Bugünlerde, günümüz ile 70’li yıllar ve daha öncesinin karşılaştırmaları daha sık olarak yapılmaya başlandı. Dört bir yandan geçmişe ilişkin sesler, anılar, belgeler, yorumlar, değerlendirmeler vb. yağıyor. 87 Türkiye’sinde gündemimiz, ağırlıklı olarak güncelden çok geçmişle yüklü.
Geçmişe ilişkin bu tür yazılardan birinde, Gelenek kitap dizisinin Ocak ’87 sayısındaki “68 Kuşağı Üzerine” başlıklı yazıda şöyle diyor Metin Çulhaoğlu: “Az önce ‘nostalji’ sözcüğünü kullanırken, gene tüylerim diken diken oldu.” Çulhaoğlu, ardından nostalji’ye belli bir tepkisellikle yaklaştığını kabul ettiğini ekliyor; henüz otuzunda kırkında olan insanların “nostaljik” olmalarını anlayamadığını belirtiyor. Doğru bir saptama olarak da, henüz “genç” sayılacak insanlarda nostalji’nin öne çıkmasının güncele ilişkin ölümcül bir etki yapacağının altını çiziyor.
Nostalji dilimize iyice yerleşti. Ama nostalji’yi tadanların,bu duygudan tedirgin olmayanların hepsi “nostaljik” mi? Nostalji’yi yaşayanlar, bunu güncele ilişkin pratik bir coşkuyu beslemekte itici bir faktör durumuna getiremezler mi? Yoksa yalnız “nostaljik” olmak değil, ama en yalın ve saf biçimiyle nostalji duygusunun kendisi de tamamen pratik bir ölümü mü sergiliyor? Çulhaoğlu’nun “artık çekilmez bir kavram olmaya başladığını” ileri sürdüğü nostalji, bütün yönleriyle olumsuz bir işlev mi görüyor? Yani nostalji kör bir duygu mudur?
Geçtiğimiz aylar gerçekten de nostalji’nin bizde ve dünyada yeniden canlanışına tanık oldu. Ama bu canlanma nedensiz değildi. Bu canlanmaya yol açan, aynı zamanda, 68 ile 86’yı karşılaştırmaya olanak sağlayan gelişmelerdi. Nitekim nostalji’nin canlanmasıyla 68 ile 86’yı karşılaştıran değerlendirme, tartışma ve yorumlar birbirine paralel ilerledi. Üstelik, mutlu bir rastlantıyla, artık orta yaşlarına varmış ya da orta yaşlarına doğru yol alan 60’lı ve 70’li yıllar kuşaklarının doğrudan yüreklerine seslenen bu benzetmeleri hatıra getiren ve 86 ile geçmişin karşılaştırmasına maddi zemin hazırlayan dinamikler, bizim ülkemizle sınırlı kalmadı. Herhangi bir odağın dikkate değer bir rehberliğinin görülmediği bir aşağıdan dürtüyle parlayan 86 Fransa’sı, bütün dünyada düşünen herkes ister istemez 68’in anılarına götürdü.
Buna bağlı olarak, bizzat bizdeki ve dünyadaki pratik gelişmeler nostalji’nin yaşamasına güç katarken, bu durumda nostalji’yi hepten bir kenara koymak nasıl doğru olsun? Ben, Çulhaoğlu gibi, nostalji’ye bu kadar kesin bir tepkisellikle yaklaşamıyorum. Çünkü harekete geçiren etmenler ışığında, nostalji duygusunun olumlu yanları bulunduğuna ve yaşama değin umudu besleyen bir öz taşıdığına inanıyorum.
Yadsınması pek olanaklı olmayan bir gerçek var: Günümüzün, mazisini reddetmeyen ve reddetmek istemeyen bireyleri, kendileri kabul etseler de etmeseler de, hoşlansalar da hoşlanmasalar da, içinde bulunduğumuz yılları güçlü bir nostalji duygusuyla yüklü olarak yaşıyorlar ve bu duyguyu tadıyorlar. Buna hayır demenin gereği olmadığı gibi, mutlaka olumsuz bir sürecin parçası saymak da gerekmiyor.
Neden olumsuz bir sürecin parçası saymak gerekmiyor? Özellikle 70’li yılları yaşayan kuşak için, 80’li yılların getirdiği en belirgin sonuçlardan birisi, geçirdikleri ve geçirmekte oldukları bireysel “değişim”dir. Bizim insanımız, 80’li yılların zor ve “yalnızlık” koşullarında -olumlu ya da olumsuz içerikte- çok yönlü değişmeye uğramış ve artık “yeni” bireyler haline gelmiştir. 80’den sonra “birey” motifinin öne çıkışı, hiç de basit bir “bireyselleşme”ye öykünmenin sonucu değil, 80 öncesi insan modelinin zaaflarının önlenemez bir sonucudur. Kendi bireysel gerçekliğini tanımamış, kişiliğinin toplumsal yanı ile bireysel yanı arasındaki dengeyi ikincisini yadsıyarak kurmuş, tek boyutlu bir siyaset perspektifi içinde yaşamın çok yönlülüğünün ayırımına varamamış, “zor” yıllarda ise önceden pek farkında olmadığı kendi “ben”iyle karşı karşıya kalmış kuşağın maddi kavgası, artık büyük ölçüde manevi alana kaymıştır. Çevresindeki dünyadan çok kendisiyle uğraşan ve bunu olumsuz koşullar altında yapmak durumunda kalan bireylerin bugünden çok geçmişe dönük olmaları, bir bakıma nesnel ve anlaşılır bir süreçtir. Bu yüzden, “nostaljik” olmaya yatkınlığın maddi koşullarının bulunduğu bir ortamda, bu olguyu anlamak ve bunun aşılmasına ilgi göstermek, “nostalji”ye tepkisellikle yaklaşmaktan daha anlamlı ve yararlıdır.
Yani, bugünün “nostaljik” olmak gibi bir sürü önemli sorunu, geçmişte yarattığımız insan tipinin doğasındaki kusurlardan kaynaklanmaktadır. 70’li yıllarla çok güçlü düşünsel ve moral bağları olan bizler için, nostalji de geçmişten bugüne uzanan köprüyü kuran araçlardan birisidir. Yeni insan tipinin yaratılması, ancak eldeki malzemeden hareketle oluşturulabilir. Elimizdeki malzeme de 70’li yılları tam anlamıyla “aşabilmiş” insanlardan oluşmamaktadır. Bunun için, özellikle bireylerimizin içe dönük yaşamlarının ve hesaplaşmalarının dışa dönük pratik tutumlara göre ağırlığını halen koruduğu ve geçmişten edindiğimiz tüm insani değer ve erdemlerin baştan aşağı erozyona uğratılmaya çalışıldığı bir ortamda, nostalji’nin bir yanıyla yapıcı ve direngen bir içerik taşıdığı, en azından moral ve ruhsal süreçlerimizi diri tutmaya yardım eden bir işlev gördüğü bence tartışmasızdır.
Nostalji güzel ve hüzünlü bir duygu. Ama ne kadar güzel olursa olsun, asıl olarak geçmişe dönük bir duygu. Nostalji’ye ihtiyatla yaklaşmayı gerektiren, nostalji’yi iki yanı keskin bir bıçak durumuna sokan da bu geçmişe dönüklüğün ön planda olması. Nostalji, bir yanıyla, bireyin cephegerisini, yani “iç dünya”sını güçlendiren bir etkide bulunabilecek potansiyele sahiptir. Ama diğer yanıyla da, başlı başına yeter bir duygu olarak yaşanması durumunda, pekala bugünün güncelinden uzak ve kopuk bir pratik konumun duygusal yansıması biçimini alabilir. Bu biçimiyle, idealize bir geçmiş gibi boş bir saplantıya varan soyut bir düşünce tarzı olarak atalet örneklerinden biri haline gelebilir. Nostalji’yi ciddi bir tehlike haline getiren, bu tarzda yaşanmasıdır.
Nostalji’yi ciddi bir tehlike haline getirebilecek bir başka yan, bireyin zihninde, “güzel” geçmiş ile bugün arasında -ara yılların yorumu ışığında – kurulan bağın içeriğidir. Bu içerik, bağı kuranlar açısından, ayaklarının sağlam bir zemine basıp basmadığının, ne kadar “nostaljik” görünseler bile nostalji’nin tuzağına düşüp düşmeyeceklerinin göstergesidir. Bu, hareketli bir toplumsal dönem ile onun üstüne “zor” geçen yıllardan sonra şimdi yeni bir kimlik arayışı gibi nesnel bir süreci yaşayan bizim kuşak açısından, yarınki çizgileri belirleyecek hayati bir önem taşır.
70’li yıllar insanı, 87’lerde, yaşananlara nasıl bakmalıdır? Aradaki altı yedi yıllık zaman dilimini nasıl değerlendirmelidir? Burada biraz uzaklaşıp, yine 70’li yıllarda çokça okunmasına rağmen ne yazık ki gerçek değeri pek anlaşılamayan bir romana gidelim: Fabrika.
Gladkov’un romanı, aslında okuyanda yarattığı izlenimlere göre, 70’li yıllar insanının olgunluk ve yetişkinliğini gösterebilecek bir cevap anahtarıdır. Fabrika, esas olarak iç savaşın değişim kudretinin romanıdır. Romanın kendisi de, baş kişileri de iç savaşın ürünüdürler. Gleb ile Daşa arasındaki ilişkiler, bu iç savaş dehlizinden geçmiştir. Gleb, iç savaştan döndüğünde, önceki Daşa’yı, dünyası eviyle sınırlı, evinin kadınını arar. Ancak artık hüküm süren ilişkiler iç savaş öncesinin ilişkileri değildir. Romanda Daşa ile Gleb’i ayıran dramatik son, aslında tarihin nesnel ilerleyişinin yarattığı değişimlerin bir sonucudur. İç savaş dehşetini yaşamış, ırzına geçilmiş, onuru zedelenmiş, en önemlisi gözlerini ve ufkunu evinin duvarlarının ötesine, toplumsal ideallere çevirmiş Daşa, artık eski Daşa değildir. Yaşanan iç savaş karşısında, insanlar artık iç savaş öncesinin ilişki ve düşünce tarzlarını sürdüremezler, eskisi gibi düşünemez ve yaşayamazlar. Eskisi gibi düşünmeyi sürdüren Gleb’in Daşa’da aşamadığı duvar, budur. Aynı toplumsal ideallere bağlı olsalar bile, “yaşananlara” ve dolayısıyla “yaşama” ilişkin tutum farklılığı, Daşa ile Gleb’in kişisel yollarını ayırmaktadır. İkisinin tekrar birleşememesindeki trajik yan budur.
Kendimize dönelim. Bugün de geçmiş dönemi ve o dönemin ilişkilerini, sanki 80’li yıllar hiç yaşanmamış gibi aramaya kalkanlar ve yaşadığımız günlerin gerçeklerini kabul etmemekte ısrarlı olanlar; nostalji’nin ağına yakalanacak olanlar bunlardır. Dünün bugünden daha çekici görünmesini, bugünü dünün ağırlığı altında ezerek yaşayanlar “nostaljik” tehlikeye kapıyı açarlar. Yaşananlar yaşanmamış sayılamaz. Beyin ve yürek ne kadar geçmişte yaşamayı denese de, “keşke başka koşullar olsaydı” dese de, yaşananların hükmü sürecektir.
Altını özellikle çizmek gerekir. Türkiye 70’li yılları geride bıraktı. Şimdi geride, “dolu dolu” yaşanan o yıllardan kalanlar tartışılıyor. Düşlere yer yok: 70’li yıllar bir daha geri gelmeyecek. E. Kürkçü’nün bir yazısında “Açık ki, bir daha 68 olmayacak” dediği gibi, 70’li yıllar da bir daha yaşanmayacak. Teorik birikimi ve derinliği fazla olmayan ve bu nedenle düşle gerçeğin nerede başlayıp nerede bittiğini her zaman kesin bir biçimde ayıramayan bizim kuşağımız için, bu ayırım çok önemli. 70’li yılları yeniden yaşamak, ancak nostalji’nin tatlı ve hüzünlü esintilerinde mümkün. Çünkü Türkiye bir 80’li yıllar yaşadı. Hem öyle bir 80’li yıllar ki, 60’lı yıllar ile 70’li yıllar arasında belirgin bir kesinti koymak pek doğru olmazken, 70’li yıllar ile 80’li yıllar arasına kalın bir çizgi çekmek bir zorunluluk. Bunun için 80’li yıllar sonrasında ve özellikle günümüzde, bırakılan yerden başlamak çok büyük bir handikap oluşturacaktır. Çünkü 70’li yılları ve esas olarak 70’li yılların ilişkilerini bir daha yaşarız diye düşünmek ne kadar mümkünse, Türkiye’nin 80’li yıllarda yaşadıklarının, toplum yaşamından tek tek bireylerin ruhsal süreçlerine ve iç dünyalarına kadar güçlü izler bırakmadığını söylemek de, o kadar mümkündür.
Oysa Türkiye’nin, toplumun bütün katmanları ve bireyleri açısından, “ihmal edilebilecek” bir 80’li yıllar yaşadığını iddia edebilmek, düşünen bir insana göre değil. O”güzel” 70’li yılların bir daha yaşanmayacağını, 80’li yılların yaşandığını ve yaşanmamış sayılamayacağını kabul etmemiz gerekiyor. Acı ve hüzün getiren 80’li yıllar yaşanmış, sayısız oran ve biçimde değerleri eskitmiş ve dönüştürmüş, yeni değerler, faziletler, alışkanlıklar ve felsefeler, kısacası “yeni” ilişkiler yaratmıştır. Herşeyden önce, “yeni” bir yaşam tarzı yaratmıştır. 80’li yıllar “yaşanmamış” sayılamayacağı için, 70’li yılların ve daha öncesinin ilişkileri ve düşünce tarzları, şöyle ya da böyle “aşılarak” tarih yapılmak zorundadır. Bu olmazsa, ne 80’li yılların “güncel”ini yaşayabilmek ne de parlak bir gelecekten sözedebilmek olanaklı değildir.
Türkiye; doğrusu, yanlışı, acısı, sevinciyle Türkiye toplumunun ve “bizim” tarihimiz olmuş bir 70’li yılları bir daha yaşamayacak; bu tartışılmaz. Ama 70’li yıllardan “daha güzel” bir gelecek de, umudunu yitirmemiş ve yüreğinde leke taşımayan her düşünen insan için gerçekçi bir ideal olarak kalıyor. Böyle bir idealin içerdiği bir nostalji, hiç de “çekilmez” bir kavram değildir.