Batı’da entelijansiyanın bir kesimi proletaryaya “elveda” derken, Türkiye’de bir suskunluk ve hareketsizlik döneminin ardından, işçi sınıfının sesini giderek daha çok duyurmaya başladığı gözleniyor. Batı’nın yaşadığı entelektüel darboğazlar her biri “elveda” sözcüğü ile başlayan hüzünlü söylemlerde buluyor ifadesini. “Elveda” başlıkları, sınırlı bir kesimde kalsa bile, yansımasını Türkiye aydınında da buluyor. Aydın, hemen her yerde yanı özelliği sergiliyor: Bireysel tükenmişlik, ilk aşamada hep “değişen nesnellikler” örtüsü ile, buna sarılarak çıkıyor ortaya. Bu hiç kuşkusuz oldukça sınırlı bir kesim ve gündemimizin konusu da değil.
Gündemimizin asıl konusu yeni döneme “elveda”nın tersine “merhaba” ile başlayanlar. “Elveda” ile noktalanan söylemin tam tersine, Türkiye solunun büyük kesimi, şimdi yıllar öncesinin “Türkiye işçi sınıfına selam” cümlesi ile yeniden işe başlıyor. Söylenenlerin ve yazılanların tümünde mutlaka anlayışla karşılanması gereken bir “şükür kavuşturana” havası seziliyor.
Evet “Türkiye işçi sınıfına selam”…
Evet, kimdir işçi? Kimdir bir sınıfın üyesi olan proleter? Uzun yıllar önce Avrupa’da bu sınıf belirgin çizgilerini kazanmaya başladığında, çeşitli gözlemler yapıldı. 19.yüzyıl başlarında bir Avrupalı gözlemci öncelikle vurguluyordu: “Proleter, kaderini tanrının takdiri olarak kabul eden ve sadakayla avarelikten başka bir şey istemeyen “yoksul”dan tamamen ayrılır…” Aynı gözlemci ekliyordu: “Proletarya, kendi gücünün değerini bilir. Dünyanın, onun karşısında titremiş olduğunu bilir. Bu, onu cüretkar yapar.”
Gerçekten de proletarya, sınıf olarak tarihin en cüretkar kitlesi oldu. Öyle ki, sergilenen cüret ve taşınan birikim, ön örnek-ön deneyim aracılığıyla, tarihin doğal akışını etkileyen önlem ve düzenlemelerin gerçekleştirilmesini sağlayacak dersler bıraktı geriye. Sanayileşmeye çalışan Almanya, 18.yüzyıl İngiltere proletaryasının taşıdığı “yıkıcı” dinamiklerin kendi toprağında yeniden ürememesi için elinden geleni yaptı. Bu, böylece zincirleme biçimde sürdü. İçgüdüleriyle sezen ve deneylerle öğrenen burjuvazi, kapitalizmin geliştiği tüm ülkelerde siyasal misyonuna işçi sınıfına yönelik özel önlem ve düzenlemeleri gündeme alarak başladı.
Proletaryanın ayırıcı yanı, onu “gariban” yoksuldan farklı kılan, gücünü bilmesi ve bu bilgiden kaynaklanan cüretiydi. Ancak bu “bakir” proleter çiziminin zamanla oldukça önemli değişimlere uğradığını da kabul etmek gerekiyor. Proletaryanın gücünü, taşıdığı dinamiği sezenlerin aldıkları önlemlerin ve uyguladıkları politikaların belirli bir süreç içerisinde sınıfın kendi özelliklerini dışavurum biçimlerinde önemli ve kalıcı rötuşlar sağladığı biliniyor. Burjuva ideolojisinin “eski”liği, gelişmişliği ve işçi sınıfı ideolojisine göre elinde “ölçülemeyecek kadar daha fazla yayılma olanaklarının bulunması” çıplak proleter potansiyeli törpüleyen önemli silahlar arasındadır.
Bu durumda çoğu uzun süredir biliniyor da olsa, bu sınıfa yönelik, inkarcılıktan uzak, ancak uvriyerizmin de yanına hiç yaklaşmayan kimi saptamaları yeniden hatırlamakta yarar var.
Eski Hatalar, Yeni Tehlikeler
İşçi sınıfına ilişkin saptamalar gündeme geldiğinde, bunların hemen tümünün bir “ekonomist” anlayış ve bunun eleştirisi çevresinde düğümlenmesi kaçınılmazdır. Öyle sanıyoruz ki bu kaçınılmazlık, gündemdeki yerini hep koruyacaktır. Örnek, öyle uzaklardan değil Türkiye’den, Türkiye solundan: Konuya ilişkin temel kitap yüz kez okunmuş, söylenenler tümüyle belleğe kazınmış ve “kendi doğal gidişine bırakıldığında işçi sınıfının ancak ekonomik bilince ulaşabileceği”ne yürekten inanılmış bile olsa, sınıfın içinde dışarıdan giren kadrolar gene de ekonomizmin tuzaklarından muaf değildir. Daha da ötesi: Kadroların önemli bir bölümünün kendileri hiç farkında olmasalar bile, bu tuzağa fiilen düşmesi de kaçınılmazdır.
Bu kaçınılmazlığın çeşitli nedenleri var. Hem nesnel hem de Türkiye’deki sosyalist kadroların konumlarından kaynaklanan öznel nedenler bunlar. Türkiye’de ortalama sosyalist tipolojinin önemli sorunlarından biri, kendi kendine göğüsleyebilmekte çoğu kez başarısız kaldığı “darlık” psikozu, “yalnızlık” işkencesidir. Bu korkunç darboğazı “kitle çalışması” yaparak, işçi sınıfının içinde, onunla sürekli ilişki halinde olarak aşmak bir büyük mutluluk değil midir? Öyledir, öyle olmuştur. Sonra, bir Maocu retorik olmakla birlikte pek çok kesimin ilk ağızda itiraz etmekten çekineceği “kitlelerle suda balık gibi olma” sloganı yok mu? İşte bu sloganın kendi iç dinamiği sonucu “balığın sulanması” noktasına götürmesi, çok daha büyük bir olasılıktır.
Yukarıdakiler, kuşkusuz sorunun yalnızca bir yönünü oluşturuyor. Daha çok da bireysel yanını. Salt buradan kalkıp, kitle çalışmasını, içine giren her sosyalistin kabarık tüylerinin ütüleneceği bir hararet olarak görmek düpedüz kaçkınlıktır. Zorunlu riskler içeren kitle çalışmasının ardındaki en önemli güvence, tam tamına, bağımsız, sağlam, ayrışmış bir ideolojik-politik zemindir. Ve bu zeminden kalkabilen kadroların kitle çalışması, sonucu balıklıktan uzaklaşıp sulanmaları da artık bir tehlike olmaktan çıkacaktır.
Ne var ki, burada da işin içine Türkiye’de sosyalist etkinliğin itildiği ve ekonomizme sayısız açık kapı bırakan geri kanallar giriyor. Sosyalist kadroların, benimsedikleri tarih tezi ve genel programlar ile, uyguladıkları somut politika ve bu çerçevede yapılan kitle çalışması arasında bir uyum bulunmak zorundadır. Türkiye’de solun önemli bir kesimi, bu uyum sorununu, genel tarihsel ve politik perspektiflerini kitlelerin verili andaki somut (ve dar) yönelimlerine indirgeyerek çözmüşe benziyor. Böyle bir “çözüm” okunan kitaplara ve belleklere kazınan tümcelere karşın, ekonomizm tehlikesinin tüm boyutlarıyla sürmesinden başka bir anlama gelmiyor.
Türkiye’de sosyalist kadrolar ile işçi sınıfı arasındaki bağların sürekliliği, önemli darbeler yemiştir. Bu darbeler arasında, baskı dönemlerinde gelen ve hep bilinenlerin dışında solun belirli bir anlayış doğrultusunda, bilmeksizin kendi eliyle indirdikleri de söz konusudur. Çoğu kez kaçırılan en önemlisi: Türkiye solu, 15-16 Haziran’la başlayıp 1975-80 döneminde artık bir “tipoloji” sergileyecek ölçüde yayılabilen, işyeri bazında öncü işçi olayına pragmatist bir açıdan yaklaşmıştır. Önce işçi olarak sivrilmek, giderek sınıfın göreli dar çerçevesini aşıp daha kucaklayıcı bir bilince ulaşmak (bu anlamda aydınlaşmak) ve tüm bu süreçleri fiili üretim sürecinden, yani proleter konumdan kopmadan yaşamak… Bu, sınıf hareketinin sürekliliği, kitlelerin tam içine uzanma yeteneği, sosyalist hareketin geleceği ve hatta o çok yakınılan “aydın hastalıkları”nın giderilmesi vb. açılarından son derece önemli bir olanaktı. Ne yazık ki Türkiye’deki sosyalist kümelenmeler, geçmişte, gereklilikleri ve zamanları tartışılır eylemlerde öne atmakla, sendika ve parti hesaplarıyla işten ayırıp profesyonelleştirmekle geleceğin bu kadro adaylarını en verimli biçimde boy atabilecekleri topraktan söküp çıkarmıştır. Siyasal diriliklerini korusalar bile, eski öncü işçilerin bugün sözgelimi büfe işletmeleri ya da döndükleri memleketlerinde bakkal dükkanı açmaları hem kendileri, hem de bütün olarak sınıf hareketi açısından büyük kayıptır. Sosyalistlerin, bu unsurların geride bıraktığı boşluk yüzünden, işçi sınıfına gittiklerinde işe sıfırdan başlama noktasına zorlanmaları, gene önemli bir dezavantajdır.
Yukarıda sözü edilenlerin tümü, bugünkü Türkiye’de kitle kuyrukçuluğu için elverişli koşulları da oluşturmaktadır.
Genel saptamaları, gene hep bilinen, ancak vurgulanması yararlı birkaç nokta ile tamamlıyoruz. Birincisi şu: Başka ülkelerde ve başka tarihlerde olduğu gibi Türkiye’de de, işçi sınıfının belirli konjonktürlerde kitle olarak radikalleşmesi mümkündür. Dahası, Türkiye’de işçi sınıfının bugün içine itildiği yaşam koşullarının özgünlüğü, sendikal hareket de dahil işçi sınıfının çeşitli alanlarda daha mücadeleci bir nitelik kazanması açısından elverişlidir. Ancak böyle olanakların varlığı, kitlesel radikalleşmenin kendi başına bilinç ve ayrışma (seçkinleşme) sonucunu veremeyeceği gerçeğini unutturmamalı. İkinci olarak da şu söylenebilir: İşçi sınıfının radikalleşmesi Türkiye genelindeki kapsayıcı siyasal söylemlerle bütünleştiği ölçüde, yeni bir sınıfsal-siyasal silkiniş yaşanması mümkündür. Ancak, işçi sınıfındaki radikalleşmeye eşlik eden, bugünkü sosyalist söylemlerin pek çoğunun taşıdığı geri, ekonomist ağırlıklı vurgulamalar olacaksa, böyle bir “uyum”un gideceği yer, biçimsel olarak yeni ama özde 1980 öncekinden de geri bir kuyrukçuluk olacaktır.
İşçi Sınıfı da Bir Bütünün Parçasıdır
Türkiye’de, işçi sınıfının uzun ve köklü bir mücadele geleneğine sahip olduğunu söylemek mümkün değil. Ancak işçi sınıfının bu “eksikliği”, onun, özellikle 1960’lardan başlayarak, siyasal yaşamda sanıldığından da çok hesaba katılan bir unsur olmasını engellemiyor.
Yeri gelmişken, güncel uzantılarını da hesaba katarak, Türkiye işçi sınıfı tarihine ilişkin bir tartışmaya kısaca yer vermek istiyoruz. Zaman zaman, anlamsızlaşacak ölçüde uç boyutlara itilerek tartışıldı: İşçi sınıfı haklarını, mücadele ederek mi aldı yoksa bu haklar ona yukarıdan mı verildi? Böyle konulduğunda tartışmanın anlamlı kılınması mümkün görünmüyor. Elbette, işçi sınıfının bugün ya da geçmişte kazandığı tüm ekonomik-demokratik hakların, daha önce gelen somut bir mücadeleye bağlanması mümkün değil. Ancak, sanıldığı gibi bu öyle yalnızca Türkiye’ye özgü bir durum da değil. Pek çok ülkede işçi sınıfının, özel olarak o evrede bir canlılık göstermeksizin de kimi haklara kavuştuğu biliniyor. Ancak bu, kazanılan hakları, ilericilik ya da demokratlık atfedilen yukarıdaki siyasal güçlerin alicenaplığına bağlamayı da geçerli kılmıyor. Kanımızca çözüm hem açık hem de çok basit: Burjuvazinin politikası, her yerde, uluslararası tarihsel deneyimlerden ve sınıf sezgilerinden esinleniyor. Bu, sanıldığından çok ötede böyle. Türkiye’de egemen sınıfların, Cumhuriyetin ilk dönemlerinden başlayarak, Batı’daki sınıf kavgalarını yaşama korkusu, işçi sınıfına yönelik politikalarına da yön vermiştir. “Havuç ve sopa” çizgisi, bu politikaların özünü oluşturur.
Bu noktada paradoks görünümü veren bir olguya da işaret etmek istiyoruz. Türkiye işçi sınıfının kuşkusuz Türkiye kapitalizminin geriliğinin de bir sonucu olarak, köklü bir ekonomik-sendikal mücadele geleneğine sahip olmayışı, gene Türkiye kapitalizminin özellikleri nedeniyle yerleşik bir işçi aristokrasisi doğuramayışı, Türkiye işçi sınıfının, kendi dışından kaynaklanan siyasal hareketlenmelere karşı duyarlılığını da birlikte getirmiştir. Bunun en açık örneği, Türkiye’yi, tarihinde en yaygın ve etkin biçimde 1961-71 döneminde etkileyen sosyalist söylemin, gerek iç ayrışmalar, gerekse bir bütün olarak sınıfsal hareketlilik anlamında işçi sınıfı içinde de önemli yansımalar bulmasıdır. Kuşkusuz, Türkiye’de işçi sınıfı ilk kez bu dönemde ortaya çıkmamıştır. Gene kuşkusuz, sosyalizm Türkiye’nin 80 yıllık tarihinde vardır. Ancak, kaynağı sınıfın dışında olan sosyalist söylem ile işçi sınıfının hareketliliği arasındaki bağların en anlamlı sergilenişi, ülkemiz tarihinde 1961-71 döneminde ortaya çıkmıştır. 1961-71 sosyalizmi, tüm çocukluk zaaflarına karşın, Türkiye işçi hareketini de köklü biçimde etkilemiştir. Gene, yöneticilerinin bilinen tüm niteliklerin karşın, örgütsel olarak oturmamış, yeterli “kaşarlılık” düzeyine ulaşmamış Türk-İş bu dış dinamizmin etkisinden kurtulamamış ve kendi içinde bölünmüştür. Bu olgu, sosyalist söylemin, kendi dinamiği sonucunda işçi sınıfını da derinden etkileyişinin bir örneği olarak akıllardan çıkarılmamalıdır.
Ve gene hiç unutulmamalıdır: Eğer işçi sınıfının bir bütün olarak, düz bir çizgi izleyip kitlesel anlamda sosyalist bilince ulaşabileceği görüşü gerçekten çok gerilerde kalmışsa, eğer işçi sınıfının güncel ekonomik-demokratik talepleri çerçevesinde kapanıp kalmanın “ekonomizm” olduğuna gerçekten inanılıyorsa, sosyalist örgütlenmenin ana unsurlarının “sınıflarından çalınan” proleter kadrolar olacağı eğer gerçekten içtenlikle benimsenmişse, bunların tümü için gerekli zemini ve koşulları oluşturacak ana dinamik, sosyalist ideoloji ve siyasetin bağımsız varlığını ve kimliğini korumasıdır. Başka yol yoktur. Sosyalist ideoloji ve siyasetin, “güncel zorunluluklar” adına, öteki solumsu ve reformist çizgiler arasında silikleştirilmesi, işçi sınıfının taşıdığı radikalleşme potansiyelinin peşinen “sosyal demokrat” ya da demokratik sol olduğunu savunan partilere peşkeş çekilmesi anlamına gelecektir.
Bu, Türkiye’de sosyalist solu bekleyen ciddi bir tuzaktır. Etkili olması muhtemel bir tuzaktır. Türkiye’de, sosyalist hareketin geçmişteki hataları ve henüz bunların köklü bir eleştiriden geçirilmemesi, aynı hataların yinelenebileceğini göstermektedir.
Uvriyerizme Açılan Kapılar
Sosyalizmin, işçi sınıfına yaklaşımındaki öneli bir bölümünü, yazının başlarında sözü edilen “yalnızlık” psikozu ve bunun kalabalıklarla aşılabileceği yanılsaması açıklıyor.
Burada, Türkiye’ye özgü bir ilginç gelişimin daha altı çizilebilir. Türkiye’de sosyalizm, işçi sınıfının “varlığını” tartışmaktan, işçi sınıfı dalkavukluğu denebilecek bir çizgiye, çok kısa sürede sıçramıştır. İşçi sınıfına yönelen kadroların sergilediği dengesizliklerin başlıca nedenlerinden biri budur.
Yeterince bilmeyenlere, yakından tanık olmayanlara şaka ya da abartma gibi gelebilir. Türkiye’de 1970’e dek, öncülüğü vb. şöyle dursun, işçi sınıfının, kavrama karşılık düşebilecek bir fiziki varlığının olup olmadığı bile ciddi ciddi tartışılırdı. Doğrusunu söylemek gerekirse 15-16 Haziran olayları bile, solun büyük bölümünde “zinde güçlere” duyulan köklü ve büyük aşkın temellerini doğru dürüst sorgulamaya yetmemişti. Ancak,12 Mart’la birlikte “zinde güçler” bağlamında bir vuslatın gerçek dışı oluşunun çarpıcı biçimde sergilenmesi, kendini 15-16 Haziran’la kanıtlayan cazibe merkezine yönelimi sağladı. Ancak, burada da 12 Mart kesintisinin yolları tıkaması söz konusuydu. Vuslat, gecikme ile, 3-4 yıl sonra gerçekleşti.
Sözü edilen gecikmenin de şişirdiği özlemler, işçi sınıfına yöneliminde sağlıksız yanların ön plana çıkmasına yol açtı. Türkiye’deki sosyalistlerin önemli bir bölümü, kendini 15-16 Haziran’la kanıtlayan ama hakkını zamanında teslim edemediği işçi sınıfına günah çıkarıcı bir teslimiyetle yanaştı. Atılan işçi sınıfı naraları, doldurulan alanlar, ezilen DGM’ler, sırada bekleyen MESS’ler ve diğerleri, tabloyu tamamladı.
Tüm bunlar, en çok işçi sınıfına, daha doğrusu işçi sınıfının ileri unsurlarının gelişip süzülme dinamiğine ket vurdu. Bir yandan yazının önceki bölümlerinde sözü edilen sendikal ve partisel profesyonelleştirme, öte yandan işçi sınıfının öncülerini daha da geliştirmesi gereken kadroların onlara tersine bönce bir hayranlık ve teslimiyet içinde yaklaşmaları, bu öncülerde “galiba geleceğimiz yere geldik” doyumunu uyandırdı. Daha kötüsü, sosyalist aydınların kişiliksizliği, işçi kesiminde temelsiz ve sakıncalı bir aydın düşmanlığının tohumlarını da ekti.
Aydınlar işçi sınıfının hizmetindeydi. Öğrenciler işçi sınıfının yolundaydı. Sanatçılar, esinlerini işçi sınıfından alırlardı. Memurların rehberi işçi sınıfıydı. Sosyalist partilerin devşireceği her işçi üye, her tür aydın sapmasına karşı en büyük güvence olurdu… Peki, işçi sınıfı ne konumdaydı? Yanıt çok açık olmalı: İşçi sınıfının hareketlenmesinde ve sendikal düzeyde uzlaşmacı çizgiden ayrışmasında, kendisine dışsal denebilecek sosyalist hareketlenmenin önemli bir etkisi olmuştu. Ancak, sosyalist hareketlenme, kendi içsel dinamiğini yitirip, işçi sınıfının güncel konum ve yönelimlerine tam anlamıyla teslim olduğunda, işçi sınıfının nitel gelişimi de yerinde saymaya başladı. Toplumdaki ilerici-yaratıcı tüm olanakların hizmetine sunulduğu işçi sınıfının ilerici-sendikal örgütü, en genel anlamda Türk-İş’ten üye kapma ve CHP’ye oy trafiğini yönlendirme çabalının ötesine geçemiyordu…
Toparlayacak olursak: Yukarıdaki noktaların özellikle vurgulanması, Türkiye’de benzer eğilimlerin güncel olarak yeniden yaşanması tehlikesinden kaynaklanıyor. Kısacası, Türkiye’de “elveda proletarya” demek, fantezi aranışları dışında mümkün değil. Ama bize özgü bir uvriyerizm her zaman için gündemde. Uyanık olmak, bu nedenle önem kazanıyor. Değinildiği gibi, Türkiye’de işçi sınıfı söz konusu olduğunda “varlık” tartışmasından dalkavukluk denebilecek bir çizgiye oldukça hızlı biçimde geçilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki Türkiye sosyalist hareketinde, öğrenilen çarpıcı gerçeklikler uç noktalarda vurgulanıp bir yerlere iyice kazınmadan daha ileri gidilemiyor. Türkiye’de işçi sınıfının varlığının, rolünün ve öneminin keşfedilmesi, sonra bunun sindirilmesi kuşkusuz geçtiğimiz 15-20 yılın önemli bir kazanımıdır. Ancak, öyle sanıyoruz ki, bu kazanım şerefine yapılan kutlamalar, artık yeterli boyutlara ulaşmıştır. Sıra, zamanında gidilen uçları unutup, mevcut olanak ve güçlerin haklarının gerçek anlamda verilmesine gelmiştir.
Güncel Olanaklar ve Zaaflar
Sonuçları açısından 12 Mart ile 12 Eylül arasındaki farklılıklardan birini şöyle açıklamak mümkün: 12 Mart, geride yalnızca sindirilmiş ve yıldırılmış insanlar bıraktı. Sinmiş ve yılmış insanların, bıraktıkları çizgiye uzaktan da olsa dostça baktıklarına tanık olundu. Düşmanlık ve kin, oldukça az görüldü. 12 Eylül ise farklı oldu. 12 Eylül, geride sinmişlik ve yılmışlığın ötesinde yaşamsal tüm değerleri ve birikimi erozyona ya da yıkıma uğratmış insanlar çıkardı ortaya. Bu konumlarıyla bu insanlar, bıraktıkları yola ve bu yolda hala yürüyenler korkunç bir düşmanlık da sergiliyorlar.
İşte bu noktada, işçi sınıfının Türkiye toplumunun öteki kesimlerinden ayırmanın mümkün olduğunu sanıyoruz. Korku, çok başka. Herkeste, her sınıf üyesinde olabilir. Ancak, inanç ve değerlerin erozyonu, kişiliksizleşme, dejenerasyon türü gelişmeler söz konusu olduğunda, 12 Eylül ve ANAP döneminin ekonomiden kültüre dek tüm alanlarda, en az işçi sınıfı üzerinde etkili olduğu söylenebilir. Hepsine, bir de 7 yıl aralıksız süren ekonomik kötülemeyi ekleyin. İşçi sınıfının günümüzde sergilediği ve yadsınamayacak boyutlara varabilen dirilikte, tüm bu etmenlerin birlikte payı bulunmaktadır.
Dahası, 12 Eylül döneminin Türkiye’nin bugününe oldukça hassas dengeler bıraktığı da gerçektir. Daha açık bir deyişle, 12 Eylül döneminin “önlemler ağı” olarak gerçekleştirdiği düzenlemeler, art arda öylesine denge ve ilişkilere oturmaktadır ki, önceleri kendi sınırları içerisinde lokalize edilmesi pekala mümkün küçük kıpırdanışlar bile, bugün, doğrudan doğruya siyasal sistemin, kurulan düzenin bütünü akla getirmekte, ona bağlanabilmektedir. Bu, hiç kuşkusuz, yeni nesnelliklerin, ekonomik çıkar kökenli hareketlenmeleri kısa yoldan siyasal bilince taşıması anlamına gelmiyor. Yalnızca şu söyleniyor: Bugün içine itildiği durumu sorgulayan bir sınıf üyesinin, kendi konumu ile toplumun bütünü arasındaki bağları görebilmesinde gerekli ön veriler, daha açık biçimde ve art arda sıralı durmaktadır.
Sözü edilen olanaklar iki ayrı yönde de kullanılabilir. İlk kullanım yönü, sosyalist ideoloji ve hareketin kendi bağımsızlığını ve kişiliğini sergileyebildiği koşullarda işçi sınıfına ulaşılması ve sözü edilen radikal potansiyel üzerinde etkili olunmasıdır. Ancak bugün asıl ağır basan, ikinci yönde kullanımdır ve bu da işçi sınıfı içinde mevcut siyasal duyarlılığın şu ya da bu “sosyal demokrat” partiye kanalize edilmesi yönündedir.
İkinci yönelimin ağırlığını artıran bir faktör de, hiç kuşkusuz Türkiye’de “işçi sınıfı” denen olguyu benimsemiş görünen sol kesimlerin büyük bölümünün bugün içinde bulundukları geri ve “kitle çizgisi” adına ekonomizme yatkın durumlarıdır. Öyle görünüyor ki solun bir kesimi, tarih tezi, program e politik perspektiflerle kitleler nezdinde vurgulanacak politika arasında uyum sorununu oldukça geri bir dengede “çözmüş” bulunuyor. “Kitle çizgisi” kavramının çok geri bir yorumuyla, başta işçi sınıfı olmak üzere kitlenin verili bir andaki somut ekonomik-demokratik talep ve yönelimleri, genel siyasal hedef ve perspektifleri de doğrudan belirliyor. Yukarıda sözü edilen özgün dengelerin yarattığı, sosyalizm adına ve sosyalizm için yararlanılması mümkün olanaklar, anlaşılan kimseye cazip gelmiyor; hele hele ortada demokrasi gibi çok daha güncel bir hedef varken! Sonra, sosyalizm denirse, işçi sınıfı içinde ayrımlar yaratılmış olur. Oysa, demokrasi dendiğinde öyle kimse kalkıp kolay kolay karşı çıkamaz, vb. Tüm “amiyane” görünümüne karşın, belli bir kesimde söylenenler, bundan hiç de farklı değildir.
Türkiye’de alabildiğine tartışılan pek çok “sol” gündem maddesinin temelinde, işe başlanan yerin yanlışlığından kaynaklanan bir bulanıklık yatmaktadır. Diyelim, tartışılan sendikal mücadele işçi sınıfının sendikal birliği. Burada çok açık biçimde söylemek gerek: Sosyalistlerin, kendi bağımsız ideolojik konumları ve perspektifleri gündem dışı kaldığı sürece, “Türk-İş’te birlik”, “bağımsız sendikalar” ya da “yeni bir devrimci sendika” türü tartışmalar havanda su dövmekten pek öteye geçemeyecektir. Bir sosyalistin çıkış noktası, hiçbir zaman, işçi sınıfının ekonomik-demokratik haklarının en iyi, en etkin biçimde hangi sendikal örgütlenme biçimi ile sağlanabileceği değildir. Sosyalistlerin, işçi sınıfının ekonomik-demokratik örgütlenme biçimine ilişkin önerileri, ancak genel bir siyasal perspektifin, programın uzantısı yan ürünü olarak anlam kazanabilir.
Peki, bütün bunlar ulaşılması o kadar güç, gizemli gerçekler mi?
Olmaması gerek. Ama elbette, olup bitenlerin bir açıklaması da var. Bu açıklama, solun bir kesimine egemen olan “ihaleci müteahhit” mantığında yatıyor. Kompleks bir yapı söz konusu olduğunda, yapının değişik bölümlerini değişik müteahhitler üstlenir. Her bir, önündeki işleri yapmakla yükümlü olduğu parça açısından değerlendirir. Aşağı yukarı buna benziyor; Türkiye’de sosyalistler bir büyük yapının demokrasi bölümü inşaat ihalesinin kendi üstlerine kaldığına inanıyorlar. Ekonomik, sınıfsal, politik alandaki tüm veriler yalnızca ve yalnızca bu demokrasi ihalesinin yerine getirilmesine bağlı olarak değerlendiriliyor.
Ancak, ihalecilikle sosyalistlik arasında çok önemli farklılıklar da bulunuyor. Demokrasi ihalesini üstlendiklerine inananların salt bu ihalenin gerçekleştirilebilmesi için, salt bu çerçevede kalarak attıkları adımlar, yola çıktıkları noktalar ve katlandıkları maliyet, yapının bütünü düşünüldüğünde zaman zaman oldukça anlamsız, giderek zararlı sonuçlar da verebiliyor.
“Türkiye işçi sınıfına selam”… Bu dizeyi yinelemek gerekli ve yararlı. Ancak, bu “selam”ı verdikten sonra, eski yanılgıları yinelemek, eski yanılgıların yinelenmesi de şöyle dursun, işçi sınıfına bu kez çok daha geri bir konumdan hareketle yaklaşmak, büyük suçtur.
Bu suçtan kaçınılmalıdır.
Gelenek
22.4.1987