80’li yılların sadece Türkiye için değil dünya için de önemli gelişmelere sahne olduğunu biliyoruz ve yaşıyoruz. Toplum bilimlerinde kullanılan içsel ve dışsal dinamik kategorilerinin gerçeklikte bu kadar yoğun iç içe ve birbirlerini etkilediği tarihsel kesit (salt çıplak gözle dahi) az bulunur. Bir anlamda küçülen dünya, hakim süreç ve odakların özelliklerini daha fazla yaşamaya başlıyor. Bu yazının konusuysa, yaşanan 80’ler perspektifinde, dünyanın ve Türkiye’nin yakın tarihine dair kimi hatırlatmalar yapmaktan ibaret. Okuyucunun yaşanan pratikten kalkarak, ilk bakışta dağınık gibi görünen bu olgular arasında iç bağlantıyı kurabileceği beklenilebilir.
Önce 70’li yıllara dair bir hatırlatma. Bu yıllar tüm kapitalist dünya için yeni sınırların oluştuğu durgunluk yılları olarak belirdi. II. Dünya Savaşı sonrası bol tüketimin beslediği refah toplumunun, bu yıllarla beraber profilini yitirdiği ve sistemin girdileri ile çıktıları arasında bir uyumsuzluk, bir iç kriz dalgasının yüzeye vurduğu gözlendi. Bu arada II. Dünya Savaşı sonrasına göz atmak gerekli oluyor. Bu dönemde artık dünyanın geri dönülmez biçimde şekillendiği olgusu, tüm dünyada (tabi kapitalist dünyada da) mutabakat gördü. İlk olarak savaş süreci boyunca anti-faşizm bayraktarlığını yapan sosyalistler ve Sovyetler Birliği, savaş nihayetinde kendilerini kabul ettirerek ve güçlenerek çıktılar. Böylece sosyalist olan birçok ülkeyle beraber sosyalizm artık yalnızca Sovyetler Birliği ile anılmayacaktı. Ortada, bir sosyalist sistem mevcuttu.
İkinci olarak, başta ABD halkı olmak üzere tüm batılı ülkelerin gözünde Sosyalizm, Sovyetler ve Stalin’in büyük prestiji vardı. Faşizmin ezilmesinde kanları ve örgütlülükleriyle en büyük katkı bu insanlardan gelmişti. Stalingrad savunması, sosyalizme dünya hakları gözünde önemli puanlar kazandırmıştı. Bir anlamda 191 7’den beri emperyalizmin Sovyet sistemini boğma yönünde giriştiği çevirme harekatı başarısızlığa mahkum oluyordu. Bundan böyle isteseler de istemeseler de sosyalizmin fiilen var olan meşruiyeti hukuken de perçinleniyordu. Tam da bu devrede tekelci aşamayı yaşayan kapitalist dünyanın (Bu tarihlerde önderlik resmen İngiltere’den ABD’ye geçiyor.) bunu hazmetmesi zordu. Hazmedemedi ve verdiği cevap, 50’li yıllarda dünya gezegenine damgasını vuran soğuk savaş yılları oldu.
Burada tekrar durup, 1917 tarihine dönmek gerekiyor. 1917, sosyalistlerin bir ülkede ilk defa iktidara geldikleri yıl oluyor. İşte bu tarihin bugüne ve yaşanan her ana, özellikle burjuvazi için önemli olan anlamı ve derinliğine dikkati çekmek gerekli. Elbet bugün sosyalistler için bu olgunun doğal ve tartışılmaz bir gerçeklik var. Doğru olan da bu. Dikkat çekilense 1917 tarihinin, burjuva tarih bilincine verdiği hasar.
Bu tarihe kadar sosyalizmin marjinal konumlu bir akım olarak kapitalist sistem için bir tehdit unsuru olmayacağı kanısı hakimdi. Ama 1917 yılı sosyalizmin aynı zamanda bir iktidar olarak da gerçekleştiği, olabilirliğinin kanıtlandığı yıl oldu. Buysa bir burjuvazinin güvenlik ve prestij ağında açılan ilk ve önemli gedik. Burjuvazinin tüm değerler sistemi altüst oldu, burjuva ideolojisinin “ileri”, “soylu” görüntüsü çözülmeye başladı. Şimdi tarihe bir gönderme yaparak sonucumuzu vurgulayabiliriz. 0 da şu Kapitalizmin en billurlaşmış hali faşizm, faşizmin de ilk gündem maddesi “anti-komünizm”dir. Bu cesaretli tezin altında yatan rasyonalite, 17 ile birlikte burjuvazinin gericileşmesine eşlik eden, yeni somut ögelerdir.
Hazır 1917’de iken konuyla dolaylı ilgili iki noktaya değinip geçelim. İlki yeni solun Lenin ve Stalin değerlendirmesi ile ilgili. Lenin 1917, yani sosyalist iktidarın mimari. Stalin ise bu iktidarı derinleştirip, Sovyetleri, sosyalist toplum için seferber eden, tabir yerindeyse sosyalizmi bir toplum biçimi olarak “oturtan” kişi. Bu iki kişilik bağrında, sosyalizmin tek ülkede kurulması anlamında bir devamlılık ve kopmaz bağlar mevcut. Yeni sol bu yüzden düşünmeli: Lenin ve Stalin’i sol defterden kazımaya çalışırlarken, sosyalizmin köklerini de koparmıyorlar mı?
Diğeri ise Türkiye ile ilgili. 17 önderliği tek ülkede sosyalizmi yaşatma çabasındayken, aynı zamanda emperyalist sistemde bir başka gedik olma özelliği de olan Anadolu İhtilalini sevinçle karşıladı. Kemalist kadrolarsa hem bir müttefik bulma, hem de sovyet ihtilalinin Anadolu’da yankısını kontrol altına alma gibi bir ikilemle karşılaştılar. Kontrolü, yaratıcılık açısından “saygı uyandıran” bir “ustalıkla” uyguladılar. Ama sola, ortamın dalgalanmalarını saklı tutarak ılımlı yaklaşmaya devam ettiler. Ve hatta bu kontrole dayanan ılımlılık, sosyalistlerden devşirme Kadro hareketinin, Kemalizmin ideologluğuna sıvanması ile doruğuna ulaştı. Belki de 1980’lerde burjuvazinin ideologluğunu yapan kimi eski solcuların kökeninde de bu olgu yatıyor. Bu arada Kemalist dış politikanın nisbi bağımsızlıkçı çizgisi hem ihtilalin iç gereklerinden hem de bu tutumu destekleyen Sovyetler’den güç alıyor. T.C.’nin kuruluşundan itibaren her hükümetin Sovyet düşmanlığı bir süreklilik taşısa bile, dış politikasında SSCB olmazsa olmaz bir veri oluyor. Kısaca Türk dış politikasının kökenlerinde önemli bir etkileyici olarak 1917 önderliği vardır.
50’li yılların kapitalist dünyasında bir iç ve dış politika olan soğuk savaşa dönebiliriz. Sosyalist sistemin önlenemez yükselişi ve kazandığı mevziler karşısında soğuk savaş, emperyalizmin bir karşı saldırısı oldu. Dışsal açıdan sistemli olarak devreye sokuldu. Literatüre “demirperde” kavramını sokan Churcill’in nutkunu sembolik ve anlamlı bir başlangıç sayabiliriz. Daha sonra kapitalizmi koruma, kollama ve sosyalizmi kuşatma misyonlu militer güç NATO kuruldu. Küba krizi ise önemli bir viraj oldu. Fazla ayrıntıya girmeden soğuk savaşta Türkiye’nin de önemli görevler ifa ettiğini hatırlatalım. Türkiye izlediği nisbi tarafsızlık politikası yerine, iç gelişmelerin ‘küçük Amerika’ olma şiarını gündeme getirmesiyle, taraf olma ya da NATO’ya girişin zemini böylece hazırlandı. Bu ise ancak Kore’de sosyalizme karşı savaşan ABD ve ordusunu korumak için ölen binlerce Anadolulu gencin kanlarıyla gerçekleşti. Sonra mazlum Küba krizi. Sovyetler, ancak Türkiye’deki ABD füzelerinin sökülmesi koşuluyla Küba’daki füzeleri sökeceğini bildirdi. Soğuk savaş yıllarında Türkiye böylece, ABD’den sonra en aktif üye oldu. Hatta bu ‘üyeliğini’ o kadar abarttı ki, Bandung’da yapılan bağımsızlar konferansında kapitalist dünyanın sözcülüğünü gönülden yaparak, bağımsızlığını yeni kazanan ülkelere, kapitalist dünyaya yaklaşan ve sosyalist sisteme tavır alınmasını öngören garabet örneği bir politika önerdi. Ve tabii bu öneri, daha dün aynı kapitalistlere karşı savaşarak kazandıkları bağımsızlıklarına yönelik taciz edici bir öneri olarak “taze” bağımsızlardan büyük tepki gördü. Örnekleri çoğaltmak mümkün ama tadında bırakalım. (Bu örneklerin en çarpıcısı BM’de Cezayir yerine sömürgecisini destekleyen tutumdu herhalde!)
Soğuk savaşın iç politikada görünümleri daha da ilginçleşiyor. ABD’de bilinen ‘cadı kazanı’ kaynatılmaya başlanıyor. Mac Carthy’ cilikle beraber demokrat avı başlıyor (Rosenberg’ler olayı gibi). Toplumun tümden sağa çekilmesi yolunda bir terör, devlet eliyle yürürlüğe konuyor. Estirilen anti-Sovyet rüzgarlar, solu tırpanlamanın fonunu oluşturuyor. Ama bu genci Termidor cephenin estirdiği terörün gölgesi, yıllar sonra bile batılı ve Türkiyeli sol aydınların h£l£ Sovyet sosyalizmine ‘kem’ gözle bakmalarından anlaşılabiliyor. Aynı yıllarda Türkiye’de ise Bayar-Menderes tiranlığı hüküm sürüyor. Kraldan çok kralcılık yapıyorlar, ABD’den fazla Sovyet düşmanı olma becerisini gösterebiliyorlar. Zira iç politik zemin açısından soğuk savaş ideolojisiyle sola bindirmek, DP’nin de çıkarlarıyla çakışıyor. Bu rüzgar yukarıda da bahsedildi. 6Olı yıllarda Türkiye’de meyvesini veriyor. Birinci TİP’i oluşturanların çoğu “bağımsızlık” muğlaklığında dost olması gerekenlere tavır alıyor.
Soğuk savaş, Küba krizi sonrası, detantı beraberinde getiriyor. 60’lı yıllar Batı’da tüketim patlaması veya refah yılları olarak kayda geçiyor. 1929 genel krizinden sonra Keynescilikte ifadesini bulan üretimdeki canlanma, kapitalizmin, 60’lı yıllarda savaş ekonomisini de yedeğine alarak önemli boyutlar kazanıyor. Dünya düzleminde ise bağımsızlık ve sosyalist hareketlerde bir yükseliş eğilimi mevcut. İçsel dinamikleri ağırlıkta olmak üzere, Türkiye de bu iktisadi ve siyasal canlılıktan payını alıyor. 1960’larla beraber politik konjonktürde işçi sınıfının ağırlığı beliriyor. Üretimde ve iç pazardaki canlılık burjuvazi için de büyük bir nimet oluyor. Ve sosyalizm TİP’le gelen bir kitle boyutuna kavuşuyor. Her ne kadar 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül’le tırpanlanıyorsa da, sol ve sosyalizm 1960 dönemeciyle birtakım mevziler kazanıyor.
70’li yıllara geçerken, bu yıllarla beraber kapitalizmin yeniden beliren bir yüzü ile ilgili benzetme yapılabilir. Gülerken ağlayabilen ya da ağlarken gülebilen depresif ruh hali, kapitalist üretim için de geçerli. Bu yıllar sistemi sarsan bir petrol krizi ile açılıyor. 70’li yılların ortasına gelindikçe ise genel durgunluk yani krizin derinleşmesinin ivme aldığı giderek netleşiyor. Başta da söylendiği gibi sistem olarak kapitalizm, o anki sınırlarını zorluyor. Bu yıllarda Türkiye’de açılışı 12 Mart yapıyor. 12 Eylül’le farkı ise daha çok toplumun dokularına nüfuz etmek için uyguladıkları şiddetin dozajında belirginleşiyor. 12 Mart daha yüzeysel kalıyor. Bu dönem aynı zamanda 27 Mayıs’ın tasfiyesinde ilk halka sayılabilir. Tabii burada tasfiye edilen sadece Anayasa değil. Anayasal tasfiye, fiiliyatta olanın hukuki bir göstergesi. Tasfiye, bir toplumsal durumun tasfiyesi. Söz konusu olan yükselen sosyalizm ve demokrasi taleplerine karşı, burjuvazinin iktisadi açmazlarını da yamamaya çalışan bir tasfiye süreci. Fakat ilk adımının yani 12 Mart’ın, umulan sonuçları gerçekleştirememesiyle başarısız bir adım. Kapitalizmin genel bunalımı da eklenince kriz, Türkiye özgüllüğünde daha bir sancılı olarak yüzeye vuruyor. Türkiye’de bu iktisadi ve politik krizin tezahürü, toplumun her alanında muazzam bir gerginliğin dinamiği oluyor. Böylece Türkiye, Evren’in katılınabilecek tek toplumsal tahlili olan bir “iç savaş durumuna” geliyor. Krizin derinliğiyle orantılı olarak burjuvazinin verdiği cevap ise, 24 Ocak ve onun militer kanadı olan 12 Eylül oluyor.
70’li yılların sonu yani birlikte yaşadığımız 80’lere geliyoruz. Bilinenleri tekrarlamak, kaba hatırlatmadan öte çok kaba olma riskini de göze alarak yola devam edelim. Artık kimseye, Reagan, Thatcher, Özal gibi isimlerin aynı zamanda yönlendirici mevkilerde olması tesadüf gibi gelmiyor. Bu isimlerde, krizi aşma yolunda yeni bir dünya işbölümüyle beraber sosyalist sistemi geriletmeye yönelik bir karşı saldırı politikası maddeleşiyor. 50’li yılların kaba soğuk savaş yöntemleri yerine daha inceltilmişleri kullanılıyor. Ancak değişen koşullar dışında öz aynı kalıyor. Örneğin Mc Carthy’cilik yerine sağ ve solda liberalizme övgüler düzülerek, içte ihtilalci düşünce sindirilmeye çalışılıyor. Anti -Sovyetizm ise enformasyon teknolojisi kullanılarak daha rafine ve kitleselleştirilerek (Kuytu kahvelerde bile Rambo ve Yıldız Savaşları denilen atari oyunları yadırganmıyor.) yapılıyor.
Öze gelelim. Dışsallık üzerinde bu kadar durulmasının bir sebebi var. Zira 80’li yıllar sonunda yeni açılımlara gebe olan Türkiyeli sosyalistlerin önemli bir görevi var. Eğer bu ülkede sosyalist iktidar ve toplumun kurulması gerçekten isteniyorsa, somut olan gerçekler de görülmek zorunda. En azından bu zorunluluğa saygı göstermek gerek. Şudur: Kurulacak sosyalizme uluslararası arenada destek ve yine sosyalizmi kurmak için gerekli teknoloji ve altyapı yatırımları ve yine kurulacak sosyalizm için gerekli tarihsel tecrübe kaynağını, hayal dünyasında falan yaşamıyorsak ve bunları hiçbir bahaneyle göz ardı etmiyorsak, tam da bu kurulu sosyalizmden sağlayacağız. Türkiye’de bu güzellikte bir sosyalist toplum kuracak potansiyelimiz var. Öğreneceğimiz çok şey olacağı gibi, biz de kendi birikimimizi bu reellikten esirgemeyeceğiz. Peki eleştiri ve özeleştiri ne olacak denirse, bizim kıstaslarımız mevcuttur denir. Bakınız, Lenin’den başlayarak bir Stalin, Hruşçov, Brejnev ve Gorbaçov dönemleri var. Bu dizideki her bir isimde, Sovyet sosyalizminin kuruluşundan bu yana gelen belirli ‘dönemler’ somutlanıyor. Bu isimler yaşadıkları dönemi belirginleştirme ve karakterize etme anlamında önemli. Ama aynı zamanda Lenin’den Gorbaçov’a uzanan sıra, yani dönem, baştan sona ve sondan başa, bir eleştiri ve özeleştiriyi de içermekte. Her bir isim (dönem), sosyalizmin kuruluşundan oturtuluşuna doğru gelen süreçte bir iç bağlantıyı, bir devamlılığı böylece temsil ediyor. İşte sosyalist iktidarı gerçekten istemenin ölçüsü de bu halkayı yakalamaktan geçer. Bu halkanın diğer bir boyutu da, sosyalist hareketin öndersizlik sorununu aşmada yardımcı olabilecektir.
Belki de bütün mesele şurada: “Sevmek, birçok şeyi göze almaktır.” Bakalım, güneşi zaptetmek göze alınabilecek mi?
NOT: GELENEK’e nasıl yardımcı olabileceğimi düşünürken, yazı yazarak da olabileceğini düşündüm. Şimdilik elden gelen bu.