1980’li yılların ilk bölümünde sosyalist hareket son yirmi yılı “çözümleme” gücü açısından oldukça kısır bir dönem yaşadı. Sol, kendi dinamiğindeki sorunlar ile nesnel koşullar arasında ilişki kurmakta güçlüklerle karşılaştı. Bugün bu sıkıntının yavaş yavaş ortadan kalkmakta olduğunu görüyoruz. Türkiye solu belli bir aradan sonra, elindeki bilimsel çözümleme araçlarını (yavaş yavaş) siyasetin içerisine doğru çekebilir. Burada, Türkiye sosyalist hareketinin gerek teorik, gerekse siyasal olarak üzerinde durması gereken bir sorunu işte bu çerçeve içerisinde incelemek istiyoruz.
Bu sorun sosyalist mücadelenin ülkemizdeki muhtemel özellikleriyle, genelde demokrasi mücadelesi ve daha somut olarak -doğruluğu yanlışlığı, olanaklılığı olanaksızlığı bir yana- demokrasi mücadelesinin bir aracı olarak görülebilecek “cephe” olgusu arasındaki ilişkidir. Ele alınan konunun genişliği ve aynı oranda karmaşıklığı bir çok tehlikeyi de beraberinde getirmektedir. Birincisi, her biri dallanıp budaklanmış olan “faşizm”,”demokrasi mücadelesi”, “sosyal demokrasi”, “sosyalist devrim”, “burjuva demokrasisi” gibi olgular konumuz ile doğrudan ilişkilidir. Bu çeşitlilik ve söylenebileceklerin çokluğu her zaman, akademik bir çalışmanın sınırlayıcı cazibesine yol verebilir. Bu, özellikle kaçırmak istediğimiz bir kanal. İkincisi, sorunun özellikle 1917-44 yılları arasında yoğunlaşan tarihi niteliğidir. Bu gibi durumlarda tarihselliğin aşırı ölçülerde belirlediği bazı tezlere ulaşmak tehlikesi genellikle gündeme gelir. Son olarak yukarıdakilerle birlikte, bir “teorisizm”in, daha doğrusu güçlü bir “soyutlama merakı”nın, oluşturulacak açılımları zorladığı görülebilir. Bu tehlikelerin önüne geçmek için elbette bir sistematik geliştirildi; ama har şeyden önce Türkiye koşullarını ve belli bir siyasal perspektifi merkeze koyduğumuzu bir kez daha vurgulamak istiyoruz.
Bir-iki noktada da sözünü ettiğimiz sistematiğe değinelim. Dünya sosyalist hareketinde uzun yılların deneyimi sonucu, önemli oranda resmileşen, genel kabul gören birçok çözümlemenin ciddi tıkanıklıklara yol açtığı, en azından yetersiz kaldığı hep söylendi. Bu kısırlığın nedenleri de az çok vurgulandı. Ancak her şeye rağmen elde bulunan “miras” bizim için kısırlıkların, tıkanıklıkların yanında gelişme dinamiğini de verdiği için, bazı zaafların ve yanlışların yanında önemli kazanımların ad birikimi olduğu için, ve nihayet her şeyden önce bir miras, üstelik sahip çıkılması gereken bir geleneğin mirası olduğu için, esastır. Biz, boşlukta sallanan teoriler istemiyoruz. Biz, tarih dışı, hiçbir kalıba sığmayan keşifler istemiyoruz; ne de bir mirasın varlığını tembelliğe ve kısırlığa mazeret olarak gösteriyoruz. Kısırlık ile özgünlük heveslisi teorik zorlamalar arasında bir yol; doğrusu bu…
Söylediklerimize hemen ekleyebileceğimiz bir başka noktada şu: Burada, öne sürdüğümüz çözümlemeleri gerek teorik, gerekse açıdan net, anlaşılır ve ayakları yere basan bir konuma oturtabilmek için, yıllardır Türkiye’de cephe kavramı üzerine yazılan, söylenen ve hemen hemen hiçbir şey açıklamayan teorik açılımlara fazla değinmedik. Her şey bir yana, bir polemik için bile hiçbir anlam ifade etmeyen bu açılımların sadece kaynaklandıkları temele değinmemiz gerekiyordu. Bunu yaptık.
“Cephe” sorunu üzerine burada ortaya koyduğumuz tezler, bir gereksinmenin giderilmesine yöneliktir. Ancak sözü edilen gereksinme içinde, özellikle cephe olgusunun ön plana çıkmasının hem Türkiye sosyalist hareketinin geneli, hem de onun içindeki belli kesimler açısından bazı nedenleri vardır. Bizi, kendi çalışmamızı ilgilendiren yan şudur: Hiçbir sorunda, ülkede ülkenin herhangi üstyapısal kesitinde, sosyalist hareketin geçmişinde-bugününde yer etmiş hiçbir sorunda, işin içinden “biz şunu yanlış buluyoruz” bir pişkinlikle davranılarak çıkılamaz.
Somut olana sinmemiş teorik soyutlamalar ve bunlara bağlı olarak eleştiriler her zaman mükemmel gözükürler. Şimdi burada, bugüne dek bu konuda söylenen bir tek tezi geri almadan, tersine tamamen onları temel alarak, gerçekten mükemmel hale getirmeye gerek duyuyoruz.
Cephe konusunun gündeme gelmesine bir diğer neden de, Türkiye solundan kaynaklanmaktadır. Daha önce de vurguladığımız gibi, Türkiye solu güçsüzlüğün verileri ile hareket etmektedir. Türkiye’nin verili koşulları ile birlikte durum, “cephe” olgusunun daha bir önem kazanmasına yol açmaktadır. Kısacası geçmiş miras, devresel zayıflıklar ve nesnel koşullar bugün Türkiye solunda ister istemez, şu veya bu isim altında “cephe” denilen yapılanmanın bir ilgi odağı, hatta bir hedef(kimine göre gerçekleşmiş hedef) yapıyor. Sırf bu bile sorunun üzerinde durmak için bir nedendir. Bir şartla; akıntıya kapılmamak şartıyla…
Önce Tarih
Başlarken, yalnızca tarihe dayanan bir açıklamadan kaçındığımızı vurguladık. Ancak bu, üzerinde hareket edeceğimiz, ülkemiz koşullarına ve Türkiye soluna yönelik saptamalara ulaşırken bir netliğe, bir bütünlüğe ve hatta bir güvenceye sahip olmamızı sağlayacak belli bir tarihsel zemin çizme zorunluluğunu ortadan kaldırmıyor. Üstelik gerek bir kavram, gerek bir müdahale aracı olarak “cephe”nin iç gelişimlerini yakalamanın başka yolu da yok. Şimdi, ana hatları ile bunu yapacağız.
Sorunun kökeni genel olarak işçi sınıfı hareketi ile diğer sınıf ve katmanları, bunların siyasi örgütleri arasındaki ilişkilerdir (bu ilişki mücadele olarak da anlaşılmalı). Bu ilişki, değişik tarih kesitlerinde değişik biçimler almış ve kendi gelişimi içerisinde değişik kurumsallaşmalar, değişik yapılanma ve iktidarlar yaratmıştır. “İttifak” “cephe” veya daha muğlak bir terimle “işbirliği” türü olgular, hep bu ilişkilerin ürünüdürler.
19.yy’ın ortalarından itibaren işçi sınıfının gerek nicelik, gerekse siyasi mücadele açısından ağırlığını hissettirmesi ile birlikte, burjuva devrim süreçleri çok karmaşık bir yapıya büründü. Burjuvazi devrim ile karşı devrimi bir arada yaşamak zorunda kalıyordu. Bu, cesaret ile korkaklığın,kararlılık ile tereddütün, ilericilik ile gericiliğin iç içe geçmesi demekti. Ancak burjuvazi her zaman karşı devrimci bir statükoya oturdu. Bu söylediklerimiz her şeyden önce bir soyutlamadır ve bu anlamda açıklayıcıdır, güzeldir. Ne var ki bu netliğe işçi sınıfı hareketi çok sonraları ulaştı. 19.yy’ın ortalarında, işçi sınıfı hareketi bu karmaşık süreci bizim ulaştığımız sonuçlardan yoksun olarak, ama dersler çıkararak yaşadı. Bu unutulmamalı.
Burjuva devrim sürecinde veya daha somut olarak burjuvazi ile ilişkilerinde işçi sınıfı, bu yüzden belirgin bir mantığa sahip olamadı. Marx’ın o dönemdeki bütün çözümlemeleri bu durumdan etkilenmiştir. Marx, burjuvazi ve proletarya arasında uzlaşmaz karşıtlığı büyük bir coşkuyla selamlarken, gene de bıçağın keskin tarafını o anda varolan statükoya (aristokrasi) yöneltiyordu.
Konumuz açısından bunun önemi şudur: 19.yy ortalarında kısa aralıklarla gündeme gelen burjuvazi ile ittifak dönemleri doğru dürüst kurumsallaşmadan, çok acımasız bir kavgaya dönüşmüştür. Bu nedenle dönemin pratiği, kapitalist toplumlardaki “devrim-ittifak”,“demokrasi mücadelesi” gibi konularda çok önemli ama çok karışık bir deneyi miras bırakmış, bu mirasın ışık tutucu bir soyutlaması ise ancak ve ancak 1903 sonrasında, bazı tutucu kalıpların kırılması ile mümkün olabilmiştir.
1905’den 17 Ekim’ine(bir ölçüde sonrasına) dek geçen süre içinde, burjuva devrimlerinin dönüştürme ve devrimcileştirme açısından taşıdığı sınırlılığı kendi dinamiğinde bir kez daha ve çok belirgin olarak yaşayan Rusya’da ise sınıflar arası ilişkilerde gerçekten bir katkı olan, bugün “ittifaklar” dediğimiz bir politika ortaya çıktı. Eşitsiz gelişme yasasının yarattığı ve gündeme getirdiği bu politika, tarihte ilk kez işçi sınıfını bir sınıflar arası işbirliğinde yedek durumdan öncü konumuna, yaptırım gücüne sahip duruma getirdi.
Yukarıda anlattığımız tarihi olguların sınıflar arası ilişkilerde özellikle ortaya çıkardığı gerçek, “ittifak”ın yani sınıflar arasında bir mücadeleyi de barındıran işbirliğinin, mutlaka devrim sürecine dayanmak zorunda olduğudur. İttifak sınıfları temsil eden örgütlerin birbiri ile anlaşmalarından çok, bir statüko ve durgunluğa oturmayan bir sürecin, doğrudan sınıfların aktif eylemlerinin ifadesidir. Bu, ülke çapında bir bunalımdan, dahası bir devrimci durumdan kaynaklanır.
Önemli olan bir başka nokta da, ittifakın, iki ayrı sınıfın, yani işçi sınıfın ile yoksul köylülüğün basit ve eşit koşullarda anlaşması biçiminde ele alınmasını engellemektir. İşçi-köylü ittifağını sıradan bir mukaveleden ayıran, işçi sınıfının, partisi aracılığı ile uyguladığı yaptırımdır. İki saptamayı birleştirdiğimizde, ittifakın her şeyden önce iktidara yönelik olarak, örgütlü işçi sınıfının politik açıdan kendisi ile aynı ölçüde organize olmayan ve daha amorf bir yapıya sahip kır emekçileri ile küçük burjuvazinin bazı kesimlerini sürüklemesine dayandığını söyleyebiliriz.
İttifaklar sorununa ilişkin olarak söylenecekler elbette bu kadar değil. Ancak bizim burada yapmak istediğimiz, “cephe” olgusunun nereden kaynaklandığını göstermektir. Bu doğrultuda sürdürüyoruz.
1919’da Avrupa ve Amerika’da çok güçlü bir devrimci dalga hüküm sürerken kurulan Komintern’in ilk yılları bu çalışmayı doğrudan ilgilendiren bir işleve sahip. Komintern’de özellikle 1919-20 yılları, yeni partilerin merkezcilerden koparak kurulması ile geçiyor. Ancak savaşın getirdiği yıkım ile iyice hareketlenen işçi kitlelerinin, bu partilerin kuruluşu ile birlikte eski örgütlerini bırakacakları beklentisi gerçekleşmiyor. Hatta bu açıdan hayal kırıklığı yaratacak sonuçlar alınıyor. Güçlü bir devrimci bunalım sırasında işçi sınıfının sosyal-demokrat partilerin çatısı altında kalması, Komintern yönetiminin ve başta Sovyet liderlerinin uluslararası harekete yönelik politikasını etkileyen faktörlerim başlıcası oluyor. Ama önce 1917-45 dönemi söz konusu olduğunda hep birinci planda ele alınması gereken bir göreve değinmek gerekiyor: “Tek Ülkede Sosyalizmin Kurulması”.
Bu dönemi incelerken “tek ülkede sosyalizm” olgusunu temel almamak, demek dönem üzerinde bir tek doğru çözümleme bile yapmamak demektir. “Tek ülkede sosyalizm” mücadelesinin önemini vurgulamak yeterli değildir; bu mücadelenin birçok konudaki belirleyiciliğinden söz etmek gerekir. Şimdi de bu moda oldu. Özellikle batıda pek çok Marksist, hatta kimi Trotskistler gerek “eşitsiz gelişme yasası” gerekse “tek ülkede sosyalizm” olgusuna değinerek bazı şeylerin farkında olduklarını hissettiriyorlar. Oysa çok iyi biliyoruz ki, böyle konularda kaçamak formülasyonlar öldürücüdür. Ya açıkça “bu iş tek ülkede olmaz” denmelidir, ya da sorunun hakkı verilip 70 yılın iç mantığını anlamaya yönelik ilk ve önemli adım atılmalıdır.
Tek ülkede sosyalizmin savunulması olgusu da yeni partilerin, işçi kitlelerini sosyal demokrat çatı altında bıraktıkları sıra önem kazanıyor. Komintern’in ilk yıllarında gündeme gelen “sınıf cephesi”(birleşik cephe, tek cephe, işçi cephesi)’nin ortaya çıkma nedeni konusunda bu kadarı yeterlidir. Bu iki gerekçeyi temel alarak “sınıf cephesi” politikasını inceleyelim.
Batılı, başka deyişle gelişmiş kapitalist ülkelerde burjuvazi çok sarsıcı bunalım süreçlerinde bile, işçi sınıfını ve doğal ki bütün toplumu, sayısız ideolojik motif ile esir almaktadır. Elbette bu farklılaşmış yaklaşımın nesnel bir temeli bulunmaktadır. Kapitalist gelişimin uzun süreli karmaşık bir tarifi vardır. Bu tarih boyunca ve özellikle emperyalist aşamada kapitalizm gerek ideolojik, gerekse iktisadi anlamda değişik gruplar, katmanlar, hatta bireyler yaratmıştır. Burjuvazi açısından, bu “entegre çeşitlilik” zamanla politik sezgi ve sınıf bilinci ile takviye edilmekte ve böylece bu çeşitliliğin çözülmeye yol açması engellenmektedir.
Kapitalist toplumun nesnel kriz dönemlerinde toplumsal hareketliliğin sosyal demokrat, hatta muhafazakar, daha sonra ise faşist partiler ile kontrol altına alınmasını sağlayan işte budur. Kapitalist düzenin devrimci duruma karşı oluştuğu bu barikatlar ancak ve ancak güçlü bir özne tarafından etkisizleştirilebilirdi. Olmadı… Finlandiya’da, Macaristan’da, Almanya’da, Varşova’da, gerçekleşen güçlü çıkışlara karşın, 1917 Ekimi 1944’e kadar tek başına yaşadı. Evet, batılı ülkelerde burjuvaziye büyük manevra kabiliyeti veren “emekçilere sus payı” olanaklarını, bu olanakların işçi sınıfı üzerindeki çirkinleştirici etkisini, bunları ve diğer nesnel koşulları biliyoruz. Ama, başkalarının gücünü atalet ve beceriksizliğe mazeret yapanları onaylamaya niyetimiz de yok.
Burada üzerinde durulması gereken önemli nokta şudur: Hareketli işçi kitlelerinin bir devrimci durum sırasında sosyal demokrat örgütlerin etkisi altında kalmaları, işçi sınıfı partilerini de ideolojik olarak etkileyen bir durumdur. Ne kadar güçlü olursa olsun, bir parti sözü edilen olumsuzluklardan tamamen kurtulacak ölçüde izole değildir. Olumsuzlukların başında, devrimci dalgaya sosyal demokratların hakim olması nedeniyle, gelişmelerin “demokrat” olarak tanımlamaları ve “sosyalist iktidar” perspektifinin unutulması gelmektedir. Devrim sürecinin burjuva demokratik yörüngede seyretmesi ve batılı Marksistlerin, Rosa Luxemburg da dahil olmak üzere, sosyalist devrim sürecini aşırı determinist bir mantıkla ele almaları, bugüne dek yaşayan bir olumsuz alışkanlık yarattı. Stalin’in “katıksız bir devrim hayali” diye tanımladığı bu alışkanlık, batılı partilerin, burjuva siyasi örgütleri ile tüm bir 20.yy boyunca sürdürdükleri ilişkileri de mantık olarak ne yazık ki belirlemiştir. “Cephe” olgusunu da…
1920’den Komintern’in VII. Kongresi’nde kabul edilen “halk cephesi” politikasına kadar geçen süre boyunca gündemde kalan “sınıf cephesi” hedefinin temel özellikleri şunlardır:
- Cephe, kapitalizme karşı olan işçi kitlelerinin birliğini sağlamada bir araç olarak öngörülmüştür.
- Cephe, diğer sınıflardan kesin biçimde ayrılamayan işçi sınıfının kendi sınıf kişiliğini mücadele içinde bulmasını sağlayacak bir organizasyon biçiminde değerlendirilmiştir.
- Cephe, sosyalist devrime değil bir alternatif, onun önünde bir hazırlayıcı aşama olarak bile düşünülmemiştir.
- Cephe politikası, parlamenter mücadelenin, burjuva demokrat olanaklardan yararlanmak gerektiğinin hatta gerici sendikalarda da çalışma yapılmasının önemle vurgulandığı bir dönemde ortaya çıkmıştır. Burada Lenin’le birlikte birçok liderin üzerinde durduğu nokta, işçi sınıfının söz konusu kurumlarda hareketliliklerini sürdürmeleridir.
- Cephe sosyal demokrasi ile burjuvazi arasındaki bağların henüz çok organik bir öz taşımadığı sırada ortaya çıkmış, bu nedenle çok sınırlı de olsa sosyal demokratlarla işbirliği yapılmasını, tamamen gündem dışı bırakmamıştır.
- 6-Cephe politikası, ancak bir devrimci durum sırasında, kitlelerle ilişki açısından büyük olanaklar yaratacağı için hedeflenmiştir.
Birleşik Cephe Politikasının Sonuçları
İlk söylenecek şey cephe politikasının, tek ülkede sosyalizm mücadelesi açısından büyük önemi olduğudur. Belki birleşik cephe kendi özgün hedefleri açısından somut bir başarı elde edemedi. Hatta yukarıdaki gerçekler söz konusu olduğunda ciddi başarısızlıktan bile söz edilebilir. Ancak birleşik cephe politikası, tam tamına tek ülkede sosyalizm kavgasının ruhuna ve felsefesine uygun bir çıkıştır ve bu anlamda uluslararası hareketin o yıllardaki en önemli hedefi ile çakışmaktadır. Bu nedenle tek cephe politikasının başarılı olup olmadığı sorunu bizzat bu politikanın içsel gelişimi ile cevaplanamaz. Burada cephe kavramının ortaya çıkmasının tek nedeninin “Sovyet Rusya’nın savunulması” olduğunu söylemiyoruz. Ne var ki önemli olan, bir taktiksel açılımın gerek ortaya çıkışında, gerekse uygulanmasında hangi temel sürece dayandığıdır. Daha önce de söylendiği gibi, hiç kimse 1917-44 yılları arasında tek ülkenin savunulmasının önüne geçen, bunun önemini azaltan bir uluslararası görev aramamalıdır. 1927’de Stalin herhalde böyleleri için olsa gerek, “devrimci Sovyetleri savunandır” demek durumunda kalmıştır.
Trostkistler de dahil olmak üzere küçümsenemeyecek sayı ve etkinlikte kesim “tek ülkede sosyalizm” yaklaşımından uzakta kaldıkları için, gelişen olayların dışında kaldılar. Bu tamam. Ancak tek ülkede sosyalizm politikası çevresinde ortaya çıkan birçok pratik sürecin -ki bunlara cephe politikası de dahildir-başka tehlikeleri inkar edilemez.
Bir politika hangi koşullarda ortaya çıkarsa çıksın, karşıtları ile birlikte uç yorumcularını da yaratır. Bu bir kuraldır. Tersinden de ele alınabilecek bir kural. Bir politika uç yorumcularını da ortaya çıkarmadan varolamaz, etkin olamaz. Birleşik cephe politikasında da böyle olmuştur. Elbette kökleri 19.yy’a kadar uzanan bir “aşamacılık” merakı III. Enternasyonal’de ilk kez bu politika ile kurumsallaşabilme olanağı bulmuştur. Kaçınılmaz bir biçimde.
Zaten rüştünü ispat etmemiş olan Avrupa partileri devrimci durumun etkisizleşmesi ile birlikte kapılmaya başladıkları paniğe karşı, toplumdan soyutlanmalarına engel olacağına inandıkları bu politikaya sıkıca ve çok “sağ” bir konumla sarılmışlardır. Olanakları değerlendirmeyip cılız ve güçsüz kalındığı zaman, ya bir geleneğin ürünü olabilecek bir dirençle ayakta kalınır, ya da ilkeler, doğrular pazarlık masasında kaybolup giderler.
Tek ülkede sosyalizm mücadelesi sürerken, batılı partilerin özellikle işçi sınıfı içerisindeki yerlerini pekiştirmeye ve geliştirmeye yönelik bir operasyon olarak tanımlanabilecek sınıf cephesi, tüm sonuçlarına karşın gerekli bir politikaydı. Bir politika gerekliyse, ortaya çıkaracağı olumsuzluklara karşı etkisi sınırlı önlemler alınır, alındıktan sonra ise o politika, elbette bu önlemlerle birlikte, ama o önlemleri kaçınılmaz olarak güçsüzleştiren bir şekilde yürürlüğe girer. Tarih de yanlışın da içerilmediği hiçbir doğru politikanın olmadığı söylenmelidir. “Sınıf cephesi” gündeme, yapacağı tahribat bilinerek getirilmiştir ve yine o tahribatla birlikte vardır.
Bu çerçevede, ortaya çıkan olumsuzluklara karşı bir oranda korunabilmek için büyük ölçüde Stalin’in etkinliğinde, temel olana karşıt süreçler başlatılmıştır. Bu nokta çok iyi kavranılmalıdır. Kavranılmadığı takdirde, “sosyal faşizm”, “sınıfa karşı sınıf” gibi sloganlaşmış politikaların da anlaşılması olanaksızlaşacaktır. Ve ne yazık ki bugün bu süreçler sözüm ona teorik bir çabayla çözümlenmeye çalışılıyor ve elbette olumlu bir tek açılıma ulaşamıyor.
İtiraz edilebilir. Koskoca bir dönem tartışılmış, hala tartışılan şeyler “sağ gidişe sol kulak çekmeler” olarak nasıl anlaşılabilir, diye sorulabilir. Oysa politikanın yasalarını başka türlü hatırlatmak mümkün değil. Tek cephe politikası ile birlikte, sosyal demokrasi ile flört etmeye yönelik bir heves yeri göğü kaplıyor. Mekan, zaman uygun, her şey uygun. Oyunu bozmaya yönelik çıkış da bu yüzden aynı oranda cüretkar oluyor: “Sosyal Faşizm” Acaba Stalin’in “köylü” zihniyetinin ürünü mü
Sosyal demokrasi ile ilişkiler çalışmamızı yakından ilgilendirdiği için bu konu üzerinde önemle durmaya çalışıyoruz. Önce şu: Sosyal demokrasiye yönelik “sosyal Faşizm” nitelendirmesini bir kavram olarak ele alıp incelemek, bırakalım altındaki ideolojik kaygıları, yöntemsel olarak büyük bir yanlıştır. Bir kavram her şeyden önce süreklilik taşıması gereken ve nitelendiriciliğinin açıklayıcı işlevi de olan bir mücadele aracıdır. Bugün her aklıbaşında solcu, sosyal demokrasiye sosyal faşizm yakıştırması ile yaklaşılamayacağını bilir. Bu ayrı bir şeydir. Ama Stalin’de bu yakıştırmayı durup dururken bağnazlık olsun diye ortaya çıkarmamıştır.
“Sosyal Faşizm” çıkışı ile batılı sosyalistlere bazı uyarılar yapıldı:
1)Burjuvazi, sosyal demokrasi olmadan iktidarını sürdüremez.
Sosyal demokrasi diğer işlevleri bir yana, kapitalist sistemin dışına düşmesi muhtemel tepkileri düzenin içinde eritme, en azından dizginleyebilme beceri veya niyeti nedeniyle burjuvazi açısından “olmazsa olmaz” bir özellik taşır.
2)Sosyal demokrasi burjuvazinin hareketidir. İşçi tabanlı olması bu gerçeği değiştirmez. Bu çok önemlidir. Herhangi bir politika yürütülürken, politikanın zararına olabilecek davranışlardan elbette kaçınılır. Ancak, şu veya bu politika adına kesenin ağzını hepten açıp, örneğin sosyal demokrasiyi işçi sınıfı partilerinden birisi olarak değerlendirmek, hiç de işçi sınıfı politikasını hayata geçirmek değildir, başka şeydir. Yapılan uyarı buna yöneliktir.
3)Sosyalistler sosyal demokratlarla aralarındaki ayrımları, sınıf karşıtlığını da kitlelere de anlatabilmek zorundadır. Ayrım noktaları törpülenmeye, “biz birbirimize benzeriz”den başka propaganda yapılmamaya başlanırsa, yukarıdaki uyarıda haklılık kazanır. İşçi sınıfının, “benzerler arasındaki” tercihini sosyal demokratlar lehine yapması için bir sürü neden vardır. En iyi sosyal demokratlar, sosyal demokratlardır.
4)“Sosyal Faşizm” saptamasının yanı sıra “tek işçi partisi biziz” tezi de öne sürülmüştür. Bu da, başkalarını onurlandırmaktan kendi kıymetlerini unutan ve garip bir aşağılık kompleksi içerisine girenlere yönelik anlamlı bir uyarıdır.
Bütün bunlardan başka Stalin’i sosyal demokratlarla faşistleri aynı kefeye koymakla suçlamak saçmalıktır. Sorun, sosyal demokrasinin olumlu sınıf karşıtlarını dışarı vurarak, burjuvazinin sınıf hareketi haline geldiği süreci anlayabilmektir. Bunun dışındaki hiçbir yaklaşım doğru olmayacağı gibi, bugünkü sosyal demokrasinin rolünü anlamamıza da engel olacaktır.
Sınıf Cephesi’nden Halk Cephesine
Birleşik cephe politikasından gerek amaç, gerekse yapısal olarak çok farklı olan “halk cephesi”ne geçmeden önce bu farklılığın temeli olan “dünya nesnelliğindeki değişikliklere” değinmemiz gerek.
Komintern 1920’lerin sonuna doğru yeniden yükselen devrimci dalga nedeni ile, daha “sol” bir politika izlemeye başladı. Ancak gerek birikim, gerek kadro, gerekse program açısından birçok eksiklikler taşıyan batılı partiler devrim sürecini gene yakalayamadılar. Bu açıdan, diğerlerinden daha fazla olanak ve güce sahip olan AKP’de çok karmaşık nedenlerin iç içe geçmesi sonucu başarısız oluyor ve bilinen Hitler dönemi başlıyordu.
Bunların dışında, halk cephesinin gündeme gelişi ile ilgili olarak anımsatılması gereken kimi noktalar şunlar:
1)Faşizm ilk elde devrimci harekete karşı, yani bir devrimci durumu burjuvazinin kesin yenilgisi ile taçlandırmak isteyen işçi sınıfı partisine karşı olduğu için faşizmdir. Faşizmin anti-komünist özü her zaman ön planda tutulmalıdır.
2)1930’lar evrensel zeminde hem burjuvazi hem de işçi sınıfı açısından politik çeşitliliğin arttığı bir dönemi simgeliyor. 1920’lerin sonunda başlayan iktisadi bunalım ve emperyalist ülkeler arasında derinleşen çıkar çatışmaları ülkelerde çok değişik politik kurumsallaşmaları ve güçler dengesinin eşit olmayan bir dağılımını yarattı. Daha açığı kapitalist dünya tek ve belirgin bir süreç görüntüsünü iyice kaybetmiş oldu. Bu durum tek tek ülke devrimcilerinin farklı politik hedef ve araçlarla donatılmalarını da beraberinde getirdi. Sözü edilen bu farklılaşma Komintern’in 1943’teki dağılma kararına kadar varan bir sürecin başlangıcıdır.
3)Uluslararası sosyalist hareket bir avuç kişiden ibaret bir ekip tarafından mutlak bir biçimde idare edilmiyordu. Hiç kuşku yok Stalin önderliğinde Sovyet yönetimi büyük bir otorite ve yaptırım gücüne sahiptiler. Ancak gerek Komintern’in gerekse onun üzerinde yükseldiği partileri iç çelişkileri olmayan eşitsizliklerden nasibini almamış yekpare bir gövde olarak düşünmemek gerekir.
Halk Cephesinin Ayırt Edici Yanları
1)Halk cephesi Kremlin’de yaratılan bir politika değildir.Nesnel zorunluluklar ile batı Avrupa Partileri’nin içsel gelişimi arasında gerçekleşen bir çakışmanın ürünüdür. Bu ürün Komintern tarafından onaylanmıştır.
2)Uluslararası harekette, I.Savaş ve sonrasındaki ileri hedefler, öznel yetersizlikler ve bu öznel yetersizliklerin de katkısıyla değişen nesnel koşullar nedeniyle terk edilmiştir. Bu yüzden, bir kural olarak “halk cephesi”ne atılması zorunlu bir geri adım olarak bakmak gerekir.
3)Halk cephesi kağıt üzerinde iktidarın ele geçirilmesini unutmayan, ama pratikte iktidardan (belli bir süre) vazgeçilen, zaten iktidara yönelik mücadele araçlarını da geri plana iten bir politikadır.
4)Halk cephesi Komintern’de 1935’deki Kongre ile resmileşmiştir. Bu kongrede vurgulanan ana tema “yeni bir savaş tehlikesi”dir. Halk cephesi tek tek ülkelerin dış politikasına birçok yönden bağımlı bir açılımdır.
5)Yukarıdakilerle bağlantılı olarak, halk cephesi politikasının en önemli özelliği olan sosyal demokrasi ile iyi ilişkiler, daha çok Alman yayılmacılığına karşı olan ülkelerde can alıcı bir sorun haline gelmiştir. Herhangi bir barışçı dönemde sözü bile edilmeyecek diyalog yolları, emperyalist ülkeler arası çıkar çatışmaları nedeniyle (elbette sınırlı ölçülerde) açılmıştır.
6)Kitle ilişkileri söz konusu olduğunda, halk cephesi politikasının en belirgin özelliği propaganda yöntemlerinde olabildiğince liberalleşmektedir. Güçlü nesnel olanaklar sırasında işçi kitlelerini sosyal demokrasiye, hatta faşizme kaptıranlar, daha sonra nesnel koşullar da elverişliliğini yitirince, daha rahat kabul göreceğine inandıkları “demokrat” propagandaya ağırlık vermişlerdir.
7)Halk cephesi, güçsüzlük ve zaafın yol açtığı bir politikadır. 1933 sonrasında savaş ve faşizme karşı mücadelenin yürütülmesi batıda ancak halk cephesi yardımıyla mümkün olduysa, bu, cephe politikasının evrensel doğruluğundan değil, eldeki potansiyelin kısa sürede daha fazlasına izin vermemesindendir.
8)Birleşik cephe ile halk cephesinin sınıfsal tabanları da tamamen farklıdır. Birleşik cephe, işçi sınıfının cephesidir. Halk cephesinde ise bu taban orta katmanlara dek genişletilmiştir. Bu da pratikte “tekelci burjuvazinin bazı kesimleri”nden bile medet uman bir kimliğe bürünmüştür.
9)Halk cephesi gerek geniş kitlelerde, gerek devrimci militanlarda çok ani bir alternatifsizlik sonucu düşülen panik ortamında geliştirilmiştir. Açıkça, batılı devrimciler faşizmin beklemedikleri yükselişi karşısında burjuva demokrat güneşi keşfetmişlerdir. Cephe politikası yürütülürken özellikle bu psikolojiye hitap edilmiştir.
10)Halk cephesi politikasının organize edilmesinde büyük katkısı olan Dimitrov da dahil olmak üzere, Komintern’in bütün yöneticileri cephe politikası ile “sağ sapma” tehlikesinin daha da artacağını vurgulamışlardır. Daha önce de vurgulandığı gibi, bir politika her zaman getireceği tehlikeler ile beraber vardır ve bunlar politikanın kendisinden kaynaklandığı için önlerine geçilmesi çok güç olan tehlikelerdir.
11)Halk cephesi söz konusu bu özellikleri nedeniyle, evrensele uzanabilen bir teorik soyutlamaya açık bir politika değildir. Zaman ve mekan boyutunun geri plana itildiği bir cephe çözümlemesi, beraberinde her zaman çok geri bir programı ve mücadele araçlarını da sosyalist mücadeleye sızdıracaktır. Cephe politikasının ortaya çıkış nedenleri vurgulandıktan sonra, bir soyutlama olarak söylenebilecek son söz şudur: “Cephe, savunma durumundaki işçi sınıfının, eşitler arasında birinci olmayı umduğu, ama bunun güvencelerine baştan sahip olmadığı bir birlikteliğin içinde yer almasıdır”.
Bugün bir fetiş haline gelen “birlik”, ”cephe” gibi araçların gerçekte ne kadar cazip olduğu ancak reel olarak cephenin iç tarihinde gözlenebilir.
Bilindiği gibi halk cephesi politikası en etkin biçimde Fransa’da ve belli özgünlüklerde İspanya’da yürütüldü. Fransa’nın II. Dünya Savaşı öncesi konumuna ilişkin en özlü saptama şudur: savaş öncesi SSCB’ne karşı haçlı seferinin oluşturulmasında en kararsız ülke Fransa olmuştur. Bunun önemi ne midir?
FKP’nin o yıllardaki lideri M.Thorez, Fransa’da halk cephesinin en önemli misyonunun faşist devletlerin karşısında olmak ve SSCB ile iyi ilişkiler sürdürmek olduğunu söylüyor. Bu çok önemlidir. Böylesi bir politikayı en azından gündemde tutan bir oluşumun, kısa bir süre için de olsa hükümet olması daha da önemlidir. Ama halk cephesinin ülke içinde kalıcı bir demokratizasyon politikası yürüttüğü ve böyle bir politikayı temel görev saydığı fikrine katılmak mümkün değildir. Fransa’da halk cephesi hükümeti döneminde kısaca şunlar yapılmıştır:
En başta ücretler ve çalışma koşulları iyileştirilmiştir. Ancak ödünler tek taraflı değildir. O dönemde işçi sınıfı içerisinde büyük bir saygınlık ve otoriteye sahip olan FKP’nin de bilinçli politikasıyla, sınıf mücadelesinin bazı araçları iptal edilmiştir. Halk cephesi döneminde atılan geri adımların yalnızca günlük politika ile ilgili olduğu da sanılmamalıdır. FKP o yıllarda açıkça burjuva kültür ve burjuva demokrat mirası savunmuştur. Kendi hedef ve ideallerinin faşist ideoloji ile rekabet edemediği gerekçesi ile yürütülen bu propaganda yönetiminin ektiği olumsuz tohumlar bugün dikkatle incelenmelidir.
Halk cephesinin hükümet olup iktidar olamadığı dönemin özellikleri bu kadar değildir. Ancak yukarıdakilere ek olarak bunun bir “etkileme”, ”denetleme” hükümeti olduğunu söylemek yeterlidir. Bu söylenenlerin en güzel kanıtı, halk cephesi propaganda ve etkinliklerinin, hükümette veya muhalefette olmaya bakmaksızın değişmez olarak kalmasıdır. Bu değişmezliğin en büyük nedeni ise halk cephesinin tabandan gelen denetimi bir türlü oluşturamamış olmasıdır. Oluşturulamazdı çünkü, cephenin faaliyetleri büyük ölçüde dış politikanın bir türevi olarak ortaya çıkıyordu.
Halk Cephesi’nin Pratik Sonuçları
1)Halk cephesi tek ülkede sosyalizmin savunulması döneminin belki de en hassas kesiti olan 1935-45 yıllarında, dünya sosyalizminin güçlenmesi için tartışılmayacak bir yardımda bulunmuştur. Cephe’nin diğer sonuçları üzerinde, bu gerçeğin her zaman hakim bir konumu olacaktır. Bu anlamda halk cephesi politikası ile amaçlanan gerçekleştirilmiştir. Elbette uluslararası görevler söz konusu olduğunda.
2)Halk cephesi dönemi, doğuşundan bu yana Menşevik-Bolşevik ayrışmasını hakkını vererek gerçekleştiremeyen batılı sosyalistlerin bu ayrışmayı tamamen unutmalarına, ayrım noktalarının ise iyice silikleşmesine neden olmuştur.
3)Çok özgün koşullarda etkin araç ve konumların terk edilmesi ve mücadelenin geri bir mevzide sürdürülmesi, özgün koşulların ortadan kalkması ile, öngörülen geri hedeflere bile ulaşamama sonucunu doğurmuştur.
4)Halk cephesinin, geri bir politika olmasına rağmen bir zorunluluktan kaynaklanması, batılı partilerde gelenekselleşen oportünizme karşı birçok haklı çıkışın güdük kalmasına da yol açmıştır. Üstelik çok talihsiz koşullarda doğan bu itirazlar hem anlayış, hem de kadro olarak uluslararası hareketten uzaklaştırılınca, bugüne uzaması olası bir mücadeleci birikim güçlenemeden yok olmuştur. Koşullar sağ politikayı gerektirince, çok farklı itirazları olan Trotskistlerin yanında, gerçekten saygı duyulması gereken diri unsur da tarihin dışına düştü. Bunun sonucu olarak da, sağ liderlik anlayışı batılı partilere yerleşti.
Halk Cephesi’nin Teorik Sonuçları
1)Riski olmayan, cesaret ve atılganlığa, yani öznel müdahaleye yer vermeyen, ciddi bir karşı devrim beklentisi içermeyen devrim süreci beklentisi, Marksist teoride bu dönem sonunda kalıcı bir yer edinmiştir. Bu, öznel faktörün göz önüne katılmadığı bir “nesnel olgunluk” analizinin olanaklı olduğunu savunmaktadır.
2) Halk cephesi geleneğinin teorik düzlemde yaptığı bir diğer tahribat da, çağımızda burjuva demokrasisinin tekelci burjuvazinin çıkarlarına hizmet etmediği yolunda bir “geri” teze yol açmasıdır. Bu nedenle bazı partiler, halk cephesi döneminden itibaren faşizme alternatif sosyalizmin değil burjuva demokrasisinin oluşturabileceğini vurgulamaktadırlar.
3)Sosyal demokrasiyi mutlaka bir yedek olarak tanımlama alışkanlığı da bir başka olumsuzluktur. Sosyal demokratların hükümet pozisyonunda uzun süre kalamamaları bu yargıyı kesinlikle haklı çıkarmaz. Sorun burjuvazinin siyasal temsilcilerinin bir çeşitlilik içerisinde tüm sistemi denetleyebilmeleridir. Bu nedenle sosyal demokrat partilerin muhalefete kaldıkları sürede burjuvaziye sunduğu olanaklar unutulmamalıdır.
4)Halk cephesinin sonuçları söz konusu olduğunda, Doğu ve Orta Avrupa, bu arada İspanya deneyimlerinin de üzerinde durmak gerekir. Bu deneyimler aslında savunma ekseni üzerinde yükselen cephelerin şu veya bu nedenle iktidar sürecine girmesi nedeniyle önemlidir. Ayrıca bu deneyimlerin varlığı, bugün devrim sürecinde mutlaka bir “cephe” oluşumunun gerektiği saplantısının yerleşmesine yardım etmiştir.
Orta ve Doğu Avrupa’da Alman ve İtalyan işgalinin demokrat güçleri birleştirici etkisi ve bu birlikte sosyalistlerin rolü tek başına fazla bir şey açıklamaz. Dışsal faktör Sovyet Ordusu’nun Doğu Avrupa taarruzu yalnızca Hitler’in sonunu getirmekle kalmamış, birçok ülkede varlığı ancak partizan birliklerinin onurlu direnişi ile hissedilen “cephe”lerin iktidar yolunu da açmıştır. Önemli olan budur.
Bu ülkelerde devrim sürecinde sosyalistlerin yanında yalnızca kır emekçileri, değil sosyal demokratlar ve bazı Hırıstiyan güçler de yer almıştır. Buna en büyük neden, bu ülkelerde doğal olarak sosyalist devrimin karşısında olan sınıf güçleri ile işçi sınıfı ve devrimci demokratlar arasındaki bir çatışmanın ülkenin kendi iç dinamiğinde daha tam yükselmediği bir sırada iktidarın önemli bir sıçrama ile ele geçirilmiş olmasıdır. Bütün sözü edilen ülkelerde gelişme aynı rotayı izlemiştir. Örneğin Bulgaristan’da daha baştan sosyalist devrime yönelinmiş, diğer bazılarında bu daha sonra gerçekleşmiş, gene bir bölümünde sosyalist devrim bazı kamburlardan halen kurtulamamıştır.
5) Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalizme geçişin “cephe” oluşumu ile birlikte gerçekleşmesi ve haliyle bir aşamalı karakter kazanmasına evrensel bir nitelik yakıştırmak olanaksızdır.
6)İspanya’da ise “halk cephesi” hükümeti, cepheyi oluşturan sınıf ve örgütlerin çeşitlilik ve karmaşıklığı nedeniyle belirgin bir siyaset ve program oluşturamamış, birlik zorunlu tartışmalar ile sarsılmış ve sonuçta Franco kuvvetlerine yenilmiştir. 20. yüzyılın yazdığı en büyük uluslararası dayanışmalardan birine sahne olan İspanya iç savaşı, cepheler ile iktidar yolunun ne ölçüde açılacağı konusunda trajik bir örnektir.
Bugün
Uluslararası harekette cephe sorunu bugün daha değişik biçimlerde kendini göstermektedir. Yanılgılar, hastalıklar elbette aynıdır. Ancak II. Dünya Savaşı sonrası gelişmeler, farklı yaklaşımları kaçınılmaz kılmıştır. En başta, Batı Avrupa’da “faşizm ve savaş” gibi çok somut ve varılan tehlikeye karşı geliştirilen, bu somutluk nedeniyle etkinliği olan “demokrasi güçlerinin eylem birliği” bugün aynı motiflerle ayakta durabilecek durumda değildir. Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde her tarafta gericilik kol gezse de, bir faşist darbe tehlikesinden söz etmek olanaksızdır. Savaş tehlikesi ise, tüm sıcaklığına karşın, batılı kitlelerde başka sorunlarla birleştirilen, somut bir programa oturan bir tepkiden ziyade, soyut, hatta mistik bir biçim taşımaktadır. Bu soyutluk, elbette batılı sosyalistlerin program ve perspektiflerine yansımış, anti-faşist halk cephesi yerini bir türlü anlam kazanamayan, anti-tekelci demokratik düzene bırakmıştır.
Azgelişmiş ülkelerde, özellikle Latin Amerika’da ise, iktidara yönelik devrimci mücadele cephe örgütlenmesi temelinde yürütülmektedir1
Şimdi, klasik cephe oluşumu ile günümüzdeki mücadele araçları arasında kurulacak bir analojinin içereceği yanılgılara değinmekte yarar var. İlk adım klasik cephe ile klasik faşizm arasındaki belirleyici ilişkinin açıklanmasıdır. Klasik cephe, klasik faşizm ve onun politize edilmiş soyutlaması olmadan varolamaz. Varolmasının birçok nedeni vardır.
Klasik faşizm, ideolojik ve politik araçlarla faşist demogojisinin sürüklediği güçlü bir kitle tabanı ile birlikte vardır. Neo-faşizm’de ise, yalnız iktidar olarak değil, burjuva parlamenter sisteminin işlediği siyasal sistemdeki bir faşist partide de böylesi bir kitle tabanı kesinlikle yoktur. Farklılık, olağanüstü önemlidir.
1)Günümüzde faşist iktidarlar sırasında aktif bir kitle tabanının oluşmaması diğer burjuva partilerine bu iktidarlar sırasında önemli işlevler yüklemektedir. Klasik faşizmde görülen devlet-parti tekleşmesi, burada faşist iktidarın, artık gelenekselleşmiş tabanlara sahip diğer burjuva partiler ile takviyesi (bunun ölçüsü, biçimi, meşruluğu elbette ülkeden ülkeye değişir) biçimini almaktadır. Bu da, neo-faşist iktidarların bazı burjuva demokrat kurumlarla iç içe yaşayabilme olanak ve zorunluluğu anlamına gelir.
2)Klasik faşizm de elbette devlet içinde boy atmış bir olgudur. Ancak günümüzde faşist iktidarların devlet içinde boy atmak eğilimleri geçmişle karşılaştırılmayacak ölçüde artmıştır. Ve devlet doğaldır ki, bugün tuzu kuru solcuların elinde fetişleştirilen burjuva demokratik kurumları da kapsamaktadır. Bu kurumlar da sanıldığının tersine, ilerici güçlerden daha çok, faşist hareketin meşrulaşmasını sağlamaktadır.
3)II. Dünya Savaşı sonrası kapitalist sistem daha koordine ve çok çeşitli araçlarla donatılmış olarak varlığını koruyor. Sistemin top yekün gericileşmesi, bu bütünlüğün de gericileşmesi anlamına gelir. Belki dönem dönem, özgün koşullar nedeniyle “her ne pahasına olursa olsun sistemde gedik açmak” gündeme geldi, gelecek. Ancak sosyalist hareketin gerçek bir gelişme dinamiği olan herhangi bir yerde böylesi arayışlar her zaman ihanet ve yıkım getirecektir.
Burjuvazinin gerici olmayan kesimlerini içine almaya çalışan ve sosyalist devrim perspektifini barındırmayan cephe mantığı artık basacak toprak bulamamaktadır. Ancak ne var ki halk cephesi dönemi fiilen ve gerekçe olarak bitmesine karşın, kağıt üzerinde halen varlığını sürdürmektedir.
Türkiye’de Cephe
Siyasi mücadeleyi geri mevzilerde sürdürme olgusu, Türkiye söz konusu olduğunda bir dönemsel zorunluluğu değil, doğuşundan bugüne dek Türkiye sosyalist hareketinin içsel ve gelenekselleşmiş bir niteliğini simgelemektedir. Türkiye sosyalist hareketi, II. Enternasyonal dönemini etkinliği çok sınırlı ve dernek özelliğini aşmayan birkaç kümelenme ile geçirmiştir. Doğumu temel olarak 1917 sonrasına denk düşmektedir. Yani batıda bir kopma ve ayrışma yaşanırken bizde sol mücadele yeni yola koyulmaktaydı. Tek ülkede sosyalizm mücadelesinin özelliklerine, Türkiye’nin de eklenmesi gereken bazı özellikleri vardır. Sosyalizmin ilk ülkesine komşu olması, bir burjuva demokratik devriminin öz olarak olmasa bile anti-emperyalist bir biçime dönüşmesi gibi… Bu koşullarda, bir sosyalist kadrolaşmanın güçsüz doğacağı açıktır.
Burada asıl üzerinde durulması gereken konu Türkiye burjuvazisinin güçlü sezgileridir. Türkiye burjuvazisi, tek ülkede sosyalizm dönemini en az sosyalistler kadar iyi kavramış ve gerekeni kendi hesapları içerisinde yerine getirmişlerdir. Bu arada Türk soluna da MDD mikrobu bulaşmıştır. Kısacası, Türk solu için “en geniş demokratik güçlerin eylem birliği” yeni bir şey değildir.
60 sonrasında söz konusu gelenek, en arı ifadesini 71 öncesinden çok, daha sonraki “Ulusal Demokratik Cephe”de bulmuştur. CHP’nin ulusal burjuvazinin temsilcisi olarak yer aldığı “cephe”, klasik cephe tanımına bir hayli yakın özellikler taşımaktadır. En başta, bu cephe devrim sürecinden mümkün olduğunca uzak tutuluyor ve değişiklik isteyen (!) faşist MHP’ye karşı “bir şeyleri” savunan ve kollayan demokratik güçlerin tek çatı altında toplanmaları olarak anlaşılıyordu.
UDC bu dayanıksız teorik ve cılız siyasal açılımlarına karşın, bir dönem Türkiye’de çok tartışıldı. Tartışılmasını TKP’nin özellikle gençlik ve demokratik kitle örgütleri aracılığıyla yaptığı yatay çıkış ile açıklamak büyük bir yanılgıdır. Tam tersine, TKP’nin o yıllardaki etkinliği, burjuvazinin CHP kartını Türkiye sosyalist hareketine karşı sürmesi ile çakıştığı, daha doğrusu çakıştırıldığı için UDC hiç hak etmediği bir güncellik kazanmıştır.
UDC gerçekleşmedi, gerçekleşmesi için ciddi bir çaba gösterilmedi. Sadece bir dönem, kimi siyasi çizgilerin mantığını çok iyi ifade etmiş oldu.
Ülkemizde cephe mantığının genel kabul gördüğü bir diğer kesim de devrimci demokratlardı. Kökeninde cuntacı eğilimleri de barındıran “halk kurtuluş cephesi” formülasyonu, zamanla artan ölçülerde devrim-iktidar perspektifini kapsayan ve işçi sınıfı partisinin işlevlerini yüklenen bir özelliğe kavuştu. Devrimci öncüyü, çeşitli sınıfların temsilcisi hareketleri içinde barındıran bir yapıya indirgemek, ittifaklar politikasının karşısına bu yapıyı çıkarmak, Türkiye solunun yalnızca tarihsel gelenekleri sonucu oluşan bir yanılgı değildir. 1960 sonrası azgelişmiş ülkelerde cephe iktidarlarının parlaması, Türkiye’de kapitalistleşmenin boyutlarını ve sistemin ideolojik-politik zırhını kavrayamayanları mutlaka etkilemiştir. Ancak “kurtuluş cephesi” de UDC gibi, bir gerçeklik haline gelememiştir.
Bugün durum daha açıktır. Geleneksel solun, bu kavramı en hak etmeyen partisi, bütün bir geleceği, sosyal demokrasi ve diğer “ulusal”(!) güçlerce yapılacak bir işbirliğine terk etmiştir. 12 Eylül’ün başından bu yana MHP dışında hemen hemen bütün burjuva parti ve kadrolarına davetiye çıkaran bu anlayışın bugün vardığı nokta biliniyor.
Bugün ve Yarın
Türkiye sosyalist hareketinin, yakın bir gelecekte karşısına çıkması olası kimi görevlerle karşı karşıya olması, bu görevlerin ve bu görevlerin yerine getirilişinin somut bir biçimde sergilenmesi zorunluluğunu da beraberinde getirmektedir.
Türkiye sosyalist hareketinin şu andaki iç dinamiği, bir ayrışım sürecini, gerek teorik, gerekse örgütsel boyutu ile birincil sorun olarak gündemde tutuyor. Buradaki ayrışma, bir “sol”a dönüş ile eş anlamlı bir ayrışma olacaktır. Bu ayrışmada olgunluk aşamasından henüz oldukça uzak olunduğu da bilinmelidir. Ayrışma asıl gücünü “teorik ve örgütsel” bazından alsa da, kendi kimliğini siyasal pratiğin bizzat içerisinde göstererek kazanacaktır.
Ayrışma süreci en somut sıçramayı her zaman bu siyasal pratikte gerçekleştirir. 1903 ayrışmasını Rusya’da önemli kılan II. Kongrenin kendisi değil, daha sonraki yıllar ve en fazla 1917 Ekim’i olmuştur. Ayrışma önce mutlaka teorik ve örgütsel boyutu ile yaşanmış, bunu takiben siyasal mücadele pratiğinde tescil edilmiştir.
Türkiye’de şu anda bir süredir depolitize kimlikleri ile varolan işçi kitleleri siyasal açıdan duyarlı hale gelmeye başlamışlardır. Burjuvazi siyasal yaşantıyı tek merkezli bir işlerlilikten çıkarmak zorunda kalmıştır. Zaten, ordu başta olmak üzere devlet kurumlarının sistemi tek başlarına ayakta tutmaları daha fazla(riski olmayan bir biçimde) olanaklı değildi. Bu nedenle Türkiye’de depolitizasyon, sürekli olarak siyaseti besleyen bir nesnellik ile beraber gitmektedir. Bunun sonuçları ise ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu, sosyalist hareket açısından büyük önem taşımaktadır. Burjuvazinin kendi özel niyetlerini uygulayabilme şansı sınırlıdır. Bu durumda oldukça geniş bir sınıfsal-ideolojik yelpazede yer alan kesimler (elbette burjuvazinin herhangi bir kesimini katmıyoruz) belli bir hareketliliğe doğru gitmektedirler. Bu hareketin yaygınlığı konusunda hayalci olmamakla beraber, Türkiye sosyalist hareketi için yaratacağı olanakların iyi değerlendirilmesi gerekmektedir. Burada hareketin aldığı biçim, görüntü, ya da isimden çok, sürecin kendisinin taşıdığı öz bizi ilgilendirecektir. Önemli olan hareketlenen kesimlerdeki siyasal, teorik yanılgılar değil, bu kesimin sosyalizm mücadelesinde nasıl bir yol açıcı işlev gösterebileceğidir. Sosyalist teori, şekilsiz bir hareketlilikteki teorik yanılgıları çok fazla önemseyecek denli mütevazi olmamalıdır.