Türkiye solu uzunca bir süredir “sosyalist parti”yi tartışıyor. Yıllar süren bu korunma konjonktürünü kendi öznellikleriyle sınırlı geçiren farklı çevrelerin, bugün ortak bir gündem maddesinde buluşabilmeleri olumlu görülmelidir. “Sosyalist parti” tartışmasını olumlu kılan, katılımın genişliği değil yalnızca. Asıl önemli olan konunun gerçekten bir nesnelliğe, bir ihtiyaca denk düşmesidir.
Söz konusu nesnellik ya da boşluk, en genel anlamıyla ele alındığında, Türkiye’de siyaset sahnesinde örgütlü sosyalist bir sesin eksikliğidir. Özel olarak sol hareketin yeni bir kimlik bunalımı ve arayış döneminden geçiyor oluşu, parti tartışmalarını başlığı aşan bir zenginliğe ulaştırabilecektir.
Şu güne kadar tartışmanın zenginleştirilebildiğini söylemek pek mümkün değil. Çok değişik kaynaklar çok şey söylediler; ama söylenenler gerekli derinliğe sahip bulunmuyor. Somut olarak da ciddi bir adım atılmış sayılamaz. Gerçi sosyalist parti tartışmasının bir kanalında Saçak dergisi ile diğer çevreler arasında bir kutuplaşma yaşanması ve kutbun ikinci kısmında süren girişimlerin bir yayın organı doğurması oldukça somut olgular. Ancak bunlardan daha önemli görünen ürünün Doğu Perinçek’in hanesine yazılması gereken bir kazanım olduğu bizce çok açık. Bu şaibeli isme, tartışmanın uzunca bir döneminde tanınan, sol hareketin kimi eğilimlerini temsil edebilecek nitelikte kişilerle aynı masaya oturma imtiyazı, giderek bir itibar iadesi ya da sol meşruluk kazandırılması haline gelmiştir. Bu kazanımın büyükçe bir kısmının dışlanmayla beraber erozyona uğrayacak olması, gene de, ortama egemen olduğu görünen şekilci-demokrat zihniyetin yarattığı bu sonucu unutturamayacaktır.
Tartışmanın en basit görünümlü ayağı yasalara uygunluk yönü oldu. Türkiye’de yasaların ve sınıfsal güç dengelerinin kesin bir anlamda, bir işçi sınıfı partisi kurulmasına olanak tanıdığını iddia etmek, Türk toplumunun Cumhuriyet tarihinin en demokratik döneminden geçtiğini söylemekle eş anlamlıdır. Türkiye’de siyasal rejimler, bilimsel sosyalist bir partinin legalitesine belki de hiçbir zaman hoşgörüyle bakamayacaklar. Bugüne kadar yaşanan deneyimleri hiç küçümsemeden ve mirasını sahiplenerek, tüm legal girişimlerin barındırdıkları eksiklikleri tanımamız gerekiyor. Konu basit bir yasa yorumunu, hukuki bir sorunu aşmaktadır. Düşüncelerdeki örgütlenme modeliyle gerçekleştirilmesi mümkün olan arasında herhangi bir açığın varolabileceğini kabullenmeyenler, kendi modellerinin sınırlılığını ve bilimsel sosyalizmden uzaklığını tescil etmiş oluyorlar. Bunun dışında şu ilave edilebilir: Türkiye’de sosyalist yönelişli bir birikim geri dönülemez bir noktaya varmış bulunuyor; bu birikimin yasal şekiller altında kendini ifade etmesine izin vermemek burjuva hukuku açısından ancak geçici konjonktürler için tutarlı olabilir. Burjuvazinin kendisini söz konusu gücü tümüyle yasa dışına itmekle uzun vadede – hem iç hem dış dinamikler açısından- yaratacağı risklere atması da beklenemez. Bugün yaşanılan açılım dönemi, egemen sınıfça sosyalist birikimi düzen içi yasallıklarda eritmek, sosyalistlerce de yasal platformdan en geniş şekilde yararlanmak için kullanılacaktır.
Çok tartışılıyor ama derinleşilemiyor. Söylendi, tekrar edilmeli: Parti tartışması bir kanalda sosyalist olmayanlardan sosyalist parti kurma, diğer kanalda da sosyalistlerin sosyalist olmayan bir oluşum yaratma niyetleriyle sürüyor. Türk solunda bu tersyüz edilmiş görüntü süreç içinde bir ölçüde düzelmektedir. Yeni sol varyantların kümelendiği ilk kolun üzerinde serpildiği zeminin ancak demokrat birikim olabileceği giderek açıklık kazanmaktadır.
Türkiye’de Demokrat Birikim ve Yeni Sol
Eski SDP Genel Başkanı M. Ali Aybar’ın başını çektiği, marjinal gruplaşma ya da yeni solcu aydınları da sürükleyen oluşum, giderek yeni solcu-demokrat bir birliğe dönüşüyor… Türkiye solunda 1980 öncesinde iki ana kesim geleneksel sol ile devrimci demokrasiydi. İçinde bulunulan yeni dönemde devrimci demokratların eski etkin konumlarından fizik olarak uzaklaştırılmış, çoğu unsurlarının da geleneksel sol ile yeni sol arasındaki ayrım kavşağına gelmiş oldukları gözlemleniyor. Geleneksel kesim ile yeni sol arasındaki ayrışmanın netleştiği bir süreç yaşanmakta. Geleneksel solun ciddi bir teorik-pratik mirasın taşıyıcısı ve doğal sahibi olduğu, dünya çapında da güçlü bir nesnelliğin parçası olduğu açıktır. Yeni sol ise bünyesinde çeşitli açmazlarla birlikte varolabiliyor. Bunların zayıflık mı, yoksa zenginlik mi olduğu çeşitli aydın çevrelerde tartışıladursun, yeni solun yükselişinin, bir küskünlük ve iddiasızlık dönemini izliyor oluşu dikkat çekici bir olgu.
Söz ettiğimiz açmazların ilkini, yeni solun, dünya sosyalist mücadele tarihinin şu veya bu noktasında yaşanan sürecin dışına taşan merkez-kaç dinamiklere oturması oluşturuyor. İki kutuplu bir dünyada her iki kutba muhalif olmak ve bu konumu teorik bir sistematiğe ulaştırmaya çalışmak başlı başına bir açmaz. Siyasi-pratik bir sistematik ise zor olmanın ötesinde hemen hemen hiç gelecek vaad etmeyen bir beklenti olarak kaldı, kalmaya da mahkum gözüküyor. Gene de Batı Avrupa’nın kendi kendisini durağan bir statükoda dengeleyebilen toplumsal-siyasal yaşantısı yeni sola bir nesnellik sunmaktadır. Daha da ileri giderek, bu toplumların ortaya çıkarttığı yeni sorunlar karşısında geleneksel işçi sınıfı partilerinin kıvraklığına ve teorik alanda manevra yeteneğine yeni solun kimi kesimlerinin zaman zaman sahip olabildiği de söylenebilir. Bu nesnellik Türkiye’de mevcut değil. Bu kıvraklık da. Türkiye ne batının refah toplumunu, ne marjinal sol katmanların hareketliliğini, ne de sosyalist mücadele alanını olağanüstü kısıtlayan bir siyasal düzen oturmuşluğunu yaşıyor. Türkiye geleneksel solun doldurmaya muktedir olduğundan daha fazla alan yaratabilecek bir ülke değil. Ya da doğru bir ifadeyle, Türkiye yeni sola uzun bir ömrü garanti edemeyecek kadar güçlü hareketlilik ve zenginliklere gebe.
Türkiye yeni solunun bastığı toprak batılı benzerlerinin sahip oldukları teorik-kültürel bir mirası da içermiyor. Türkiye oldukça zengin bir çeşitlilik içeren hareketli bir siyasal mücadele geleneği taşıyor. Amorfluğu doğasında taşıyan yeni sol, sahip olduğu bir modeli gerçekliğe taşıyabilme yeteneğinden yoksun, döküldüğü her boşluğun kalıbına uyarlanıvermesiyle de ayırt ediliyor. Siyasal müdahale ve dönüştürücü programlar talep eden Türkiye nesnelliğinde yeni solcunun cevap verebileceği bir ihtiyaç pek gözükmüyor. Böylece yeni solun geleceği siyasal açıdan karanlıklara gömülüyor. Saygıya değer bir teorik zenginlik de barındırmıyorsa yeni solun ne işlevi olabilir?…
Ama bulunuyor. Türkiye’de sol hareketi doğumundan bu yana etkisi altına alan bir çekim merkezi var. Güçlü olduğu için değil, tersine bir akıntının dibinde bomboş bir delik gibi yarattığı anaforla çekiyor. Türkiye’de demokrat mücadele alanı hiç dolmuyor, Türkiye egemen ve orta sınıfları demokrat bir kimliği hiç benimsemiyorlar. Sol işte hep bu anafora kapılıyor. Bugün de, Türkiye’de, yaratılmasında solun payının büyük olduğu demokrat birikimi yine solcular taşıyor. Elbette asli işlevlerini unutmak pahasına. Yeni sol ve Aybar, Belge, Perinçek gibi kişilikler kaba bir anti-sovyetizme düşseler de bu demokrat birikimi kendi eğilimlerinde yansıtıyorlar. Burjuva demokrat platformun asıl sahiplerinin eksikliği, Türkiye’de yeni solcu oluşumlara demokrat bir giysi sunuyor.
İki noktanın altı çizilmeli. Birleşik sosyalist parti girişiminin uzun ömürlü ve kalıcı olabilme ihtimali zayıftır. Bunun nedeni gene bizzat yeni solun amorf, örgütsel biçimlere alerjisi olan karakteridir. İkincisi, radikal marjinal gruplaşmaların da diğer ana kesimlerle beraber aynı demokrat kimliği sindirebilmeleridir. Bunların batıdaki akrabalarının, gelenekselliklerinden söz etmek biraz abartılı olsa da bir tür alışmışlığa sahip oldukları ve Trotskizan ya da anarşizan biçimler altında siyasal panaromanın en uç soluna eğilim gösterdikleri biliniyor. Bunların barışçılık gibi çok çekici araçlar sayesinde demokratlığa yanaşabilmelerine karşın, Türkiye’deki radikaller sade demokratlığa gönüllü oluyorlar.
Bu sağ konumlanışın mümkün olmasını sağlayan, köksüzlüktür. Kendi kendilerine verdikleri gerekçeler ise anti-bürokratizm, parti içi demokrasi ve özgürlük gibi muhalif tezlerden oluşuyor. Disiplinden tasarruf etmeye götürecek birey ve eğilim özgürlükleri, yaratılması amaçlanan demokratizm aygıtları bu marjinal grupların ve bir bütün olarak yeni solun pratiğini, en ciddi bürokratik tehlike olan kırtasiyeciliğe sürükleyecek, kurulmak istenen partiyi de bir iktidar mücadelesi aracından sol aydınların demokrat-insani-yatay ilişkiler atölyesine dönüştürecektir. Açıkça söylenmeli: Zemin dergisi bir bütün olarak yukarıda öne sürülen tezlerin adım adım gerçekleşmesinin gözlemleneceği bir platformdan öte anlam taşımayacaktır. Bunun belki en gayrı ciddi örneği de sosyalizmle ne tür bir ilişkisi olduğu hiç anlaşılamayan Brezilya İşçi Partisi öyküleriyle derginin ilk sayısında verilmiş bulunuyor.
Ya Sosyalist Birikim?
Türkiye’de ciddiye alınması gereken bir sosyalist birikim ve geleneğin, tüm zaaflarına rağmen varolduğundan şüphe edilmemeli. Uzun süreli bir sessizlikle umutsuzluğa kapılan kesimlerin politik kaygılarını terketmelerinde ya da kendi sağlarındaki güçlere bu kaygılarını taşımalarında onurlu ve haklı hiçbir yan bulunmadığı, sol politizasyon sürecinin derinleşmesiyle giderek netleşecektir. Ancak sosyalist birikimin yeni solun şansına sahip olmadığı da bilinmeli. Sosyalist birikim demokratize edilmediği, kendi kimlik ve işlevlerini sahiplenmekte direndiği sürece, onurlu bir tecrit yaşamaya devam edecektir. Sosyal demokrasinin güncel tepkileri toparlayabilmekte gösterdiği yeteneksizlik, kısa dönemde sosyalist görünümlü demokrat çıkışlarla doldurulmaya çalışılacaktır. Ama evrensellik ve perspektif açısından yukarıda sözü edilenlere göre kat kat daha yüklü olan sosyalist birikim çok kısa bir sürede olmasa da, bu kez demokrasiyi sosyalizm potasında eriterek, bu boşluğu nihai olarak doldurma şansına sahiptir.
Bu olanağın değerlendirilmesinin yolu, her köşede demokrat keşfetme ve onlarla cepheleşme saplantısından geçmeyecek. Türkiye’nin bilimsel sosyalist anlamda bir partiye duyduğu ihtiyaç, Türkiye solcusu her biraraya gelişinde ve su yüzüne çkışında sosyalizm adına hiçbir şey yapmama tuhaflığını terketmedikçe varlığını sürdürecek.
Partileşme niyetleri ve kimlik arayışı solun sosyal demokrasiye karşı beslediği umutların kendiliğinden azalmasına yönelecektir. Geçtiğimiz seçimlere alternatifsiz yakalanan Türkiye solunda bu bağımsızlaşma rüzgarı henüz yeterince güç kazanmış değil. Ancak belirtileri gözlemlenebiliyor. Önümüzdeki dönem sosyalist hareketin sosyal demokrasiye tanıdığı olumlu sıfatları geri alması beklenmeli, bu süreç teşvik edilmelidir. Partileşme tartışmasının, bu anlamda da katkıları olacaktır. Kendiliğinden yükselecek bu arayış atmosferinde en önemli görevlerden birisi, sosyal demokrasiden geri alınacak demokratlık sıfatının bu kez bizzat sosyalizmin alamet-i farikası haline getirilmesine karşı çıkmak olacaktır.
İkinci Kanal veya Sosyalistlerin Sosyalist Olmayan Partisi
Geleneksel sol kesimler partileşme tartışmasına çekingen adımlar ve tartışmanın reddi ile başladı; ama kısa sürede bir genel eğilim şekilleniverdi. Örnekleri giderek bollaşıyor; geleneksel sol Türkiye’de anti-tekel, anti-emperyalist bir demokrasi mücadelesiyle sınırlı bir geçici birlik arzuluyor.
İlk söylenecek olan hiçbir mücadele aracı ve alanında sosyalistlerin kendilerine oto-sansür uygulamamamları gerektiğidir. Sosyalistler soyundukları iş ne olursa olsun, sosyalist düşünceyi de o faaliyetin içerisine nüfuz ettirmekle yükümlüdürler. Kendi teorilerini bir başka odada bırakmak, teoriye ipotekler koymak kabul edilemez. Türkiye solunun sosyalist teoriyi öğrenme ve tartışmaya daha uzun süre ihtiyacı olduğuna inanıyoruz.
Bugün, hiçbir çevre sosyalizmin sorunlarının mutlak bir çözüme kavuşturulmuş olduğunu iddia edebilecek durumda bulunmuyor. Türkiye sosyalist hareketinin partileşme sorunu da bu anlamda sona ermiş değil. Üstelik bu sürecin hangi biçimler altında yaşanmaya devam edeceği de, önceden ilkesel kalıplarda dondurulmaya hiç izin vermeyecek bir konu. Geleneksel sol bugün mevcut ana biçimlenişleri ve marjinal çevreleri ile bir gelişme yolunda bulunuyor. Parti ve önderlik sorunlarının çözümüne görünürdeki odakların mı, yoksa gün ışığına henüz çıkmamış dinamiklerin mi nihai katkıda bulunacağı da ayrı bir tartışma konusu olarak saklı duruyor.
Sosyalistlerin demokrat cephe partisi projesi bir kez daha demokrasi görevine soyunmak, bir kez daha bu ülkede kimin sosyalistlik yapacağı sorusunu cevapsız bırakmak anlamına geliyor.
Geçmiş deneyim birikimini hiç küçümsemiyor ve çıkarılacak daha çok dersler olduğunu düşünüyoruz. Kimsenin de geçmişten yeterince ders alındığı inancı ile sağlıksız ve kalıcı olamayacak sentezlere koşmaması gerekiyor.
Bu bölümü ipuçları verilmiş olan iki noktayı netleştirerek bitirmek gerekiyor: Birincisi, Türkiye solunda, çoktan başlayan yeni sol – geleneksel sol ayrışması olumlu ve gerekli bir yol ayrımı olarak netleştirilmeye çalışılırken, 80 öncesi geleneksel sol içi tartışma ve ayrışmaların üzerine bir örtü serilmesini önlemek de görevidir. Geleneksel solun geçirmesi gereken dönüşüm, gündemden inmiş değil.
İkincisi ise, solun bu kesiminde yaşanacak evrim, önemli bir bölümünü kapsayacak bir partileşme biçimini de almaya açıktır. Bu geçici oluşumda karşı çıkılacak bir olumsuzluk bulunmuyor; asli görevler ve gerçek sorunlar üzerine bir sis perdesi indirilmemesi şartıyla…
Önümüzdeki Dönem
Söz ettiğimiz gerçek sorunlardan birinin “solun birliği” olduğu sanılabilir. Hayır. Türkiye solcusu 73-80 döneminde birçok şeyin yanında, birliği de fetiş haline getirdi. Paradoks sayılmamalı, birlik fetişleştirilirken ve her sorunu çözecek bir maymuncuk oduğuna inanılırken, bir taraftan da hiçbir derinlik taşımayan bölünmeler yaşandı. “Birlik” panik halinde uzatılan ellerin parmakları arasından sürekli kayıp düştü.
O zaman da, şimdi de, Türkiye solunun sorunu birleşme olmadı. Türkiye solu bugün bir ölçüde 60’lı yıllarda yaşanan ayrışmaları bir kez daha, ama daha derinliğine ve bilinçle yükleyerek yaşayacağı bir döneme giriyor. Türkiye solunda devrimci ile demokratın, sosyalist ile devrimci demokratın, geleneksel ile yeni solun, geleneksel sol için farklı perspektiflerin birbirlerinden kategorik olarak ayrılabilmeleri gerekmektedir. Türkiye solunu yasal, yasadışı ve yurt dışı gibi öze dair bilgi vermeyen görüntüsel ayrımlar değil, süratle güncellik kazanan ve önümüzdeki döneme damgasını vuracak nesnel kategorilere göre sınıflandırmak anlamlı olacaktır.
Birlik, ancak bu ayrışmanın ertesinde anlamlı hale gelebilecektir. Bugün asgari müşterekler ekseninde çizilen ortak hatların, demokratlık sınırlarına hapsolmaları kesinlikle bir beceriksizlik veya rastlantı ürünü olarak görülmemeli. Türkiye solu henüz belirli bir vadede, bir arada kalınmasını sağlayacak asgari müşterekler üretebilme olgunluğundan uzak bulunuyor. Ortaklık adına, gelişme dinamiği taşıyan ve geliştikçe panoramayı netleştirecek özgünlüklerin törpülenmesi değil, her tekil odağın kendini alabildiğine eksiksiz ifadelerle ulaştırmaya çalışması tek verimli yol olarak gözüküyor.
Önümüzdeki süreç, teorik netlik, siyasi program ve olgun kadroların yaratılması hedeflenerek yaşanmalıdır. Partileşme tartışmalarında derinlik yokluğu bir ifadesini de, perspektife ilişkin bir programlaşma ile tartışmaların belirlenmesi yerine, güncel Anayasa ve yasa reformları, genel af gibi taleplerle sınırlı kalınmasında bulunuyor. Geleneksel sol evrensel konum ve kökeninin verdiği haklı güvene yaslanarak kendi açıklarına gözlerini kapatmaktan vazgeçmek zorundadır. Yeni sol bu süreç için fazla umut vaat etmiyor. “Günceli mitos olarak yaşaması” ve siyasetten kopukluğuyla tanınan yeni sol, şimdi de demokrat cephede gündeliğin kısırlıklarını üretiyor.
Oysa güncelin anahtarını genel bir perspektifin sunabileceği çok yalın bir doğru. Bu doğrudan uzaklık, Türkiye’de sosyalist parti ihtiyacının nesnelliği ile sosyalistlerin öznel konumu arasındaki açığı yansıtmaktadır. Sağlam bir teorik perspektifi, sahip olduğu zengin mirasından türetmeyi beceremediği sürece, Türkiye sosyalisti kendi öz sorunlarına yönelemeyecek, başkalarının alanında oynamaya devam edecektir.
Kitlesellik Fetişi ve Popülizm
Teorik sistemden yoksunluk, analiz çabasını suçlu ya da sorumlu aranan bir tahkikata dönüştürüyor. Türkiye’de – ve elbette bu ülkeye özgü sayılmamalı – en kolay adresi bulunan zanlı ise “aydın” oluyor. Nedeni çok açık. Türkiye aydını, bütün zaaflarına ve kısırlıklarına rağmen genelde toptan bir ahlaki yozlaşmayla toplumuna sırtını çevirmiş bir tipoloji barındırmıyor. Tersine, sürekli bir arayışın parçası olmaya, herkesin izleyebildiği bir sahneden inmemeye, indirilmemeye çabalıyor. Bu tutum kendisini ispatlamış ve tarihin kayıtlarına geçirebilmiş onurlu bir inat düzeyinde değil kuşkusuz. İnatçılık sıfatına layık olabilmek için Türk aydınının öğreneceği daha çok şey var. Ama anlaşılan şu ki; suçun üzerine yıkılacağı zanlı arayanların ilk aklına gelen kesim olacak denli göze çarpıcı bir eylemliliğe ulaşabilmiş. Ve bu nedenle, Türkiye’de her gericilik dalgası aydınları afaroz eden bir ideolojik bağnazlıkla beraber ürüyor. Son yılların, kahve ağzını toplumsal söylem biçimine çeviren ideolojik saldırısı bir aydın düşmanlığı güttü. Bu, doğası gereği bilinçlere değil, imanlara kazınmaya çalışılan bir düşmanlıktır. Başarılı olmadığı söylenemez. Öyle ki, ortaya yeni atılmaya hazırlanan her kılıca bir parça da aydın kanı sürülmesi çok tutulan bir moda oldu.
Bunun “sol” sayılan ilk örneğini Türkiye’nin önceleri aydın imajı vermesini pek seven eski Başbakanı Ecevit’in DSP’si verdi. Oldukça kaba bir popülizm biçiminde gelişmenin yolunu 12 Eylül rejiminin açtığı ideolojik-psikolojik ortamdan rant toplamakta aradı. O denli bariz ve heyecanlı yapıldı ki, Türkiye solcusu yeniden uyanır gibi olan “mavi dalga” sempatisini fazla koruyamadı, tedirginleşti; tedirginliği de giderek hiddete dönüştü. Ama her örnek bu denli örtüsüz ortaya çıkmıyor; hele sosyalist görünümlü solun doğrudan kendi içinde türemekteyse…
Popülizm ile aydın düşmanlığının pek farkı yok. Yeni solda söz konusu eğilim popülist bir zihniyet olarak kendini dışı vurmaktadır. Türkiye solunun bu kesiminde, örgüt likidasyonunun dozajı ve tarihte hangi sosyalist örgüt pratiğinin kakalanacağı üzerine çok ciddi ve sertleşmesi muhtemel tartışmalar yapılır oldu. Böyle bir alanın doğuşunda bir ölçüde son altı yılın “vülgerleştirme” operasyonuna borçlu olunduğu reddedilemez. Türkiye aydınını bulunduğu geri konumdan daha sığlıklara itmeyi hedefleyen, kişiliksizleştirici dinamiklerin dalgası üzerine ilk önce lümpen ağızlı devlet yetkilileri, sonra DSP bindi. Şimdilerde yeni sol aynı kişiliksizlikten faydalanma çabası içine girmektedir. Elbette kendi geçmişlerinden devraldıkları çeşitli nüanslarla renklendirilmiş bir malzeme yığını birbirine karıştırılıp duruluyor. “Ceberrut devlet”, her kötülüğün başı sayılan şu tepeden inmeci, ikameci aydın, sosyalizmi otoriterlikle kirletenler, vs. üzerine bir literatür canlandırılıyor. Kişilikli aydın ve örgütlü müdahalesinin karşısında çıkartılan alternatif ise “işçi kitle partisi” oluyor.
İyimser bir gerçekçiliğin sosyalistin egemen psikolojisi olması gerektiğine inanıyoruz. Gerçekçi gözler Türkiye tarihinin dipten gelen kitle baskısıyla yazılmamış olduğunu görebilmek için zorlanmayacaklardır. İyimserlik ise bu olgunun, sosyalizmin yarını için bir avantaja dönüşebileceği bilincini mümkün kılıyor. Hiç kimse, çoğunluk, kitleler, yığınlar gibi kavramların hoş bir güzellik taşıdığını yadsıyamaz. Ama her işin başında sonunda kitlesellik aramak da marazi bir durum olsa gerek. Üstelik “kitle” esprisi güncel örnekte çeşitli işlevlerle yüklü olarak ileri sürülüyor.
Bir tanesi kitleselliğin o pek korkulan bürokrasi riskine karşı bir panzehir sayılmasıdır. Ne ilginçtir ki, kitle katılımı ve bürokratikleşme arasında düşünülenin tam aksi yönde ilişki örneklerine rastlamak daha kolay oluyor. Geçen yüzyılın sonunun sosyal demokrat kitle partilerine inmeye hiç gerek yok; çağdaş bir sosyalist, Togliatti, partisinin en yüksek oy alan parti olarak çıktığı bir seçimin ertesinde çok açık ifade ediyor: “Hükümet olmak için çok az, devrim yapmak için fazla kalabalığız.” Burada önem taşıyan cümlenin ikinci yarısı. Batı örneği kitleselleşmenin atıl mekanizmalarla ve sosyalist kimlikten verilen tavizlerle el ele gittiğini anlatıyor. Sosyalist bir çekim merkeziyle kitlesel kucaklaşma yalnızca özgün ve çok kritik konjonktürlerde gündeme gelebiliyor; çoğu zaman da bir iktidar değişikliğine denk düşüyor. Bunun dışında kitlesel katılımın bürokratikleşmenin panzehiri olmak bir yana (bürokrasinin en açık görüngüsü atalet olmalı) atıl ve hareket edemeyecek kadar yüklü yapılarla beraber varolduğu görülüyor.
“İşçi kitle partisi” ile radikalizmi her durumda yan yana koyma sahtekarlık ya da saflığına ilişkin söylenebilecek tek şey, radikallikten hiç nasibini almayan ama kitleselliğin en arı örneği sayılabilecek bir olgunun, İngiliz İşçi Partisi olduğudur.
Kitlelere aşırı anlam yüklemenin bir uzantısı, Türkiye solunun tarihindeki “suçların kökenini” kitleye karşı beslenmiş olan soğuklukta bulmak oluyor. Doğrusu tam da tersi. Türk solunun kendi kendisini anlatmakta kullandığı “utkan geleneğimiz” motifleri, CHP oylarından zafer sarhoşluğuna kapılmalar, işçi sınıfına sosyalizmi değil de daha acil ve kolay anlaşılır sayılan demokrasi sorunlarını vaaz etme… her birinde ham kitleye kendini teslim etmenin izleri belirgin değil mi?… Türkiye solunun önünde gelişmenin, olgunlaşmanın yolu halkın bağrında gizli mistik değerler keşfederek değil, kitleyi değiştirilecek, yoğurulacak bir malzeme, bir hammadde olarak görmekle açılacaktır. Gündemin ilk maddesi bu misyonu benimsemeye hazır kişilikli aydının popülizmin her türüne karşı mücadele içinde kendisini ispatlaması olmalıdır.
Sosyalist aydın kişilik kazanma sorununun önde olduğu şu günlerde kitle fetişizminin her türü, bir sabotajdan öte anlam taşımayacaktır. Bu noktada bir kez daha Saçak için bir parantez açılması gerekiyor. Saçak işçi kitle partisi terminolojisinin karşısına “sosyalistler partisi” ile çıkıyor. bu çevre için söz konusu farklılık yalnızca bir takvim anlaşmazlığı olarak kalıyor. Partiyi bugünden teslim edecek kitle aramanın ütopizmini sezenler, kitleler inisiyatifine bileti 2000’ler için kesiyorlar. 15 yıllık bir vadede, bir “ulusal konsensus” içerisinde düzen içi yerlerini daha sağlamlaştırabileceklerinin hesabını yapıyorlar…
Türkiye solu önündeki süreci, 1980 sonrasını yılgınlığa kapılmadan anlatan siyasi kadroları ve sosyalist aydınları ile geçirecek, geçirmeli. Sorunlarını bu çevreler içerisinde tanımlama ve çözme olanağını bulabilecek. Sosyalizme koşacak kitleler ya da bir kez daha toplumsal hareketliliği sürükleyecek öğrenci gençlik beklentilerine bir noktadan sonra yer verilmemesi gerekiyor.
Sosyalizm, kişilikli aydınlarına ve evrensel mirasıyla bütünleşen gerçek kimliğine sahip çıkabildiği ölçüde, kendi dışında olup bitenleri manipüle etme gücü katlanarak artacaktır.
Böylesi bir dönüşümü gerçekleştirme şansı olan tek kesim geleneksel sol olarak beliriyor. Geleneksel solun bu şansı, dönem dönem etiket düzeyine indirilmiş olsa da bazı değerlere sıkı sıkıya sarılmakta olmasından kaynaklanmaktadır. Bu değerler, geniş ve flu olsalar da, genel bir hattan sapmamanın güvencelerini oluşturuyorlar. Ancak bilinç ve inatla donanmayan değerlerin garanti vadesinin çok uzun olamayacağı da bilinmelidir.
Geleneksel solun teoride ilkelliğe ve ekonomizme, programda demokrasiciliğe, kadrolaşmada genç beyinlerin uyuşturulmasına mahkum olmadığının mutlaka kanıtlanması gerekiyor.