Türkiye’de sosyalist mücadelenin tarihi çeşitli vesilelerle yazıldı, tartışıldı. Çok özel bir şey söylenmeyecek, yeni bir belge ortaya konmayacaksa bu kadar çok tarih yazma çabası eninde sonunda o tarihte yaşamayı getirecektir. Bu nedenle, kimlerin neler yaptığına ilişkin bir tarih yazısı yerine bugüne de yararı olacak bir tarih incelemesi daha yerinde olacaktır.
Türkiye’de sosyalist mücadelenin bu dönemde en çok gereksinim duyduğu şeylerden biri de esasında geçmişte ne yaptığından ziyade bugün yaptıklarının ve/veya yapacaklarının olası sonuçlarına ilişkin geçmişten dersler çıkartılıp çıkartılamayacağı noktasında toplanmaktadır. Özellikle Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından daha gür sesle ortaya çıkan “yeni” arayışlarının da neyi temsil ettiği böylece ortaya konulabilir.
Türkiye’de sosyalizmin 1960’lar ve 1970’lerdeki görece kısa sayılabilecek bir dönemi hariç, toplumsal etkisiyle toplumsal gücünün doğru orantılı gelişmediği söylenebilir. Kurtuluş Savaşı yılları ve hatta öncesinden başlayarak her dönem bunun örneklerini gösterebiliriz. Öte yandan, bu bir başarısızlık olarak değerlendirmese de başarı sayılmaması gerektiği açıktır
İttihatçılar ve Ankara arasında sıkışan sosyalizm
Kurtuluş Savaşı yıllarında Büyük Ekim Devrimi’nin etkisiyle Bolşevizmin prestijinin yüksek olduğu ve özellikle Rusya ile savaşta esir düşen Osmanlı askerlerinin Bolşeviklerle ilk temasının olumlu yansımaları olduğu ortadadır.
Osmanlı döneminde başlayan sosyalist örgütlenmelerin İstanbul dışına taştığı söylenemez. Ancak Kurtuluş Savaşı’nda Çerkez Ethem, Yeşil Ordu ve Bolşevik Tugayı gibi daha çok devrimci demokrat olsalar da Ekim Devrimi’nin etkisiyle en azından sosyalizme meyilli deneyimler ortadadır. Bunların siyasi gelişkinlikleri veya basitçe öykünme üzerinden hareket etmelerini tartışmanın bugün için yararlı bir yanı yoktur. Ancak var olmuş olmaları dahi, Türkiye toprağındaki tarihsel mücadelenin taraflarını göstermesi ve –daha da önemlisi– sosyalist hareket açısından delil sayılmalıdır.
Öte yandan, sosyalizmin gelişkin çıkışı sayılması gereken Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluşu ise maalesef Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve yoldaşlarının Karadeniz’de katledilmeleri ile büyük bir sekteye uğramıştır.
TKP’nin bu ilk denemesinin sonuca ulaşmamış olması esas olarak Türkiye’de sosyalist mücadelenin çok uzun bir süre örgütsel olarak akamete uğramasının nedenlerinden biri olmuştur. Ankara hükümetinin sosyalizme uzak ama Sovyet iktidarına yakın olma hali ile birlikte bu durum karmaşık bir sürece neden olacaktı. Hem Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşmasında Ekim Devrimi’nin etkisi hem de Sovyet iktidarının emperyalizmle olan mücadelesinde hareket alanı kazanması ile bu karşılıklı ilişki, gelgitler yaşasa da, birbirlerine engel çıkarmama üzerine kurulu hali genel olarak korumuştur denilebilir.
Komünistler, emperyalizme karşı verilen mücadelede, yanında yer aldıkları Ankara hükümetinden aynı ilgiyi hiçbir zaman görmediler. Kurtuluş Savaşı sırasında da, Cumhuriyet’in ilanının ardından da, TKP gibi, Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası, Türkiye Sosyalist Partisi, Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi ve Vatan Partisi gibi çıkışların da –kendiliğinden sönümlenmediğinde dahi– önce Takrir-i Sükun Kanunu, sonra NATO üyeliğiyle birlikte ve “komünizmle mücadele” bahaneleriyle sık sık tekrarlanan kapatmalar ve tevkifatlarla güçlenmesine izin verilmedi.
Bu durum, Türkiye’de sosyalist mücadelenin genel olarak özünde bir demokrasi mücadelesi ile sınırlı kalmasının da nedenidir. Örgütsel olarak ileri çıkış yapılabilecek koşullar yaratılamadığından, öncelik bu koşulların sağlanmasına yönelmiştir. Bu doğrultuda, kurulurken “iki parmak solda” durma iddiası taşıyan Demokrat Parti (DP) ile bir ittifak bile denendi. Ancak DP’nin kuruluşundan yaklaşık bir ay önce yaşanan Tan Baskını ile bu defter erkenden kapanmış oldu.
Türkiye’de “yarım kalan burjuva demokratik devriminin tamamlanması”, esasında, 1960’lardaki tartışmalara kadar sosyalist mücadelenin temel gündemi olarak kaldı.
1960’larla gelen sosyalist çıkış
Türkiye sosyalist hareketinin bu kısır döngüsü 27 Mayıs sonrasında değişti denilebilir. 27 Mayıs müdahalesi ve ardından gelen 1961 Anayasası ile sanayileşme ve kalkınma önceliği ile birlikte sol kendisine bir alan bulmuş oldu.
Bu dönemin öncelikle öne çıkan ayırt edici özelliği, işçi sınıfının sendikal hareketinin artık geri dönülmez biçimde kalıcılaşması oldu. Daha önceki sendikal denemeler görece etkili şekilde başlasa da, kısa sürede gelen yasaklamalarla kadük kalmıştı. Bu kez de, Anayasa’da belirtilen hakların kullanılması için ciddi bir mücadele gerekmişse de bir kez kapı aralanmıştı.
1961, aynı zamanda Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) de kurulduğu yıldı. 12 sendika yöneticisinin kurucusu olduğu parti bir yıl sonra aydınlarla da buluşacaktı. 1965 seçimlerinde büyük bir başarıyla, 14’ü parti listesinden ve biri bağımsız olmak üzere, 15 milletvekilliği kazanan parti bir yıl sonra da bir senato üyeliği kazanacaktı. Ancak, dönemin “Milli Demokratik Devrim (MDD) – Sosyalist Devrim” tartışması, gençlik örgütü Fikir Kulüpleri Federasyonu üzerindeki kontrolün kaybedilmesine ve dönemin gençlik hareketinin büyük oranda partiden ayrılmasına neden olurken, seçim yasalarındaki değişikliklerle de meclisteki etkinlik bir sonraki seçimlerde kısıtlanacak ve daha sonra tamamen ortadan kalkacaktı.
Bununla birlikte, bu dönem, Türkiye’de ilk kez sosyalist devrimci bir hattın, uzun bir aradan sonra hem sınıfla buluştuğu hem de en güçlü çıkışını yapabildiği bir dönem olarak önemlidir. Ve daha önemlisi, sosyalist mücadele tarihinde uzun bir süre sonra ilk kez sosyalist devrim fikri güçlü bir çıkış yakalamıştır. Bu çıkışın, TKP’nin de dâhil olduğu şekilde o döneme kadarki sosyalist mücadelenin sınırlı kaldığı demokratik devrimi tamamlama misyonunun dışına çıktığı kesindir.
Öte yandan, bu dönemin; Sovyetler Birliği’nin emperyalizmle yürüttüğü mücadele, Soğuk Savaş gerçeklikleri, yükselen ulusal kurtuluş hareketleri, ‘üçüncü yol’culuk, ‘bağlantısızlar hareketi’ gibi özgün çıkışlar ve 27 Mayıs ile birlikte orduya yönelik yükselen beklentilerle, “yarım kalan burjuva demokratik devriminin tamamlanması” fikrinin Yön dergisi ve MDD olarak canlanabileceği bir ortam bulabilmesiyle “içe dönmek” zorunda kaldığı da söylenmelidir.
Böylece bu ilk çıkış sonuçsuz beklentilerle de mücadele etmek zorunda kalmıştı. Nitekim bu sonuçsuz beklentiler, Yön dergisi ve MDD’ciliğin “zinde kuvvetler” ile “cuntacılık” fikirleri, 12 Mart öncesinde başka kopuşlar yaşansa da, 9 Mart cuntasının tasfiyesi ve 12 Mart muhtırası ile esas olarak devrini kapattı. Yine de bunun –kurtarıcı figürler değişse de– bugün bile kabullenilmediği söylenebilir.
Ancak öncesindeki kopuşlar ile birlikte 1970’lerde de, bugün de etkileri bulunan “demokratik devrim” fikrinin, bu en canlı tartışılan dönemindeki özelliklerine biraz daha ayrıntılı bakılabilir.
Yön, MDD ve devrimci demokrasi
Yön ve MDD tezlerinin de devrimci demokrasi tezlerinin temelinde de esas olarak Türkiye’de kapitalizmin yeterince gelişmemiş olması ve egemen olmaması fikri vardır. Bu, işçi sınıfının tarihsel özgün rolünü reddederken veya başka toplumsal sınıflar ve katmanlarla paylaştırırken, bir tarafta sınıfları reddedip diğer tarafta milli burjuvazi ararken, temel mücadele başlıklarından biri olarak feodalizmi ve toplumsal etkilerini seçerken, demokratik devrimi tamamlamak ülküsünü belirlerken, burjuvazinin siyasi iktidarı almasını görmezden gelirken, “bir avuç mütegallibe”den bahsederken de böyledir.
1960’lar ve 1970’lerde uluslararası konjonktürün etkisinin ve Türkiye’de ordu içerisinden başlayarak, işçi sınıfı ve gençlik hareketleriyle devam eden toplumsal hareketliliğin üst üste gelmesiyle, Kemalizm ve sosyalizm arasındaki sınırlar da silikleşmiştir. Kemalistler sosyalizme meylederken sosyalistler de Kemalizmi yeniden keşfetmişti. Kuşkusuz anti-emperyalizm vurgusunun bu açıdan bu etkiyi kolaylaştıran bir yanı da olmuştur.
Burada ilk ayrışmalar; TİP’te yaşanan ayrışmadan kısa bir süre sonra, özellikle MDD teorisyenleri tarafından sıklıkla gündeme getirilenÇin Devrimi’nin, hemen bu dönemin öncesinde yaşanan Küba Devrimi’nin sosyalizme yönelmesinin, Vietnam’daki ulusal kurtuluşçuluğun da etkisiyle bir kez daha gençlik hareketi içinde yaşanmıştır. Böylece bugünkü devrimci demokrasinin de “örgütsel” kökenleri büyük ölçüde ortaya çıkmıştır.
Yön dergisinin ve MDD’nin “zinde kuvvetler” tezlerinin 12 Mart ile birlikte gündemden düşmesiyle devrimci demokrasi tüm bu etkiler çerçevesinde zaten ikame etmeye başladığı “gerillacılığı” temel almış olmasıyla zinde kuvvetlerin de gerillacılığın da çarpık öncülük yorumuna gidilmiştir. Konjonktürel belirlenimle Latin Amerika’dan devşirilen “suni denge” tezleri de bu bağlamda önce zinde kuvvetlerin, sonra da kent ya da kır gerillalarının varlık nedenini açıklamak için uygun olduğundan ekleniyordu.
Bir gençlik hareketi bu tezlerle buluştuğunda ortaya çıkan sonuç, sürekli el arttırılan bir “radikallik” anlayışı ile çocukluk sayılması gereken bir “hemen olmasını isteme” hali, kısa sürede Türkiye soluna yayılmış oldu. Madem ortada yapay ve görüntüde bir denge vardı, bu bir fiskeyle yıkılabilirdi, mademki öncülük gerekliydi, o zaman “bir kenarda durup beklemek” yerine bir şeyler yapılmalıydı.
Bu temel tezler doğal olarak örgütün kendisini daraltıyordu. “Suni denge”yi “hemen” bozacak “radikal öncüler”in sayısı doğal olarak azdı. Bu anlamda “örgüt”, üzerinde durulan bir konu olmadı. Bunun yerini ise doğal olarak “hareket” aldı. “Suni denge” bozulunca halk hareketlenecekti. Zaten kitlelere bilinç taşınması da söz konusu değildi. Eylem içerisinde kitleler öğrenir, gelişirdi.
Burada bir kısıtı da vurgulamak gerekir. Bu çerçevede öne çıkan, doğal olarak, kitlelerin hareketlendiği “günlük” sayılması gereken çelişki ve sorunlar olmaktadır.
Türkiye’de kapitalizmin yeterince gelişkin olmaması değerlendirmesinden hareketle ortaya atılan bu tezler, toplumda egemen olan ve gelişen, daha gelişkin üretim ilişkilerini ve –daha önemlisi– siyasal egemenliği yok saymakta veya anlamamakta ısrar etmektedir. Bu anlamda, görüntüde nereye bakılsa feodalizmin kalıntıları görülmektedir. Oysa görüntüyle öz aynı olsa bilim olmazdı. Dolayısıyla, burjuvazi siyasi iktidarı elinde tutmakta, işçileşme ve kentleşme artmakta, ve kapitalist üretim ilişkileri tarımda da egemen olmaktaysa da, görülen her feodalizm kalıntısı üzerinden benzer tezler üretilmeye devam etmektedir.
Bu, aynı zamanda, devrimin sadece toplumsal anlamıyla kabul edilmesine de götürmektedir. Siyasal devrim, işçi sınıfının siyasi iktidarı eline alması, yok sayılmakta ve hatta Marksist olmamakla eleştirilmektedir. Siyasal devrim-toplumsal devrim ikiliği reddedilmeden, bu aşamacı tezlerin ileri sürülmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, devrim, üretim biçiminin değiştirilmesi olarak tanımlanmaktadır.
Bir başka ifadeyle, sosyalist devrimin koşullarını sağlayacak bir demokratik devrimin, neden işçi sınıfının siyasal iktidarı ele geçirmesinin öncesine konması, çok devrimci ve Marksist gözükmeye çalışan bu tür bir yamayla mümkün sanılmaktadır. Oysa neticede, kendisi de bir devrim olarak nitelendirilen, “milli demokratik devrim”in üretim biçimini nasıl değiştireceği sorusu hiç cevaplanamamaktadır. Bu konuda en fazla, sorunun etrafından dolaşılıp işçi sınıfına dair vurgular yapmakla yetiniliyordu. Ama işçi sınıfı da yeterli gelişkinlikte olmadığından, öncelikle onun gelişeceği koşullar yaratılmalıydı.
Türkiye İşçi Partisi ve sosyalist devrimcilik
Tüm eksiklerine rağmen, sosyalist devrim fikrinin Türkiye solunda dile getirildiği ilk örnek Türkiye İşçi Partisi olmuştur. TKP kökenli aydınlar, TİP içerisinde bu hattı ortaya çıkartmak istemiş ancak sınırlı bir başarı elde edebilmiştir.
Maalesef 1960’ların başında Türkiye’de solun Marksist-Leninist teoriyle tanışıklığı yok denecek kadar azdır. 1960’lar, öncelikle bu teorik boşluğun –başta klasik eserler olmak üzere– teorik eserlerin basılmasıyla doldurulmasının temel koşullarının daha yeni yeni yaratılabildiği bir dönemdir. Bu eserlerin ve fikirlerin sağlıklı bir şekilde tartışılması, geliştirilmesi ve yeniden üretilmesi ise pek mümkün olmamıştır.
Aynı zamanda MDD tezleri ile yaşanan tartışmalar ve bunun gençlik hareketinin partiden kopması gibi örgütsel sonuçları da zaman zaman yanlış uçlara savrulmaya da neden olmuştur.
Örneğin, sosyalist devrimci hattın “zinde güçler” ve benzeri tezlerle arasına koyduğu mesafe, sağlıklı olmakla birlikte, sosyalizmi geniş kitlelere ulaştırmak için Türkiye’den özgünlükler bulma arayışında abartılı uçlara gitmiştir. TİP bir yandan işçi sınıfı dese de, öte yandan tüm emekçi sınıflar ile tabakaları –ve hatta küçük burjuva esnafları, serbest meslek sahiplerini dahi– bu kategoriye katarak sosyalizme ulaşma ülküsü açısından işçi sınıfıyla eşit bir konuma yükseltmeye çalışmıştır. Kuşkusuz işçi sınıfı partisinde üyelerin sınıfsal kökeni önemli değildir, burada temel sorun toplumsal olarak eşitlemedir.
Bir diğer örnek olması açısından, demokrasi mücadelesinin ancak sosyalizmin demokrasi anlayışıyla ve sosyalizm hedef alınarak yürütülmesinin başarılı olabileceği ve sosyalizme giden yolu açabileceği fikri geliştirilebilmiş, ancak daha sonra “Tek Parti Tek Cephe” denilerek demokrasiciliğe teslim olmuştur.
Bunların yanı sıra, TİP’in örgüt anlayışı da bu açıdan bir örnek olabilir. MDD tezlerine bir tepki olarak örgüte sarılan TİP, aynı hassasiyeti ideolojik yetkinlikte gösterememiştir. Örgüt vurgusunun abartılması zamanla bir fetişe dönüşürken programatik gerilemenin de nedeni olmuştur. Dahası, tüm bu örgüt vurgusuna rağmen, 12 Mart ile örgüt bütünüyle kaybedilmiştir. Bunun bir sonucu ise, ideolojik ve programatik gerilikle birlikte radikalliğin devrimci demokrasiye bırakılması olmuştur.
Tüm bunlara rağmen, sosyalist devrimci hat ilk TİP deneyiminde kurulmuştur, diyebiliriz.
1970’lerin cephe arayışları
1970’lere gelindiğinde Türkiye solu, 12 Mart nedeniyle –deyim yerindeyse– dağılmıştır. TİP, seçim yasalarındaki değişikliklerle girdiği etkisizleşmeden sonra kapatılırken, devrimci demokrasinin silahlı mücadele çıkışı da başarısız olmuş ve önemli kadrolarını kaybetmiştir. Kalan hemen herkes ise 1974’te çıkartılan genel affa kadar cezaevindedir. Öte yandan, devletin bu infazlar, idamlar ve hapislerle bezeli şiddetli tepkisinin toplumda istediği karşılığı görmediği de söylenebilir.
1974’ten itibaren solun, özellikle TKP Atılımı ile başlayarak, zamanla tekrar bütün bölmeleriyle sahneye çıktığı söylenebilir. Ancak 1970’ler, Türkiye’de siyasal istikrarsızlığın en yüksek noktalara ulaştığı bir dönem olduğu gibi, Milliyetçi Cephe hükümetlerinin de olduğu bir dönemdi. Dolayısıyla Türkiye’de, özellikle TKP’nin yükselişi ile işçi sınıfı, kadın, kooperatif, gençlik ve halk hareketlerinin yoğunlaştığı ve bir süre için devrim ihtimalinin ortaya çıktığı bir dönem yaşansa da, bir kez daha gerileme yaşanmıştır.
1960’larda 1961 Anayasası’nın uygulanmasına dönük vurguların bir yerden sonra meşruiyet dayanağı olmaktan öteye geçip bir yasallık saplantısı haline gelmesi gibi, 1970’lerde de 12 Mart’la budanan 1961 Anayasası’na dönüş olmasa bile, demokrasi arayışı egemen hale gelerek bu yasallık saplantısı tekrar tezahür etmiştir. Söylemlerden öte siyasi yönelimler, taktikler ve stratejiler nedeniyle bu böyledir.
Yine bir kez daha, çevrilen kitaplardan öğrenilenler tek başlarına bir şablon olarak kullanılmış ve aynen Türkiye’de de uygulanmaya çalışılmıştır. İkinci Dünya Savaşı öncesinde başlayan, faşizme ve Nazizmekarşı cepheler fikri, çeşitli varyantlarla Türkiye gündemine girmiştir. Bu kez Küba, Latin Amerika, Çin gibi ülkelerin yerini Avrupa deneyimleri almış gibi gözükse de, tarihten, zaman ve mekandan kopuk anlayış devam etmiştir.
Bunun üzerine, Sovyetler Birliği’ni aynı zamanda çözülüşe de götüren emperyalizmle mücadelede gösterdiği pasif tutum nedeniyle, devrimci arayışlar yerine, sosyalist blok ile emperyalizmin karşı karşıya gelmemesi üzerine kurulu bir strateji de eklenmiştir.
Böylece, iki farklı kulvarda iki farklı çıkış noktasından da olsa, sonuçları itibariyle benzer nitelikte devrimi erteleyen ve fırsatları görmeyi engelleyen cephecilik fikri yerleşmiştir. Somutlarsak, devrimci demokrasinin hareketçiliğinin genel bir sonucu olan cephecilik “faşizme karşı birleşik cephe” fikriyle tezahür ederken, geleneksel solda ise TKP’nin, daha sonra TİP’in de katılacağı şekilde, “ulusal demokratik cephe” fikriyle ortaya çıkmıştır. Türkiye’de sosyalist hareket, tüm mücadeleciliğine rağmen, esasında bir kez daha farkında olmadan, boşa kürek çekmiştir. Hatta, Türkiye sosyalist hareketinin yaklaşık 40 yıldır içinden çıkamadığı bir kısır döngü haline geldiği de söylenmelidir.
Bu dönemde, dünyadaki tartışmaların Türkiye’ye yansımalarında da bu sorunlu yaklaşımlar üretilmeye devam etmiştir. Sovyetler Birliği-Çin-Arnavutluk tartışmalarının Türkiye’ye yansıması, ne denli soldan ve Marksist bir şekilde ifade edilmeye çalışılmış olursa olsun, yine de benzer sonuçlar doğurmuştur.
Sonuçta, bu yanlış stratejiler de 12 Eylül’e giden süreci engelleyememiş ve Türkiye’de sosyalist hareket için geriye, insanüstü fedakarlıklarla vücut bulduğundan kuşku olmayan bir direnişçilik kalmıştır. Bütünüyle saygıyı hak eden bu direnişçilik ise bir savunma pozisyonu olması nedeniyle, ileriye doğru bir sıçramayla kırılamadığı sürece, son tahlilde gerilemenin bir sonucu haline gelmektedir.
Azınlıkta kalmaya eşlik eden teslimiyet
12 Eylül sonrasında ise sol, bir yandan daha önce yolların ayrılmaya başladığı Kürtlerin kendi yollarını çizmesiyle, diğer yandan da reel sosyalizmin çözülmesiyle, iki büyük darbe almıştır. 1980’lerde neredeyse tüm kadroları cezaevinde veya iyimser ihtimalle yurtdışında olan sol, 12 Eylül’ün getirdiği ağır darbeyle birlikte, 1990’larda liberalizmin etkisi altına girmiştir.
Bugüne kadar uzatabileceğimiz bu dönemde, solun belli bölümleri tamamen, belli bölümleri ise zaman zaman, Kürt siyasi hareketinin belirlenimine girdi veya en azından mesafeyi açmaktan, abartılı sayılması gereken bir özenle kaçındı. Bugün de böyle sürmekte olan bu durum, 1970’lerdeki kitlesellik arayışının CHP’nin peşine takılmayı getirmesinin yerini almış oldu.
Sol bu dönemde birleşik çıkışlar yapmayı denediyse de tamamı kadük kalan bu denemelerin ortak yönü “en geniş birliktelikler” olarak ifade edilebilecek şekilsizlik haliydi. Çok da uzun ömürlü olamayan bu denemeler, kısa sürede içindeki grupların ayrışmasını yaşadı. Ama bu yaklaşım her fırsatta tekrar tekrar gündeme gelmeyi de sürdürdü.
Bu dönemde bir kez daha demokrasi mücadelesi öne çıkarken, 12 Eylül’ün getirdiği devlet şiddeti, solun kavgasının “devlet” ile olması gibi bir garipliği,bu yaklaşım da, gittikçe devletin sınıfsal niteliğini arka plana atan bir yaklaşımı doğurdu. Devrimci demokrasi tezlerinin doğal bir uzantısı da sayılabilecek bu yaklaşımla, bir yanda “muhalif olmak” sol ile eşitlenirken diğer yanda ise sadece devletin “tersini” söylemek solculuk sayılmaya başlandı. Sivil toplumculuk da kendisine buradan bir kanal bulmuş oldu. Bu aynı zamanda sürekli yenilenen “faşizm” tespitlerinin de önünü açmıştır.
Ayrıca, “en geniş birliktelikler” ile sürdürülen “demokrasi” mücadelesi, sürekli olarak sosyalistlerin kendilerini geri çekmeleri anlamına da geldi. Öncülük yapması gereken sosyalistler, bunun yerine, sürekli olarak çevre çeperini ikna etmek, ileri taşımak yerine, onlara tabi olan bir hal aldılar. Bu aynı zamanda, sosyalizm propagandasının da adeta “yasaklanması” sonucunu ortaya çıkardı.
Daha kötüsü, sosyalizme işaret edilmesi, önce kimi sosyalist kesimlerden “ertelemecilik” gibi akıl ve tarih dışı bir itirazla karşılaşır hale geldi. Öyle ki, esas olarak komünizme, sınıfsız topluma doğru bir “geçiş aşaması” olan sosyalizmin, esasında pek çok sorunun çözülmesi ve ilerlemenin gerçekleştirilmesinin koşullarını sağlayacak olması dahi unutulur oldu.
Burada, solun programsızlık sorunu da ortaya çıkıyor. Belki daha çok son dönemlere yönelik olarak söylenmesi gereken bu durum, solun, burjuva siyasette yaşananlara cevap üretmekten ibaret bir siyaset anlayışıyla hareket etmesinin de bir sonucu olmuştur denilebilir. Yine teori, ideoloji ve siyaset alanlarının birbirine karıştırılması da bunun bir sonucudur. Siyasi ve dolayısıyla taktiksel meseleler, teorik ilkeler haline getirilirken, tersinden, teorik sorunlar da siyasi kabul edilerek Marksist yöntemin sulandırılmasına alan açıldı. Nereye gideceğini bilemeyen solun bir tür “miyopluk” ile sakatlandığı ifade edilebilir.
Bu çerçevede, solun yaşadığı bir başka sorun ise aktivizim ile malul olan bir pratik içine girmesi oldu. Kitlesellikten uzak kalan sol, oradan oraya kitle peşinde koşturan bir hal aldı. Bunun, “miyopluk” hali nedeniyle, yani “muhalif olma” ruh haliyle programsız siyaset yapmanın ve sosyalizmle bağ kuramamanın bir sonucu olarak pratiği ve radikalliği bir yarışa çevirdiği görülmelidir.
Tüm bunların üzerine bir “ruh hali”nden de bahsetmek gerekir. Sosyalist hareket, büyük bir kesimiyle ve kendine dahi itiraf etmese de, devrimden umudunu kesmiştir. Bunu gizlemenin veya kompanse etmenin yolu ise her yerde “kağıttan kaplanlar” görerek kendini motive ettiğini zannetmektir. Devrimci demokrasinin “suni denge”, “sürekli kriz” gibi yaklaşımlarının da bir türevi olan bu abartma halinin sürekli olarak duvara tosladığı ise görülememektedir.
Bu ruh halinin bir parçası da 1960’lardaki bir yanıyla tutkulu da sayılabilecek “hemen olsun isteme” halinin bir telaş ve aceleciliğe evrilmesidir. Hep bir gecikme halinde olduğunu düşünen sosyalist hareket, sürekli olarak bir telaşla gündemden gündeme atlamakta ve gücünü ne yoğunlaştırmakta ne de biriktirmektedir. Maalesef sosyalist hareket içinde yer alanlar, kendi kendilerini sürekli olarak patinaj yapmaya itmektedir.
Sosyalistlerin tarihten gelen ezberleri
Solun bu kısa tarihsel anlatısı, hem yeni diye sunulan tezlerin ve yapılacaklar listesinin aslında ne kadar eski olduğunu, hem de bu eski ezberlerin önce trajedi,bugünse artık maskaralık1 halini aldığını gösteriyor. Sosyalist hareketin büyük bir bölümü, yukarıda örnekleri gösterilen tezleri, yöntemleri, araçları tekrar tekrar denemekte ve farklı sonuçlar beklemektedir. Elbette böyle bir sonuç da ortaya çıkmamaktadır.
Solun en büyük tekrarının “demokrasi” sorununa yaklaşım meselesi olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’de sosyalist hareketin başlangıcından itibaren bir türlü doğru ilişkiyi kurmayı başaramadığını söylemek gerekiyor. Bu, yukarıda ifade edilen her dönemde hemen her özne ve girişim için söylenebilir.
Kuşkusuz, sosyalistler demokrasinin savunucularıdır. Ama öncelikle “Nasıl bir demokrasi?” sorusunun net bir şekilde ortaya konması gerekir. Demokrasi, sosyalistler için ne burjuva haliyle ne de soyut ya da –daha doğru bir ifadeyle– sınıfsız bir halde savunulabilir. Burjuva hukukunun “demokratikleşme”sinin mutlak koşulu, sınıf mücadelesinde işçi sınıfının güçlenmesidir.
Bunun siyasi karşılığı,demokrasi mücadelesinin sosyalizm mücadelesinin bir parçası, sosyalizm mücadelesinin ilerlemesinin bir sonucu olması gerektiğidir. Demokrasi mücadelesinin ilerletilerek sosyalizm mücadelesinin ilerlemesi ise mümkün değildir. Bu açıdan demokrasi mücadelesinin sosyalist mücadeleye önceliği olması söz konusu olamaz.
Sadece zaman ve güç kaybettiren bu yaklaşımın, burjuva siyasetinin yarattığı sorunlara karşı siyasi bir tavır geliştirmek ve dahası siyasi devrimin temasından farklı olduğunu da vurgulamak gerekir. Teoriyle bağları zayıflamış olan solun yanlış yollara sapması şaşırtıcı değildir. Türkiye’de sol kabul edilen hareketler demokratlıktan “vazgeçmedikçe” solda kalamamaktadır, kalamayacaktır.
Solun bir diğer ezberi, hem dünyaya hem de Türkiye’ye bakarken gördüğü “krizler”dir. Kuşkusuz, kapitalizm döngüsel krizlere girmekte, zaman zaman daha genel bunalımlar da yaşamaktadır. Daha da kuşkuya yer bırakmayan ise düzen siyasetinin krizleridir. Ancak sosyalist hareket açısından bunların sağlıklı ve teorik olarak tutarlı bir şekilde tespit edilmesi gerekir.
Oysa, son dönemde Türkiye’ye ilişkin türlü faşizm analizlerinde de, restorasyon tartışmalarında da, dünyaya ve emperyalizme ilişkin çıkarımlarda da fazlasıyla yer tutan bu “büyük ve derin” kriz tespitlerine rağmen, düzenin olağanüstü haller, düzen siyasetinin de –geçici de olsa– yeniden dizayn edilmesi gibi yöntemlerle, bir biçimde devam ediyor olması açıklanamamaktadır.
Öte yandan, sol adına siyaset üretilirken söylemde “radikal” gözükmek adına uçlara savrulan yaklaşımlar, aynı zamanda teorik, ideolojik ve siyasal önermeler arasında ve kavramların zaman zaman günlük siyasal anlamlarıyla teorik anlamları arasında oluşabilecek açıları sağlıklı bir biçimde düzeltememenin sonuçlarıdır. Bu, eğer teorik yetersizliğe veya bir teslimiyete dayanmıyorsa, büyük bir özensizliğe ve günlük siyasete kapılmaya işaret etmektedir.
Bu uçlar aynı zamanda güçsüzlük, etkisizlik ve kitleselleşememe sorunlarına hemen cevap olacak sihirli formüller olarak da belirmektedir. Çözümün bu tür uçlardaki tespitlerle, genel taleplerin en radikal söylemlerle ileri sürülmesiyle ve esas olarak düzen partilerinin belirlediği kitleleri, sadece onlarla yan yana gelerek ikna etmeye çalışmakla gelmediği açık olmalıdır. Solun, sosyalistlerin şapkadan çıkacak bir numarayla makus talihini yenmesi söz konusu değildir.
Sosyalist hareket içerisinde bu güçsüzlük, etkisizlik ve kitleselleşememe sorunlarının bir başka yansıması da, yine düzen partilerinin içine ve içinde siyaset yapmak şeklinde ortaya çıkmaktadır. Daha çok CHP ve zaman zaman HDP içinde solcu arayan, bunları destekleyen ve bunlar içerisinde doğrudan veya dolaylı pozisyonlar edinmeye çalışan bir anlayış, etkisiz kalmaya da mahkumdur. Ortaya siyasi bir iddia koyamayan ve hatta kendi iddialarını düzen partilerine yansıtan bir siyasetin kitleler tarafından ciddiye alınması da mümkün değildir.
Bu ezberler üzerinden giden sol, her seferinde ortaya çıkan sorunları ve bunun karşılığında ortaya çıkan imkanları abartırken, bunlardan gerçekten yararlanmak konusunda ise söylemdeki radikalliğinin yanından bile geçememekte ve düzen siyasetine teslim olmaktadır. Bu hal, kitlelerde biriken tepkileri sandığa mahkum edip sistem içine çeken düzen siyasetinin manevralarının peşine takılarak bunların başarılı olmasını da sağlamıştır.
Haziran Direnişi’nin ardından ise sosyalist hareket içinde kitle kuyrukçuluğu ve bir tür aktivizm egemen hale gelmiştir. Belirli bir mesele üzerinden yaşanan her hareketlenmede kendini gizleyerek kalabalıkların arasına dalan bir sol görüntüsü ortaya çıkmaktadır.
“Solculuk”, “devrimcilik” ve hatta “komünistlik” gibi kategoriler bütünlüklü bir tablo ortaya koymadan, herhangi bir örgütlü mücadele biçimi oluşturmadan, etkili ve siyasi eylemler gerçekleştirmeden kendinden menkul bir biçimde tanımlanmaktadır. Bir yandan Kürt hareketinin mücadelesi, diğer yandan zaman zaman laik/cumhuriyetçi kitlelerin biriken enerjisini tekrar düzen içine akıtmak için yapılan CHP hamleleri üzerinden en ön sıraya geçip fotoğraf vererek siyaset yapıldığı iddia edilebilmektedir. Eylemden eyleme koşma görüntüsünün ötesine geçemeyen bu davranışlar ile kişilerin vicdanının rahatlatılmasından öte bir siyasi sonuç da ortaya çıkmamaktadır.
Tüm bu yanlışlara sürekli olarak teorik ve tarihsel referanslar bulunmaya çalışılmaktadır. Bu çabaların da 1960’larda –başta Marksist klasikler ve Lenin’in eserleri olmak üzere– yapılan çevirilerden etkilenmenin sonuçları ile bir bağı kurulabilir. Ancak o tarihte “öğrenilen” durumunda olan Marksist-Leninist teorinin bugün artık “öğrenilmiş” olması gerekeceği kabul edilirse durum daha vahim bir hal de almıştır.
Örneğin, Sovyetler Birliği’nin kaçınılmaz olan Nazi Almanyasısaldırısına karşı bir yandan komşusu olan ülkelerin katılmaması diğer yandan da cephe gerisinde Nazilerin rahat kalmaması için başlattığı direniş hareketleri ve bunların oturduğu “faşizme karşı birleşik cephe” modeli bu özel konjonktürün bir ürünü olsa da burjuva devletin olağan sayılması gereken baskı araçlarına karşı da her zaman uygulanacak bir şablon olarak sunulmaktadır.
Yine, Sovyetler Birliği’nin zaman kazanmak ve savaşı mümkün olan en uç noktada başlatmak üzere Nazi Almanyasıile yaptığı saldırmazlık anlaşması emperyalizmle veya düzen partileriyle ilişkileri meşrulaştırmanın bir aracı olarak üzerinde tepinilen bir hale sokulmuştur.
Bu değerlendirmeler uzatılabilir. Ama açıkça görülmesi gereken artık yüzyıla yaklaşan Türkiye sosyalist hareketinin önermelerinin günlük ve ezberlere dayalı olduğudur.
Solda yenilik: Sosyalist devrim
Öte yandan, tüm bunlar ışığında, Türkiye solunda esas yeni olanın “sosyalist devrimcilik” olduğunu söyleyebiliriz. Hem ortaya çıkış kronolojisi bakımından, hem de bu düşüncenin savunucusu olan öznelerin ömürleri bakımından solda tek “yeni” sayılabilecek ve en az denenmiş/yıpranmış fikir sosyalist devrim hattıdır.
Sosyalist hareketin tarihine bakıldığında, sürekli olarak tartışılsa ve gündemde kalsa bile, sosyalist devrimci hat, kısa süreyle TİP’te ve daha sonra Gelenek-SİP-TKP hattı ile bu hattın sürdürücüsü Türkiye Komünist Hareketi dışında esas olarak izlenmemiştir. Bu haliyle sosyalist devrim “yeni” olandır.
Kaba bir bölümlendirmeyle 1960 öncesinde, 60’ların MDD tezlerinde, 70’lerde, reel sosyalizmin çözülmesiyle sesi gürleşen yeni solda, Kürt siyasi hareketiyle etkileşimde ve bugün ileri sürülen tezler defalarca kez yanlışlanmış, başarısız olmuş, yetersiz kalmış fikirlerdir. Bugün “yeni” bir şey söylediği iddiasıyla öne çıkan herhangi bir fikrin daha önce söylenmemiş veya denenmemiş bir yanı yoktur.
Söylendiği kadar kolay olmayan ama etkili olabilecek tek yol olarak, işçi sınıfının temsiliyetini alan ve bu temsiliyetle çeşitli toplumsal tabakalar ve burjuvazi dışındaki sınıflar üzerinde işçi sınıfının öncülüğünde bir devrimci hareketin örgütlenmesi zorunluluğu, ortada durmaktadır. Bu görev, kuşkusuz, er ya da geç yerine getirilecektir. En temelde, sosyalist devrimin güncelliğine inanmış, sabırlı, gücünü biriktirerek hareket eden ve her durumda “sınıfa karşı sınıf” ısrarını sürdüren bir kolektifin yaratılması gerekmektedir.
Sosyalist hareketin tarihi bize, kitle ile kitlesellik, örgüt ile hareket, işçi sınıfı ile diğer toplumsal tabakalar ve sınıflar, düzen partileri ve tabanları arasındaki dengenin doğru kurulması gerektiğini göstermektedir. Bugüne kadar sonuçları itibariyle ve son tahlilde boşa harcanan yöntem ve tezlerle mücadele etmek bu açıdan da önemlidir.
Sosyalist mücadelenin tekrar tekrar oligarşi-saray çetesi, demokrasi mücadelesi, kağıttan kaplanlar, krizler arasında sıkışan hali Türkiye’de sosyalist hareketin sıkışmışlığının da nedenidir.
Çıkışı sağlamak;sınıfa karşı sınıf siyasetinin, sosyalist devrimin güncelliğinin, tarihsel materyalizmin, iktidar perspektifinin ve bir bütün olarak sosyalist devrim hattının yeniden üretilmesiyle mümkündür. Eskimiş yöntemlerin sonuçları Türkiye sosyalist hareketinin tarihinde tekrar tekrar yazılmıştır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Marx’ın ünlü sözünün (“Hegel, bütün büyük tarihsel olay ve kişilerin iki kez ortaya çıktığını söyler bir yerde. Fakat şunu eklemeyi unutmuştur: İlk kez trajedi, ikinci kez komedi olarak…”)bilinen çevirisinde ilk bölüm doğru olmakla birlikte ikinci bölümün (farce) daha doğru ve anlamlı çevirisi komedi değil maskaralık, saçmalık olmalıdır.