Sunu
Emperyalizmin ve gericiliğin kuşatıcı sirkinde, üç şebeği oynayan; bununla da kalmayıp, tribündekiler için özel hazırladığı, kulağı, gözü ve ağzı kapatılmış şebek servisi yapan; bu arada da, şebekler arasında sağlam bir şebeke ören “kültür alemi”ne geldi sıra.
Çok mu sert oldu böylesi bir giriş cümlesi ya da zorlama? Her şey satıştayken, izleyip kalmak öyle değil mi ama?
Evet, her şeyi satıp pazarlamak üzerine kurulu “ulusal teslim modeli”nde, mücadeleyi ya da direnmeyi değil de, sessiz kalmayı tercih eden, en fazla, rahatsızlığını belirtip kenara çekilen “kültür-sanat camiası”nda neler olduğuna bakmaya çalışalım yavaş yavaş.
“Her şey elden gidiyor” denir ya, durumu özetlemek için aslında yeterlidir.
Yine de bu türden özetler, kültür sanat dünyasının genel izleyici kitlesini oluşturan orta sınıftan duyarlı beyinlerin “hak verecekleri”, “olmaz ki bu kadar” diyecekleri, ancak sonradan alışverişlerine devam edecekleri kışkırtma denemelerinin ötesine geçememektedir.
O yüzden özetleri geliştirebilmek, çıplak örnekleriyle gösterebilmek, bütüne ve sürece dikkat çekebilmek önemlidir. O zaman, hak verenler, mücadeleye çekilebilmektedir.
AKM (Atatürk Kültür Merkezi), AVM (Alış Veriş Merkezi) olurken, “Yaşasın, o demode bina yıkılacak, yenisinin içinde cep sineması da var, otopark da cabası” diye gizliden gizliye sevinenler bile, bu örneğin AKM’yle sınırlı olmayıp kongre vadisi uygulamalarıyla İstanbul’un ve kültürel değerlerin satış planlarına uzandığını tartışmaya başladıklarında manzara değişebilmektedir.
Biz de, mevcut tabloyu resmedeceğimiz aşağıdaki akışın, durum saptamasının ötesinde bir tavrı ve mücadele çağrısını da barındırdığını, satışa karşı çıkmanın asıl bu tavır ve çağrının somutlanmasıyla, onun “hareketi”nin boyutlanmasıyla gelişeceğini de hatırlatalım ve anlatmaya medyadan başlayalım.
Toplumsal Kültür ve Medya
Kamuoyu araştırmaları halkın büyük çoğunluğunun medyaya güvenmediğini gösteriyor. Medyadan yakınmaların başında yoz kültürü beslemesi yanlış haberlerle izleyenleri yanıltması ve fazlasıyla çıkar odaklı yayın yapması geliyor. Burada sorulması gerekli ilk soru şu: Medya, itibarsız konumuna rağmen halkı yönlendirmeyi hâlâ başarabiliyor mu Ne yazık ki “evet” yanıtı veriyoruz. İlginç ama gerçek, medyanın güvenilirliğinin kaybolması, onun olumsuz etkilerini hiçbir şekilde azaltmıyor, hatta biraz da artırıyor. Hemen herkesin “ahlaksız” olarak nitelediği yayınlar, nitelemeyi yapanlar da dahil olmak üzere çok geniş bir kesimce sürekli izleniyor. Yine çoğunluğun “sahtekâr” olarak bildiği haber şefleri, köşe yazarları, bu kötü ünleri nedeniyle “rating” veya “tiraj” yitirmiyorlar. Halkın büyük çoğunluğu, yalan söylediklerine inandıkları veya bundan kuşkulandıkları halde onların yorum ve haberlerini dikkate almaktan kurtulamıyor.
Düzeysiz yayıncılığı halk kitleleri mi ister ve onların düzeyine göre mi yayıncılık yapılır; yoksa tam tersi midir asıl neden? Öteden beri tartışılan bir sorun. Kuşkusuz her iki tez de yanlış değil, ama probleme daha dikkatli bakmakta yarar var. Halkın kültürel beklentilerini yükseltmenin yollarını bulmak bambaşka bir konu. Türkiye’de o yönde gece gündüz çalışan aydınların, devrimci siyasetçilerin, örgütlerin çabalarını takdir etmek gerek. Ama soruya kesin bir cevap vermek gerekirse şunu söyleyebiliriz: Halk manipüle etmez. Yani halk bilinçli bir çabayla kendini kötü duruma düşürmez. Halk entrika yapmaz, yönlendirmez. Halk neyse odur. Fakat bilinci bozmaya çalışan, cahil bırakmaya, yanıltmaya, yönlendirmeye çalışan ve bunu birçok zaman başaran bir kesim vardır toplumda: Egemen güçler, iktidardakiler ve onların uzmanları…
Bu etkinlik profesyonel bir etkinliktir. Medyanın dünkü ve bugünkü, ancak giderek olumsuzlaşan yayıncılığı bilinçli ve profesyonel bir çalışmadır. Medyanın büyük sermayeyle iktidarla ilişkisi; ilişkiden öte doğrudan onun organları oluşu ve onların çıkarlarını kollayan yayıncılık yapma görevi, neredeyse herkesin bildiği gerçeklerdir.
Biz bu bölümde alana, son yıllardaki gelişmeler ve Cumhuriyet’in hızlı tasfiye süreci içinde medyaya biçilen rol açısından bakacağız.
Medyayla ilgili olumsuz gelişmeler bağlamında kamuoyunda en çok tartışılan konuları üç başlık altında ele alacağız: 1- Medyada giderek dayanılmaz hale gelen düzey düşmesi sorunu 2- Medyada tamamlanan tekelleşme olgusu 3- Medyada giderek artan AKP denetimi.
Medyada Düzey Düşmesi- Yoz Yayıncılık
Yine toplumsal kültür ve sonuçlarıyla başlayalım. Hemen herkesin hemfikir olduğu bir yakınma yaygınlaşıyor. Toplumumuz yozlaşıyor. Toplumsal kültürümüz çürüyüp çöküyor. Nedir bunun göstergeleri: Adli suç oranlarının artması başlığı altında; cinayetlerin, cinsel suçların, hırsızlık, gasp, kapkaç, yolsuzluk suçlarının artması. Siyasi-örgütlü suçlar anlamında; arazi, orman yağmacılığının, kaçak yapı sayısının artması, adam kayırma, devlette ve yan kuruluşlarında kadrolaşmanın kanıksanması, rüşvetin yasallaşması. Toplumsal ruh sağlığı açısından; depresyon ve intihar oranlarının artması, uyuşturucu kullanımının patlaması. Toplumsal düzensizlik anlamında; karşılıklı saygı ve sevginin yok olmaya yüz tutması, trafik kazalarının artması, sportif taraftar saldırganlığının önlenemez hale gelişi, toplumsal sorumluluk bilincinin zayıflaması, tüketim çılgınlığı ve israfın iğrenç boyutlara varması, artan çevre kirliliğine alışılması, kötü beslenmenin yaygınlaşması.
İnsani, sosyal değerlere değil paraya, güce önem veren bir toplum olduk. O paranın nasıl kazanıldığı, o konumun, o ünün nasıl elde edildiği artık neredeyse kimseyi ilgilendirmiyor. Haksız kazanç, yetki veya ün kazanmış insanları karşılarında gördüklerinde çoğumuz hesap sormuyor, onlara tapınıyor. Bu bir yağma kültürü, mafya kültürü, satış kültürü. Onu oluşturan da iktidar ve medya.
AKP bu noktada ikili oynuyor ve büyük kazanımlar elde ediyor. Evet, sıradan halk yozlaşmayı izliyor, izlemekten öte ona katılıyor, onu üretiyor ama bir yandan da tepki duyuyor. Gelecekten endişe ediyor. Çocukları için kaygılanıyor; nasıl bir ortamda yetişip hayata tutunacaklar? Halkın üstünde duracağı manevi-ahlaki sistemler ayağının altından kayıyor, insanları ekonomik kaygıların da ötesinde kaygılara sürüklüyor. Bu süreç AKP’ye önemli bir oy desteği sağlıyor.
Halkı televizyon yayınlarında en çok rahatsız eden unsur, hemen her vesileyle pespaye bir cinselliğin öne çıkarılması, özendirilmesi. “Play-boy”cu erkek fahişeliğinin, medyatik kadın fahişeliğinin, eğlence oğlanlığının para ve ün getirmesi. Kültürel çöplüğü oluşturan zengin bir kesimin güya hızlı, parlak yaşamının halkın günlük yaşamına yazıyla, sözle, görüntüyle sürekli sokulması. Bu kültürel lağımın her kesimden mahallelere, okullara taşması, yaşamı belirlemesi. “Ortam kötü” diye düşünüyor vatandaş ve gerisini de getiriyor. İnfial uyandırıcı yayınlar öyle boyutlarda ki bir dönem TSK bile siyasal islamı güçlendirdiği için medyayı uyarmıştı. Her biri yayıncılık rezaleti haber programları, “nitelikli” kanallarda incir çekirdeğini doldurmayacak gündemlerin zoraki esprilerle kakalandığı sohbet programları. Birbirinin kopyası yüzlerce fabrikasyon dizi… Kötüye alıştırılan kitlelerin giderek daha da kötü yapımlar istemesi. İbrahim, Bülent Ersoy, Ali Kırca ve onlarcasının böyle bir seviyesizlikten kazandıkları rakamlar duyuldukça, tepki için için kıvılcımlanıyor.
AKP yöneticileri sahneyi keyifle izliyorlar. Halkta oluşan tepkilerin muhafazakârlığı, dolayısıyla ellerini güçlendireceğini biliyorlar. Böylece bir yandan böyle yayıncılığı madden destekliyor, bir yandan da kendilerine doğrudan bağlı medya araçlarıyla sözüm ona alternatifini ortaya çıkarıyorlar. “İşte” diyorlar açık açık, “Karşımızdaki laiklik taraftarları böyle bir yaşamı sürdürmek için laikliği savunuyor.” Öbür seçenek ne? Din kisvesi altında, bağnazlığı batıl inançları yaygınlaştıran yayınlar.
Medyada Tekelleşme
Doğan Yayın Grubu’nun organlarını saymak medyada tekelleşmenin ne boyuta ulaştığını gösterir ve başka kanıta gerek bırakmaz: Kanal D, CNN-Türk, Star TV, Hürriyet, Milliyet, Vatan, Radikal, Referans, Posta, Fanatik, Turkish Daily News, Dream TV, Dream Türk TV, Radyo D, CNN-Türk Radyo, Doğan Haber Ajansı, Euro D… Örnek gösterilen Batılı ülkelerin çoğunda sıkı anti-tekel yasaları mevcut. Fakat bizdeki yasanın ilgili maddesi tekelleşmeyi kolaylaştıracak şekilde değiştirildi (4676 sayılı yasanın 13. maddesiyle değiştirilen 3984 sayılı yasa.) AKP o zamanlar bir ölçüde kendine karşı olan medyadaki tekelleşmeyi durdurmak istemedi, çünkü medyayı günün birinde tamamen ele geçireceğini biliyordu. Sonunda amacına ulaştı.
Medyada tekelleşme muhalefeti susturmak dışında Cumhuriyet’in tasfiyesi sürecinde de kolaylaştırıcı rol oynuyor. Bir medya patronunun iktidarla girdiği uzlaşma, o grubun tüm organlarında anlaşma doğrultusunda güçlü bir rüzgârın esmesine neden oluyor. Örneğin Doğan Grubu seçimlerde AKP’yi destekledi ve destek sürüyor. Gruba bağlı organların, yorumcuların, habercilerin aykırı tutum alması çok zorlaştı. Eleştirel tutumunu sürdürenlerin tavrı genel eğilim karşısında etkisizleşti, hatta genel eğilimi güçlendirir hale geldi. Aynı grubun kadrolarının birbirini eleştirmesi ve denetlemesinin koşullarını da doğal olarak kaldırıyor tekelleşme. Herhangi bir konu mu tartışılacak, sayısı kırkı bulmayan bir grup insan değişik kanallarda ve köşelerde tartışıyorlar kendi aralarında.
Bir yayın grubu sağcılara, solculara, devletçilere, liberallere seslenecek, ayrı ayrı gazeteler televizyonlar işletiyor. Ayrı ayrı kesimlere seslenecek gazeteciler, yorumcular istihdam ediyor. Bu doğal ve demokratik bir olgu gibi sunuluyor üstelik. Medya iktidarındaki bir avuç insan bu ülkede ılımlı islam gelecekse onu biz getiririz, laik sistem devam edecekse onu biz kendi koşullarımızda sürdürürüz, özgürlüklerin neler olduğunu biz belirleriz ve biz tartıştırırız, hatta arada çeşni olarak sosyalizm savunulacaksa onu da biz kendi adamlarımıza savundurturuz diyorlar. Kapitalist sistemden en yüksek düzeyde yararlanmaya çalışan, aynı zamanda ıIlımlı islam’a alabildiğine kapısını aralamış, sürekli özgürlüklerden bahsedip solculuğu da kimseye bırakmayan, hiçbir şeyden vazgeçmek istemeyen aç gözlü bir medya seçkinleri kadrosuyla karşı karşıyayız. Gerçek gündemlere, gerçek aydınlara şebeke kapalı. Nitelikli kafalar ya bu oyuna çağrılmıyorlar ya da çağrıldıklarında bulaşık ortamdan kirlenme korkusuyla kendileri uzak duruyorlar.
Medyada AKP Yanlılığı
2 Ağustos 2007 tarihli bir haber: “Devlet Bakanı Abdüllatif Şener’den medya itirafı. Şener, Tercüman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ufuk Büyükçelebi’nin sorularını yanıtladı. Şener, AKP’ye seçim öncesi medyanın verdiği aşırı destekten bahsederek şöyle konuştu; ‘Dünyanın hiçbir yerinde böyle medya desteği sağlanmamıştır. Bu nasıl bir destek? Hiçbir dönemde medya iktidar partisini bu kadar desteklememiştir. Bu hem iktidar için hem Türkiye için zararlıdır’.”
Medya bu hale nasıl geldi? Başka bir haber: “Hükümet, TMSF ve TRT aracılığıyla, televizyonların yüzde 19.2’sini, yazılı medyanın da yüzde 19.9’unu doğrudan elinde tutuyor. AKP yandaşı dinci medyanın denetiminde bulunan TV kanallarının izlenme oranları ile birlikte TV’lerde bu oran 32.7’ye yazılı basınında yüzde 43.1’e yükseliyor.”
TMSF’nin şaibeli atv-Sabah Grubu satışı ile hükümetin medyadaki etkinliği yeniden gündeme geldi.
Rekabet Kurumu’nun atv-Sabah Grubu’nun satışı nedeniyle hazırladığı medya raporuna göre, hükümetin, doğrudan etki edebileceği ulusal kanallar, gazeteler ile bunların yıllık izlenme oranları ve net satış pazar payları şöyle:
TMSF’nin halen elinde tuttuğu ve şartnamesine isterse satın alabileceğine ilişkin hüküm koyduğu atv’nin, Türkiye televizyon izlenme pazarındaki payı yüzde 14.5. Aynı şartnamede yer alan Sabah gazetesinin Takvim, Pas, Fotomaç gibi diğer Merkez Grubu gazeteleri ile birlikte Türkiye’nin net gazete satışlarındaki payı da yüzde 19.9.
Devlet televizyonu TRT 1 ve 2 de toplam yüzde 4.5 pazar payı ile hükümetin güdümünde.
Fethullah Gülen ‘in kontrolünde olan STV’nin izlenme payı yüzde 7.6, Zaman gazetesinin net satışlardan aldığı pay ise yüzde 12.3. Tabii bunun çok yüksek bir oranını abonelik ya da “cemaat tarzı organize satış” oluşturuyor. Today’s Zaman ile bu oran yüzde 12.6’ya ulaşıyor.
Dinci televizyon kanalı Kanal 7’nin izlenme payı yüzde 6.1.
Sabah-atv ihalesinden son anda çekilen ortaklıktaki bir başka dinci grup olan Ethem Sancak’ın kontrolündeki Star da tüm Türkiye gazete satışlarından yüzde 1.7 pay alıyor.
Türkiye gazete satışlarından yüzde 14.4 pay alan “diğer” basın arasında ise hükümetten SEKA Balıkesir’i alıp yargı kararına karşın geri vermeyen, Albayraklar’ın Yeni Şafak’ı, Vakit, Sabah-atv ihalesine katılmaktan son anda vazgeçen Akın İpek’e ait Bugün gibi dinci gazeteler de yer alıyor. Bu üç gazetenin kasımın son haftası itibarıyla Türkiye’deki net gazete satışlarından aldığı pay yüzde 4.9.
Amerika’da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile yemekte buluşan ve Bush güdümlü politikaların destekçisi Robert Murdoch’un tilkiye (FOX) çevirdiği TGRT’nin pazardaki payı da yüzde 4.6. TGRT’yi Murdoch’a satan muhafazakâr basının diğer temsilcisi Türkiye ise ülkemizdeki gazete satışlarından yüzde 4 pay alıyor.
Öte yandan “herkes kendi medyasını ve sermayesini yaratıyor, bizim neyimiz eksik”çi AKP’nin açtığı “rüşvet ve besleme” kanallarının yeni bir kulvar yaratmakta oluşu, onunla içli dışlı Doğan medyası tarafından, bir “tehdit” değil, bir “fırsat” olarak değerlendiriliyor. Elbette, ABD’nin ve ABD’ciliğin kaynaştırıcı gücü de burada önemli bir rol oynuyor.
Kısacası, Aydın Doğan medyasıyla Fethullahcı/Nakşi güçler arasında oluşan bir düopol ile devindirilen ana mecra Türkiye’de “özgür medya”nın kırıntısının bile süpürülmesi girişimi olarak karşımıza çıkıyor. Öte yandan ikisinin de belli bir gücü var ama aralarında bir ikilik çıkarmamaya şimdilik büyük özen gösteriyorlar. Doğan’ın iş dünyası günlüğü Referans’ın başına Fethullah taraflarından Eyüp Can’ın geçirilmesi, Taha Akyol’un yıllardır sürdürdüğü liberal İslamcı hoşgörü çizgisi gibi örnekler ve asıl o güçlü reklam ilişkileri sayesinde araları hep “iyi” gidiyor. Temel dürtüleri liberal ortamı arkalarken ihalelere de arkalık olma, “pay kapma” ve hoşgörü yayma olan Radikal tarzı muhalefet de Taraf’la uyumlu ilerliyor.
Bu iki grup merkeze yerleştikten sonra geriye ne kalıyor? Karamehmet Grubu mu? Evet SKY TV, biraz muhalefet yapabiliyor? Akşam gazetesi ise iktidarı, ABD’yi, devleti incitmekten çekinen örtülü bir muhalefet gösteriyor ama buna örtülü destek desek daha yerinde olur. Sonra geriye ne kalıyor? Büyümesi olanaksızlaştırılmış az sayıda küçük medya organı ve yılların Cumhuriyet’i!
Alman-İtalyan faşizmi türü tek medyaya sadece bir adım kalmış. O adım da görüntüyü kurtarmak için ve gerekli görülmediğinden belki de bilerek atılmıyor. Ama bu hiç atılmayacağı anlamına gelmiyor.
Sanat Alanları, Piyasalaşma, Tekelleşme
Toplumsal kültürün medya kanalının giderek bir lağım kanalına dönüşmesiyle yaşanan kokuşma sürecinde, görece daha temiz bir mecrada aktığı düşünülen sanat nehri de her bir deresine boşaltılan piyasa pislikleri yüzünden giderek kirlenmekte. Kimi kanallar kurumaya yüz tutmuş durumda, kimilerinde ise kurulan barajlarla akış kontrol ediliyor, bu arada baraj göllerinde biriken enerji de bir başka şeye dönüştürülüyor. Sonuçta piyasa düzeni bu: Her alanda kâr etmeye odaklanarak kamusal alan ve hizmetleri eline geçirmeye çalışıyor, tekelleşme güdüsüyle küçükleri yutmayı deniyor, sanatsal üreticileri ise çeşitli özendiricilerle boyunduruğu altına alıyor.
Bu üçlü kıskaç bütün sanat alanlarında farklı şekillerde karşımıza çıkıyor: Satış edebiyatı, yeni milenyumun resim piyasası, Borusan’a ve Doğuş’a terk edilmekte olan müzik orkestraları, Avrupai projeler, kapatılan tiyatro salonları, ihaleyle sanatçı alımları vesaire vesaire. Şimdi de tek tek bu başlıklara bakmaya çalışalım.
Satış Edebiyatı
Ülkede yükselen kültür değeri satış kültürüyse edebiyatta yükselen değerin de satış kültürü olmasına şaşmamak gerek. Süreç 12 Eylül askeri darbesiyle başladı. Amerikancı generaller solu ezdiler, ülkeyi ABD’ye, Avrupa’ya satmaya teşne bir kültür yarattılar. Siyasal dincilikle kol kola her türden gericiliği üreten ama sosyalist bilinci yasaklayan karalayan bir kültür oluşturdular. Politik gericilik piyasa baskısıyla birleşti ve ülkede kısa zamanda satma kültürünün hâkim olduğu bir edebiyat gelişti. “Küfür Romanları”yla ivme kazanan süreç özgürlükçü görünen liberal bir edebiyatın tekelleşip despotlaşmasıyla son buldu. Ülkedeki tüm politik eğilimleri bazen apolitik biçemde bazen ucuzca politikleşerek sömüren bir piyasa edebiyatı.
Fethullahçı olarak bilinen Eyüp Can’ın Doğan Grubu’ndan Referans gazetesinin başına getirilmesi, onun ülkenin en popüler yazarlarından Elif Şafak’la evlenmesi… Bir ucu ABD’de başlayan, tarikatlarla ülkeye giren, liberal gazetelerden “sol” yayınevlerine kadar uzanan akrabalık ilişkileri… Bir uçta kapitalizm ve emperyalizm karşıtlığına sıkı sıkı kapalı hoşgörüsüz ama öte uçta Bush’a kadar uzanan geniş bir hoşgörü zinciri. Edebiyat otoritelerinin ezici çoğunluğunun bu ortamda en çok satanları en iyi ilan etmeleri kaçınılmazdı.
Satış listelerinin başında sıklıkla üç grup piyasa eğilimini gördük:
1- Piyasanın merkez eğilimi: Edebiyatın liberal çizgide satılışı. Örneğin Orhan Pamuk, hem çok satandı, hem de edebiyatı satıyordu (Okuyucuya göre yazarak edebiyata ihanet ediyordu). Sonunda sözleriyle ülkesini de sattı ve ödüllendirildi. Garip bir ironiyle güya düşünce özgürlüğü için kazanmıştı bu ödülü ama onu beğenmemek liberal medyamızca yasaklandı. Piyasa edebiyatına tavır alanların hepsi aynı kefeye konulup faşist diye yaftalandı.
Onun ve benzeri popüler yazarların üstünden edebiyat bir ün ve para kazanma aracı seviyesine düşürüldü. Ne olursa olsun kitabınızı sattırın, satarsanız kazanırsınız, biz de kazanırız, o zaman sizi destekleriz dayatması edebiyata yön veren düstur oldu. Edebiyat ne toplum içindi, ne de sanat için. Edebiyat piyasa için yapılmalıydı ve para getirmeliydi. Sanat, satış içindi. AKP kadroları stratejik amaçları için çok uygun olan bu çeşit edebiyata büyük sempatiyle bakıyor, bu çeşit solculuğu destekliyor. Bunu demeçleriyle açık açık ifade etmekten geri durmuyorlar.
2- Dinsel inançları satan edebiyat: 1980’den beri dinsel yayınların ve okuyucularının giderek arttığı bilinen bir gerçekti. Ancak bu piyasa, merkez piyasanın dışında yan bir piyasaydı. Dini satan yayınların artış ivmesi hızlandı, okuyucu sayısı aynı oranda olmasa da giderek arttı. Dahası söz konusu yan piyasa merkeze kayarak (veya merkezi kendine çekerek) genel piyasayla birleşti. Artık popüler kitapçılarda dinsel yayınlara ve dinsel edebiyata daha çok rastlıyoruz, kitap fuarlarında ise dinci yayınevleri çoğunluğu ele geçirmek üzereler. Keza medyada dinci edebiyat yoğun yer almaya başladı. “Merkez” medyada bu konuda öncülüğü TRT yapıyor.
3- Milliyetçi Edebiyat: (“Çılgın Türkler” Edebiyatı) Türklüğü, Türk milliyetçiliğini öne çıkarıyor, bu şekilde edebiyatı satıyor, Türkiye’nin öteki etnik gruplarını da satıyor.
Bu üç içeriği pazarlayan edebiyat ve kitap piyasası, sadece “doğal” tekelleşme eğilimleriyle, YKY ya da Doğan’ın “piyasayı domine etmesi”yle değil, AKP’nin hızlandırıcı “regülasyonları” ve AB’ci müdahalelerle birlikte devindi.
Değişik kanattaki siyasi bildirilere imza koyan, keskin demeçler veren edebiyatçıların bir ortak özelliği edebiyattaki piyasa eğilimine, edebiyatın edebiyatsızlaşmasına karşı hiçbir şey yapmamaları.
Sonuçta yaşanan ne? Halkın sanata, edebiyata karşı olan çok yetersiz ilgisinin de azalması. Edebiyatın birleştirici, bilinçlendirici, harekete geçirici işlevinin zayıflaması; milliyetçi, dinci çizgide toplumsal düşmanlıkları artırıcı, bilinç uyuşturucu yönünün güçlenmesi. Emperyalist politikaların (Büyük Ortadoğu Projesi, Ilımlı İslam Projesi) ülkede güçlenmesi için gerekli teslimiyetçi ortamın hazırlanması, satışçı piyasa değerlerinin toplumda yaygınlaşması…
Hrant Dink cinayeti, AKP iktidarının medya ve sanat karşısındaki nihai hedefini açık eden bir gösterge. Teşkilat içinden defalarca yapılmış çok somut uyarılara karşı polisteki kadroları bilerek bunu dikkate almadılar ve Dink’i öldürttüler. Sonra da tezgâhı örtbas ettiler. AKP’nin özgürlükçü yüzü yalnızca ılımlı islam projesine özgürlük sağlamak içindir ve sözde özgürlükçü liberal-sol edebiyat bu projenin ayaklarından biridir.
Yeni Milenyumun Resim Piyasası
Madem bu kadar piyasalaşma diyoruz, konunun nerelere geldiğini en işi şekilde gösterdiği için bu bölümü “ideal” bir sanat piyasası haberine terk ediyoruz:
“İstanbul Sanat Fuarı’nı Kimler ‘Alıcı’ Gözle Gezdi?
Sanatseverlerin merakla beklediği İstanbul Çağdaş Sanat Fuarı’nın açılışı dün gece yapıldı.
Açılışa katılan isimler ise, fuara katılan eserler kadar renkli ve çeşitliydi.
Eski MİT Müsteşarı Mehmet Eymür, galerisi geçtiğimiz günlerde kapanan İnci Aksoy, Özlem Önal ve eşi Ayça Dinçkök, Can Has,Güllü Aybar ve Sezen Cumhur Önal fuarın açılışına katılan isimlerdendi.
Özellikle Sezen Cumhur Önal’ın kendisinde Fransa Cumhurbaşkanı’nın eşi Cecilia Sarkozy’nin imzalı bir mektubu olduğunu söyleyip, herkese sadece Cecilia Sarkozy’nin imzaladığı kısmı gösterip mektubun içeriğinden hiç bahsetmemesi dikkat çekiciydi.
Cem Hakko ve Faruk Eczacıbaşı da fuarı gezenler arasındayken Doğan Hızlan açılışa yine her zamanki yakın çalışma arkadaşı İhsan Yılmaz ile katıldı.
ATV Sabah ihalesine girmeye hazırlanan Star Medya Grubu’nun Yönetim Kurulu Başkan vekili Ethem Sancak ise fuardaki sanat eserlerine alıcı gözle bakan isimler arasındaydı.
Sanatçı Alev Tunca’nın eserlerinin bulunduğu standın önü bir ara miting alanı gibi kalabalıkken, Berlinli sanatçıların eserlerinin büyük ilgi görmesi de dikkat çekiciydi.
Sanatçı Mahmut Karatoprak’ın çalışmaları ise açılış gecesinin en çok satılan eserleriydi.
Açılış gecesinde Zeynep Tunuslu sarı kıyafetiyle konuklara mikrofon uzatırken, Limak Holding’in genç patroniçelerinden Nihat Özdemir’in kızı Ebru Özdemir’in açılışa katılması da gözlerden kaçmadı.
Çünkü Ebru Özdemir İstanbul’a çok az geliyor ve bu gelişlerini fuar festival gibi zamanlara denk getirmeye çalışıyor.
4 gün sürecek İstanbul Çağdaş Sanat Fuarı Lütfü Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda gezilebilecek.”1
Plastik sanatlar dünyasının ne hale geldiğini anlatmak için başka söze gerek var mı? Var diyorsanız ve illa daha fazlasını istiyorsanız, büyükçe bir galeriye, bienal küratörlerine, belediyeye, Sakıp Sabancı müzesine, onlar da olmazsa, doğrudan cüzdanı şişkin bir hamiye başvurmalısınız.
Bu arada, olur da, yeterince örtünmemiş bir heykel ya da nü tabir ettiğiniz edepsizliklerden sergilemeye kalkışırsanız, şöyle üzerlerine şık bir örtü ya da örtü figürüyle, bütünlüklerini bozmayacak ve haşa (oto)sansür olarak kavranmayacak şekilde gerekli düzenlemeleri yapmalısınız.
Borusan’a ve Doğuş’a Terk Edilen Müzik Orkestraları
Plastik sanatlardaki kişisel satışın daha “kurumsal, bütünsel ve sürekli” halini ise müzik dünyasında görüyoruz. Popüler müzik piyasasındaki rezillikleri, magazinleşmeyi, şaklabanlıkla sanatçılığın birbirine karışmasını ve benzeri “gelişmeleri” uzun uzun anlatmaya gerek yok. Hani derler ya “Her gün görüyoruz, duyuyoruz, yaşıyoruz.”
O yüzden de, daha az görünen ama derinden derine işleyen bir başka kurumsallığa klasik müzik alanına bakabiliriz. Bugün neredeyse bütünüyle icraya daralan, yeni kompozisyonların ve arayışların büyük ölçüde durakladığı bir alanda; günümüze kadar kamusal kaynaklarla ayakta duran, ötesinde toplumun zihnini müzikal anlamda canlandırma/ayağa kaldırma misyonuyla donanması icap olan orkestraların, bitip gitmekte, biterken de alanı özel sermayeye terk etmekte olduğunu görüyoruz.
Devleti ve kamuyu, toplum yararına değerler ürettiği, toplum için kaynaklar ayırdığı alanlardan çıkartıp, “Her şeyi de onlara bırakmamak lazım!” söylemini ve “böyle giderse çok zarar edecekleri” iddiasını dillere pelesenk edip, söz konusu alanın içini de boşaltarak, sermaye kuşatmasını yaymak neo-liberalizmin her alandaki, bu arada kültür sanat alanındaki uygulamalarının da esasını oluşturuyor.
Sağlık ve eğitimde olduğu gibi kültürel alan da boşaltılınca, bu alana sermayenin üst düzey temsilcilerinden birileri ya da boşluğun büyüklüğüne göre birçoğu hücum ediveriyor.
İşte son yıllarda AKP bu zemini sağlamak için elinden gelen her şeyi yapıyor. 12 Eylül karanlığının Özalcı evresinden sonra, bu özelleştirme ve piyasa yanlısı icraatın en hızlı hayata geçirildiği dönemi yaşıyoruz.
Ekonomik, hukuki vb. bir dizi adımla zemin bir kez sağlanınca da, sermayenin seçkin temsilcileri, yeni prestij, tanıtım ve kâr olanakları gördükleri anda bu türden boşluklara balıklama atlayıveriyorlar.
Söz konusu boşluklar oluşturulup özel sermayeye terk edilirken, bir dizi yakınma da gündeme geliyor:
Devlet sahneleri, özellikle de klasik müzik orkestraları ödeneksizlikten yıkılıyor, devletin bu işlerden elini eteğini çekmesi gerekiyor değil mi; bunu herkes bilir. Artık gençler ve bir bütün olarak halk, bu tür klasik eserlere ilgi göstermiyor, oysa onları kendi beğenilerinden yakalamak gerekir değil mi, bunu da herkes bilir. Milli ve dini değerlerimizi korumak, yaşatmak ve geliştirmek de gerekir değil mi, bunu daha da herkes bilir.
Bu koşullarda illa klasiklerden bir şeyler gerekirse, koyarsınız şöyle 9. Senfoni’nin meşhur bölümünü Itri’den bir bestenin arkasına, başına mehter marşı, sonuna Mevlana, birazcık ney, üç ölçek darbuka, Sertab’la birlikte kaynatılınca, adına ister füzyon, sentez, doğu-batı buluşması deyin, ister Türkiye’nin yeni yüzü ya da mozaik pasta; afiyetle yedirirsiniz piyasa canavarlarına.
Ancak bir defalık mozaik projelerinin yanı sıra, daha sürekli ve de bütünlüklü “toplumsal değer projeleri” üretmek istiyorsanız, gençliğe ya da çocuklara yatırım yapıyormuş gibi hareket etmelisiniz. Doğuş Çocuk Senfoni Orkestrası, Bilkent Gençlik Orkestrası, Borusan’ın filarmonicileri derken, harika çocukları anaokulundan alıp üniversite kapısından bırakan harikulade eğitim sistemi gibi bir çark kurabilirsiniz.
İsterseniz, bütün bunların arkasında, AKP’nin çarklarını iyice hızlandırdığı, piyasayı, onun işleyişini ve mantığını da görebilirsiniz. Burası bütünüyle size bağlı.
Ancak bir soruyla birlikte: Zamanında harika çocuk, şimdilerde değerli bir besteci ve icracı olan Fazıl Say, “kamusal bir aydın” olarak son günlerde kamuoyu gündemine taşıyabildiği “gericilikle hesaplaşması”na, piyasayı da katmazsa, karşısındaki bütünlüklü, kurumsal ve sürekli hücuma karşı gerçekten bir şeyler yapabilecek midir? Ne dersiniz?
Avrupai Projeler Kapatılan Salonlar
Şimdilik piyasayla temelli bir hesaplaşması olmasa da, Say’ın çıkışı yine de çok önemlidir. Öyle bir dönemden geçiyoruz ki, karanlığa karşı ses verebilmenin değeri artmış durumda. Biz ise karanlıkla büyük satış arasındaki bağlantıları kurarak devam edelim. Satış fütursuzlaştıkça, satıcılar edepsizleştikçe, karanlıkla bağlantıların da daha açık görülebileceğini umalım. O halde göstermeye çalışalım:
Aslında işimiz bir anlamda kolay! Çünkü (piyasalaşmadaki) fütursuzlaşma had safhada. Öyle ki, artık şehir tiyatrolarına sanatçı kabulünün, ihaleyle olabileceği açıktan söyleniyor, bunun propagandası yapılıyor.
Aslında işimiz bir anlamda zor! Zira bu kadar açık bir saldırı ve fütursuzlaşma, beraberinde bir alışma, duyarsızlaşma ve kanıksama halini de getirebiliyor. “Ne olacak ki, piyasa gerçeği artık kaçınamayacağımız kadar güçlü. Burada herkese fırsat tanınması, bir yapımcı şirket etrafında toplanarak ihaleye katılacak sanatçıların şanslarını artırmaları da bunun bir parçası.”
Evet ihaleyle sanatçı alımıyla bir ilke daha imza atılıyor, “Yok, artık bu kadar da olmaz!” ya da “İşin kuralı böyle, artık böyle olacak.” diyenler de oluyor: İstanbul’daki şehir tiyatroları “168 sanatçı ve teknik elemanı kapsayan ‘herkese açık’ hizmet alımı ihalesi yapma” kararını açıklayabiliyor; taraflar belirginleşiyor.
İhaleyle alınan sanatçılar, Avrupa Birliği’nden fon kapma yarışında, ellerinin altında bir dizi proje dosyasıyla pazarlık süreçlerini de kızıştırıyorlar. Her tarafta Avrupai projeler uçuşur, yeni ödüller, teşvikler yaratılırken, sahnelerin kapanmakta oluşu akıllarda soru işaretleri uyandırıyor. Öyle ya, diyelim şehir tiyatrolarına ihaleyle oyuncu alınacak, ama bu oyuncular Muhsin Ertuğrul sahnesinde değil de nerede oynayacak?
Hakikaten de oynayabilecekleri çok yer var. Gerici belediyelerimiz gecekondu salonlarından orada, burada kondurarak yeni yeni yerler de açıyor. Ancak mesele nicelik değil. Daha doğrusu gerici belediye nicelikle geldiğinde muhalefetin üstüne, sırf repertuarın niteliğiyle değil, şehir merkezlerinin neden boşaltılmakta olduğunu, bunun arkasındaki büyük projeleri, kongre vadilerini, piyasanın ve emperyalizmin zirvelerini vb. gündeme getiren daha kapsamlı bir çalışmanın niteliğiyle karşı durabilmek gerekiyor.
Bu kalibrede çıkışlar gerçekleştirip mücadele verdikçe “yapılabileceği” de görülüyor. Bugün, Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin yıkılmasına karşı “yürütmeyi durdurma” kararının alınması, sırf hukuki bir başarı değil, gerçek hareketin de bir ürünüdür. AKM’yle birlikte Muhsin Ertuğrul’un kapatılmasına karşı gerçekleştirilen eylemler, sanatçıların uzun süredir kapanıp kaldıkları kovuklarından çıkmakta olduklarının da işaretidir.
Bu arada “ihaleci” Nurullah Tuncer’in görevden alınması ve “sol liberal” Orhan Alkaya’nın İstanbul Şehir Tiyatroları genel sanat yönetmenliği görevine getirilmesi, söylemdeki değişiklikler ile uygulamada sergilenenler arasındaki açıyı artırmak dışında ne gibi bir anlam taşımakta, bu da büyük bir soru işareti. Zira, AKP’nin İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Projesi kapsamında ticaret ve kongre merkezleri haline getirmeyi planladığı bölgelerden elde etmeyi umduğu 2 milyar dolarlık rant, pek öyle “söylem”le çözülebilecek bir şeye benzemiyor. Sonuçta, koltuk öyle bir koltuk ki, doğu batı sentezinin yeni biçimlerini aramaya çalışmakla, Mevlana yılının sponsorluğunu üstlenecek firmaları aramaya çalışmak birbirini besliyor.
Sahnelerden, diğer kültür sanat alanlarına uzanırsak, benzer şekilde, Topkapı Müzesi Müdürlüğü’ne İlber Ortaylı gibi saygın bir tarihçinin danışman yapılması, AKP’nin son dönemde vitrini kollamaya başladığının, uygulamayı onun perde gerisinde hızlandırdığının göstergesidir. Öyle ya danışman koltuğunda böylesine saygın bir isim varken, müzelerde güvenlik hizmetlerinin özelleştirilmesine kim ne diyebilir ki?
Mesele aslında yine, tek başına “peygamber efendimizin ayak izlerini sergileyen yeni müze bölmeleri”ne değil, piyasa düzenine dayanmaktadır.
Öte yandan, kendisinin “ayak izlerini sergilemek”le yetindiğini, birilerinin çıkıp bu ayak izlerine tapındığı durumda bunun kendi meselesi olmadığını söyleyen bir müzecilik ve sergileme anlayışı, yani Ortaylı’nın yaklaşımı, “tapınma”nın yavaş yavaş dayatılmakta olduğunu, bunun kendi sergileme özgürlüğünü de kısıtlar bir hale geldiğini görmeye başlayacak mı, sorun biraz da buradadır.
Buna en hafifinden “gereksiz kaygılar”, en ağırından “paranoya” diyenler ya da bizleri durduk yere “komplo” kurup huzuru bozmakla eleştirenler, gericiliğin toplumun dokularına işleyerek yayıldığını ve yayıldıkça baskısını artırdığını anlayamayarak, hoşgörü adıyla ortaya çıkan bir vurdumduymazlığa sürüklenmektedirler.
Bu noktada, piyasanın satıcılığıyla hükümetin ve onun çevresindeki kültür sanat örgütlenmesinin gericiliği iç içe geçmektedir.
Satışın Bir Parçası da Gericileşme
Türkiye’yi pazarlayıp “markalaştıracağını” söyleyen AKP yönetiminin, kendi farklılığını, markasını ya da alamet-i farikasını ortaya koymasında, bu farklılığın sembollerini oluşturup dayatmasında, gericilik her zaman ön plana çıkıyor. Emperyalizmin yeşil kuşağı ülkeyi sararken, Fethullahçı, Nakşi hatlarla ABD’den aldıkları icazetle, oradaki gericileşmeye ve halkın uyuşturulmasına paralel bir biçimde kendi yapılanmalarını örerken; kadrolaşmayı sağlayabilmek ve devlet kurumlarını ele geçirmek birinci derecede önem taşıyor. Şimdi biraz da bu yapılanmanın kültür sanat alanındaki yansımalarına göz atarak, “1923 projesi”nin bu boyutta da nasıl bitirilmekte olduğunu takip edelim:
Alamet-i Farika: Gerici Kadrolaşma
Yukarıda kısaca incelediğimiz piyasa dinamikleri ve onun farklı sanat alanlarındaki örnekleri, sadece devletin kültürel varlığının – daha doğrusu, kamusal sanat alanları ve ortamlarının – geriletildiği bir ortama işaret etmiyor, geride her ne kalıyorsa, orada da müthiş bir gerici kuşatma yaşanmakta olduğunu ortaya koyuyor.
Kültür Bakanlığı ve İstanbul ile Ankara başta olmak üzere belediyeler, gerici kuşatmanın kaleleri olarak inşa edilmekteler. Bu arada, kültürel-sanatsal birikimin gelişimi, eğitimle iç içe olduğu için, ilköğretimdeki kadrolaşmadan ve müfredattan başlayıp, üniversitelerdeki kültür merkezlerinin kapatılmasına dek uzanan bir boyutu da var.
Balık baştan kokarken, birinciliği bakanlığa veriyorlar.
Görev dönemini uyuyarak geçiren ancak müsteşarlıktan başlayarak bakanlıktaki ve onun tüm kültür merkezlerine uzanan kollarındaki kadrolaşmada hiç de uyuklamayan Atilla Koç’un ardından, daha “aktif” bir isim olarak gündeme geldi Ertuğrul Günay. Sosyal demokrasiden devşirildiği için çok ses edilmeyeceği kanaatiyle, piyasacı uygulamalarda daha aktif olmak adına da, biçilmiş bir kaftan adeta.
Vitrindeki “duruş”uyla, demeç vermekten başka pek bir şey yapmayacakmış gibi görünüyor ilk bakışta, ancak kurduğu çok sayıda komisyonla, alttan alta satışı organize ve koordine eden bir profil çiziyor. Koltuğunun kültüre ve turizme birlikte kapı açması, işini kolaylaştırıyor.
Four Seasons’ın yutmaya çalıştığı Bizans kalıntıları için, Aydın Doğan’ın Milliyet’i (Hilton aşkına) bu kadar yüklenince, göstermelik bir şeyler yapabileceği ortada. İzmir’de 1. derecede SİT alanlarını uluslararası turizm şirketlerine peşkeş çekerken ise kültür bakanı şapkasını çıkarıp turizm bakanı takkesini giyeceği de aynı şekilde ortada. Sosyal demokrat kökenli ya, ortada biri zaten.
Bakanlığın büyük planı da ortada: Çanakkale’den İskenderun’a uzanan sahil şeridinde henüz turizme açılmamış bakir arazileri, önce yandaşların önemli paralar ve parsalar toplayacakları bir düzene kavuşturmak, sonra da “İspanya modeli” adı altında yerleşimin düşük yoğunluklu tutulduğu konutlar, villalar, golf sahaları ve beş yıldızlı otellerle yabancılara mülk satışı gerçekleştirerek, bir anlamda “işgali tamamlamak”. Bu arada İstanbul, İzmir gibi merkezleri kültürel yağmanın ortasında, emekçilerden arındırılmış birer iş ve kongre merkezine çevirme işlemini de sonuçlandırmak.
Böylesine önemli bir “master plan” uygulanırken AKP’nin denetim ihtiyacı da ortada. O yüzden Başbakanlığın iki eski sekreteri, Günay’ın yardımcıları olarak atanıyorlar. Eski müsteşar (molla lakaplı) Mustafa İsen ise Cumhurbaşkanlığı başdanışmanlığına terfi ederek, buradaki koltuğun önemini gösteriyor.
Bu arada Bakan Günay, kendisini böylesine önemli bir koltuğa oturtan hükümetini korumak ve kollamak için de elinden geleni yapıyor. Örnek olması açısından sadece bir haber yeterli: “Trabzon Devlet Tiyatrosu tarafından Rize İsmail Kahraman Kültür Merkezi’nde Aralık ayının sonunda sergilenen ‘Düğün ya da Davul’ isimli oyuna Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik eleştiriler içermesi üzerine soruşturma açacağını söyledi. Tiyatrocuların yaptıkları işler ile başlarını ağrıttığını belirten Günay, ‘Sanatta özgürlükten yana olduğumu defalarca söylüyorum ama özgürlük saygısızlık demek değildir. Devletin verdiği olanaklar ile sahneye çıkıp devlete siyasi iktidara hükümete yakışıksız sözler söylemeyi gerektirmez. Arkadaşlarım hakkında inceleme yaptıracağım için soruşturma açacağım için çok sevinçli değilim ama böyle bir zorunluluk hissediyorum’ dedi.”
Gericilik toplumsal dokuya yayılırken, her alanda benzer gerginlikler ve tahammülsüzlükler yaratarak yol alıyor. Kimi zaman hoşgörü görüntüsü kimi zaman dayılanma ve Kasımpaşa…
Adnan Hoca’nın vakıflarının evrim teorisini çürütüp duran, insanlardan çok maymunları şaşkına çeviren fosil sergilerine, bakanlığın ve belediyelerin tüm olanakları verilir, merkezi olanları özellikle seçilerek bütün salonların kapıları bedavaya açılırken hoşgörüye; bu serginin bilim düşmanı karakterini ortaya koyup salonların neden ücretsiz verildiğine dair şikâyetler yapıldığında ise tahammülsüzlüğe geliyor sıra.
Bir ona, bir buna: Böyle böyle ilerliyor, gerici kadrolaşma.
Binince Böyle Bir Alamete, Gidiyor Devlet Kurumları Felakete
Maymunlara değindikten sonra, devletin yüksek tepelerindeki – halka örnek olması beklenen- kültür/sanat kavrayışının son yirmi yılda nasıl bir evrim gösterdiğine de kısaca değinecek olursak, karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor:
12 Eylülcü paşanın Picasso tablosuna bakıp bunu ben de yaparım diyen ve oransız at karikatürlerine dayanan yüksek resim anlayışından, Red-Kit ve vur patlasın çal oynasın arasında gidip gelen Özalcı beğeninin zarafetine; sanatın içine tükürerek interaktif kültür kavrayışını bir adım daha geliştiren Gökçek estetiğinden Adnan Şenses’ci Kasımpaşa duyarlılığına uzanan bir süreç bu.
Burada, bayağılaşma, yozlaşma, kokuşma, çürüme gibi fiillere terk edilebilen estetik düzey, en “görünür” ve somut karşılıklarını, biraz da ilgili sanat alanının “yapısı” gereği, plastik sanatlar alanında buluyor. Yukarıda da değindiğimiz heykellerin ve resimlerin edepsiz çıplaklığını giydirme pratiklerinin, uygun örtünme modelleri geliştirilerek, dekoratif bir anlayışla yürütülmesi belki de yeni bir üslubun habercisi oluyor: Gerici gerçekçilik!..
İşte bu anlayış kültür merkezlerine mescitten başka bir “ilave” yapılmamasını sağlıyor. Aslında kültür merkezlerinin kendisinin de mescitten başka bir işlevi kalmamaya başlıyor. Bu merkezlerin programları, giderek daha fazla, fetih günlerine, medeniyet buluşmalarına, dini hoşgörü festivallerine, Osmanlı musikisinin – Ahmet Özhan yorumuyla – yeniden keşfine ve benzerlerine dayanıyor. Dileyen, İstanbul’daki Cemal Reşit Rey Kültür Merkezi’nin eski ve yeni programlarını karşılaştırıp “gelişim”i takip edebilir.
Devletin yükseklerinden, Tayyip’in ilk çıkışını gerçekleştirdiği belediyeye geri geldik sonunda. Onun zamanında, Kültür A.Ş. adıyla “kurumsallaşma” yaşanmamıştı daha. İhaleyle sanatçı alabilir kıvama gelmek için böylesi bir reorganizasyon şarttı bir bakıma.
Bu yapılanmanın yayıncılık çizgisini, bastığı (kendi kulvarında da yetersizlikleri sırıtan) Osmanlı kitaplarından; sahne sanatları ve müzikteki çizgisini, belirttiğimiz gibi Cemal Reşit Rey’in aylık (dini) programından; genel anlayışını orada burada açmakta olduğu Necip Fazıl Kısakürek merkezlerinden ya da miniatürk tarzı projelerinden; “nereden geliyor bu derenin suyu” sorusunu ise tarikatlardan ve Avrupa Birliği fonlarından takip etmek mümkün.
Kültür A.Ş.’nin başına ise iktidarın güvenilir bir bürokratı konduruluyor ki, gerektiğinde toplumsal kültürün diğer boşluklarına uzanabilsin, örneğin, TMSF tarafından el konulan medya kanallarının başına getirilebilsin. (Bakınız, Cengiz Özdemir örneği ve Star grubunun başına geçerek Doğan’a kılçıksız bir kanal teslim etmesi).
İstanbul Belediyesi dediğimizde, “kültür danışmanlığı kurumu”nun yakın geçmişinden bugününe uzandığımızda, gericileşmenin ve rant paylaşımının, AB projeleriyle nemalanma girişimlerinin özel bir merkeziyle karşılaşıyoruz zaten. AKP’den de önce – ama yine gericilik ekseninde – Hilmi Yavuz’dan (Nurettin Sözen döneminde başlattığı ve bugün Kanal 7 olarak sonlanan televizyon macerasından) Vecdi Sayar’a (Kadir Topbaş zamanındaki envai Beyoğlu projesine) uzanan geniş bir yüzeyde, Kenan Işık, gelinen son bir örnek ve yeni bir yüz sadece.
Kendisinin, müstakbel Kadıköy Belediye Başkanı (adayı) olması da felaketin bir diğer boyutu yalnızca. İstanbul özelinde asıl rant, yağma ve kadrolaşma; bu tür ufak rol paylaşımlarından ziyade, baştan beri vurgulamaya çalıştığımız gibi, 2010 İstanbul kültür başkenti çalışması gibi büyük satış projelerine yoğunlaşmakta.
Gerçekten de, “2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti Yasası” (Evet, bu işin bir de yasası var.) 36 maddesiyle satışın bir belgesi. Kültürel dokusuyla birlikte şehri bir bütün olarak pazarlayan proje, 2010’a kadar “işgale alan açma girişimi”, 2010 ve sonrasında ise “büyük işgal projesi” olarak işleyecek. Altı bakanlığın koordinasyonunda bir şirket oluşturan ve tepesine de “ABD’nin güvenilir adamı” Egemen Bağış’ı oturtan bu “proje” ve onun yasası, şehrin “imar ve nazım planı”nı neredeyse TOKİ’nin mahalle yıkım planları kadar değiştiriyor. Bu satış sürecinde, arada Çalık Grubu gibi ihale toplayıcılara kazandırdığı ise birer yan ürün oluyor.
Kültür-sanat çevrelerinin gündeminde ise neredeyse sadece, Ajans’ın kurul yapısında sanatçılara yer verilmemesi tartışılıyor. Oysa, İstanbul’un Kongre vadisiyle birlikte yaşamakta olduğu dönüşüm, hem rantsal boyutuyla, hem de şehrin merkezindeki ayrıcalıklı kültür-toplanma-kongre alanını emekçilere kapatan yeni yapılanmasıyla irdelenmek, ötesinde, buna karşı mücadele verilmek zorunda. AKM’yi işte bu yasaya bitiştirerek yıkma ve içinde alışveriş merkezi, küçük sinema salonları ve ibadet yerleriyle yeniden açma girişimine karşı verilen mücadele, bu eksende değerlendirilmeli ve bir başlangıç olarak kabul edilip ilerletilmeli.
Spor: Futbolun Faşistleşmesi
Hitler-Mussolini tarzı klasik faşizmde kitleler spor kulüplerinde örgütlenir ve spor yapmaya yönlendirilir. Halkı askerleştirmek, faşist ideolojiyi temelden yerleştirmek için bir yöntemdir bu. Salazar-Franco tipi faşizmde kitleler spor yapmaktan çok büyük kulüplerin fanatik taraftarı olmaya yönlendirilir. Türkiye’de AKP’nin de önemli katkılarıyla yeni tip bir faşist spor örgütlenmesine giriliyor. Sen spor yapma! Takımlardan birinin ateşli taraftarı ol!
Mustafa Kemal’in “Sporcunun zeki, çevik, aynı zamanda ahlaklısını severim” sözü artık sadece alay konusu… Yeni spor kültürümüzde önemli olan kazanmak. Ne yolla olursa olsun. Televizyonlarda saatlerce futbol konuşan yorumcularımızın bir bölümü artık açık açık bunu savunma dürüstlüğünü gösteriyor: Kazanmak için teşvik primi verilir, şike yapılır, hakem de ayarlanabilir. Spor denince neredeyse tek kavranan şey futbol ve futbol taraftarlığı. Ve futboldaki kirlilik bu işten iyi para kazanan futbol adamlarını bile çileden çıkarır hale geldi. Ama hâlâ hâkim eğilim, durumu örtbas etmek, oyunu kurallar içinde oynanan temiz bir oyunmuş gibi göstermeye çalışmak. Öyle olmadığı biline biline masumu oynamak. Bu bile başlı başına kitlesel bir ahlaki yozlaşma nedeni.
Kadınların spor yapmasına, spor giysileriyle dolaşmasına açıkça karşı olan AKP hükümeti bir yandan da etkisi altındaki yaygın medya ağı yoluyla sporu seven bir görünüm çizmeye çalışıyor. Bu anlayışın tek egemen hale gelmesi ülkede sporu gerçek anlamda bitirir. Sporcu ruhundan uzak olduklarından erkeklerin sporundan da anlamıyorlar. Onların asıl derdi büyük kulüpleri ele geçirmek. Bir yandan üç büyüklerden birinin sıradan taraftarı rolüyle sempati toplarlarken, öte yandan bu kulüpleri büyük maddi çıkarlara boğarak etki altında bırakıyorlar. Başka bir yandan Hakan Şükür ve benzeri spor adamları yoluyla kulüplerde örgütleniyorlar. Futbol yoluyla kitleleri yönlendirmede başarıyla uyguladıkları yeni bir taktik de belediye kulüplerini güçlendirerek taraftarlarını örgütlemek.
Ulusal değerlere toptan savaş açmış olan hükümetin o yolda bir yaptığı da devşirme sporcuların sayısını artırmak, bunları milli takımlara sokmak. Avrupa kupası maçlarına 9 yabancı futbolcuyla çıkan lig takımlarımıza alıştık, aynı şey yakın gelecekte milli takımlarda da yaşanacak.
AKP hükümetinden önce temelleri atılan ama bu hükümetle iyice güçlenen tehlikeli bir spor politikasıyla karşı karşıyayız: İnsanın beden ve ruh sağlığı için spor değil, spora özendiren spor değil; düşüncesiz taraftarlığa, izlemeye özendiren, sporu koltuk, televizyon yayını, reklam geliri olarak gören satışçı anlayış. Birkaç büyük takımın başarısıyla büyük kitlelerin doyuma ulaştırılması. Sırayla bu zevkin paylaşılması. Spordaki güç tapınıcılığının (bunu yaratan putlara karşı olan dinci AKP!), spordaki kirlenmenin doğal sonucu spor saldırganlığı da artıyor. Taraftarlar yan yana maç izleyemiyor, cinayetler kan davalarına dönüşüyor.
Tüm bu tablo bilindiği halde Türkiye’de sol ve entelektüel kesimler dahil olmak üzere çok büyük bir kesim en çok futbolu düşünüyor, futbolu tartışıyor. Tüm değerlerimize sahip çıkmak için bu gidişi bir yerinden kesmek gerekiyor. Sporun ve futbolun ne olduğunu bir kez daha topluca anımsamak, bugün yaşananlar ve taraftarlık konusunda dürüstçe özeleştiri yapmak doğruya giden yolda ilk adım. Bu yapılmadığında yakın bir gelecekte sporu uzun donlu kafalarıyla futbol oynayan erkekleri seyretme ve sokaklarda rakip taraftarları öldürme eğlencesi olarak yaşayabiliriz.
* * *
Yukarıda ayrıntılı olarak ele aldığımız büyük kültür-iletişim kuşatması altında, bu kuşatmayı kırmak için komisyon olarak bundan sonra elimizden gelen tüm çabayı göstereceğiz. İlk aşamada medya-kültür alanını izlemeye devam edecek ve izlem sonuçlarını aylık bir bültenle yayınlayacağız. Medyada ve kültür alanında, Cumhuriyet’in tasfiyesi sürecinde en tehlikeli, en olumsuz olgu, olay ve kişileri teşhir edecek ve bu olumsuz gidişe karşı neler yapılabileceğini, gidişten rahatsızlık duyan herkesle tartışacağız. Sonrasında da etkili girişimler yapabilmek için gerekli ortamı hazırlamaya çalışacağız.