Yaşadığı tarihsel döneme ve ortama müdahale etme durumundakilerin ilk görevi, bu dönem ve ortamın nesnel koşullarını yeterli düzeyde kavrayabilmektir. Türkiye’nin yakın geçmişinde toplumsal süreçlerin ivme kazandığı bir dönem yaşandı. “Yaşanılanın yaşanıldığı an” her zaman çok boyutlu bir tartışma konusu olmuştur. Ne ölçüde kavranabilir, ne ölçüde kavranamaz? Yaşanılan ana ilişkin bilgilenmede, belirli sınırların ötesine geçilemeyeceği açıktır. Ama gene de, insanın geçmişle belirli bağlar kurabilmesi, bugünü anlamlandırmasında yararlı oluyor. “Olanaksız” görünene yaklaşımda önemli ipuçları sağlıyor en azından.
On yıl öncesine dönüp baktığımızda, çok şey değişmiş gibi görünüyor. Bir dönem, gücünü pek çok kişinin dost düşman kabul ettiği gençliği, şu an siyasal arenada görsek de, bu öyle çarpıcı, gösterişli bir güç sergilemiyor. Bunlar, daha yeni insanlar. 77 döneminin gençlerine gelince; onlar daha çok “yok olmuş” bir kesim izlenimi veriyorlar. Sanki kendilerine özgü bir “dönem”leri vardı; onu tamamladılar ve gittiler. Sanki tarih sahnesinden çekildiler.
Bu insanlar, bu gençler, kendi dönemlerine nasıl müdahale ettiler? Daha doğrusu edebildiler mi? Bu konu herhalde çokça ve sıkça tartışılacak. Amaçları neydi, gerçekleştirdikleri ne oldu? Tarih, kendi akışı içinde rol almış hiçbir kesimi programı, açıkça ilan ettiği hedefleri açısından değerlendirmez. önemli olan fiilen yapabildikleridir; elbette tüm yan uzantıları ve boyutlarıyla birlikte. Her kesim, her etkinlik, tarihteki izini böyle bırakır.
77’lere Gelirken
1975-80 dönemi gençliğinin en önemli handikaplarından biri, devraldığı mirastı. Söz konusu dönemde gençliğin nicelik olarak daha büyük bir ağırlığı oluşturan kesimini ele alırsak, devraldıkları mirasın iki yanı vardı: Birincisi “sosyalist teori” olarak bildikleri; ikincisi de gene geçmişten, ama göreli olarak yakın bir geçmişten “eylem çizgisi” olarak kendi dönemlerine kalanlar…
1965-70 dönemine dek belirli bir çizgide süregiden ve kimi tarihsel kısır döngülerini kıramayan sosyalist teori ve pratik, yaygın olarak “68 kuşağı” adını taşıyan kesimin müdahalesiyle yeni bir ivme kazandı. Sosyalist teori ve pratiğin bu dönemde belirli bir “dönüşüme” uğradığını söylemek mümkündür. Dış ve iç dinamiklerin kaynaşması, bu dönüşüm için elverişli bir zemin oluşturdu. Gerçekten “halkın içinden” çıkan temiz insanlar, sınıfsal bilincin çok gerisinde bir bilinçle kendi dönemlerine müdahale ettiler. Bu dönüşüm, pek çok açıdan “geleneksel sol”un geleneksel çizgisinden farklılık gösteriyordu. Ortada bir paradoks da vardı: Gençliğin çıkışı halka siyasal anlamda ulaşmadı ama eylemlerle kitleler arasında “duygu” bazında bir kaynaşma gerçekleşti. Bunun nedenlerinden biri olarak, döneme damgasını vuran bu gençlerin gerçekten de “halkın içinden” gelen nitelikleriydi. Halk için bunlar, kendi içlerinden çıkan, üstelik de tahsilli, bilgili insanlardı. Duygu bazındaki çakışma böyle sağlandı.
Bu dönemde gerçekleşenler, o güne dek duyulmamış, görülmemiş ölçüde önemli etkiler yarattı. Ortalığı bir anda soru işaretleri kapladı. İstenenler, gerçekten güzeldi, doğruydu. Ama bir bütün olarak kültürel birikim, bütüncü düşünme geleneği eksikliği çeken toplumumuzda, başlangıcın sempatisinin ve duygusal yakınlaşmasının gerçekten düşünsel bir temele oturması çok güçtü. Her kesimde bir “değişim” talebi yükselmeye başladı. CHP bile, bir süre önce İnönü’nün “ortanın solu” ile başlattığı “değişim”in yetersizliğini görüp, toplumu saran yönelime yeni imajlarla yanıt arama gereğini duydu. Ecevit solculuğu böyle filizlendi. 12 Mart döneminde, 65-70 eylemlerinin kitlelerde yarattığı soru işaretleri ve aranışlar, Ecevit çıkışı ile bütünleşti. Farklı boyutlardaki kitlesel tepki ve aranışlar, CHP’nin “yeni” kimliği ile belirli bir standardizasyona uğratıldı.
Kırdan kopmuş ama kırsal özellikleri hâlâ taşıyan, yeterli bir kültürel birikiminden yoksun, daha önemlisi yaşadığı büyük kentte oturmuş bir sınıfsal kategoriye henüz girememiş bir topluluktu söz konusu olan. 75-80 dönemi, bu nesnel mirası olduğu gibi devraldı. Yeni dönemin yeni “öncü”leri eski eksikliği yeniden yaşadılar: Duygusal bir inancı, gene bu anlamdaki bir sempatiyi süreklileştirip kalıcılaştıracak teorik ve örgütsel bir formasyona kesinlikle sahip değillerdi. Yeni dönemin öncüleri aktiviteleri ile belki gerçekten “öncü” idiler; ama başka nitelikleri açısından, öncülük etme konumunda oldukları kalabalıklardan ayrışmış, onlardan farklılaşmış oldukları söylenebilir mi? Okuduğu okul, birkaç kitap ya da “eylem” açısından mahallesinin öncüsü olan genç, tüm öteki özellikleriyle bir bütün olarak bakıldığında aslında gerçek bir öncü değil, o çevrenin, mahallenin tam tamına kendisi idi.
Niteliğine ve boyutlarına bakıldığında, 1970’e uzanan gençlik eylemlerinin, daha sonra olanların ve hepsinin üzerine binen şekilsizleştirici Ecevit dalgasının gücü düşünüldüğünde, ortadaki kitlesel biri-kimin derleyip toparlayıcısı geleneksel sol olamazdı. Nesnel olarak o dönem için mümkün değildi bu. Ancak, geleneksel sol dışındaki kesim de, sözü edilen birikime örgütsel ve politik anlamda doyurucu yanıtlar bulacak konumdan çok, ama çok uzaktı. Bu, çözülmesi, aşılması çok güç hatta olanaksız bir nesnellikti.
Aldanışın Dinamiği
70’lerde, şekilsiz ve duygu bazında da olsa güçlü sempati birikimini toplayıp geliştirebilecek bir yapı yoktu ortada kısacası. Ama dönemin gençliği bunun yeterince farkında değildi. Tersine, kendi gücünü önemsiyor, abartıyordu. Toplumsal dönüşümün (kentleşme, umut ve beklentilerde patlama vb.) önemli sıçramalarla gerçekleştiği dönemlere özgü bir düzensizlik ve oturmamışlık, gençliğin temel nitelikleriydi. Yadsımaya, yıkmaya daha yatkın; ama yadsınanın, yıkılanın yerine bilinç ürünü bir şey koymada yetersiz bir gençlik.
Gençlik, gerçekten de gücünü ve “öncü”lük konumunu abartıyordu. Ortada değiştirilmesi gereken bir “kitle” vardı. Gençler, o kadar ayrı, o kadar “öncü” idiler ki, değiştirilme nesnesi “kitle “ile birlikte kendisinin de gelişmesi ve değişmesi söz konusu değildi sanki. Öncü gençlik, değişmesi istenen kitleye, bunu sağlayıcı sloganlar atardı, buna yönelik bilinci verirdi, o kadar. Şurası çok açıktır: Değiştirmek isteyen, ama kendisini değiştirmeyi bilmeyen, daha da önemlisi böyle bir gereksinimin farkında da olmayan özne, bilincine varamasa da hep o değiştirilmesi istenen nesnenin düzeyinde kalır. Kendini ne ölçüde ayrışmış bir “öncü” sayarsa saysın, tam tamına o kitlenin esareti altındadır. Böyle bir ikili yapının kısa sürede tükenmesi de kaçınılmazdır.
1970’ler gençliğinin belirgin özelliklerinden bir başkası, oldukça tutucu ve biçimci oluşuydu. Kırsal kökenli, geleneksel birtakım değer yargıları, büyük kent dinamizmi ve değişime inançla birleşince, ortaya ilginç bir bütün çıktı: Aşırı biçimci, giyimi, kuşamı, konuşması ile kendine hep bir ayrılık vermeye, ilişkilerinde tutarlı olmaya çalışan, her tür kadın-erkek ilişkisini bir tabu olarak gören ve böyle yaklaşan, her zaman açıkça söylemese bile kafasında hep “önce eylem” parolası olan, en büyük düşü de “profesyonellik”te yatan bir gençlik. Bu, bir yanıyla gerçekten de her türlü baskıya karşı, ama öte yandan en büyük baskıyı kendi üzerinde kuran bir insandır. Canlı olguları hep dengede ve basık tutmak mümkün değildir: Bastırılmaya çalışılan şeylerin sayısı ne denli artarsa, tutarsızlıklar için o denli büyük bir potansiyel doğar. Öyle de oldu.
Geriye dönüp bakıldığında şu da görülebilir: Aktif gençliğin hoşnutsuz olduğu, biraz da kendisiydi. Eğitim, bu kesimi pek çok durumda büyükleri ile kıyaslandığında çok farklı bir konuma sokuyordu: Okumamış büyüklerin okuyan çocukları… Her kesimden gencin bir. Arada bulunduğu okul mekanı, bu gençlerde toplumsal değişimin, sınıfsal farklılaşmaların boyutlarına ilişkin çarpıcı gözlemler ve duygular biriktiriyordu. Genç insanlarda bu duygu ve tepkiler, asıl olması gereken “yeni bir üretim biçimi – yeni bir toplum” genel anlayışını boğup, birtakım değerleri, davranış biçimlerini, yaşama ilkelerini ön plana çıkarıyordu.
Bu insan, kendini bir anda düpedüz politikanın içinde buldu. Kendisini törpüleyecek, geliştirecek bir yapı yoktu. Bilinç, sözde kalıyor, teorik yetersizliğin aşılma yolları var olan yapılar tarafından (amaçlı olmasa bile) nesnel olarak tıkanıyordu. Belirli bir anda savunulan görüşün benimsenmesi, belirli bir yapıyla bütünleşmenin olmazsa olmazı idi. Bilginin, teorinin niteliksel bir güç olduğu gerçeği, tarihselliklerinden koparılmış birtakım sloganların kofluğuna kurban ediliyordu. Daha açığı genç insan, yola çıkarken ilk tepkilerini biçimlendirdiğinde ulaştığı noktanın çevresinde habire dönüp duruyor, bu çıkışını, toplumsal gelişimin nesnel yasaları ve çelişkileri çerçevesinde bütünleyemiyor, neyse o kalıyordu.
Bu genç, nefesinin yetebileceği yere dek gitti. Coşku, sloganlar, bir şeylerin değişmesine duyulan özlem ve bu özlemle uyumlu olduğuna inanılan eylemler. Hepsi bu…
Gençlik, öteden beri “ne olduğunu” bir türlü tam kavrayamamıştı. Ama 1970’lerin sonuna doğru, bu kez “ne yaptığını” da daha az bilir konuma geldi. insanları değiştirme, “devrimci yapma” tutkusu öyle bir boyuta ulaşmıştı ki, belki de bir doyum için, bunun gerçekleştirilmesi çabalarına büyük yanılgılar, korkunç bir biçimcilik egemen oluyordu. Uzaktan sempatiyle bakan insanlar, bir anda kendilerini işlerin tam göbeğine çekilmiş buluyorlardı. yeni gelen, alıp başını yürüyordu girdiği yolda. Öyle ki, kısa bir zaman diliminde süreklilik ve tutarlılığa asgari düzeyde bile olanak tanımayan bir “öncü” ya da “kahraman”lar nöbet değişimi süreci yaşanmaya başlandı. Öylesine abartılan “değiştirme” misyonunu yüklenecek insanların hemen bir anda ortaya çıkıvermesi, daha öncekilerin ise gene bir anda yok oluvermeleri, “değişim” denen sürecin içindeki kofluğun bir göstergesiydi.
Yapılanlar siyaset miydi? Siyaset, en başta gücün ve güçsüzlüğün sınırlarının çok iyi belirlenmesiyle yapılır. 70’lerin gençleri nerede güçlü, nerede güçsüz olduklarını kesinlikle bilemiyorlardı. Çevredeki yaygın “sempati” çoğu kez onları aldatan bir unsur oluyordu. Yaptıklarının doğruluğuna, güçlerine bir kez daha inandırıyordu onları.
Gerçek güç, bireylerin toplamında değildi. Tek başına, burada değildi. Gerçek güç insanlarla birlikte, tarihsel birikimin ulaştığı nokta ve bu noktanın verdiği ipuçlarının değerlendirilmesiydi. Bu ipuçları değerlendirildiğinde görülen şuydu: Kitlenin gücü, yalnızca fiziksel bir güç değildi; kitlenin gerçek gücü, psikolojik ve başka etmenlerle bütünleşip, fiziksel toplamın ötesinde niteliksel bir etkileme öznesine dönüşmesindeydi. Gençler, kitleleri yalnızca fiziki varlıklar toplamı olarak değerlendirdiler, bunu ölçüt aldılar. Dolayısıyla, çevrelerinde, okullarında, en çok da mahallelerinde, kendilerine sempati ile bakan insan sayısı arttıkça, kitle desteğinin de arttığı inancına vardılar.
Bugün’den Nereye?
Pratiğe öylesine güçlü bir anlam verildi ki, giderek fetiş haline getirildi. Pratik her şey olunca, sempati bu kez zıddına dönüşmeye başladı. Ortaya çıkan durumu özetleyebilecek tek sözcük, “kaos”tu. Sonlara doğru, artık eskisi gibi “pratik”ten öyle sempatiyle, övgüyle söz edilemiyordu. Değiştirmesi istenen, değiştirilmek istenene, bu “pratik” artık çok gelmeye başlamıştı.
Hemen hemen her şey olan pratiğin kalkması, pek çok şeyin bitmesi anlamına geldi. Eski pratiğinden koparılmış gençlik, büyük bir boşluk içinde ne olduğunu, ne yaptığını yeniden düşünmeye koyuldu. Dünkü öncülük ve ayrıcalık ögesi bilgililik, bu pratiksiz ortamda tam tersine, bilgisizlik ilanına ve yeni bilgi aranışlarına dönüştü. Kimileri için ortaya çıkan şu oldu: Sorun gerçek anlamda bir iktidar sorunuydu; ama onlar gerçekten iktidara oynamak istemişler miydi? Çok basit gibi görünen, ama nedense hep sonradan anlaşılan bir gerçeğe ulaştılar böylece!
Bir dönemin yaka silkilen pratiğinin yaratıcıları olarak suçlandılar. Bunun altında ezildiler. Teorik yetersizliklerinin farkına vardılar ve öğrenme açlığını duydular. Kimileri, tüm yenilgi dönemlerinin ertesinde olduğu gibi yenilgi felsefesi yapmaya koyuldular. Geçmişlerine her şeyiyle lanet edenler de çıktı. Tabi, “bazı hatalar yaptık” sözünü boş bir çuval gibi taşıyıp ardından “nerede kalmıştık?”ı ekleyenleri de unutmamak gerek.
Şöyle ya da böyle düşünenler var. Ama bir bütün olarak şu anda Türkiye’nin siyasi arenasında yoklar. Yaptıkları ve yapamadıklarıyla kendi dönemlerine belirli bir imza attılar.
Tek tek insanlar olarak var ya da yoklar; ama bir “kuşak” olarak, bir “77 kuşağı” olarak, artık geçmişte kaldılar.