Türkiye ilericisi 1968 yılında yoğun “uyarılara” maruz kaldı. Biri içeride, kendi ürünü, diğer ikisi Avrupa kaynaklı üç sarsıcı gelişmeyi yaşadı. 6. Filo’ya karşı duruldu. Demircioğlu öldürüldü. Fransa’da kendisini çok aşabilen öğrenci eylemleri bu yıla denk geldi. Nehrin öteki yakasında, “Prag Baharı” adı verilen bir eğreti süreç, beş ülkenin müdahalesi ile sona erdi.
Türkiye’de “68”, ham özellikler taşımasına rağmen önemli bir halkaydı. Diğer iki 1968’in de ülkemizde önemli etkileri olduğu söylenebilir. Fransa ve Çekoslovakya ise 1968 ile birlikte, çok farklı kökenlere rağmen hesaba katılması gereken bir kader ortaklığına sahip oldular.
Hüsran…
1968 yılı, bir aeresol kutusu işlevini gördü. Etrafa hafif zerrecikler püskürttü. Sıkışan hava, özgürlüğüne kavuşunca her türlü sorumluluktan kurtulup zaman ve mekan kavramlarını aşmaya başladı. Bu hava zerrecikleri Fransa’da aydın öğrenciler, Prag’da “şekilsiz muhalif bireyler” oldular. Ortak noktaları, kendilerini var eden yılın, aynı zamanda mahkum ettiği insanlar olmalarıydı. Yoksa Fransa ve Çekoslovakya’da birbirine pek benzemeyen süreçler yaşanmıştı.
1968 yılında Çekoslovakya’dan partiler halinde küçük burjuva ihracatı gerçekleşti. Başta Fransa, İsviçre ve Amerika olmak üzere, bütün batılı ülkeler anlaşılmamaktan şikayetçi göçmenlerle doluştu. Kimisi kendi kendini yedi, yitip gitti. Önemli bir bölümü “hür dünyanın” araladığı kapının ardındaki nimetlere gözünü dikti. Bunlar, piramidin üst taraflarında mevki elde ettiler.
Kimisi de, bu emigre hareketine gecikerek katılan Milan Kundera gibi, yaşanılan süreci romanlaştırdı. Fatih Özgüven çevirdi, Murat Belge çoğu kez olduğu gibi önsöz yazdı ve İletişim Yayınları “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”ni, yani 68’in başka türlü yazılması çok güç olan romanını piyasaya sürdü.1
1968 Fransa ve Çekoslovakyası özgünlükler taşıdılar. Ancak özde “yeni” olamadılar. “Bireyselleşme” savıyla kutsanan ve aslında potansiyel bireylerin tırnaklarının sökülmesi ve bunlara ponponlu terlikler giydirilmesi olan “benliğinde yaşama”, batıda yıllardır tüm birikimin heba edildiği bir çıkışı olmayan labirent işlevini koruyor. Toplumsallıktan arınan aydın, en sağlıklı olarak oryantalizme merak sarmış veya antropolojik güdülerle dünyayı dolaşan iddiasız tiplerle canlandırılıyor.
Kundera da, bu süreci bilerek ya da istem dışı yaşayan bir kesimin romanını yazmış. Saygı uyandırmayan, yenik ve sorumsuz bir kesimin…
Tomas, Tereza, Sabina, Franz. Bunlardan ilk üçü “muhalif”. Tek başına 1968 müdahalesine değil; genel olarak öyleler. Ne istediklerini bilmiyorlar. Birbirleri ve başkaları ile yatıyorlar. Cinsellik, “hafif varlıklarında dayanılmaz dinamikler” yaratıyor…
Kahramanları hatırlatmakta yarar var. 1) Tomas, cerrah… Çok duygulu. Sevgilisi Tereza hiç aklından çıkmıyor. Bu yüzden Tereza’ nın kollarından ayrılıp başka kadınlara gittiğinde alkol almak zorunda. Yoksa midesi kaldırmıyor. Bu nedenle sürekli içiyor… 2) Tereza için de katlanılmaz olan bu kadınlar değil, onların Tomas’ın saçına sinen erotik kokuları. Hiç şaşırtıcı olmuyor. Nefretle baktığı Sovyet tanklarının varlığı altında ezildikçe değişik bir haz duyan Tereza, başarısızlıklarını, hafifliğe meze yapabiliyor. 3) Franz, Slav değil. Önce Küba, sonra Çin yanlısı oluyor, sonra da “bu ülkelerin yönetimleri acımasızlıklarıyla onu tiksindirmeye başladıklarında, derin derin iç geçirerek her şeyden elini eteğini” çekiyor “ne ağırlığı ne de hayatta karşılığı olan bir laf kalabalığına sığınıyor. (s. 111) Bildiğimiz bir gelişmeyi yaşıyor. En sonunda Avrupa’daki “oyun”u aşarak Kamboçya sınırında Vietnam karşıtı mizah yüklü bir şova katılıyor. Kendi kendine gülüyor. 4) Sevgilisi Sabina, fazla söze gerek yok, Prag’da başladığı yolculuğu Amerika’da noktalıyor.
İki kadın iki erkek. Hepsi birbirlerine benziyor. İkinci Savaş sonrası yaşanılanların yükünü kaldıramayacak konum ve yapıdaki insanların ayrım noktaları silikleşiyor. Birbirlerine ayna olan, karşılıklı temaslarında bir diğerini değil, hep kendini gören ve bu nedenle “dayanılmaz bir kabus” yaşayan kişiler. Birey olamıyorlar. Derinlik ve zenginliğin serpilip güçlenmediği bir kısırlık hüküm sürüyor: Çarpıcı renkleriyle külahında çok çekici duran taklit Roma dondurmalarının tatsızlığı…
Yaşanmamış hiçbir şey bırakmamak iddiası ile fiilen hiç yaşamamak. Otopsiye yatırıyorsun, içi boş bir “beden”le karşılaşıyorsun. Olmazsa olmaz bilinen organlar yok. “Olmazsa olmaz organlar”. Bireyselleşmeyi göze alıp, birikim ve sınıfsal köken sorunları nedeniyle kendi “birey”leri ile baş başa kalan bu insanlar hızlı bir arınma süreci yaşıyorlar. Buna çılgınca bir yük boşaltma manyaklığı da denebilir. Sonunda hafifliyorlar hafifliklerini seviyorlar.
Benliğinin bilincine varmış ve şu veya bu şekilde kendisini sorgulayan insanların “olmazsa olmazlıkları” nedir? O cesaret ve güce sahip olmasalar da, tutarlı ve inatçı olmayı isterler. En azından bunu hayal ederler. Kundera dörtlüsü ise, ilke(sizlik)lerini “zor”a karşı sınamaktan özellikle kaçınan, hatta bu sakınmadan gizli bir zevk duyan kişilerden oluşuyor.
Sonra, artık “bizim için” neredeyse genetik bir hal almaya başladı. Birey, toplumsal olanın gölgesini her zaman üzerinde hisseder. Sorumsuzluğu erdem, hafifliği özgürlük belleyen kahramanlarımız ise, birey-toplum ilişkisini neredeyse hayvansal bir ekolojik kuşatma olarak değerlendiriyorlar. “Gezegen patlayan bombalarla sarsılsın, ülke her gün yeni ordularla yağmalansın, bütün komşuları götürülüp kurşuna dizilsin -açıkça söyleyemiyordu ama- bunların hepsini çok daha kolaylıkla kabul edebilirdi. Oysa Tereza’nın rüyasında gizli olan acı, katlanamayacağı bir şeydi.” (s. 232)
Tomas ile Tereza’nın birbirlerine duydukları sevgiye anlayışla baktığımızı varsayalım. Ancak Tomas’ın muhakeme mantığı “insanca olduğu için onaylanabilir” bir durumun çok ötesinde çirkinliği temsil ediyor. Ve bu, son yıllarda ülkemizde bir bölük aydın tarafından bireyselleşme olarak adlandırılıyor. İnsanlar toplumsallıklarından uzaklaştıkça kendilerine bahşedilen et ve kemik yığınının hakkını daha iyi vermiş oluyorlar!
“Birey”, yüklerini boşaltma sürecinde, kitap boyunca sürekli olarak aforoz edilen kültürel gelenek ve birikimden de kurtulma yollarını bulmaya çalışıyor. Her zaman çok kolay “özgürleşebileceğine” ve teorik mazeretlere sığınılabileceğine, bu nedenle de çok titiz olunması gerektiğine inandığım cinsellik, iki kadın ve erkeğin en “hafif” oldukları boyut oluveriyor. Tomas bir kere daha “tensel aşkın hafifliğini ve sevimli sıradanlığını” önerme yoluna gidebiliyor. (s. 150)
Arınma, daha doğrusu etik ve kültürel boşalma süreci, nasıl sonuçlanabilir? Fazla zorlanmak gerekmiyor: Kundera’nın oluşturduğu ilişkilerin en rasyonel ve yüklü olanı Tereza ile Karenin’in, yani bir köpeğin ilişkisi. Sürekli hafifleyen dünyalarında kişiliksizleşmeye başlayan bir kadın, belli bir mantık ve sorumluluğa ulaşan tek ilişkisini bir köpekle kurabiliyor. Anlaşılır bir şey.
Sonuçta o denli hafifliyorlar ki, “hafifliği selamlayacak” gücü yitiriyorlar; hafifliğin ağırlığı altında eziliyorlar. Bu romanda kişilikler yoktur, “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” kişiliği olmayanların romanıdır demek oluyor.
Sığ kimliklerde biraz gezindikten sonra ve Kundera felsefesine değinmeden önce, bir iki noktaya daha parmak basmak istiyorum.
İnsanlar “hafif” olmayı benimseyebilir, buna hakları vardır. İnsanlar “hafif olmanın erdemlerinden” söz edebilirler, haksızdırlar. İnsanlar, hem hafif olmayı erdem sayıp, hem de her zaman ciddi ve ağır olan politikaya soyunurlarsa… Ne işleri var bu diyarlarda? Romanını, son derece “hafif” romanını ansiklopedik küfürlerle bezeyen Kundera ‘nın ne işi var?
Kitap boyunca Çek doktorlarının küvete işeme alışkanlıklarının olduğunu, Stalin’in oğlunun “bok” yüzünden öldüğünü, kolektif çiftliklerde kamyon frenlerinin aşındığını, Vietnam ‘ın Sovyetler’in kölesi olduğunu, Sovyetler’de bir kentte bütün köpeklerin öldürüldüğünü ve bunun gelecekteki “katliamların” bir habercisi sayılması gerektiğini, devlet başkanı denince insanları öldüren bir caninin akla geleceğini ve Rusya’da 500-600 yıldır güzel bacaklı kadın yetişmediğini öğreniyoruz. “Hafiflik” ideolojisine hiç yakışmıyor.
Devam edelim. Roman “birey”i anlatır. Burada birbirine çok benzeyen, “birey olamayanların” olduğunu söylemiştim. Romana ilişkin iki nokta daha: Kundera’da “Çek” olan tek bir şey var. O da, “Haşek muzipliği” diyebileceğim bir bıyık altı mizah anlayışı. Söylenecek hiçbir şey yok. İkincisi, Özgüven’in çok güzel çevirisi.
Bir de Murat Belge hatırlatması. “Güzel sanatlarda muhalefet her zaman daha köklü bir estetiğe imkan hazırlar” (s. 6) önermesi, Murat Belge’nin kişisel olarak “iktidar”sızlık tercihini gösterir. 20. yüzyıl pratiğinin “ezilen bir estetiği” baştacı ettiğini sanmıyorum. Eğer belli bir süre sonra yaratıcılığa yol veriyorsa, güzel sanatlarda disiplin ve sınırlamanın gerekli olduğuna inanıyorum. Dahası, “aydın” olmayı “muhalif” olmak gibi misyonerlikten ricat etmiş (Tarihten Güncelliğe) bir statü, “misyon”u da sersemce bir şey olarak (Tomas) görmek durumunda değilim.
Evet, nedir Kundera felsefesi? Tekrar baştan alalım. Avrupalı aydının “dinamik kurudu” sanarak gelişmiş kapitalist ülkelerde yaşadığı trajedinin benzeri, çok çeşitli nedenlerden sosyalizmin reelliğini kavrama konusunda yeteneksizlik gösteren Macar ve Çek küçük burjuvalarınca da yaşandı. Bireysel bakirliklerini korumak amacı ile yola çıkıp bu kez “benlik” lerini yitirdiler. Sonunda bu süreç hiçbirisinin hoşuna gitmedi, ama benimsendi.
Kundera felsefesi, ciddiye alamadığı, “yaşanmalıdır” diyemediği bir “hafifliği” yargılayamama ve acı çekerek sevme felsefesidir. Bu felsefe kendisine “realiteyi” hatırlatan her şeye “tavır” alma çabasındaki bir mozaiktir.
Ahistoriktir. Tarih, Kundera için rasyonalitesi olmayan ve “insan” faktörü üzerinde etik bir baskı kuran acayip bir mekanizmadır. Sosyalist ülkelere yönelik olarak sürdürülen muhalif tepkiler bile artık onun için anlamsızdır. Tepki duyulan şey ile aynı düzlemde yer almak belli bir ağırlığı gerektirir. Bu yoktur. Böylece zavallı da olsa bir “kavga” veren kişiler sonunda “var olmanın dayanılmaz hafifliği”nde buluşup, sorumsuzluk ve sıradanlığın ahmaklaştırıcı keyfini yaşıyorlar.
Sonra davranış ve ilişkilerindeki her tür özdenetim ve düzenlemeyi ortadan kaldırıp, öz-biçim arası bir kutsal buluşmaya ulaşmaya çabalıyorlar. Bunun adı dürüstlük ve özgürlük oluyor. İnsanoğlunun hareket-davranış ve düşüncelerinin dışında, onları dışlayan bir öz olduğunu, o “öz”ü ortaya çıkartmak için hafifleyip göğe yükselmek gerektiğine inanıyorlar.
Birincisi, böyle “saklı” ve insani bir “öz” yok. İkincisi, o özü kuşatan biçimsellikleri yıkma cihadı, kesinlikle varolan “öz”ü değiştirme çabasıdır, ona ulaşma değil. Üçüncüsü, yaşamın, içselleştirilmemiş ve hazmedilmemiş biçimselliklerinin uzun sayılmayacak bir sürede açığa çıkması için yeterli sayıda tuzak içerdiğini düşünmek gerek. Dördüncüsü, aydınca tutku ve ihtirasları olan insanların “öz”lerini “biçimsellikleri” ile şekillendirme mücadelesi vermeleri gerektiğine inanıyorum.
Kundera, bu derece sinik eğilimleri benimsedikten sonra, “güzelliği”, dünya gittikçe daha “reel” hale geldiği için kaybolmak üzere olan bir arızi durum olarak değerlendiriyor. “Güzellik dünyadan bütün bütüne kaybolmadan önce, yanlışlık sonucu bir süre daha var olacak.” (s. 110)
Sabina, Tereza, Tomas ve Franz birbirlerinin aynıdırlar. Hepsi Kundera’nın kişiliğinde sorumsuz bir resmi geçit yapmaktadırlar. Birbirleriyle tek ayrım noktası, Tomas iyi biliyor, “cinsellikleridir” (s. 204).
Kundera felsefesi, protestanlığı olmayan ve tersyüz edilmiş bir hıristiyan düşüncesidir. Kendine dönme ve sonsuzluğa ulaşma anlamında olabildiğince “sofu”, çirkinliği estetize etme ve et düşkünlüğünde bir o kadar insandan uzak!
Ne oluyor sonunda? Yürüyorlar. “Setleri yıkıyorlar”. Özgürlüklerini ihanet ederek ve bilinmeyene doğru başını alıp giderek kazanıyorlar… (s. 99).
Batıda “birey” bu yürüyüşü daha ne kadar sürdürecek, bunu zaman gösterir. Ordan oraya sürüklenecekler. Hafifliklerine rağmen çekim alanına girebilecekleri marjinallikler olacak. Zaman zaman hafiflikten arınır gibi olacaklar; alternatifçi, çevreci olacaklar. Abilerinin, ablalarının 68 yılını hatırlayıp hüzünlenecekler. Ama, çelişkinin zenginliği ve güzelliği var; dipte yok olması mümkün olmayan bir yerde “iktidar”sızlığı erdem kabul etmeyen ve reel dünyayı özleyen bir süreç hep beslenecek.