Geleneksel sol‘un taşıdığı içerik, bu kavramın hangi ayrımı ifade ettiği artık kimsenin meçhulü değil. Teorik ve siyasi çözümlemelerin ötesinde, bu ayrım için daha doğrudan bir formülasyon sunulabilir. Gelenek’in geleneksel sol/yeni sol ayrıştırması bir dizi dergi ve çevrede rahatsızlık doğurdu, kolaycı ve mutlak bir saptama olduğu iddia edildi. Geleneksel sol/yeni sol ayrımından duyulan her rahatsızlık, gerçekte yeni sol çeşitlemelerin teşhir edilmelerinden kaynaklanıyor. Yeni sol, bu ayrımdan rahatsız olan taraftır.
Öte yandan, Gelenek kitap dizisinde, geleneksel solun kendi içinde yaşaması gereken hesaplaşmanın ana çizgileri ve ipuçları da irdelendi. Tarihsel ve güncel, pratik- eleştirel bir biçimde sorgulandı. Bu hesaplaşma geleneksel solda 78-79 dönemine dek tekil kadrolar düzeyinde, 79’dan sonra ise daha örgütlü ve radikal biçimlerde, nüve oluşturdu. Bugün hala nüve halindedir. Bu yazının konusu bu süreçle devrimci- demokrat eğilimlerin ve kadroların ilişkisidir. Geleneksel solun sağ politikalarına ve Menşevik odaklarına yönelik eleştiri ve hesaplaşma zorunluluğundan hiçbir zaman taviz verilmemesi gerekmekle birlikte, bu hesaplaşma elbette Ortodoks çerçeveye ve kadrolara reddiye düzerek gerçekleşmeyecek. Diğer bir deyişle, Gelenek’e duyulan ilgi, geleneksel sola yönelik eleştirilerle sınırlı ise, eksiklidir. Geleneksel solun hesaplaşması “denge” politikaları ile sağlanamaz. Fakat bu hesaplaşmayı devrimci demokrasinin saygısız mahalle ağzıyla yaptığı sataşmalardan korumak, ya da yaşadıkları (özellikle de yaşamadıklarıyla) geleneksel solun örgütlerinden sadece küfredilecek bir hedef çıkaranların kolaycılığından ayırdetmek zorunlu oluyor.
Kadrolar düzeyinde, devrimci-demokrat kesim ile Ortodoks sol kesimin ayrışması 61-70 döneminde yaşandı. Büyük ölçüde Sosyalist Devrim-Milli Demokratik Devrim tartışmalarının rengini verdiği bir süreçle, hedefler ve taktikler ayrıştı. Her ne kadar bu tartışmaların teorik yönü ayrı bir tartışma konusu ise de, artık bir noktadan sonra devrimci-demokratik tezlerin bugüne uzanan yönlerini ve uzantılarını da tartışmak zorundayız. Çünkü kendini geleneksel soldan ayırdeden tezleri ve siyasal örgütlenme biçimiyle devrimci demokratlık özgün bir kadro yaratmıştır. Büyük ölçüde geleneksel solun zaaflarından güç alan bir düzlemde, bu düzlemde buluştuğu insan malzemesini yeni bir tipoloji yaratacak biçimde yoğurmuştur. Bu dinamizmi gözardı etmek olası değil. Fakat buna ek olarak devrimci- demokratlığın, bu dinamizmin yoğunlaştığı ve düşüşe geçtiği her dönemde bir öncekiyle tutarlı olmayan kadrolar yarattığı da doğrudur. Bu çizgideki örgütler ve bireyler kendilerini hep 68-71 arası doruğa çıkan eylemler ve isimlerle tanımlamaya giriştiler. 70’li yılların kadroları çok daha geniş bir kitlesellik içinden gelmelerine ve bir iç savaşın bağrında yer almalarına karşın bir önceki kuşağı ve tipolojiyi aşamadılar. İnsan malzemesi olarak büyük fiziksel kayıplar vermelerine karşın, bugün ölüm yıldönümlerinde hatırlananlar 73-80 döneminin insanları değil. Bunu siyasetin, dramatik bir hicvi olarak görmek mümkün.
80 öncesi döneme ilişkin bir kadro mobilitesinden söz etmek de mümkün görünüyor. Kendi düzlemlerinde salınımlı bir biçimde gelişen devrimci-demokrat kadrolar ile geleneksel sol kadrolar kimi kesitlerle çakıştılar. Geleneksel sol açısından bakıldığında, devrimci-demokrat kadroların Ortodoks yapılara en fazla çekilebildiği dönem bu kesittir. Bu kadro transferi büyük darbeler yiyen 47 kuşağının kimi ileri kadrolarının partileşmiş sol yapılara girmesiyle başladı. Yeni bir dinamizm getirdi mi? Sınırlılığı ile birlikte, evet. Geleneksel sola kadro transferi, niceliği artarak, ama kadroların niteliği azalarak 80’e değin sürdü. Buna rağmen bunalımın doruk noktasına devrimci demokrasi damgasını vurdu. Bugün, geleneksel solun saygınlık ve itibar problemleri bir ölçüde, geri mevzilerde geçirilen ve devrimci demokratların damgalarını vurdukları bu dönemin diyetidir.
1980 sonrasında ise bu kadro mobilitesi duruldu. Bu dönemde geleneksek sol odakların devrimci-demokrat örgütler ve kadrolardan bekleyebilecekleri asgari bir birliktelik, katılım ya da katkı kalmadı. Geleneksel solun bir kesimi için, devrimci-demokratlar iktidar eliyle ve faşistlerle birlikte darbe yemeleri beklenen “sol teröristler”dir. Ancak yüz kızartıcı sayılabilecek bu bakış açısının sahiplerinin de katkısıyla, geleneksel solun, darbe yemiş bir devrimci demokrat kadro kuşağı için hiçbir cazibesi kalmadı, kadrolar büyük ölçüde stabilize oldular.
Kendisini en yetkin biçimde devrimci bunalım koşullarında tanımlayabilen devrimci-demokrat kadrolar ve örgütler, yatay gelişmiş yapıları gereği en büyük darbeleri merkezi olarak aldılar. Ortaya deorganize bir kitle ve otorite boşluğu çıktı. Bu kez devrimci-demokratlara “kâbus bitti”, “biz size demiştik” mesajı yollayıp onları olgunlaştırma işlevine Murat Belge, Doğu Perinçek gibi “yenilgi ve örgütsüzlükten rant alma uzmanları” soyundular. Deyim yerindeyse Narodnik mücadelecilikten hiç nasibini almamış yeni sol parsacılar, devrimci demokrasinin en olumlu niteliklerini aşağılayarak, en olumsuz yönlerini(parti düşmanlığı, anti-Sovyetizm) öne çıkararak kendi söylemlerine malzeme ve dinleyici buldular. Birikim, Aydınlık vb. bu misyona 78-80 arasında yavaştan ısınmıştı; şimdi ürünlerini topluyorlar. Perinçek Yeni Gündem dergisinde “Bana polis diyenler yanıma geldi” deyip isim ve örgüt sayıyor.1 Eski alışkanlıklarından kurtulamadığını gösteriyor. Murat Belge ise Saçak panelinde, zamanında aynı bildirilerin altını imzaladıkları, devrimci-demokrat örgütler için “zaten yarısı ajan-provokatördü” diyebiliyor. Kimseden gık çıkmıyor. Devrimci-demokratları savunmak Yalçın Küçük’e düşüyor. Tekrar ediyorum: Bunda dram görmemek mümkün değil. Görülmesi ve değerlendirilmesi gereken ikinci nokta, devrimci demokrasinin yeni sola yönelik marazi eğilimi ve ihtiyacıdır.
Gelenek’te geleneksel sol kadrolar için yalpalamadan uzak olma ve bir yandan da kendi dinamiğini yaratamama anlamında “kaya gibi adamlar” benzetmesi yapıldı. Şimdi bu noktada devrimci-demokrat kadrolar için söylenebilecek en uygun tanımlama “cıva gibi adamlar” olmalı. Hiçbir düzlemde uzun süre duramayan, biçimi ve sınırları her an değişebilen, eğimlere karşı olağanüstü duyarlı, tutulmaya çalışılsa parmakların arasından kayıp giden, hareketli bir tipoloji. Bu anlamda devrimci-demokrat kadrolar ile yeni sol arasındaki ilişki her ikisinin de yapısına uygun düşüyor. Fakat kanımca gerçek sorun, geleneksel solun kendi içindeki hesaplaşma ile devrimci-demokrasinin radikalizmi ve mücadeleciliği arasındaki ilişkilerde düğümleniyor.
Geleneksel solda hesaplaşma hiçbir zaman devrimci demokrat bir radikalizmden güç almamalıdır. Geleneksel sol içinde her “sol” çıkış zamanında Troçkizm olarak suçlanmış olsa bile, daha gerçekçi bir şüphe ile, devrimci-demokrasi ile arasındaki sınırları muğlaklaştırma potansiyeli taşıyor. Çünkü devrimci-demokrasi bazı yönlerden bizatihi sınır taşımıyor. Yeni sol aydınların tersine, geleneksel solun sol ve radikal kesimleri ile kimi aydınlar, devrimci demokrasiyle yakınlaşma ve giderek onu “ajite etme” görevini, Ortodoksluğun kendi radikalizmini yeniden üretmesinin önüne koyuyorlar. Kendi hesaplaşmasını yaşamamış geleneksel solda, devrimci-demokrasiye, dinamik kesimleri bilimsel sosyalist toprağa çekmenin kolektif araçları sağlanmadan çiçek atmak, “vicdani” rahatsızlıkları hafifletse ya da karizmaya dayalı bir etkinlik sağlasa bile, gerçekte bir çeşit “gündemi doğru algılayamama ve uygulayamama rahatsızlığıdır.”
Devrimci-demokrat insan malzemesi o denli parmakların arasından kayıp gider ki, ne kadar çiçek atılsa bile karşılığında küfür yersiniz. Y.Küçük’e yazılmış bir dergi yazısından örnek vermek istiyorum. Bu yazıda Y.Küçük’e namus, dürüstlük, faydacılık üzerine dersler veriliyor. Anlaşılan Türkiye Üzerine Tezler III’tedevrimci-demokratlara yapılan övgüler ve geleneksel solun kimi yapılarına yönelik sövgüler bu devrimci demokratları yeterince tatmin etmemiş. “Y.Küçük’e bir küçük hatırlatma” şöyle bitiyor: “İktidar hırsı olan birkaç siyaset eskisinin olmayan örgütleri ve bir silkinişte açığa çıkan birikimleriyle değil iktidara varmak, Ankara’dan İstanbul’a gelinemez”…2
İkinci örneği bir başka devrimci-demokrat dergiden vermek istiyorum. Bir devrimci(!) öğrenci, gençlik kitlesini tanımlıyor: “Bir tarafta hırpani giyimli ‘narkotik’ dünya görüşüne sahip gençler, bir tarafta da klasik giyimli ‘bürokratik’ dünya görüşüne sahip gençler var.”
Yazar “bürokratik” dünya görüşünden Ortodoks solu kastediyor. Ne yazık! Devrimci demokratların savaşan insanları ne kadar onurlu mücadele içindelerse, ağabeyleri gibi savaşamayanların asiliklerinin çenelerine vurmuş olması da o denli küstahça. Etrafında narkotikler ve bürokratiklerden başkasını göremeyen bu “şizofrenik” dünya görüşü yandaşını devrimci-demokrasinin geleneksel sola bakışının fazla abartılı olmayan bir göstergesi olduğu için aktardım.
Şu ana dek söylenenler ve verilen örneklerden sonra, fazla bükülmüş çubukları biraz düzeltmek gerekiyor. Özellikle “nasıl bir insan malzemesi” sorusunun sorulmaya başlandığı, geleneksel solun sağ dengesini bozmaya çalışan kadroların ve kimi aydınların devrimci-demokrasiden yol arkadaşları üretmeye çalıştığı bir dönemde…
II
Dünyada devrimci-demokrasi sanayi proletaryasının dışında, ana sınıfsal dinamik olarak demokrat köylü hareketine dayandı. Türkiye’de güçlü bir demokrat köylü geleneğinin olmaması, tek başına devrimci demokrat hareketin gelişmemesi gibi bir sonuç yaratmadı. Fakat buna karşın devrimci-demokrat ideoloji ve kadro/aydın ilişkilerinde iki tarihsel eğilim belirlendi.
Önce özellikle restorasyon olarak adlandırılabilecek 30’lu yıllar sonrasında köylülük içerisinden çıkan aydın yaratılmasına önem verildi. Kemalizm, devrimci demokratlığın ideolojisine ve kadrolarına kendi tohumlarını ilk önce bu dönemde ekti. Sosyalist aydının gelişme potansiyelinin karşısına oldukça sentetik bir “köy kökenli ilerici aydın” tipolojisi yerleştirildi. Yunus Emre, Mahmut Makal, Aşık Veysel, Köy Enstitüleri, 60’lı yıllarda “feodal kırıntılara” karşı mücadele vb. solun gündeminde hep hak ettiklerinden fazla yer tuttular. Daha sonra “yarı sömürge”, Milli Demokratik Devrim tezleri ve hatta Maoculuk kendilerini yaşatan malzemeyi hep bu toprakta buldu. 60’lı yıllara kadar bu bazda yetişmiş aydınların ihtilalcilikten çok konformist ve popülist konumda olduğunu belirtmek gerekli. 60’lı yılların ortasında Yön dergisine dek hiçbir aydın, filizlenen devrimci-demokrat potansiyele, ufku geniş (sosyalizme kadar geniş) popülizmden sıyrılabilen, daha da önemlisi devrimci-demokrat kadroları pratiğin durağan olduğu dönemlerde de teorik olarak yaşatabilecek, ayakta tutabilecek bir ideoloji yaratamadı.3
Bu boşluk bir başka eğilimi belirledi: Devrimci demokrasi açısından, bir ölçüde evrenselleştirilebilecek bir ihtiyaç, teori üretebilen ve ideolojik motivasyonları sağlayan aydın takviyesi… Devrimci demokrat kadroların hiperaktif niceliğine karşın, özellikle siyasal pratiğin öne çıkmadığı dönemlerde, hem teorisyen, hem ajitatör bir entelektüel destek talebi söz konusudur. Avrupa’da Ortodoks solun dışındaki kimi radikal gruplar ve sanayileşmemiş kapitalist ülkelerdeki devrimci-demokrat partisiz amorf kitle, dönem dönem, parlak akademisyenlikten yetişme “kafa adamı”na, bir beyin takımına gereksinim duyuyor. Latin Amerika’da ve Avrupa’da bu türden radikal örgütlenmelerin ardında Marcusevari teorisyenler, profesörler çıktı. Kendi başına olumsuz bir ilişki saymak olası değil. Olumsuzluk, bu ilişkinin kimi sonuçlarında. Bu süreç örneğin Latin Amerika’da devrimci demokrasinin bilinçlenmesine ve geleneksel partilerin radikalleşmesine katkıda bulunabilirse olumlu saymak olası. Rusya toprağında Narodnizm kendi aydınlarını ve teorisyenlerini yarattı. Bolşevizmin intelligentsia’sı, karşısında hem hesaplaşacak, hem bir mücadelecilik geleneği devralacak, aşabileceği bir miras gördü. Tekrar döneceğim.
Avrupa’da ise toplumsal kökenine zorunlu olarak yabancılaşmış, üst üste uğranılan yenilgilerin toprağında yaşayan, şimdilerde ise “devrimi çok sevmiştik” diyen bir 68 kuşağını hüzünle anan uç savaşçılar var. Fazlaca “oturmuş” geleneksel sol partiler ve onlarla aralarında bir uçurum olan, yeni solun en fazla damgasını vurduğu bir aktivite. (İtalya’da “il manifesto” buna bir örnek sayılabilir.)
Latin Amerika’da devrimci-demokrasi, hem sağlıklı bir demokrat köylü geleneğinden gelmesi, hem de güncel mücadele biçimi sorununu doğru yakalamış olması nedeniyle geleneksel sola örnek oluşturabilecek boyutlar taşıyor. Latin Amerika’da “teori sorunu” sıcak pratik içerisinde erimiştir.
Türkiye’de ise devrimci demokrasi ile aydınlar arasında oldukça karmaşık bir arz-talep ilişkisi söz konusu. Daha önce sözünü ettiğimiz “entelektüel destek” talebi kimi kez yeni sol akademisyenlerce, Troçkizan iktisatçılarla, kimi kez de geleneksel sol hesaplaşmaların bu kez de kendilerine yakınlaştırdığı eksantrik aydınlarca karşılanır.
Kadro düzeyinde devrimci demokrasi “kafa adamlarını” yeni sol teorisyenlere dönüştürür. Yeni sol teorisyen, teorik yükünü, sonsuz çeşitlilikte tekrar devrimci demokrat kitleye boşaltır. Bu fonksiyona talip, bazen bir akademisyen, bazen de bir dergidir. Türkiye’de örneğin Birikim gibi örgüt ve mücadeleden soğukluğun teorileştirilmeye çalışıldığı bir dergi ile, devrimci demokratların ultra-aktivitesi nasıl çakıştı? Cevabını biraz dolaylı yoldan vereceğim. Yeni Çözüm adlı dergi Gelenek’ten eleştiri niyetine “Yeni Birikim” diye söz ediyor4 Ne yazık! “Teori” görünce akıllarına hemen “Birikim” geliyor. Acaba zamanında “Birikim”den etkilendikleri ölçüde Gelenek’in teorisinden de etkilenecekler mi? Gelenek, geleneksel soldaki sağ, Menşevik çizgileri karşısına aldığı kadar yeni solla da hesaplaşmayı, devrimci demokrasi ile bilimsel sosyalizm arasındaki ayrımları netleştirmeyi gündemine alınıyor. Buna iki neden gösterebilirim. Önce, geleneksel solun kendi radikalizmini yaratması ve kendi iç hesaplaşmasında “sol” ve “radikal” seçeneğin devrimci demokrat motiflere angaje olma olasılığının engellenmesi öngörülüyor. Bu yönde bir eğik düzlem vardır. İkinci olarak, siyasete 1980 sonrasında ilgi duyan kuşaklar için devrimci demokrasi ve yeni sol, daha göz kamaştırıcı seçenekler olarak ortaya çıkıyor.
Bu noktada, devrimci demokrat kitle ile geleneksel soldaki hesaplaşmanın taşıyıcısı aydınlar arasındaki ilişkiye değinmek zorunlu. Devrimci demokrasinin “aydın talebi”ni kimi konjonktürlerde geleneksel solda hakkı yenmiş aydınlar karşılıyor. 1960 sonrasında, Türkiye’de bu gelenek Mihri Belli ile yerleşti. Devrimci demokratlar giderek öznelleşen bir hesaplaşmanın insan malzemesini oluşturarak kızıştırıldılar. Sonuçta, bu sağlıksız ittifaklardan ne devrimci demokratlar, ne de tekil aydınlar karlı çıktı. Ortodoks solun daha dinamik ve radikal bir düzleme geçmesinin araçları tanımlanamadı. Bu eğilim bugün de kendini gösteriyor. Bu noktada, tekil aydını devrimci demokrat radikalizme “iten” nedenleri açığa çıkarmak zorundayız:
- Tekil aydının, hesaplaşma yaşadığı örgüt ve siyasal çizgide siyasal güvenilirliği(daha teknik bir deyişle kredibilitesi) azalmıştır.
- Devrimci demokratların ayakta kalmış kadroları, ihmal edilen teoriyi sağlayabilecek “kafa adamını” kabul etmeye yönelik naif bir eğilim içerisindedir.
- Geleneksel solun örgütlenmiş kesimleri, aydın kadro yetiştirmek ve hakkını vermek açısından önemli zaaflara sahiptir.
- Geleneksel solda karizmatik tekil aydını kolektivize edecek, çekim alanına sokacak bir merkezi odak yoktur.
Devrimci demokratlara, devrimci demokratlar kadar deorganize ve şekilsiz bir güç ile yaklaşmayı ancak kişisel hesapların ürünü kabul etmek gerekli.
İktidara gelmiş bir kolektif yapının reel politikası zorunluluktur.
İktidar olmamış, fakat iktidarı hedefleyen bir kolektivitenin reel politikası ise ancak ilkeselliği ile birlikte değerlendirilir.
Tekil aydının reel politikası çözücüdür. Potansiyeli dağıtıcı rol oynar.
Geleneksel solun asli sorunları, sosyalist iktidar perspektifi ve “örgüt sorunu”dur. Bu sorunların ele alınması, geleneksel solda başlı başına bir radikallik ifade etse bile, bu radikalizmi devrimci demokrasiden üretmek fazla ciddi bir taktik değil. Her şeyden önce devrimci demokraside “örgüt” mantığı öne çıkarılamaz. Özellikle geleneksel solda gereksinimi duyulan ve şu ana dek teorisize edilmeye çalışılan model konusunda, devrimci demokrat almaşıkların ciddi bir katkı taşımadıgını hatırlatmak gerekli. Bu tip örgüt geleneğinde genelde iki düzeyli bir hiyerarşi vardır. Enine yayılmış bir kadro niceliği aşırı inisiyatif yüklü bir tarzda hareket eder. Kendi başına radikalizm, kadroları safta tutmada bir tutkal işlevi görür; kapalı yaşantı, dönem dönem amacı kendisi olan bir gizeme dönüşür.
Hiyerarşik parti disiplini devrimci demokrasiye her zaman “dar” gelir. Bunun karşısına, Narodnik grup disiplini konur. Fakat genel bir eğilim olarak (yeni sola da yakınlaştırıcı bir eğilim olarak) devrimci demokras,i ele avuca sığmayan kadrolar, sürekli bir hiyerarşik disiplin (kimi kez bürokrasi altında) düşmanlığı üretir. Geleneksel solun radikal, marjinal odakları için bu “yakın” gözükse bile hiç de örnek alınacak bir eğilim değildir. Geçmişte “parti disiplini” ve “kaşarlanmış” yöneticilerden ne kadar muzdarip olunmuş olursa olsun. Yine bu açıdan devrimci demokrasiye çiçek atarken, “Ortodoks örgüt”, “parti hiyerarşisi” ve kolektiviteyi” istim arkadan gelsin esprisiyle bir kenara koymak, maliyetini hiçbir tekil aydının üstlenemeyeceği tavizler anlamına geliyor. Yoksa, deorganize kadroların “maestro” ihtiyacı hep olacak.
Tam da bu noktada vurgulamak zorundayım. Geleneksel soldaki “memur” tipolojisi eksiklidir; fakat gereksiz ve yanlış değil. Bunun karşısında seçenek olarak “zaptı rapta” gelmez, kolektiviteden ancak kendi karizmasına destek arayan, dik başlı ama yetenekli kadroların gösterilemeyeceğini belirtmeliyim.
Geleneksel soldaki “memur” tipolojisinin eksiği olan yaratıcılık, kendine güven ve inisiyatif ile devrimci demokrat “bıçkınlık” arasında nitelik farkı olduğunu belirtmek önem taşıyor.
Ortodoks solun memur kadrolarındaki teorik açılım ve yaratıcılık eksikliğine devrimci demokrasinin ideolojik serbestisi hiçbir çözüm oluşturmuyor. “Muhalif” dinamiği taşıyan bir radikalizm ile Ortodoks radikalizm arasındaki açı, tekil aydınların tek başlarına kapatabileceklerinden, ya da marjinal inisiyatiflerin sandığından daha geniştir. Bu açı ne abartılacak, ne küçümsenecek bir tuzaktır. Daha önce de belirtildi. Ortodoks solda Menşevik, sağ politikalara muhalefet, devrimci demokrasi ile sınırların belirsizleşmesi olasılığını artırıyor. Bunun ortaya çıktığı alanlar nedir? Bunlar, Üçüncü Dünya devrimciliğine aşırı sempatidir; bürokrasi düşmanlığıdır; tek ülkede sosyalizmin reddedilmesine karşın bir dünya devriminin mitleştirilmesidir; anti-Sovyetik yalpalamalardır; her bakılan konjonktürde “devrimci durum” görülmesidir; pluralist sosyalizm, tek dünya pazarı tezleridir; devrimci demokrasinin devrim sorunu olduğunu kavrayıp, o devrimin demokratik devrim olacağı saplantısıdır. Ya da parti anlayışının devrimci demokrat tonlar taşıyan bir tarzda ele alınmasıdır.
Devrimci demokraside çağdaş eğilim, siyaset pratiğinde kadro elitizmini dışlaması, bir taraftan da teoride seçmeciliğe ve yeni-sol eklektizmine zaaf göstermesidir. Geleneksel solun biraz da “donuk” homojenliğini, devrimci demokrat eklektizm ile aşmaya çalışmak, çıkışsız bir yolu ifadelendiriyor.
Ardından şunu belirtmek gerekli: Devrimci demokrat mücadelede “örgüt” mantığı öne çıkartılamazsa, dramatik mücadelelerden geçmiş kişiler, kahramanlar öne çıkarılıyor. Devrimci demokratlar yakınlaşma yolu olarak seçilen bu yönteme fazla itirazımız yok. Fakat geleneksel solun verdiği şehitlerin neden unutturulmaya çalışıldığını anlamıyorum.
III
Rus toprağındaki sürece döneceğimi söylemiştim. Narodnizmin aydınları Biyelinski, Çernişevski, Dobrolynkov, Herzen; daha sonra Engelhardt Avrupa’nın aydınlanma ve ütopyasından oldukça etkilendiler. Devrimci demokrat birikime kollektivite bilincinden uzak olmayan tekil aydınlar olarak düşünsel dayanak oluşturdular.
Bolşeviklerin ileride hem en seçkin intelligentsia’yı oluşturup hem de “aydınlara sataşma”larının bir rasyonalitesi vardı. Sataşılan aydınlar kendileri ile hesaplaşılmayı hak eden, kendi geleneklerini yaratmış ve kendi geleneklerinden Bolşevizmin devralacağı çizgiler içeren aydınlardı. Sataşılan aydınlar önce Narodnizmin, bir sonraki dönemde de legal Marksizmin ve Menşevizmin teorisyenleriydi. Bolşevizmin bu çizgilerle hesaplaşması o denli ilkeli ve komplekssizdi ki, geleneğinin kimi boyutlarını (inat, mücadele hırsı, özveri, seçkinci kadro anlayışı vs.) Narodnizmden, kimi boyutlarını da (öncü proletarya, sınıf ittifakı, Rusya’nın kapitalist gelişmişliği tezi vb.) legal Marksizmden devralıp yeniden üretmeyi kotardı.
Aydın hesaplaşması insafsızdı. Lenin’in “Halkın Dostları Kimlerdir?” çalışması neredeyse kişisel polemik düzeyinde gelişir. Fakat yinede siyaset pratiği düzleminde Narodnizmden iradecilik, teoride ise legal Marksizmden ekonomik çözümlemeler ve sonuçları devralındı. İşte bu yolla Bolşevizm, iradeciliğe bilimsel vurgu kattı. Yine bu yüzden devrimci demokrasinin hanesine Rusya’da hep “onurlu mücadele” yazılır.
Devrimci demokrasi ile karşı karşıya gelindiğinde Ortodoks solun geleneğinde ekonomizm, kendiliğindencilik, legal hatta reel politiker uzlaşmacılığın varlığı kimseyi telaşa, daha da ötesi, devrimci demokrasinin kollarına düşürmemeli.
Bolşevik gelenek çıkış noktasından iktidar noktasına dek, Narodnizm ve “sol muhalefet” ile hesaplaşmasında “legal Marksizm”den ve ilk bakışta ekonomizm olarak görülebilecek tezlerden güç aldı. Struve’nin tezleri Bolşevizm’e dışsal olmakla birlikte, yabancı değildir. Bolşevizm kendi geleneğinin kıyılarında gezen bu eğilime diyetini hesaplaşarak ödedi. Menşevizm, bu hesaplaşmayı yapamamak demektir. Tekrar günümüze dönersek, devrimci demokratlığın iradecilik ve gizlilik ile tanımlandığı bir toprakta ekonomizm ve Menşevizm ile hesaplaşmayı “sol muhalif” devrimci demokrat zemine oturtmaktan özenle kaçınmak zorunlu oluyor. Geri sınıfsal çelişkileri temel alan bir teori ile Ortodoksluğun yaratıcılığını çakıştırmak, zorlansa da olası gözükmüyor. Bunun doğurduğu eklektizmin Ortodoks teoriye sızması için kanal açmamak gerekiyor. Bilimsel sosyalizm aynı zamanda teorik goşizm ile de hesaplaşma demektir. Aydın, Ortodoks sol için kolektiviteye tabi siyasi ruh, radikalizm ve örgütçülük anlamına gelmeli. Aynı aydın devrimci demokrasi için ise romantizme ciddiyet katacak ve “ihmal edilmiş teori”yi sağlayacak geçici destektir.
Devrimci demokrata ve tekil karizmatik aydına hiyerarşi ve kolektif disiplin çoğunlukla kuru ve kısıtlayıcı gelir. Öznel ve romantik bir siyasi ilişkiler ağı, daha cezbedicidir. Merkeziyetçi bir organizma, Ortodoks parti, insanlara belli bir durağanlık, kimi kez erken gelişmiş bir “olgunluk” katar. Devrimci demokrat kadronun formasyonu ise daha non-konformist bir hareketlilikte belirlenir.
Y.Küçük, Türkiye’nin devrimci demokratlarında hem Jakobenizm, hem ütopyacılık buluyor. Yine Y. Küçük’ün dediği gibi “tartışmak” gerekiyor.
Gerçekten devrimci demokrat kadrolarda iktidarla karşı karşıya gelebilecek bir itilim vardı. Eylemlerini sadece halkın hoşgördüğü çerçeveye sığdırmadılar. Özellikle 60’lı yılların sonunda bugünden bakıldığında naif gelebilecek beklentileri vardı. (Zaten onların karizmaya kapılmalarında bu naifliklerinin rolü yok mu?)
Peki, Ütopyadan ne anlayacağız? Ütopya sınıfsal antagonizmayı proletaryanın dışına taşımak demektir. Oysa, sınıfsal ilişkilerin geri düzeyde her algılanışı ütopya sayılabilir mi? Kanımca sayılamaz. Ütopya her şeyden önce geleceğe yönelik kurgudur. Gelecekteki sınıfsal ilişkileri ham olarak algılamaktır. Engels, ütopyacılar için daha somut bir nitelik çıkarıyor. “Üçünün de (Owen-Fourier-Saint Simon) ortak bir yanı vardır: Hiçbiri. tarihsel gelişimin o arada yarattığı proletaryanın çıkarlarının temsilcisi olarak ortaya çıkmamıştır.5 Türkiye’de devrimci demokrat tezler, ayrışmamış sınıfsallığı, işçi sınıfının öncü olamayışını ve 1930’lar popülizmini öncül olarak seçti. Bu ütopya değildir. Ütopya’da sınıf mücadelesi yoktur. Türkiye’nin devrimci demokrat tezleri sınıf mücadelesini yok saymadı; fakat sınıf çelişkisini gelişkin ve ayrışmış olmayan bir tarzda ele aldı. Ütopya’nın mezarı 18. yüzyılın ikinci yarısında sanayi devrimi tarafından kazıldı. Ütopya’yı gömen ise 1917’dir. Devrimci demokratlık, sosyalizm çağında, sosyalizmin savunulabileceği bir toprakta, demokrat olma yönüyle çıkışsız, “ileri demokrasi” tezleri ortasında ise “devrimci” olma yönüyle ileriye dönüktür. Bu yönleri ne ütopizmin ne de doğrudan Jakobenizmin hanesine yazmak olası değil.
Devrimci demokratlığın açmazı nerede yatıyor? Ütopyacı tezler için şu söylendi: “Eksik kapitalist üretim koşulları ve eksik sınıf koşulları, eksik teorilerle karşılandı.6 Eksiklik, insan beyninin ürettiği tasarımlarla giderilmeye çalışıldı. 1917’den sonra, sosyalizm çağında, eksik kapitalist üretim koşulları, eksik iktidarı hiç de zorunlu kılmıyor. İktidar, devrimci demokrasinin ölçtüğünden daha bütünsel ve gelişkin olduğu için kimi örnekler dışında “muhaliflik” kader oluyor. Muhalifliği sadece yeni solun temsil ettiği bir liberal kategori saymamak gerekli.
İşte bu noktada ise ütopya hala yaşıyor. Ütopya, sağduyuyu başa almak demektir. Ütopya’ya göre, yanılgıyı gidermenin yolu sağduyudan geçiyordu. Eklemek gerekli: Ütopyanın beslediği Narodnizm ve devrimci demokrat ideoloji, teoride bilim yerine sağduyu, eylemde ise sağduyusuzluk demektir.
Devrimci demokrasiye, ütopyadan kopması için teoride “bilim”, eylemde “sağduyu” aşılamak zorunludur. Türkiye’de sosyalist iktidar perspektifi dışındaki hedefler, pozitivist mantığın sağduyusundan çıkıyor. Eylemde sağduyu eksikliği, kadroların titiz muhasebe yapılmadan yakılmasıdır; adına blankizm deniyor. Kadroların zamanı gelince feda edilmesi Jakobenizmdir. İktidarı hedeflemek, sağduyuyu başa almamak demektir. Türkiye’de yapılan her sınıfsal-ekonomik çözümleme pozitivist düzeyde yorumlanınca, sosyalizm perspektifi üretilemiyor. Baskıda baskıdan, sömürüde sömürüden, sefalette sefaletten başka bir şey görmemek, yani iktidarı görmemek, ütopyanın yaşanan yönüdür.
Bu bağlamda ise Ortodoksluğun avantajı ortaya çıkıyor. Geleneksel sol, (proletaryaya fiziksel yakınlığını değil) proletaryanın sosyalizmi görecek kadar gelişkin olduğunu teorisize ettiği ölçüde iktidara yakındır. Bu konum geleneksel sol kadroların sözünü ettiğimiz misyon için asal insan malzemesini oluşturmalarını sağlar.
İktidar hedefinden söz edildi. Geleneksel solun bu anlamda genel olarak devrimci demokrat mücadele geleneğinden öğrenebileceği bir silah var: Kendi eylemine ve kendi iradesine güven. Bunun dışında, iktidar ve iktidar hedefi reel politikayı da öngörür. Devrimci demokratlar toplumsal ve politik ideallerin biraz da kendinden “ütopik” yönüne uygun olarak mücadele ve toplumun yeniden örgütlenmesi için gereksinim duyulan dinamizmi, yoksulluğu ve baskıyı yenmek için eşitlik düşüncesine, burjuvazinin sahtekarlığını yenmek için “gerçek”e dayandırdılar. Bu naif politik dürüstlük, geleneksel solun ve dünyada iktidara gelmiş partilerin temsil ettiği reel bir mirasın reel politikasıyla çatışır. Devrimci demokrasi bu yönüyle ütopik ve naif, iktidarsız yeni soldan esinlendiği reel politika düşmanlığı yönüyle de çıkışsızdır. Sonuçta, devrimci-demokratlardan ütopyacılar türetmek, yarı doğrudur.
Jakobenizme gelince, Jakobenizm “yönetici kadroların üyelere beslediği örgütlü güvensizlik” olarak tanımlandı, 1910’larda Rusya’da. Fazla bükülmüş bir çubuk olsa da itiraz etmek gerekmiyor. Asıl itiraz edilecek şu: Bu miras, devrimci demokrasinin aşırı inisiyatif yüklü, anti-otoriter kadrolarına nasıl uyacak? Jakobenizmin toprağı, geleneksel soldur.
Jakobenizm, her şeyden önce “sınırları belirlemek” olarak kendini tanımlıyor. Bu ise devrimci demokrat hareketin, hem ideolojik hem örgütsel sınırsızlığına, amorfluğuna, (tekil örnekler dışında) çok fazla tekabül etmiyor.
Sosyalizm çağında eğer Jakobenizmden söz edeceksek bu, iktidar kadar, iktidar sonrasını da soyutlamak demektir. Devrimci demokrat tezlerin çok partili sosyalizmleri, cepheleri bu soyutlamanın oldukça geri düzeylerde gerçekleştiğini göstermekte. Jakoben örgüt anlayışı, bireylerin örgütü seçmeleri kadar, örgütün de bireyleri seçmesi üzerine kuruludur. Devrimci demokrat hareketler ise “ben geldim” diyene hoş geldin denen bir popülerlik taşıdı. Jakobenizm ile uyuşturabilmek olası değil. (Tıpkı Menşevik yapıların da bu özellikten uzak oluşları gibi.)
Jakobenizm kendi başına “darlık” demek değildir. Kitle ile ustaca ilişki kuran bir yönü de vardır. Oysa, sürekli tepeden darbe yediğinde dağılan, hep tepeden çözülen yapıları nasıl Jakoben olarak görürüz? Jakobenizm sağlamlığını olası darbelerde hemen çözülmeyecek bir çekirdek tutmakla garanti altına alır.
Jakoben “hülyalı” bir tipolojidir. Diğer bir deyişle, siyasette pozitivizme prim vermeyen siyasetçi demektir. Fakat Jakobenizmin hülyası, (bir başka deyişle kendi “gerçeği”) kitlelerdekinden farklıdır. Devrimci demokrasinin de hülyası vardır. Fakat ilk anda kulaklara hoş gelse de, sosyalizm perspektifi taşımadığı sürece, bu hülya kitlelerin hülyasından ayrışmamıştır. Jakobenizm, kitlelerin hülyalarına güvensizlik demektir. Jakobenizmin hülyası, reel politikanın rasyonalitesi ile beslenir.
Jakobenizm ve ütopya, hem güzeli hem çirkini aynı anda içeriyorlar. Atfederken titiz olmak zorundayız. “Ütopyacılar hayal kırıklığının çocuklarıdır.” Güzel, peki insanlarımız bir hayal kırıklığını daha kaldırabilecekler mi? Kolay kırılacak hayalleri hiç aşılamamak gerekiyor…
IV
Devrimci demokrat harekette, bilimsel sosyalizmden uzaklık “teorisizleşme” doğurdu. Yeni sol veya tekil aydın desteğiyle, aşılmaya çalışılıyor. Devrimci demokrasinin ileriye bakan bir kesiti, bilimsel sosyalizm ile buluşma dinamiği taşıyor. Geleneksel sol, kendi sorunlarını aştıkça bu dinamiği değerlendirecektir.
Geleneksel solda radikalizm eksikliği, “örgütsüzleşme” yarattı. Aşılacak. Hem geleneksel solun toprağında yetişmiş insanlar hem de siyasetle son 4-5 yılda tanışmış bir kuşak, bu yükü kaldıracak. Türk solunda daha bir süre “angajman” (bağlanma) sorunu kendini gösterecek. Bireyler örgütsel otoriteye kuşku ile bakacaklar. Bir kesim için yaşanan deneyimlerin törpüleyiciliği ve kısırlaştırıcılığının verdiği iddiasızlık, kendine güven eksikliği her adımda ortaya çıkacak. Bir kesimde geleneksel solun kahrını fazla çekmemenin getirdiği toylukla, geleneksel solun geleneksel değerlerinden kalkılarak yaratılacak bir radikalizmi ilk başta içselleştiremeyecek…