Bu kadar zavallı olmak gerekir miydi? Yaşadığımız yüzyılda zavallı ve aciz olmanın sınırları var. O sınırların ötesine geçmek çok “reel” nedenlerden olanaklı değil. Ancak Türkiye solu bu sınırları zorlama başarısını büyük bir ustalıkla sürdürüyor. Bizim için ne kadar acı!
Türkiye solu, bir kez daha zavallılığa mahkum bir döneme sokulmamalı. Öyle başladı, öyle gitmemeli. Bir anlamda işin başında sayılınır; işin başında titizlik ve sabırla dik durmak öğrenilmeli. Yoksa, yanlışlarda ısrar ve beceriksizlilikte inat etmek yüzünden şapka çıkarılır hale gelinecek. Bu Türkiye’de, buna mahkum olduğumuza inanmıyorum.
Solun kronikleşmiş güçsüzlük hastalıklarından birisi, belki de diğerleri ile bağlantılı olmasına rağmen en önemlisi, “sosyal demokrasi”ye karşı süreklileşmiş zaafıdır. Hastalık öylesine “vazgeçilmez” bir hal almıştır ki, şimdi bu yazıda oturup “sosyal demokrasi”nin 20. yüzyıl marifetlerini sergilemeye çalışmak, burjuvazinin bu siyasi arsenalinin sınıfsal kökleri üzerinde durmak, sonuç alıcı olmak açısından pek bir şey kazandırmayacaktır. Bunun yerine sosyalistlerin “sosyal demokratlar”a karşı yaklaşımları incelenmelidir. Çünkü, sosyal demokrasinin bir evrensel ideoloji olarak üzerine gidildiğinde Türkiye solunun “desteksever” kesimlerinin tavrı “biliyoruz kardeşim” olacaktır. “Hem biliriz hem yaparız.”
Ama gene de şunu söylemeden edemeyeceğim. Çok bilinse de: Sosyal demokrasi, eğer dünya ölçeğinde ve geçmişi olan bir olgu ise, bu akımın en belirgin özelliklerinden ikisi, işçi sınıfının içinde yapısal olarak varolması ve Marksizm kökenli olmasıdır. Bu yüzden Türkiye’de otantik olarak bir sosyal demokrasiden söz edilmesi olanaksızdır. Ama, sorun işlev ve sınıf mantığı açısından ele alındığında, Türkiye’de sosyal demokrasi bal gibi vardır. Ön plana çıkan iki işlevi ile. Burjuvaziye alternatif bir program sunabilmesi ve ilerici harekette inşa ettiği truva atı ile…
Ancak, ilk iki özellik olmayınca, yani “sosyal demokrat” kimliğe sahip olmaya çalışan bir çizgi işçi sınıfı içerisinde oturmuş bir güce ve Marksizm ile hiçbir kan bağına sahip değilse, “işbirliği” merakının ilk heyecanı hemen ortadan kalkıveriyor. “İşbirliği” için artık başka mazeretlere gereksinim vardır. Meraklısı arayıp buluyor. Türkiye’de bütün sendika üyelerini aynı zamanda resmen kendi üyesi sayan bir İngiliz İşçi Partisi, kimi marksist kavramları onca yıl sonra yeniden programına alan bir Alman Sosyal Demokrat Partisi yok. Yok ama “bizim de Canver’imiz var, SHP yönetimindeki aydın ve bilim adamlarımız var.”
Burada batı Avrupa sosyal demokrat mirasa bir “onur” vermek niyetinde değilim, ancak Türkiye’deki bazı zorlamalara itiraz etmek gerekli. Yoksa, Avrupa’da sosyal demokrasinin sicili hiç de temiz değil. Hemen başında iki değerli spartakist’in kan lekeleri yer alır. 1960 sonrasında tamamen Türkiye solunun belli bir bağımsız kimlik kazanmasına karşı, CHP’nin “ortanın solu” lakabına layık görülmesi yüzünden ülkemizde varedilen “sosyal demokrasi”, eğer mutlaka evrensel bağ kurmak çabasını sürdürürse ve buna solcularımız da katılırsa, o zaman bu sicil biraz daha deşilir; 1920’lerde “sosyal demokrasi”ye solundan gelen radikal eleştiri ve sıfatların ne kadar haklı olduğu ortaya çıkar.
“Sosyal demokrasi”, genel olarak sosyalist düşüncenin önemli bir belirsizlik taşıdığı alanların başında geliyor. Özellikle bazı politik zorunluluklar nedeni ile “sosyal demokrasi ve sosyalistlerin yaklaşımı” bilim ve ideolojinin ayrı düştüğü bir sorunsal. Teorik olarak bir burjuva ideolojisi ve siyasal akımı biçiminde hakkı verilen sosyal demokrasi, politika ideolojisinde zaman zaman “işçi sınıfını temsil eden iki siyasal partiden birisi”ne varan “sağ” yorumlarla ödüllendirilebiliyor. Sözü uzatmamak için hemen vurgulayabilirim: Sosyal demokrasi işçi sınıfını temsil etmiyor…
Her Seçim Döneminde Nükseder Aynı Hastalık
60’larda bu tür bir sorunumuz yoktu. Kimse, bütün eksikliklerine rağmen bir sosyalist parti varken gidip göğsünü gere gere CHP’ye oy atmıyordu. 70’ler geldi, sol kendini unuttu, büyük bölümler halinde Ecevit’in peşine takıldı. 70’ler bitti, Ecevit ile beraber bu hastalığın da biteceği konusunda ümitlendik, olmadı. Sorun ne Ecevit, ne de aslında tek başına seçimler. Sorun, çok daha kökene ait yerlerde, ama kendisini en çok seçim dönemlerinde ortaya çıkartıyor. 1977 seçimlerinde, 1983 seçimlerinde ve son ara seçimlerde olduğu gibi.
Bu seçimlerde Türkiye solu, bir-iki istisna ile SHP’yi desteklemedi; düpedüz SHP’cilik yaptı. Son derece kişiliksiz gerekçelerle (kişilik bulma mücadelesi vermesi gereken) “sol” en tehlikeli bir dönemde eski hastalığını nüksettiriverdi. Gerekçeler hazırdı. Bu gerekçelerde inandırıcı noktalar da vardı. Ama birşey yoktu: Bir özne olarak sosyalist hareketin varlığı ve geleceği. Bir öznenin kendi kendisini yok sayan değerlendirmeleri kadar ölümcül bir tavır olur mu?
Gerekçelerden ilki ve en inandırıcı gözükeni “Özal hükümetini zayıflatmak” oldu. Bunu aslında SHP’nin kendisi de sürekli olarak vurguladı. Olay çok basitti: Son altı yılın “korkutucu” dekoru önünde sahnelenen bir sosyal demokrat şov. SHP bugünkü görüntüsünü kesinlikle bu altı yıla ve bu altı yıldan aldığı ve alacağı ranta borçludur. Öbürü, DSP de altı yıllık dönemin bütün “kazanımlarını” büyük bir hevesle kar hanesine yazmış, sola karşı kindar bir politikayı açık yüreklilikle sürdürüyor. Türkiye’de sosyal demokrasi veya demokratik sol, başta sözünü ettiğim yerlerde değil, “devlet geleneği” içerisinde köklere sahiptirler. Bu köklerin ne olduğu iyice düşünülmelidir.
Özal hükümetini zayıflatmak gibi ilk bakışta rasyonel gözüken bir gerekçeyi savunanlara şu soru kesinlikle sorulmalıdır: Türkiye solunun bir subjektif faktör olarak kendisini bir yere oturtmadan, düzen partileri içerisinde birini güçlendirmek pahasına diğerini zayıflatmak çabasını göstermesi geleceğe ne gibi bir miras bırakacak? Biz ne zaman kendimize omuz vereceğiz? Eğer sorun birilerini zayıflatmaksa ve bu zayıflatma girişimi için birilerine kan aktaracaksak, bu son seçimde açıkça görüldü, neden DYP olmasın?
Türkiye solu bundan böyle kendisini bir yere koyamadığı hiçbir “destekleme”, “zayıflatma”, “oy ve ilan verme” fiillerine merak sarmamalıdır. Özal hükümetinin zayıflaması, başka süreçler de işlediği zaman anlam kazanabilecek bir gelişmedir. Yoksa, toplumsal hoşnutsuzlukların bir partiden diğerine transfer edilmesinde gönüllü taşıyıcılar olmanın hiçbir anlamı yoktur.
SHP’ciliğin ikinci gerekçesi, “SHP, CHP’den farklı” ve “SHP’de bilim adamları, aydınlar var” türünden, ilkinden belki daha tehlikeli yanılsamalardır. Elbette SHP, CHP’den belli açılardan farklı. Birincisi karizmatik bir lider yok, bir sürü “lider”cik var. İkincisi ve temel olanı, 4-5 yıllık bir aradan sonra hangi siyasi görüş değişmeden çıkabilir. DYP AP’den farklı bir görüntü kazanmaya çalışmıyor mu? Demirel neredeyse “asıl sosyal demokrat benim” diyecek. Ancak bütün bunlar SHP’yi ilerici yapmaya yetmiyor. Görüntü ve mesajlara bakacak olursak, Ecevit’in 73-74 çıkışı çok daha “ileride” ve “harekete geçirici” idi.
Aydınların ve bilim adamların SHP’de toplanmaları ise sosyalistler için ancak üzücü olabilir. Türkiye solu bir dönem “çektiği” aydın-sanatçı-bilim adamlarını şimdi sürükleyebilecek güçte gözükmüyor. O güç kazanıldığı zaman çoğu gene sosyalist hareketin eteklerine toplanacaktır. Ama sosyal demokraside benliğini bulanlar için söylenecek şey “ayrışma iyidir, herkes kendi yerine” olmalıdır.
Türkiye solunun bu son seçimlerdeki önemli “tercihlerinden” bir diğeri de DSP-SHP mücadelesinde oldukça net bir tavır almasıdır. Ecevit’in ne yapmak istediği bellidir. Türkiye solu Ecevit’e takındığı olumsuz tavır ile kesinlikle doğru yapmıştır. Ancak iş SHP-DSP ayrımına gelince biraz karmaşıklaşmaktadır. SHP, daha baştan beri “aynı şeyleri söylüyoruz niye ayrıyız” motifini kullandı. Ecevit’in soyunmak istediği rol, SHP’ninkinden belli açılardan ayrı düşüyor. Ancak, “program” bağlamında iki parti arasında önemli farklılıklar bulmak çok güç. Her iki parti de bu konuda ikna edici birşeyler ileri süremiyor. Her iki partinin yapamadığını Türkiye solunun yapmaya kalkması ise son derece saçma. Ecevit’e karşı çıkmak ve “oyun”u bozmak için neden ille SHP’den “ilerici” bir parti yaratmak gereksinimi duyuluyor? Bunu anlamak çok zor.
Türkiye solunun ara seçimlerde ne yapmak istediği de çok açık değildi. Ortaya çıkan SHP’ciliğin amacı, “SHP oylarını arttırmak” gibi oldukça sınırlı bir kaygıya dayanmışsa, Türkiye solunun bir oy potansiyelinin olmadığı bilinmeliydi. Yok SHP’cilik eğer bir siyasi tavır olarak düşünüldüyse ve “seçimler gibi önemli bir konuda görüş bildirmemek olmaz” gibi bir tezcanlılık ile davranıldıysa, o zaman yapılması gereken en sağlıklı iş sosyalistler ile sosyal demokratlar arası ayrımın altının çizilmesi olacaktı. Türkiye solu, daha rüştünü ispat etmeden her sorunda görüş bildirmek zorunda olmadığını da öğrenmelidir.
Türkiye, Sosyal Demokrasi ve Sosyalistler
Ülkemizde, “yaratılan” sosyal demokrasi, kesinlikle sistemin sola açılan gediğini kapatmaya yönelik bir işleve sahiptir. Sosyal demokrasinin ve bu harekete gönül veren kadroların öznellikleri ve iç dinamikleri bu işlev olduğu sürece hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Türkiye solu, sosyal demokrasinin düzenin dışına çıkan tepkileri belli bir çizgide tutmak görevi dışında düşünülemeyeceğini bilmek durumundadır. Böyle bir görev olmadığı sürece, böyle bir gereksinim Türkiye burjuvazisi için yakıcılığını hissettirmediği sürece bu ülkede sosyal demokratların dolduracakları hiçbir boşluk yoktur. Belli dönemlerde gereksinim duyulan alternatif ekonomik politikalar için klasik DP-AP-DYP çizgisinin de kullanılabileceği ortadadır. Üstelik alternatif bir ekonomik politika üretmedeki acizlik yalnızca Türkiye’deki sonradan olma sosyal demokratlarda değil, yılların köklü partilerinde de görülmektedir.
Bugün, sosyal demokratlar ile sosyalistler arasında toplumdaki tepkileri yönlendirebilme rekabeti vardır. Ancak, Türkiye solu, henüz bu rekabete etkin biçimde katılmak bir yana, kendisini sosyal demokrasiden kurtarmanın mücadelesindedir. Sosyal demokrasi ile arasındaki farklılıkları bulandıran, sıkıştıkça ona sahip çıkan “sol”, kitleleri sosyal demokrat yanılsamadan kurtarmadan önce, gerek örgütsel gerekse ideolojik olarak sosyal demokrasiden kesin bir kopuş yaşamalıdır.
Bu kopuşu gerçekleştirebilmek için bazı “tabu”ların yıkılmasında yarar var. Şöyle bir senaryo Türkiye solunda açıkça telaffuz edilmese de yaygınlık kazanmış durumda: Sosyalist hareketin önünde katedilmesi gereken bir yol var. Bu yol, çeşitli biçimlerde tıkanmış durumda. Bu yolun üzerini tıkayan engellerin her birinin temizlenmesinde değişik toplumsal katmanlar ve siyasal örgütlerle işbirliği yapılması gerekiyor. Bütün iş hangi engelin kimlerce kaldırılacağının tespit edilmesinde. Sonra, gelsin çağrılar, desteklemeler. En büyük payı doğal olarak sosyal demokratlar alıyor.
Bu senaryo, Türkiye solunun kendi elleriyle yarattığı değil, ona dayatılan bir senaryodur. Türkiye solu, yolalabilmek için, adım adım ve belli bir sıra ile bütün engellerin ortadan kaldırılması gerektiğini düşünerek büyük bir yanlış yapıyor. Yolu tıkayan engeller, yolda kendi öznel niyetlerini ön plana çıkarmayı başarmış bir kararlı yolcunun varlığı ile ortadan kalkarlar. Başkalarının eliyle “demokrasi” umanlar, bu anlamda kimi kazanımlar elde edildiğinde güç ve kitle desteği kazananların kendileri değil, bizzat o sürece ağırlığını koyanlar olacağını düşünmelidirler. Bu yüzden, Türkiye solunun yolunda sosyal demokrasinin temizleyeceği hiçbir engel yoktur, olmamalıdır.
Türkiye solunun bir deyişle iştahını kabartan en belirgin nokta, SHP’nin amorf yapısıdır. Şekilsizlik ve karmaşıklığın bu parti içerisinde “at oynatabilme” şansını arttırdığı sanılmaktadır. Aslında böyle bir şans vardır. Ne var ki, sosyal demokrasi, asli görevini, zaten bu şansı yarattığı ölçüde sürdürebilen bir siyasi çizgidir. Bu asli görevin ne olduğunu daha önce açıklamıştım. Üzerinde önemle durulması gereken sorun, tek başına “at oynatma” değil, bu at oynatmanın Türkiye soluna ne tür ek kazanımlar getireceğidir. Bazı kazanımlardan sözedilse bile, bir maliyet bilançosu çıkarıldığında kazananın bizler olmayacağı aşikardır.
Türkiye solunun yakın geleceğine baktığımızda, yaşanacak iç ayrışmaların yanı sıra sosyal demokrasi ile ciddi bir hesaplaşmanın gündeme geleceğini söylemek doğru olacaktır. 12 Eylül’ün unutturduğu birçok ayrım noktasının yeniden yaratılması için ve sosyal demokrasinin “etkisizlik” psikolojisi içerisinde Türkiye solunun kanını emmesinin durdurulması için bu zorunludur. Sol, Türkiye kamuoyuna ve bu arada kendi içerisine sosyal demokrasiden kesin bir kopuşu yaşatmalıdır. Son yıllarda “demokrat” ideolojinin açıkça sızdığı sosyalist düşünce, kendine gelme sürecini ancak bu şekilde başlatabilir.
Önümüzdeki döneme ilişkin bir başka önemli sorun, Türkiye’de “sol” çıkışın sosyal demokrat damga yememesidir. Eğer, “görece rahatlama” dönemi bizlerin de katkısı ile bir sosyal demokrat eser olarak sunulursa, bundan sonrası sosyal demokratların olacaktır. Bizlere de “neden makus talihimizi yenemiyoruz?” biçiminde sorulara cevap aramak düşecektir.
Ülkemizde sosyal demokrat ideoloji büyük bir bunalım yaşamaktadır. Şu altı yıla rağmen, kitlelere hitap etmek konusunda önemli sıkıntıları vardır. Devletçilik, sivil toplumculuk, popülizm ve hatta liberallik iddiaları birbirine geçmiştir. ANAP ve genel olarak “sağ” insanları memnun etmese bile “iş bilen” olarak görülürken, sosyal demokratların payına son derece beceriksiz ve ne yapacağını bilemeyen bir görüntü düşmektedir. Bu Türkiye solu için bulunmaz bir fırsattır. “Bunalım” geçiren sosyal demokrasiyi bir toplumsal panik içerisinde güçlendirmeye çalışmak ayak altındaki toprağı kaydırmak ile özdeştir.
Ayrıca, benzer bir bunalım hemen hemen dünyanın tüm sosyal demokrat partilerinde vardır. Solun genel olarak “güçsüz’ gözüktüğü bir dönemde sosyal demokrasinin evrensel olarak yapacağı yeni bir silkinişin kimin işine yarayacağı açıktır. Sol, yalnız Türkiye’de değil, tüm Avrupa’da belli bir hareket serbestliği kazanmak istiyorsa, sosyal demokrasinin kendini bulmasına hiçbir biçimde yardımcı olmamalıdır. Ortada bu tür bir yardımı gerekli kılacak hiçbir zorunluluk gözükmüyor.
Sosyalistlerin sosyal demokratlarla ilişkilerini kapsayan yaklaşık 70 yıllık bir tarih vardır. Bu tarih içerisinde bir yanda, hem nesnel dayatmalar, hem de önemli teorik yanılgılar nedeni ile “sosyal demokrasinin ikili yanı”, “gericiliğe karşı işbirliği yaparız”, “anti-tekelci ve devletçi uygulamaları destekleriz” vb. yaklaşım tarzları vardır. Bugün için en anlamsız ve verimsiz tarz da budur. Bu anlamsız ve verimsiz tarz bir kenara konmalı ve 70 yıllık mirasın “sol” yanı gündeme getirilmelidir. Bu tarihte şu ana dek tek tek ülke özgünlüklerinden söz edile edile, evrensel çerçevenin anahatları unutulmaya yüz tuttu. Unutulanların başında “bir ideolojinin herşeyden önce bağımsız olması gerektiği” geliyordu. Şimdi tekrar tekrar bunun hatırlatılması zorunlu hale geliyor.
Türkiye solu evrensel çerçeveyi içkinleştirmeden güncel oynamaya kalkmasın. Siyaset, güçlü çarkların işlediği, yapılan hataların genellikle çok güç telafi edildiği bir “oyun”dur. Uygun zamanı kollayacağım derken bu oyuna hiç katılmamak nasıl bir ölümse, hiçbir ideolojik-teorik titizlik göstermeden “biz de varız” diye ortalığa çıkmak aynı şekilde yokedicidir. İkincisi, güncele boğulmak ile sonuçlanacaktır; bunu ise bu yüzyılın başından beri tarih, ekonomizm ve reformizm olarak tanımlıyor.