelik taşıyıp taşımadığı arasında mutlak bir bağ pratikte her zaman mümkün değildir. Örneğin Kürt siyasi hareketine Türkiye solunun yaklaşımı ile Kürt ulusal sorunun sosyalist bir programda ele alınması arasındaki fark bu somutluğa karşılık gelecek bir örnek olarak verilmelidir.
Bütün bu olgularla birlikte, kabaca ifade ettiğimiz noktalar ışığında, marksist teoride ulusal sorun tartışıldığında üretilen bazı kavramlara bakmak gerekiyor. Bu kavramlar bütün teorik tartışmalarda ortaya çıkan kafa karışıklıklarını da içeren bir biçimde ele alınarak değerlendirilmelidir. Özerklik, federalizm, ayrılma ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı gibi kavramlar bu bağlamda değerlendirilmelidir. Elbetteki bu kavramlar aynı zamanda özellikle emperyalist dünyanın devletler politikasının da kavramlarıdır. Ancak marksist harekette ulusal sorun tartışılırken bu kavramlar da gündeme gelmiştir.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminde Avusturya komünistleri tarafından dile getirilen özerklik, örneğin “sınır-coğrafya belirlenimli” olarak gündeme getirildiği gibi “sınır-coğrafya belirlenimli olmadan” da gündeme getirilmiş ve “kültürel özerklik” kavramıyla karşılanmıştır. Rusya’da ise federalizm gündeme getirilmiş, bir dizi devrimci hareketin programında yer etmiştir.
Bütün bu tartışmalarda RSDİP, başta Lenin olmak üzere, kültürel özerklik formülasyonuna karşı çıkmışlardır. Bund’un ayrı örgütlenme tezine karşılık düşecek bu tez sınıfın ortak mücadelesini ve birliğini bozacağı için reddedilmiştir. Yine aynı şekilde Lenin tarafından federalizm de aynı gerekçelerle karşıya alınmıştır. Lenin, bir yandan sınıfın birliğine zarar vermeyecek, en geniş topraklarda devrimci iktidarın kurulmasını gözeten fakat ulusal dinamikleri karşısına almayan bir formülasyon geliştirme derdinde olmuştur. “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” tam da buraya oturmuş, programda yer alarak, ulusal dinamikler ile Bolşevik hareket arasındaki siyasal bağın aracı olarak değerlendirilmiştir. Lenin; bunu yazmak zorunda olduklarını, ancak bunu hayata geçirmek gibi bir yaklaşım içinde olmayacaklarını bir dizi yazısında üstüne basa basa ifade etmiştir.
Burjuva devrimler döneminde uluslaşma
Başta İngiltere ve Fransa’da ortaya çıkan sanayi devrimi ve sonrasındaki burjuva devrimleri, aynı zamanda ortak pazar ve ekonomik topluluk şeklinde siyasal birlikler ortaya çıkarmıştır. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan uluslaşma olgusu, burjuva devrimlerinin siyasal ve toplumsal sonuçları olarak görülmelidir. Ulusçuluğun Fransa’da daha fazla şekillenmesinin ve liberalizmin ise Avrupa pazarlarına açılan İngiltere’de daha fazla belirginleşmesinin altında bu neden yatmaktadır. Uluslaşma; bu açıdan bütün Avrupa’yı saran bir süreç olarak görülmeli, Fransız Devrimi’nin bir etkisi cumhuriyetçilik ise diğerinin uluslaşma olduğu görülmelidir.
Marksizm; bu siyasal kavşakta ortaya çıkarken, uluslaşmayı merkeze hiçbir zaman yerleştirmedi. Tarihin motorunu sınıflar mücadelesi olarak ortaya koyan marksizmin ilk kurucuları bunun bir sonucu olarak uluslaşmayı doğal bir süreç olarak gördüler. Bunun yanı sıra bütün Avrupa’yı saran devrim dalgası ile birlikte işçi sınıfının iktidarı nasıl alacağı üzerine üretilen siyasal perspektif marksizmin ana omurgasını oluşturmuştur. Burjuva sınıfının ulusal ölçekte iktidarını, “İşçilerin vatanı yoktur” propagandası ile karşılayan Marx, iktidarın birimi olarak ulus devletleri ifade ederek bir yandan bu sürecin doğallığını ortaya koymuş ama diğer yandan uluslaşma meselesini merkeze hiç koymamıştır.
Bu dönemde merkeze konan devrimlerdi. Bütün Avrupa başkentlerini saran devrim dalgasına göre konum ve politika belirleyen Marx ve Engels, ulusal soruna enternasyonalist bir kimlikle ve kıta Avrupa’sında devrimin çıkarı gözlüğü ile baktılar. Polonya sorunu ya da Osmanlı’ya bakış söz konusu olduğunda ise, Avrupa devrimlerinin baş düşmanı olarak gördükleri kutsal ittifak devletlerinin yenilgisinin tarafında olmuşlardır. Örneğin “tarihsiz uluslar” şeklindeki nitelendirmeyle Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun gönüllü askeri olan uluslara yaklaşım söz konusu olmuş, bu ulusların genel devrim dalgası üzerinden etkileri gerici sayılmıştır. İşçi sınıfının güçlenmesi, büyümesi ve sınıf mücadelesinin gelişmesi bağlamında devrimin çıkarı Marx ve Engels’in temel bakış noktasıydı.
Bu bakış, özelde Engels üzerinde bir dizi eleştiriyi getirmiştir. Ulusal sorunu görmezden gelme, Hegelci tarih anlayışını ‘tarihsiz uluslar’ teziyle gündeme getirme gibi eleştiri okları Engels’e doğrultulmaktadır bugün. Ancak bir kez daha yinelemek gerekirse, dönemin ustaları, meseleyi bir uluslaşma süreci olarak değil, Avrupa devrim süreci olarak görüp; her yerde krallıkların yıkılıp cumhuriyetlerin kuruluşu ile feodalizmin yerine kapitalistleşme sürecinin yaşanması ile birlikte, insanlığın eşitlik ve özgürlük kavgasında tarihsel rolü oynayacak işçi sınıfının gelişmesine bağladılar. Haksız değillerdi. Çünkü onlar topluma, tarihe ve siyasete bakarken etnik kökeni değil sınıfları görüyorlardı ve bu iki ismi büyük kılan da zaten bu teorik saptamayı yapabilmiş olmalarıydı. Örneğin İngiltere’de Chartist hareketin güçlü olduğu dönemde, İrlanda sorununun İngiliz işçi sınıfı hareketinin mücadelesi neticesinde çözüleceğini düşünmüş, bu sorunu ana halka olarak görmemişlerdir. Chartist hareketinin liberalleşmesi sonrası, İrlanda sorunu ve genel olarak İrlanda kökenli işçilerin mücadelesi gündeme geldiğinde ise bu dinamiğin İngiltere’de sınıf mücadelesi açısından bir kaldıraç rolü olabileceğini düşünmeye başlamışlardır. Aslında eşitsiz gelişim ve İngiltere’nin zayıf halkası şeklinde bir tezin tezahürü olarak değerlendirilecek bu durumda bile marksizmin büyük ustalarının yaklaşımı hep devrimin çıkarı olmuştur.
Fransız Devrimi’nin etkisinin bütün Avrupa kıtasını sardığı bir durumda uluslaşma ve devrimler içiçe geçmiş, her yerde devrimci ve ulusalcı örgütler çıkmıştı. Bu örgütlenmeler, birer ulus örgütlenmesinden ziyade, cumhuriyet ve devrim yanlısı örgütler olarak değerlendirilmiştir.
Elbette, burjuva devrimlerinin imparatorluklara, feodalizme, kutsal ittifak devletlerine karşı mücadelesinde ulus olgusu artık bir gerçeklik haline gelmişti. Ancak Marx, bu tabloyu ulus olgusunu bağımsız bir siyasal konu olarak ele alarak değil, sınıf mücadelesinin önünün açılıp açılmayacağı sorunu üzerinden değerlendirmiştir.
Emperyalist çağa geçişte ulusal sorun
Uluslaşma, ulus devlet ya da başka bir deyişle ulusal sorunun komünist harekette tartışma başlığı haline gelmesi, tekelci kapitalizm aşamasına ve buradan emperyalist aşamaya geçişte ortaya çıkmıştır. İkinci Enternasyonel dönemine denk gelen bu dönemde ulus sorunu, ulus devlet sorunu ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı sorunu komünist hareketin de temel gündemlerinden birisi haline geldi. Özellikle Avusturya komünistleri, Polonya’da Rosa ve Rusya’da Lenin, bu konu hakkında önemli tezler ortaya koymuştur.
Ortada bir gerilim vardır. Bir yanda yükselen işçi sınıfı hareketleri, bir yanda devrim mücadelesi diğer yanda bu mücadelenin bir konusu ve sorunu haline gelen uluslaşma ve ulus devletler sorunu. Marksist hareketin bir tartışma başlığı haline gelmesi ya da ulus konusuna ulusal sorun denmesinin nedeni de tam da burada yatmaktadır.
Bu dönemde ortaya farklı tezler de çıkmıştır. Doğaldır. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içinde örgütlenme çalışması yapan komünistler çok uluslu bir imparatorlukta bu soruna dair iki tez gündeme getirmişlerdir. Biri federalizm ikincisi ise kültürel özerklik tezi.
Polonya komünistleri ise bağımsız bir Polonya mücadelesi içinde ulusal sorun başlığında bölünmüş; Rosa, ulusların kendi kaderini tayin hakkı gibi bir formülasyonu baştan reddetmiştir. Polonya’nın Rus devrimci-demokratik güçleriyle ortak bir mücadele yürütmesi konusunda ısrarcı olmuş, ulus sorununu sınıf mücadelesinin üzerine örten ve milliyetçiliği ortaya çıkaran bir sorun olarak görmüştür.
Bu dönem ilginçtir. İkinci Enternasyonalci partilerin kendi ülkelerindeki hükümetlere savaş destekçisi oldukları bir dönemde, enternasyonal bayrağını yükselten az sayıda komünistten biridir Rosa Luxemburg. Bir başkası ise Lenin’dir. Bu savaşı bir milliyetler savaşı olarak değil emperyalist savaş olarak değerlendirip, savaşı iç savaşa çevirmek tezini savunmuşlar ya da devrimci durum tespiti yaparak işçi sınıfı iktidarını hedefleyen stratejiler geliştirmişlerdir. Bu devrimci tutumun karşısına ise kendi ülke burjuvalarının savaş politikalarına destek veren sosyal demokrat hareketlerin içinden sağ sapmalar çıkmıştı.
Tam da böylesi bir dönemde Rosa’nın kendi ülkesinde çıkan milliyetçi eğilimlere karşı mücadelesi büyük bir anlam taşımaktadır.
Rus komünistleri ise bu tartışmada başka bir tutum takınmışlardır. Lenin, bir yandan İkinci Enternasyonal’in sağcı çizgisi ile mücadele ederken, ulusal sorun konusunda Rosa gibi “mutlak karşıt” bir tutum geliştirmemiştir Öte yandan Avusturyalı sosyal-demokrat hareketin özerklik tezlerinin etkisi ile RSDİP içinde Bundcu kanada karşı partinin ve işçilerin birliği üzerinden bir tutum alındığı bilinmektedir. Bund grubu kültürel özerklik tezine sarılarak ayrı bir örgütlenme önermiş, Lenin başta olmak üzere RSDİP içerisinde bu görüş reddedilmiştir.
Menşevikler ise daha çok Rus İmparatorluğunun sınır ülkelerinden gelen delegelerle yaptığı toplantıda ulusal soruna programında yer vermek durumunda kalmış, ancak bu durum çok fazla eleştiri de almıştır. Yine Menşevik bir milletvekilinin ulusal sorun hakkındaki bir meclis konuşması, RSDİP içinde Lenin’in çok fazla tepkisini çektiğini de hatırlatmak isteriz.
SR’lar ise bu konuda liberal bir tez geliştirmiştir. Her yerde yerel meclisler, kültüler haklar, federalizm gibi tezleri programlarına yazmışlardı.
Bu tartışmalar içinde Lenin farklı bir yerde durdu. Bir yanda federalizm tezine işçi sınıfı birliği ve ortak mücadelesini böleceği tespiti üzerinden karşı çıkarken diğer yandan kültürel özerklik tezine de tereddütsüz soğuk baktı. Bir yandan parti birliğini düşünürken diğer yandan ulusal sorunu karşısına alan değil, onu siyasal mücadelede ve devrim ayağında önemli bir ittifak unsuru olarak değerlendiren bir yaklaşımı tercih etti. Lenin, ulusal sorun dolayısıyla ortaya çıkmış ulusal dinamikleri devrime bağlayacak siyasal bir tutum olarak, bu tartışmalarda devrimci ve gerçekçi bir çizgi izlemiştir. Bütün yapılan tartışmalarda, özellikle Rosa ile girdiği polemiklerde, ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımak gerektiğini ancak bu hakkın nasıl kullanılacağı konusunda ise koşulsuz ve şartsız bir tutum alınmayacağını açık olarak yazdı. Lenin sorunu politik düzlemde tartıştı ve devrimin bir ittifak unsuru olarak ulusal dinamikleri bağlama ve bunun için seslenilmesi gerektiğini yazmıştı… Bu açıdan Marx da olduğu gibi Lenin’de de ulusların kendi kaderini tayin hakkı bir ilke değil tamamen siyasal bir taktik olarak değerlendirildi.
İki kutuplu dünyada ulusal sorun
1917 Ekim sosyalist devrimi, dünya tarihi açısından yeni bir dönemin adı olarak değerlendirilmelidir. Uluslararası kapitalist sistem, Sovyetler Birliği karşıtı bir blok haline gelmiş, iki kutuplu dünyanın mücadelelerine sahne olan bir siyasal süreç yaşanmıştır. Bu dönemin en belirgin özelliği, tekil tekil bütün ülkelerde sürdürülen siyasi mücadelenin, iki kutuplu dünyanın çekim alanı tarafından belirlenmesidir. Ulusal sorun söz konusu olduğunda bu dönemde, ulusal kurtuluş hareketleri anti-emperyalist bir yönelim içinde olmuş, genel olarak sosyalist kampın tarafında duran ilerici özellikler taşımıştır. Suriye, Irak, Cezayir gibi yakın örnekler bu açıdan özel olarak bilinmektedir. Bu dönem orta yolculuk denen ulusal, laik, sol iktidarların kurulduğu, sosyalist olmayan ancak kapitalist de olmayan yol diye tarif edilen ulus devletlerin ortaya çıkışına sahne olmuştur. Bugünkü sosyalist hareketin genel temayülünü oluşturan ideolojik arka plan daha çok bu dönemin ürünü olarak düşünülmeli, ulusal hareketlere dönük pozitif yaklaşımın zemini olarak bu dönemin etkisinin bulunduğu ifade edilmelidir.
İki kutuplu dünya sonrası ulusal sorun
1991 yılında Sovyetler’in yıkılması ile birlikte yeni bir dünya ortaya çıkmış, emperyalist-kapitalist sistem yeni bir açılım ve saldırganlık siyasetine yönelmiştir. Bu dönemin temel karakteristiği ise başta emperyalizme karşı kurulmuş olan ulus devletlerin güçsüzleştirilmesi, emperyalist-kapitalist sisteme entegrasyon ve boyun eğdirme olmuştur. Emperyalist sistem, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda kaybettiği mevzileri yeniden ele geçirmek ve bölüşüm politikaları doğrultusunda yeni sömürgeler ya da bağımlı ülkeler ele geçirmek için harekete geçmiştir. Bu dönemin en önemli özelliği emperyalist saldırganlık dönemi olmasıdır. Ulus devletler yerine küçük ve güçsüz devletlerle entegrasyon emperyalizmin genel yönelimi olmuş, Yugoslavya’nın parçalanması, Irak’ın parçalanması, Libya’nın parçalanması, Doğu Avrupa ülkelerinin küçük parçalara ayırarak kapsanması öne çıkan ampirik veriler olarak görülmelidir. Bu dönem ulusal kurtuluş hareketlerinin amacı ulus devlet haline gelme ile karakterize olmuş ve bu açıdan ulusların kendi kaderini tayin meselesi emperyalist politikalarının birer tutamak noktası ve mezesi haline gelmiştir. Bu dönemi tam olarak anlayamayanların bugün ulusal sorun söz konusu olduğunda ezberlerden kurtulamadıkları da altı çizilmesi gereken bir gerçeklik olarak karşımızdadır.
Sınıf perspektifi ana omurgadır
Ulusal sorun tartışmalarını yukarıdaki tarihsel gelişmeleri göz önüne alarak değerlendirdiğimizde karşımıza çıkacak temel bazı noktaları daha açık olarak görebilme olanağına sahip oluyoruz. Marx ve Engels, ulusal sorunu ayrı bir kategori olarak hiçbir zaman ele almadılar. Marksizmin kurucu önderleri, sınıf, devlet, proleterya diktatörlüğü, tarihsel materyalizm, işçi sınıfı devrimleri gibi temel teorik saptamalara yoğunlaştılar. Ulusal sorun, bu açıdan Marx ve Engels’in ana tartışma başlığı hiç olmadı. Zira, siyasal mücadele ve toplumlar tarihindeki örtüyü kaldırarak ardındaki gerçek özü açığa çıkarmak ile meşguldüler ve doğaldır ki bir yere, yani sınıfsallığa, hep çubuk büktüler. Bu soyutlamanın merkeze konulmasını vaaz ettiler.
Sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumun kurulmasının yolu, işçi sınıfının iktidara gelmesi gerektiği, mülkiyetin toplumsallaştırılması tezi tam da buraya oturtuldu ve ulus devlet sorunu kapitalizmin kendi tarihi bağlamında ele alındı. Genel olarak Marx’a ve Engels’e ulusal soruna dair duyarsız kalındığı ya da küçümsendiği üzerine yapılan eleştirilerin kaynağında bu vardır. Bugün bir dizi irili ufaklı ulus devletin kurulduğu bir nesnellikte, ustaların bu konuya eğilmemiş oldukları şeklinde bir eksiklik tespiti yapıldı. Aslında bu ampirik durumun kapitalist-emperyalist sistemin yönetim ve entegrasyon arayışının bir ürünü olduğu nedense hep unutuldu. İşçi sınıfının enternasyonalist mücadelesi gerekliydi ve Marx ile Engels bunu vurguladılar. Bugün ulus devletlerden geçilmeyen bir Avrupa’nın varlığı ustaları yanlışlamaz, tersine ustaların ne yapmak gerekti üzerine tezleri, kapitalizmin bugün Avrupa’yı karabasan gibi sardığı koşullarda doğrulanmıştır.
Ulusallık yerine sınıfsallık vurgusunun komünist hareketlerin ve işçi sınıfı mücadelesinin güçlü olduğu Rusya ve Almanya’da karşımıza çıkmasının altında tam da bu yatar. Ortaya çıkan savaş durumu ve dış politika, dünya devriminin çıkarları bağlamında ve tam da bu yüzden işçi sınıfının mücadelesinin yükselip yükselmediği sorunu üzerine oturtuldu.
Ulusal sorun, siyasal bir sorundur ve
dünya devriminin çıkarları merkeze konmak zorundadır
Marx’ın bütün dış politika yazılarındaki temel arayış, dünya devriminin ayağa kalkmasıdır. Avrupa kıtasında süren bütün politik mücadeleler, devletler arası savaşlar hep bu mantık üzerinden ele alındı. O açıdan, ulus devlet sorunu ya da ulusal sorun, hep dünya devriminin çıkarları bağlamında ona bağlı bir parametre şeklinde tartışma konusu yapıldı.
Tıpkı Rosa’nın yaptığı gibi…
Tıpkı Lenin’in, Ekim Devrimi sırasında geliştirdiği ittifak politikasında “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı programına koyması gibi. Biz ezilen ulusların haklarını tanıyalım, ezilen ulusun devrimcileri ile ortak mücadeleyi propaganda edelim derken, siyasi öznelerin duruşları bağlamında konuyu ele almıştı. Hele hele Rus çarlığının yıkılmasında ulusal dinamiklerin önemini politik bir zemine taşıyarak Lenin, çok önemli bir açılım geliştirmiştir. Yine aynı Lenin, boşanma hakkını tanımak ile boşanmayı savunmanın iki ayrı şey olduğunu söyleyerek bu konudaki taktik duruşunu net olarak ortaya koymuştur.
Ulusal soruna yaklaşım, bir ittifaklar politikasıdır
Ulusal sorun ya da ulusal dinamikler, işçi sınıfı partileri için, komünist partiler için bir ittifaklar sorunu olarak ele alınmalıdır. Devrim perspektifi merkezli olarak Kürt sorununa yaklaşım yerine, Kürt sorunu merkezli komünist hareketlere yaklaşımın revaçta olduğu günümüzde bu konu özel olarak anlam taşımaktadır.
Lenin, halkları küstürmek istememiştir, tersine Rus devrimci sürecinin bir parçası haline getirerek en geniş topraklarda sosyalizmin kuruluşunu amaçlamıştır. Lenin’deki formülasyon bundan ibarettir. Aynı zamanda ortada güçlü bir siyasal hareket vardır; Bolşevikler adında…
Bolşeviklerin kuruluş döneminde Bund meselesinde takındıkları tutum, amasız fakatsız sınıfın birliğini ve siyasal örgütlenmesini bozacak her türlü girişime hayır demektir. Bund meselesinde ve kültürel özerkliğe hayır denmesinin özünde tam da bu yatar. Federalizm konusunda da aynı yaklaşımı görürüz. Lenin, Rosa ile polemiklerinde, tarihsel olarak sınıf mücadelesinin gereklerine evet derken, dönemin politik güncel sorunu olarak ulusal dinamikleri bağlamak gerektiğini ifade etmiştir. Yani ulusal sorun ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı, bir açılım olarak görülmüştür. Bu yaklaşım mutlaka bir yerlere not edilmelidir. Mesele iktidar meselesidir, iktidarın karakteri ise sınıfsal niteliğidir.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilke değil taktik bir açılımdır
Lenin dahil olmak üzere, komünist hareketin bütün tarihinde “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” bir ilke olarak asla ele alınmaz. Bir taktik mesele olarak gündeme girmiş, sınıf mücadelesi, devrimin çıkarı, dünya devriminin çıkarı bağlamında ele alınmıştır. Buradan bir genelleme ve ilke çıkarmak düpedüz leninizmin tahrifatından başka bir şey değildir. Lenin’in ısrarla “ulusların kendi kaderini tayin hakkına” sahibiz vurgusu, çok uluslu bir imparatorluk olan Rusya’nın özgünlüklerini bilmesinden ve devrim mücadelesinde ulusal dinamiklerin önemini kavramasından kaynaklanmaktadır. Lenin’i büyük yapan, tam da bu siyasi kavrayışıdır.
Son söz: Devrimin kendi kaderini tayin hakkı
Ulusal sorun, marksizmin ana tartışma başlıklarından birisidir. Marksistler bu başlığı, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya mücadelesinin gerekleri üzerine oturtmak zorundadır. Kapitalizmin yerleştiği bugünün koşullarında örneğin karşı-devrimci bir pozisyona oturan ulusal hareketlere her daim hayırhah bakılacağı kitabımızda bulunmuyor. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı politikası, tam da devrimin kendi kaderini tayin hakkı ile yer değiştirmelidir. Burada devrimin çıkarları bağlamında ulusal hareketlere yaklaşım, mesafe tayini kastedilmektedir. Kosova’da NATO eliyle kurulan bir ulusal hareketin, devrimci bir potansiyel taşıyacağını düşünmek mümkün müdür? O yüzden komünistler açısından, iki şeyin ayrılması gerekmektedir. Sosyalist bir toplumda ulus sorunu, milliyetler sorununun çözümü ile ulusal dinamiklerin siyasetteki rolü meseleleri birbirlerinden ayrılmalıdır.
Öte yandan komünist hareket, her ulusal dinamik ortaya çıktığında, kendini dışarlak bir bileşen olarak değil, bizzat bir özne olarak konumlandırmak zorundadır. Bu açıdan, ulusal sorun, ulusal hareketlere bırakılmayacak bir siyasi kıvraklık ile ele alınmalı, buradan bir perspektif oluşturulmalıdır.
Devrimci özne, ulusal dinamikleri, devrime bağlayacak sınıf örgütlenmesini yaratırsa bu sorunu teorik olarak değil pratik olarak da çözecektir.