Bugün, Gorbaçov açılımı ile yeniden gündeme geldi: Kimileri, sosyalizm mücadelesinden “demokrasi mücadelesine” geçişlerini “glasnost” sloganıyla tescil etmeye çalışırken, 17’yi başından beri anlayamayanlar “İşte liberalleşme başlıyor!” türküsünü söylüyor. Olması gerekenler ile varolanlar arasında çelişki görüp, sosyalizmin “doğal mecrasından çıktığına” inananlar ise “Sovyet revizyonizmi” teşhislerine kanıt buluyorlar… Batının bile Sovyetlerdeki son açılımları değerlendirirken ilk umutlarını yitirip durumdan rahatsız olduğu bir ortamda, sol adına bu denli çeşitli, çeşitliliği oranında da kolaycı ve yanlış çözümlemelere son vermek gerekiyor. İkinci bir gereklilik de, ilk sosyalist devrim sonrası deneyimlerin ve sosyalizmin gelişme özelliklerinin tarihsel olarak değerlendirilip siyasi pratik için teorize edilmesinin, sosyalizm mücadelesinin sürdüğü ülkelerde, mücadelenin yürütülmesi ile yakından ilgili olmasından kaynaklanıyor. “Ulusal düzeyde geleneksel solun gerçekleştirmeye çalıştığı kopuş, uluslararası görevlerle bir uyuşmazlığı yaşayabilir.”1 Bu uyuşmazlık bugün kendisini yoğun biçimde hissettiriyor. Uyuşmazlığı, sosyalizm mücadelesinin sürdüğü ülkelerde, ”bağlılık ve kopuş yönleri arasında bir dengeye”2 oturtarak geleneksel solun lehine dönüştürebilmek, kanımca, en başta SSCB’de sosyalizmin tarihsel gelişme mantığını kavramayı zorunlu hale getiriyor.
Yazı, bu gereklilikleri yerine getirirken sosyalist devrim sonrası sosyalizmin inşa sürecini, bu sürecin özelliklerini, teoriye devralınması gereken politik ve ekonomik dersleri, Sovyet örneğinde somutlayarak açıklığa kavuşturmayı amaçlıyor. Açıklık, aynı zamanda, ilk sosyalist ülkede bir bütün oluşturan politika dönemlerini, “iyi-kötü” dönemler olarak ayıran veya aynı anlama gelmek üzere tarihi bir noktadan kesmeye çalışan keyfiliğe de son vermeye yönelik olacak.
Yeni Çözüm dergisinden bir yazarla başlanabilir. Ş. Dereli, sosyalizmin kitaplarda “tek ülkede sosyalizm” olarak yazılmadığını belirttikten sonra devam ediyor: “Bir dünya devrimi beklentisi olmasa da sosyalizm böyle yazılabilirdi. Olması gerektiği şekilde, kendi doğal mecrasındaki gelişimi olarak.”3 Dünya devrimi beklentisinin 19. yüzyılda formüle edildiği biçimiyle sosyalizme önemli etkisi olduğu doğru. Ama “böyle bir beklenti olmasa da” sosyalizmin klasik metinlerdeki gibi yazılacağı savı üzerinde durmak gerekiyor. Kitaplarda sosyalizmin “tek ülkede sosyalizm” olarak yazılmamış olmasının, dünya devrimi beklentisi dışında, 19. yüzyıl Marksizminin bazı özellikleriyle ilgili olduğunu sanıyorum.
Gelenek Kitap Dizisi içinde daha önce değinildi. Burada farklı bir boyutta tekrarlanabilir. Marx’ın, 19. yüzyıl proletaryasında önemli bir kitlesellik kazanmış olan ütopyacı modellere karşı kendi önerisinin bilimselliğini vurgulamak zorunda kalması “kapitalist toplumun ‘hücresine’ inmeyi”,4 kapitalizmin yasallık düzeyinde bir üretim biçimi olarak ayrıntılı incelenmesini beraberinde getirdi. Bu eğilim eşitsiz gelişme olgusunun yasallık düzeyinde formüle edilememesiyle birleşince, ortaya ağırlıklı olarak öznelliğe pek yer bırakmadan kendiliğinden gelişen ve çöken bir kapitalizm çıktı. Bu vargının en açık ifadesini “bir toplumsal düzen içinde barındırdığı tüm üretici güçler gelişmeden hiçbir zaman yok olmaz.” cümlesinde bulduğunu görmek zor değil. Üretici güçlerin en çok geliştiği ileri kapitalist ülkelerden dünya devrimi beklentisini, burada aramak gerekiyor. Ancak burada kalmıyor. Kapitalizmin tahlilindeki -kendiliğinden çöküş anlamındaki- bu nesnellik, klasik metinlerde zaman zaman kendiliğinden gelişen bir sosyalizm olarak yansımasını buldu. Daha açıkçası, klasik metinlerde sosyalizmin nasıl kurulacağı değil, dünya sosyalizminin genel, hatta bir anlamda “etik” nitelikleri yazıldı. Buraya kadar söylenenlerden sonra “dünya devrimi beklentisi olmasa da “ diye başlayan cümlenin bir anlamı kalmasa gerek.
Dereli’nin yazısıyla devam edilebilir. Stalin dönemi “eksikliklerinin”, “sosyalizmin kendi mecrasında gelişememesi anlamında eksiklikler” olduğunu söyledikten sonra Dereli ekliyor: “Ve bu yanıyla eksik olarak değerlendirilmez.”5 Böylece ortada eksik olarak değerlendirilemeyecek eksiklikler olduğunu öğreniyoruz. Devam ediyor: ”[Bu eksiklikler] kendi çözüm dinamiklerini (sosyalizmin kendi doğal mecrasında gelişimine dönebilme anlamında) de içinde taşıyordu.”6
Dereli için tarih kolay işliyor. Sosyalizmin “kendi doğal mecrası” var. Yani kendi içinde gelişme dinamiğini taşıyan, kendiliğinden gelişen bir sosyalizm. Ancak Sovyetler Birliği’ne gelince Dereli, Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek istiyor. Sovyetler Birliği’nde sosyalizm kendi doğal mecrasında gelişemezdi. Nesnel gerçekliklerin kendilerini dayatmaları nedeniyle. Daha sonra verdiği hakkı Sezar’dan geri alıyor ve Stalin döneminin sonunda sosyalizmin doğal mecrasına dönülmesi gerektiğini, dahası bunun için her türlü dinamiğin mevcut olduğunu, ama aksine Sovyetler Birliği’nin XX. kongreyle birlikte “saptığını” söylüyor. Gerisi malum: Sovyet revizyonizmi vs… Sormamak elde değil: Sovyetler Birliği’nin dönmesi gerektiği belirtilen “doğal mecra”nın dayanakları nelerdir? Sosyalizmin gelişmesini doğal, kendiliğinden kılan birtakım içsel faktörlerin olduğu varsayımı neye dayanıyor? Eğer böyle bir varsayım yapılmıyorsa, sosyalizmin doğal mecrası ne anlama geliyor ve doğallığı sağlayan mekanizma nasıl işliyor? Dereli tarihin mantığını kolaylaştırmak istiyor. Bu nedenle de tarihi bir noktasından kesmekte, XX. Kongre sonrasını reddetmekte sakınca görmüyor. Kendiliğinden, başka bir deyişle tek çizgide gelişen bir sosyalizm hayali gerçekleşmediği için XX. Kongre sonrası Sovyetler Birliği’ni “törpülemek” gereği duyuyor.
Tarihin mantığının anlaşılamaması örneğini bırakıp, tarihin mantığının zorlanması örneğine gelmek istiyorum. Yalçın Küçük şöyle yazıyor: ”Sovyet sisteminde sorunlar kadar çözümler de önceden hazırlanıyor.”7 Reel sosyalizmi savunmak için böyle tezlere, daha doğrusu zorlamalara gerek yok. Zorlamalar hangi amaçla yapılırsa yapılsın bilimin engelidir. Sovyet sisteminin mantığının zorlanması ise “doğalcı”, başka bir deyişle “tek çizgici” bir anlayışın -istenmese de – başka türlü ifade edilmesidir. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin sorunlarıyla çözümlerinin aynı zaman diliminde çakıştığını ileri sürmek, en azından iyi niyetle yapılmış bir zorlama olarak değerlendirilmelidir.
Buraya kadar altını çizmeye çalıştığım sosyalizmin kendiliğinden ya da tek bir çizgide inişsiz-çıkışsız doğal gelişimi anlayışına neden karşı çıkmak gerekiyor? Sorunun yanıtı sosyalizmin 70 yıllık tarihinde yatıyor. Burada bir hatırlatma yapmak gerekli. Yazı, kronolojik bir olaylar dökümü yapmayı değil, bazı özellikler saptamayı amaçlıyor. Bu nedenle bir zaman sıçraması yaparak sosyalist planlamanın kurumsal olarak başladığı 1930’lara gelmekte ve yanıtı sosyalist planlamanın işleyişi içinde aramakta bir sakınca görmüyorum.
Sosyalist Planlama ve Eşitsiz Gelişme
Sosyalist ekonominin olabilirliği üzerine ilk teorik tartışmalar Batı’da başlıyor. Bunlara verilen yanıtlar da yine Batılılardan geliyor. Sosyalist bir ekonominin en az kapitalist bir ekonomi kadar iyi işleyebileceği “savunusu” sosyalist üretim biçiminin aslında kapitalizme çok benzediğinin kanıtlanmasıyla yapılıyor. A.Smith’in “sihirli elinin” yerini planlama örgütü alıyor ve arz-talep dengelerini sağlayarak piyasa mekanizmasını “sosyalistleştiriyor”.
Burada Batı iktisatı ile ilgili bir parantez gerekli. Batı, aynı anlama gelmek üzere burjuva iktisatı, politik sonuçları olmasına karşın apolitik kuramsal araçlar kullanmaya özen gösterir; mantık oyunları yapar ve tarihi somut bir biçimde reddeder. Bireylerin, kurumların, hükümetlerin, başka bir deyişle “karar-alıcıların” önlerinde birçok seçenek bulunduğunu ve bunların arasından seçme özgürlükleri olduğunu varsayar, savunur. Almaşıkların seçiminde rasyonelliği sağlayan bir denge mekanizması öngörür. Her zaman kesitinde yeni bir dengeye ulaşmak olasıdır. Bir anlamda denge mekanizmasının içinde kendiliğinden vardır. Sonuç olarak da, ulaşılan yeni dengeler sisteminin kendisini dönüştürmez, özünü saklı tutar, hatta onu ebedi kılar.
Bu parantezin ışığında, sosyalist planlamanın yukarıdaki anlamda bir dengeye yönelik olmadığının vurgulanması gerekli. Sosyalizmin gelişme özellikleri kanımca burada yatıyor. Plan, özü itibariyle bir hedefler toplamıdır. Hedefler kendi aralarında dengesel bir bütünlük gösterebilir, daha doğrusu göstermelidir. Ama hedeflenenlerin sonunda bütünde büyük dengesizlikler oluşur. Ve çoğunlukla dengesizlikler amaçlı bir biçimde -gelişmenin dinamiği olarak- ortaya çıkar. Kısaca söylemek gerekirse, planlama, dönemin gereklerine göre yaratılan dengesizliklerin sonraki dönemde farklı dengesizlik durumlarıyla, başka bir deyişle yeni dengesizliklere gebe yeni hedeflerle dengelenmesi sürecidir. Buraya kadar söylenenlerde paradoksal bir durum yok. Vurgulanmak istenen, sosyalizmin olmazsa olmazı planlamanın inşa sürecinde nasıl bir işleyiş gösterdiği. Bir örnekle açıklık getirilebilir. Sanayileşme, ilk aşamada büyük ölçekli işletmeleri – teknolojik bir zorunluluk olarak- gerektirir. Dev işletmeleri hedefleyen bir plan, sanayileşmenin ileri aşamalarında endüstrinin bütünlüğünü sağlamada vazgeçilemeyecek küçük işletmeler aleyhine bir dengesizlik oluşturacaktır. Bu durum ise bir sonraki döneme ağırlıklı olarak yansır. Tekrarlamakta yarar var: Bütünün içindeki öğelerin bir veya birkaçının öne çıkarılması anlamında hedefler, kendi aralarında dengeli olmakla birlikte, bütünü dengede tutmaya yönelik değildirler, aksine bütün içinden bu öğelerin sivrilip öne çıkmasına yol açarlar. Elbette sorunlarıyla birlikte…
Şöyle bir soru akla gelebilir: Hedeflerin, daha genel bir deyimle politikaların belirlenmesinde rasyonalite nasıl sağlanıyor? Batıya sosyalizmi “hoş göstermek”, sosyalist ülkelere ise “ılımlı-yapıcı” muhalif görünmek kaygısıyla yazılan kitapların özenle altını çizdikleri bir tez var. Tez sosyalist üretim ilişkileri ile ilgili. Sosyalist üretim ilişkileri ikili bir sonuca yol açıyorlar: Toplumun tüm iktisadi faaliyetinin toplumsal ihtiyaçların karşılanmasına yönelik olması ve bu faaliyetin işleyiş biçiminin de planlama olması. Böylece planlama, üretimin iktisadi olarak organizasyonuna indirgeniyor. Bu vargının arkasında yatan, optimalite düşüncesidir, iktisadi anlamda rasyonel olma kaygısıdır. Açıkça söylenmeli: İktisadi anlamda rasyonel olanın gerçekleştirilmesi, bunun siyasi rasyonellikle çakışmasına bağlıdır. Sosyalist devrimin ertesinde dışarıda kapitalizme rağmen “var olmak” zorunda olan, içeride ise (birinciyi kollayarak) kapitalist üretim ilişkilerine bağlı kesimleri ve unsurları tasfiye etmek durumundaki bir iktidarın planlaması veya aynı anlamda politikaları “iktisadi” olamaz. Ama tersi mümkün. Siyasi anlamda zorunluluk gösteren hedefler, iktisadi gerekçelere bakılmaksızın gerçekleştirilebilir. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşa süreci, ikinci durum açısından zengin örnekler sergiliyor. Bunun bir tesadüf olmadığı ileride görülecek.
Şimdi tekrar başa dönebiliriz. Planlama adına söylenenler 17’den bugüne sosyalizmin gelişme süreci için tekrarlanabilir. Önce bir hatırlatma. Her soyutlama olgulardan hareket eder ve bir süreci kavrar. Ama o süreçteki tüm gerçeklikleri kapsaması mümkün değildir. Ayrıca gerekli de değil. Bu hatırlatmanın ardından özel olarak planlama ile ilgili saptamaları sosyalizmin 70 yıllık tarihini kapsayacak biçimde toparlıyorum.
1- 17’den bugüne uygulanan ve birbirine tamamen zıt görüntü veren politikalar (ya da bundan sonra kullanacağım deyimle açılım dönemleri) sosyalizmin inşa ve gelişim sürecinden bağımsız olarak tek tek değerlendirilemez. Tümü, dinamizmini dönemin gereklerine göre belirlenen hedeflerin eşitsiz sonuçlarından ve ortaya çıkan yeni sorunlardan alan bir bütünselliğin parçalarını oluşturuyorlar. Sovyet tarihinin herhangi bir dönemini anlamak bu mantığın kavranmasını gerektirir. Aksi anlayışlar, raftan alınan bir tarih kesitinin başa taç edilmesi ya da yerin dibine sokulmasıyla sonuçlanıyor. Bunun bir adı da gericiliktir.
2- Her yeni açılım döneminin politikasını belirleyen, siyasi rasyonalitedir. İktisadi olanı dışlamak anlamında söylemiyorum. Ancak uzun dönemli, yani iktidarın devamına yönelik bir rasyonelliği kastediyorum.
3- Bu gelişme süreci, özellikle başlangıçta, nesnel durumun incelikli çözümlemesini yapabilen ve dönemin gereklerini belirleyen bir öznel müdahale odağını gerektiriyor. Başka bir deyişle kararlar parti ve onun kadrolarınca alınıyor. “Ya kitleler, ya demokrasi” diye soranlar olacaktır. Bu türden meraklılar için bir hatırlatma yapmak yararlı olacak sanıyorum.
Daha önce gelişmiş kapitalist ülkelerden devrim beklentisine ve nedenlerine değinildi. Ancak bu beklentinin sosyalizmin kendisine ilişkin başka boyutları olduğuna ve bunun da 19.yüzyıl Marksizmi açısından bir haklılık taşıdığına inanıyorum. Sosyalizm tanım gereği, gelişmiş bir toplumun örgütlenme biçimini ifade ediyor. Başka bir deyişle sanayileşmeyi, sermayenin disipline ettiği bir proletaryayı gerektiriyor. Toplumsal, siyasi ve ekonomik alanlarda kollektivizasyonun ileri bir aşamasını gerektiriyor. Sosyalizm ancak bu durumda tüm kurumlarıyla ideal olarak işleyebilir. Şimdi Ekim Devrim’ine dönelim. Yukarıda sayılan unsurlardan tümüyle yoksun olmamakla birlikte, bunlara sahip Avrupa’dan daha geri konumdaki Rusya toprağında, Sovyet iktidarının önünde sosyalizmi “tüm kurumlarıyla işletmek” değil, bunların temellerini sağlamlaştırmak, hatta çoğunu “kurmak” zorunluluğu vardı. “İnşa süreci” terimini tam da bu anlamda kullanıyorum. Bu kadarıyla yetinmeyecek meraklılar için şöyle de söylenebilir. “Her toplumsal sistemde devlet ve üstyapı kurumları önünde sonunda mevcut üretim ilişkilerinin birer ifadesidirler. Sistemin çıkar ve gereksinimleri yansımalarını kimi süzgeçlerden geçerek bu kurumlarda bulurlar. Bu yüzden çeşitli devlet kademelerinde alınan kararlar, ‘öznel’ yanlar taşımalarına rağmen belli bir nesnelliğin ürünüdürler. Kuruluşun ilk dönemlerinde bu nesnelliğin bizzat kendisi kurulmak zorunda olduğu için gündeme getirilen politikalardaki ‘zor’ ve ‘yaptırım’ kendisini daha fazla hissettirmekteydi. Sosyalizmin nesnelliği olgunlaştıkça ‘sosyalist demokrasi’ de daha yetkinleşmektedir.”(a.b.ç.)8
Kadrolar ve Tasfiye
Tek ülkede sosyalizmin kurulmasına ilişkin değerlendirmelerde çok sık geçen bir kavram var: “Bürokratik yozlaşma”. Bir örnek Sungur Savran’dan. Yazar, “dünya solunda liberal eğilimlerin gelişmesini” kolaylaştıran etkenler olarak “sosyalizme geçiş deneyiminin önce 1920’lerin sonlarından itibaren bürokratik yozlaşmaya uğraması”, sonra da İkinci Dünya Savaşı’yla sosyalizme geçen ülkelerin “bu yozlaşmayı miras almasını” gösteriyor.9 Savran “bürokratik yozlaşmayı” 1920’lerin sonlarından başlatarak, Buharin gibi hep NEP’i yaşamak istediğini mi ima ediyor bilmiyorum, ama anti-Sovyetizm’in her zaman kavramların içini boşaltmak anlamına geldiğini çok iyi sergiliyor. Önce “bürokrasi”yi verili bir anda devlet yönetimini oluşturanların tümü olarak gören anlayışa itiraz etmek gerekiyor.
Bürokrasinin toplumda konumunu en çok güçlendirdiği dönemler, mevcut sistemdeki yapıların dengelerini koruduğu, kısa dönemde ufukta herhangi bir politika değişikliğinin görünmediği dönemler oluyor. Böyle dönemlerin süresi uzadıkça, başka deyişle “yeni işlerin” ortaya çıkacağı yeni hedefler söz konusu olmadıkça bürokrasi yerini sağlamlaştırıyor, yeni perspektiflerin gündeme gelmesini engellemek anlamında güçleniyor. “Kadro” ile “bürokratı” karıştırmamak gerek. Bürokrasi oturmuş bir politikanın alışkanlık haline gelen “rutin işler”inin ürünüdür, değişmemeyi ifade ediyor. Her kadro bürokratlaştığı oranda kadro olma özelliğini yitiriyor. Nesnelliğin gerektirdiği yeni görevleri kavrayamıyor, hep bugünü, mevcut olanı yaşamak istiyor. Çünkü bürokrat “güncel”le ilgilidir ve bu nedenle de bürokrasi devletin olmazsa olmazıdır.
Sovyetler Birliği’nde bu anlamda bir bürokrasinin olmadığı söylenebilir mi? Sovyet tarihinin açılım dönemlerinde, çeşitli devlet kademelerinde ve parti içindeki tasfiyeler hatırlanacak olursa soruya “vardır” yanıtı verilmeli. Her dönemin kendi bürokrasisini de yarattığı açık. Ancak bu, bürokratik yozlaşmanın olduğu anlamına gelmez. Sosyalizmin inşa sürecinde uygulanan politikalar kadroların bir kısmının uyum sağlayamayacağı kadar kesin ve hızlı bir biçimde uygulanmıştır. Uyum sağlayamayanlar tasfiye ediliyor. Öznel müdahalenin, karar almada merkeziyetçiliğin daha ağır bastığı inşa sürecinin başlangıcında tasfiyeler daha şiddetli oluyor. Sistem olgunlaştıkça tasfiyelerin şiddeti azalıyor. Savaş komünizmi, NEP, kollektivizasyon, endüstrileşme… Biri diğerini büyük oranda karşısına alan (ama aynı zamanda tamamlayan) bu politikaların tasfiyelere yol açmaması düşünülemez. Çünkü “bir politika hangi koşulda ortaya çıkarsa çıksın karşıtları ile birlikte uç yorumcularını da yaratır. Bu bir kuraldır. Tersinden de ele alınabilecek bir kural. Bir politika uç yorumcularını da ortaya çıkarmadan var olamaz, etkin olamaz.”10 Uç yorumcular hain oldukları için değil, yeni görevlerin yükünü omuzlayacak uzak görüşlülüğü gösteremedikleri, gelişmeye engel oldukları için tasfiye ediliyorlar. Ama ilginçtir, tasfiye edildikten sonra saf değiştirip “hain” olanlar da çıkıyor.
Daha önce sosyalist planlama özelinde, hedeflerin gerçekleşme sürecinde sistemin bazı unsurlarının sivrilerek bütünde bir dengesizlik oluşturduğuna değinildi. Dengesizliğin, gelişmenin dinamiği olduğu söylendi. Tüm bunlar sürecin teknik yanını oluşturuyor. Sürecin bir de toplumsal yanı var: Kitlesel katılım, yani destek. Toplumun tüm fiziksel ve zihinsel enerjisinin harekete geçirildiği bir açılım döneminden veya aynı anlamda bir politikadan diğerine geçerken bu destek nasıl sağlanıyor? “Sovyet yönetimi her zaman, bir önceki dönemin ortaya çıkardığı kaçınılmaz olumsuzlukları ön plana sürerek yeni dönem için grkli toplumsal ve moral desteği sağlamak istemiştir.11 Başka bir deyişle eşitsiz gelişmenin zorunlu bir sonucu olarak geri kalan unsurlar ön plana çıkartılarak yeni hedefler belirleniyor. Bu nedenle her açılım dönemi geçmişe yönelik yoğun bir eleştiri kampanyası ve geleceğe yönelik sloganlarla başlıyor. Toplumsal enerji yeni hedeflere çevriliyor.
Bugün Gorbaçov’un geçmişe yönelik eleştirilerini “işte sözümüze geldiler” ya da “yaz boz tarihi” olarak değerlendiren12 yeni solu, “Gorbaçov benim düşündüğüm partide yer alabilir” zırvasını söyleyen Doğu Perinçek’i13 , sahiplenecekleri bir tarihleri olmayışının verdiği kompleks içinde değerlendirmek gerekiyor. Geriye her zaman ki gibi geleneksel sol kalıyor. Bugün Sovyetler Birliği’nde sosyalizm, geniş kitlenin sorumluluk alması gereken bir olgunluğa ulaşmıştır. Sovyet yönetimi her zamankinden daha ileri düzeyde bir katılım için toplumun örgütlü tüm kitlelerine çağrıda bulunuyor. Kitleselleşme 70 yılın birikimleriyle ulaşılan bir noktadır. Dışarıda dünya sosyalist hareketinin yerinde saydığı, içeride ise toplumsal hareketliliğin uzak olduğu bu anda Türkiye geleneksel solu “uluslararası geleneksel solun yekpare bir organizma olmadığının” bilinciyle, SSCB’nin güncelliği ile kendi güncelliğinin farklılıklar taşıdığını görmek zorundadır. Bunu görmek, reel sosyalizmi kavramak anlamına geliyor.
Dipnotlar ve Kaynak
- Hekimoğlu, Cemal ; ”Gorbaçov ve Sol”, Gelenek Kitap Dizisi 9 içinde, Temmuz / Ağustos 1987, s. 83
- Hekimoğlu, Cemal; a.g.y., s. 84
- Dereli, Şükran; “Sol Olmayan Sol: Yeni Sol”, Yeni Çözüm, Mart-Nisan 1987, s. 21
- Çulhaoğlu, Metin; “Geleneksel Solun Anatomisine Doğru”, Gelene Kitap Dizisi 4 içinde, Şubat 1987, s. 22
- Dereli, Şükran; a.g.y., s. 21
- Cümle düşüklüğü Dereli’ye ait.
- Küçük, Yalçın; “Gecikmiş Çözümler İçin Gorbaçov’un Kütle Çağrısı”, Toplumsal Kurtuluş, Sayı 1, Temmuz 1987, s. 20
- Hekimoğlu, Cemal; “SSCB: Bir Kuruluşun Öyküsü”, Gelenek Kitap Dizisi 4 içinde, Şubat 1987, s.83
- Savran, Sungur; “Sol Liberalizm”, 11. Tez Kitap Dizisi 2 içinde, Şubat 1986, s. 13
- Vurmaz, Cemil-Fırat Özdemiroğlu; “Cephe’ler… Geçmiş ve Bugün”, Gelenek Kitap Dizisi 9 içinde, Temmuz/Ağustos 1987, s. 64
- Hekimoğlu, Cemal; Gelenek Kitap Dizisi 4, a.g.y., s. 81
- Yeni Gündem, sayı 72, s. 46
- İkibin’e Doğru, sayı 30, s. 13.