Gelenek dizisinin 4. kitabında yer alan “Geleneksel Solun Anatomisine Doğru” başlıklı çalışma ile elinizde bulunan bu yazı arasında örtüşen ilgi alanları ile paralel ve birbirini tamamlayan tezler var. Bu yazı, sözü edilen çalışmanın çizdiği çerçeveye sadık kalarak geleneksel solun yaşadığı sorunlara, bu kez Türkiye geleneksel solunun programatik özelliklerini öne çıkartarak yaklaşmayı deniyor.
Hedef, sosyalizmin tarihini ve sorunlarını anlamaya dönük çabaların vazgeçilmez araçları olarak düşündüğümüz temel kavram ve kategorilerin netlikle algılanmasında bir ileri adım atmaktır. “Gelenek” ve “geleneksel sol” kavramları söz konusu olduğunda, bu netlik ayarının kusursuz olması gerekiyor. Elbette, sosyalizmin yarınının, bu kavramlarla nitelenen hareketlerin eylemleriyle yaratılacağına inandığımız için… Netliğin acil bir sorun oluşturmasına bir diğer neden, gelecek açısından en ciddi misyonun doğal sahibi olan geleneksel solun, bu misyonun övüncü ve güveniyle “hak edilmiş bir rehaveti” kanıksamış olmasıdır. Geleneksel solun çoğu unsuru, değil kendi dışındaki solun tahlili için bilimsel bir çözümlemeyi gerçekleştirmek, kendi tarihine ve sorunlarına bakarken bile, anlamaya ve eleştirel yaklaşıma dönük çabaların şaşırtıcı bir kararlılıkla, dışında kalmaktadırlar. Sorunların hepsinin “çözülmemiş” olduğunu kabul edebilecek esnek ve daha rafine unsurlar ise destanların ve popülist şiirselliklerin etkisinde, çözümleri kendiliğinden bir akışa teslim edebilmektedirler.
Böyle bir rahatlık psikolojisi, mücadele ve çözüm arayışının yollarını genişletecek, kendine ve geçmişine güven duygusunun fazla abartılması veya reddedilmesi olacaktır. Hiçbir zaman hoş görülmemesi gerekiyor. Hele Türkiye geleneksel solcusunun bu abartılı güveni hakettirecek “utkan bir geleneği” yaratmaktan uzak olduğu da açıkça ifade edilmelidir.
Geleneğin Tanımlanmasına Doğru
İlk adım “teorik dağınıklık” saptaması ile atılabilir. Kastedilen, geleneksel solun tarihi boyunca türetilmiş, birbirini dıştalayıcı tezlerin ayıklanmamış bir yığın oluşturuyor olmalarıdır. Kendi tarihinden hem aşamalı, hem aşamasız devrim perspektiflerine, hem demokrasi cephesi, hem iktidara dönük örgütlülüğe, hem işçi sınıfına secde etmeye, hem anti-uvriyerist aydın önderliğine… Eş düzeyde bir rahatlıkla dayanaklar bulan bir kesimin bütünselliği, ciddi bir tehdit altında sayılmalıdır. Tarihin tasnifi gerçekleştirilebilir. Ve bu tasnifte kimi öğeler evrenselleştirilirken, kimileri belirli mekan ve zaman sınırlarına çerçevelenene kadar, tehdidin nesnelliği sürecektir. Tehlike, kendini, bireylerin sorunun bilincinde olup olmamalarından bağımsız olarak, hareketin teorik ve siyasi atılımdan uzak kalmasıyla zaten göstermektedir. Teorik dağınıklığa rağmen geleneksel solun bir kategori olarak varlığının en önemli dayanakları, türdeş bir kurumsallığın, yani parti örgütlenmelerinin yaratılmış olması ile reel sosyalizmin varmış olduğu “muktedir” konumdur. Fakat bir yandan da misyonların ayrışmış olduğu kabul edilmelidir. Geleneksel solun kendisini tanımlamasına olanak sağlayan ve bir arada kalmasını güvence altında tutan reel güçten, teorik dağınıklığı da yok etmesini beklemek bir anlamda iyimserlik, bir anlamda da fazla ileri gitmek olur.
İyimserlik; çünkü özel sorunların farklılaştığı bir dünyada, genel sürece haklı olarak kendi özel sorunları aracılığıyla ulaşan, ancak özel sorunları da oturmuş bir toplumsal yapının dinginliğiyle yoğrulmuş olan reel sosyalizm eliyle tarih tasnifi yapılması pek güçlü bir olasılık sayılamaz. Her şeyden önce böyle bir tasnif, ayrıştırma anlamına gelecektir. Ayrıştırma, farklılıkların vurgulanması, ayrımların derinleştirilmesidir. Bu kadarı bile, bir tarihi ve dağınık geleneksel solu bir arada tutma amacını, üstelik siyasi sorumlulukları çok ağır olan bu amacı zora koşmak olacaktır.
İleri gitmektir; çünkü uluslararası denge ve misyonlarla aşırı yüklü bir odağa, çözümü ulusal düzeyde başlaması gereken bir sorunu daha yüklemek oldukça sorumsuz bir beklentidir. Geleneksel solun ulusal birimlerinin böylesine uyuşturucu bir beklenti yerine sorunun üzerine yürümeye yömelmesi gerekiyor.
Buraya kadar, geleneksel solun tutarlı bir bütünsellik içinde tanımlanmasının güçlüğüne işaret edildi. Buna yöneltilebilecek itirazların da karşılanması gerekiyor.
“Gelenek” kavramı, teorik ve siyasi anlamlarıyla bir bütünlüğün mevcut olduğu varsayımını içeriyor. Bütünlüğün homojen bir kütle olmadığını belirtmek gerekli. Bir belirleyici merkezi, gelişimini güvence altına alan çekirdeği ve farklılaşmış öğeleri olan bir bütünlük… Tarihin bir momentinde birdenbire çatlayan bir yumurtadan çıkıverdiği düşünülmemeli. Tarihin oluşumu bir süreçle belirleniyor. Bu oluşum tarihine bakılırken iki yol izlemek mümkün. Birincisi kesitler almak, geleneğin anlamını kesitlerde aramak. İkincisine geçmeden, bunun üstünde durmak faydalı olacak.
“Gelenek”in oluşumunda temel taşların konulduğu yıllara, yüzyılın ilk yirmi küsur yılından temsil gücü olan metinler verilebilir. Ne Yapmalı? örgütün ve örgütlü müdahalenin önemini şiddetle vurguladı, politikaya ve “iradeciliğe” bir çağrı oldu. Bir Adım İleri, İki Adım Geri bu özelliği paylaştı. Bu ikisinin geliştirdiği kendine güven ve bunun siyasete tercümesi, radikal bir sosyalist iktidar perspektifi, ilk Rus Devrimi’nin yetersiz bir öznellikle karşılanması sonucu geriledi. İki Taktik iktidara yakınlığın sola, uzaklığın ise sağa çekici güçler barındırdığını sergiledi. Aşamalı devrimin, daha ileriki versiyonlardan çok farklı olarak, önderlik sorununu göz ardı etmemesine, iktidar perspektifine sahip çıkmasına rağmen sonradan sağa itici formülasyonlara kavuşturdu. Nisan Tezleri örgüt teori ve pratiğinin en ciddi adımlarından on üç on dört yıl sonra, işçi sınıfının en ileri unsurlarını zaten bir arada tutmakta olan hareketten gerçek Bolşevik bir örgüt yaratma çağrısını, adeta bir “sil baştan”ı içerecekti. Bu sözler söylendiğinde, RSDİP kurulmuş, ayrı bir Bolşevik yapı su yüzüne çıkmıştı. Aşamalı anlayış, demokratik devrim programını aşılmış sayan Tezler ile şiddetle terk edildi. Bizzat mevcut parti içinde çok ciddi sarsıntıların yaşanmış olduğu hatırlansın. Sonra, Sol Komünizm ve Batı Avrupalı solcuların tek ülkenin savunulması hedefine angaje edilerek, ulusal düzeyde daha ileri programlar hayal etmemeleri talebi.
Örneklerin çoğaltılması mümkün. Sovyet toplumu bağımsız kesitler olarak ele alındığında aralarında mantıksal çelişkiler olduğu düşünülecek farklı dönemler geçirdi. Savaş Komünizmi, NEP ile, planlı sanayileşme her ikisiyle, Stalin döneminin sert adımları, Hruşçov ve olgunlaşan Brejnev dönemiyle çelişiyor. Şu an yaşanılan reformlar, önceki tüm dönemlerin savunularını “reddeder” gözüküyor.
Geleneksel Sol, mirasının ayrıştırılması, ayıklanması ve bir özün tanımlanması yolunu değil, örnekleri verilen benzeri kesitleri sahiplenmeyi daha fazla tercih etti. Sürecin bütünü göz önüne alındığında kesitlerin birbirlerini dıştalaması da gündemden silinecektir. “Çelişkili” kesitler, geçmişten bugüne uzanan geleneğin yapı taşlarını oluşturuyorlar. Aralarındaki tarihsel tutarlılık ilişkisi görüntülerin ardında gizli kalmış gerçeğe merak duymayanlar için söz konusu edilemez. Günceli, güncelin sınırlılığında yaşayanlar geçmişe baktıklarında ancak kopuk fragmanlar bulabilirler.
İkinci yanılsama da, yukarıda değinildi, sürecin başlangıç noktasında olgunluğun mevcut olduğunu düşünmek. Her ikisi birlikte tarihselliği devre dışı bırakıyorlar. Oysa sahip çıkılması gereken miras, ne hiçbir zaman var olmamış, doğum ve gelişim gibi dünyevi özelliklerden arındırılmış bir “doğrular” ütopyasıdır, ne de bir sürecin her biri dönemselliklerin kısıtlayıcılıklarıyla çevrilmiş tekil parçaları. Gelenek ve getirdiği mirasın, ancak tarihsel hareketin genel çizgisiyle, tarihin sosyalizmden yana güçleri ve sosyalizmi gösteren “yönü” ile saptanması mümkündür…
Doğada da, toplumda da hiçbir dinamik olgunlaşmış olarak doğmuyor. Embriyondan işe koyuluyor. Geleneğin bir kesiti, geleneğin bütününden soyutlanarak ele alındığında, küçük bir yanlışa değil, geleneği anlamanın olanaksızlaşmasına sürüklüyor…
Türkiye solcuları bu “dağınıklık” karşısına tarih bilinciyle çıkamadılar. Nedenini, Türkiye toprağında, doğup büyüdüğü koşullar da dahil olmak üzere pek çok etken açıklayabilir. Burada bunlarla fazla ilgilenmeyeceğiz. Ama eksikliğin sonuçları çok açık ve hiç de şaşırtıcı değil. Geleneğin, en basit anlamıyla ders çıkartılacak deneyimler bütünü olarak algılanması yerine, kesitlerin transpozisyonları gündeme geldi. Tarihten barışçıl geçiş tezleri ve parlamento seçimlerinin boykotu, çoğunluğa sevdalanmalar ile ultra-sol yöntemler, eş zamanlı olarak seçilebildi. Herkes beğendiği parçayı almakta özgür saydı kendini. Bir anlamda, geleneğin bir ana çizgide somutlanan varlığı söz konusu olmadığına, teorik geleneksizlik ortama hakim olduğuna göre, herkesin gerçekten buna hakkı da vardı.
Özelde geleneksel solun yaptığı seçimler kendi içinde bir tutarlılık taşıdı. Söz konusu olan, devrimci demokratlarla karşılaştırmalı bir tutarlılıktır. Devrimci demokrasinin farklı kesimlerinde sağ ve sol kesitler sergilenecekleri panolar bulabildiler. Ama geleneksel sol, özenle sağı seçti: Lenin’in köylülükle ittifak ve demokratik diktatörlük formülasyonları, Komintern’in her türden cephe politikaları, faşizm konusunda Dimitrov’dan hedefi “en gerici vb.”lere daraltan tanımlaması, Batı Avrupa partilerinin anti-tekel ileri demokrasi projeleri… Tercih listelerinin ilk sıralarında yer aldı. Seçmeciliği belirleyen ideolojik perspektifin geriliği, farklı kesitlerin varlığını unutmakla örtülmeye çalışıldı. Gelenek ve miras ise, sosyalist teori ve pratiğin değeri isimleri önünde “Ne eylerse güzel eyler.” tapınmalarına ve ilkel bir takım tutma anlayışına indirgendi.
Tarihsel ve eleştirel bir bakışın uzağında böyle bir gidiş, ancak kadroların sürekli teorik kısırlaştırılmaları ile mümkündür. Buna katlanamayanlar, tarihte sağ tezlere dayanak olamayacak başka verilerin mevcudiyetini sezdiklerinde sarsıntı geçirmeye mahkumdurlar… Sarsıntının, sürecin bütünselliğini kavramaya götürmesinin ise hiçbir garantisi yoktur.
Bütünün parçası, sistemin öğesi, genelin konjonktürel kısımları… İkincileri anlamanın anahtarı kesinlikle birincilerde yatıyor. Bütün, sistem ya da genel ise bir aritmetik toplamı değil, teoriyle yeni bir nitelik kazandırılmış olan tarih ya da tarih teorisini ifade ediyor. Parçayı kendinde anlamanın olanaksızlığı, aslolanın görüntü değil, gizlenmiş gerçek olduğunu kabul etmektir, ampirizmin reddidir.
Bu noktada “Gelenek” bir teorik yöntemin eşiği olarak karşımıza çıkıyor. Gelenek özü itibariyle, deneyimlerin tekerrürünü sorun etmiyor. Tekrar yaşanıp yaşanmayacağı sorun edilenler, tekil pratiklerdir. Geleneğin kapsayıcılığınınsa tekil pratiklere indirgenme olanağı yok, şu ya da bu topraktaki deneyin harfiyen tekrar etme gücünü tartışmak ise yalnızca gülünçtür. Bir değer taşıyan, tarihte konjonktürlerin ve coğrafi sınırlamaların üzerine çıkabilmiş olan “öz”lerdir.
Türkiye’de geleneksel sol, nesnel olarak parçası olduğu geleneğin ancak parçalarıyla ilgilenebilmiştir. Bu ikili önermenin iki yönü arasında bir çelişki olduğunu sanmıyoruz. Gelenek bir teorinin ipuçlarını veriyor. Oysa siyasette geleneksel solun sınırı, bugün reel sosyalizm başta olmak üzere sosyalizmin kazanımlarıyla aynı hat üzerinde yer almakla çiziliyor. Siyasi ve bilimsel ayrım noktasının birbirlerini çeken eğilimleri olduğu söylenebilir. Ancak mutlak örtüşmeyi garantiye alacak bir etken bulunmuyor.
Geleneksel solun mirasının devrimcileştirici değil, sağa çekici unsurlarına açılması, ne yazık ki, Türkiye’yi de aşan bir nesnellik olarak dayatılıyor. Avrupa’da sağa kayış, geleneksellik sınırlarını siyasal talepler düzeyinde zorlamaya da varabiliyor. Bu nesnelliğin Avrupa için geçerli kökenleri arasında 19. yüzyıl sosyalizmine damgasını vuran demokratizm sayılabilir; kendi içinde gerekli hesaplaşmaları yapmakta geciken Batı’lı sosyalistlerin tek ülkede sosyalizm inşası sürecinde kaldıramayacakları ağırlıkta sorumluluklarla yüklendikleri eklenebilir. Sağ ve sol konjonktür kaymalarının tek bir reel hedefin görüngüleri olduğunu kavrayamayan Avrupa solu, bizzat kendisinin çözülmemiş sorunların yapısından ayrılmaz bir hale gelişine engel olamadı. Savaş ve demokrasi sorunları, geleneksel çizginin sosyalist bir iktidar perspektifinden belli bir mesafede liberal bir sızıntıyla sakat ve bir önceki yüzyılın demokrat kökenine daha yakın bir konumda durağanlaşmasına katkıda bulundu. Demokrasi mücadelesinin önderleri, kendi toplumsal projelerinin sırası yakınlaştığında ürkekleştiler. Sürecin salt siyasal düzlemde işlemediğini ilave etmek gerekir. Geleneksel solun sıkı bağlar içinde bulunduğu işçi sınıfları, Batı toplumlarında homojenliklerini bozucu etkiler altında ve hareketlilikleri iktisadi çevrimlere bağımlılaştıkça bir siyasal erozyon yaşıyorlar. Açıkçası, sosyalizm çok sağlam ve radikal çıktığı takdirde, üstesinden gelebileceği zorlu bir nesnelliğin karşısında tarihinden kaynaklanan zaaflarıyla yerini almış durumda. Son olarak söylenebilecek bir diğer etken ise şu: Bir yandan dünya kapitalizminin yaşadığı gelişme, ama özellikle sosyalizmin varlığını kabul ettiren gerçekliği, dünya üzerinde politik çeşitliliği arttırmıştır. Sorunların ve araçların farklılaştığı bir çağda her mekanda aynı tür sosyalistler bulabilmeyi ummak bir ölçüde hayalciliktir. Daha özelde ifade edilirse, Rusya’da yaşanan ayrışma ve Bolşevizasyon süreci, tüm bu sayılan etkenler sonucu Batı Avrupa solcularının yakıcı bir sorunu haline gelmemiş, “dışsal” kalmıştır.
Bu zayıflıkların nesnel bir görüntü kazanmış olduğu, Batı Avrupa’da “artık böyle” bir geleneksel solun varlığının bir gerçeklik olduğu söylenebilir. Bu bakış, “madem sonuç bu, karşı konulmaz bir nesnelliği vardır” türü bir ekonomist totolojiyle, ya da “başkasının içişleri” gibi teori açısından anlamsız hukuki safsatalarla Avrupa geleneksel solunun aklanması şekline dönüştürülmemelidir. Nesnellik, insan eyleminin ancak iş işten geçtikten sonra karşısına çıktığı bir ilahi kudret değil. Nesnellik insan eylemiyle beraber yoğruluyor. Üstelik dünyamız, Batılı’nın geçemediği engelleri atlayıp iktidara koşabilmiş farklı bir sese de tanık olmuşsa, yanlışın öznel yönünü vurgulamak zorunlu ve haklı oluyor. Bolşevizasyonu yaşayan toprakta bir iktidar yolunun açılmış olması, yaşayamayanda ise sosyalizmin demokrat-Menşevik bir likidasyon tehdidinde varlığını sürdürmesi, yine öznelliğin vurgulanması için yeterli nedeni oluşturuyor.
Türkiye geleneksel soluna bakıldığında ise yanlışın nesnel yanı denebilecek etkenlerin önemini abartmamak gerektiği teslim edilmeli. Türkiye’ye sosyalizmin girişinde, 20. yüzyılın başındaki dönüşümlerin pek yaşanmamış olduğu söylenebilir. Türkiye’de burjuvazinin sınıf bilinci ve siyasal manevra yeteneğinin yüksek olduğu, ülkenin yakın geçmişinde Kemalizm gibi hareketlerin yüksek prestijlerinin etkisinden kurtulmanın güçlüğünden söz edilebilir. Buna 17 Devrimi’nin yanı başında olup da, benzer bir dinamizmden uzak düşmenin “arkada kalmışlığı” da eklenebilir. Sınıf hareketinin motivasyon oluşturma gücünün zayıflığı belirtilebilir. Her şey bir yana, Türk geleneksel solu bu nesnelliklere çok kolayca teslim olmuştur. Türkiye’de ideolojik berraklığa varmak bir yana, burjuva siyasi hareketlerden ilerici, küçük burjuva, sol kanat ya da demokrat ve milli gibi sıfatlarla sempati nesneleri türetmek, geleneksel solun uzun süre yüklendiği bir görev oldu. Düşmanın güçlülüğü veya dostun zayıflığı hiç abartılmaması gereken etkenlerdir. Gecikmiş bir kapitalizmin eşitsizlikler birikiminin yaşandığı bir toplumda, siyaset uzun süreli dengelere kavuşamayacak denli sorunlu bir alandır. Eşitsiz gelişim, kullanmasını bilenler için sağlam bir kaldıracın dayanak noktasını oluşturur.
Türkiye’nin bir olanaklar diyarı olduğu elbette iddia edilmemeli. Ne ülkenin sınıf mücadelesi deneyimleri, ne de uluslararası solun gerekleri Türkiye solcuları üzerinde sonradan bağışlatıcı, geriletici ya da ilerletici çok ciddi etkiler yaratmamıştır. Sosyalist hareket, kendisinden bağımsız olduğunu varsayabileceğimiz bir nesnellik tarafından davet edilmiyor belki, ama Türkiye’nin sık sık içine düştüğü siyasal otorite boşlukları, parlamenter aritmetik anlamda hükümet bunalımlarını değil, toplumsal bir sıçrama ortamının doğuşunu ifade ediyor.
Türkiye’de eksikliklerin sorumluluğunu azaltıcı Batı nesnellikleri mevcut değil. Ama yargılanmayı bekleyen bir tarihin varlığı, geleneksel solun, ülke sorunlarını aşan ortak bir sorunudur.
“Cephecilik” Üzerine
Türkiye geleneksel solunun sosyalizmin uluslararası tarihinden özenle kendine seçtiği sağ tezlerin başında, cephe ile ilişkili olanlar geliyor. Türkiye’de iktidar yolunun mutlaka sosyalizm dışı, gerçekte sosyalizm düşmanı birtakım güçlerle dar hedefler için bir araya gelmekten geçeceğine duyulan inanç hiç terk edilmiyor. Oysa cephe yalnızca bir savunmayı anlatır. Savunma durumundaki işçi sınıfı ve sosyalist hareketin, cephe ortakları arasında elbette önder olmayı arzuladıkları ama bunun nesnel-öznel güvencelerinden yoksun oldukları bir duruma, “cephe” taktikleri denk düşmüştür. Dolayısıyla sınıf, sosyalizmin iktidar sorunu ve perspektifinden uzak olduğu bir sırada cephede yer alıyor. Birleşmenin nedenini ise savaş ya da faşizm gibi olağanüstü tehlikelerle işçi sınıfının zayıf kaldığı bir dönemin örtüşmesini oluşturuyor. Cephe, her zaman sol hareketin ve proletaryanın geriliğine delil oluyor; Türkiye’de ise cephe kurmak hem güçlülüğün kanıtı, hem güçlenmenin aracı sayılıyor. Türkiye’de özellikle geleneksel solun, işçi sınıfını, cepheler aracılığıyla daha sağ güçlere teslim etme pratiği biliniyor. Yalnızca bir somut konjonktürün ürünü olan cephe düşüncesi, üstelik de cephecilik saplantısı halini alarak Türkiye’ye ithal edildi. Nedeni Türk solcusunun sağ formasyonunun ancak böyle bir seçimi olanaklı kılmasıdır.
“Cephe taktiği” ile “ittifaklar politikası”nı bir ve aynı şey sananlar, buraya kadar söylenenleri şaşkınlıkla ve tepkiyle okumuş olmalılar. Böyle bir yanılsamanın basit bir bilgisizlikten öte, bir kez daha ortodoks formasyonun niteliğine dair bir gösterge olduğu vurgulanmalıdır.
İttifaklar politikası, eşitsiz gelişim yasasının siyaset teori ve pratiğinde, , örgüt teorisinden sonra, en zengin ve canlı ürünü sayılmalıdır. İttifakı demokratik cepheden ayıran, iktidar perspektifidir. İki anlamda: Toplumsal siyasi iktidarın ittifakın sürüklediği bir hareketlilik tarafından ele geçirilmesi; ve ittifak-içi iktidarın kesinlikle işçi sınıfında olması. İkinci türün gerçekleşmesinin koşulu, bu sınıfın öncü örgütünün sahip olduğu yaptırım gücünden başka bir şey değildir. Sosyalist hareket, birer model olarak “ittifak”da önder, demokratik cephede ise sol kanat rolü oynayabilir.
Önderlik konumu ve bunun örgütlü güvenceleri, sınıf hareketinin bağımsızlığını perçinleyen niteliklerdir. Cephe ise, geri hedeflerle yoğunlaşan işçi sınıfının, giderek bağımsız kimliğinin de aşınması anlamını taşıyacaktır. İttifaklar politikası, burjuvazinin demokratik devrimde yanına çekebileceği toplumsal güçleri demokratik devrimle beraber terk etmesi olgusundan başlıyor. Burjuvazinin demokratiklik ile ilişkisini kestiği bir çağda, sosyalizmin, burjuva demokrat boşlukları geri dökülmeyecek bir harçla doldurabilecek tek hareket olduğunda temelleniyor. Ayrı bir demokratik aşamanın gerçekçi olmaktan çıktığı koşullar, burjuva demokrat özlemleri sosyalizme yaklaştırırken, diğer yandan niteliği niceliğinden daha önce – eşitsiz- gelişmiş olan işçi sınıfını da başarıya yönelen yolda, bu demokrat özlemlere birer hareketlendirme aracı olarak sahip çıkmaya zorluyor.
İşçi sınıfının sosyalizm dışı her demokrat eyleminin sınıfın kimliğini likide edeceğine inanmak, yalnızca aşırı sol bir saplantıdır. Böyle bir tehlike önderlik örgütlenmesinin yokluğu ve sınıfın sahipsiz savrulması durumunda söz konusu olabilir. İktidar perspektifi ve bunun somutlanışı olan parti örgütlenmesi, ittifakın içindeki likidasyon riskini yok edici panzehirlerdir.
Klasik modelde riskler ve panzehirler mevcut. Türkiye’de ise likidasyon doğal bir mücadele yöntemi ya da yolu olarak algılanıyor. Geleneksel solun kimi unsurları geçmiş değerlendirmesi yaparken, sosyalistlerin demokrasiye en çok ihtiyaçları olduğu zaman demokrasiye pek az önem vermiş olduklarını düşünüyorlar. Marksist sol içinden bazılarının “önce ve hep” demokrasi dememiş olmaları, sosyalizmi öne çıkartmış olmaları, işçi sınıfının DİSK’in CHP’lileştirilmesiyle likide edilmesine itiraz etmiş olmaları, bağımsız bir kimliğe layık olunduğuna inanmaları, eleştiriliyor. Çok açıkça burjuva demokrasisi adına… Bu noktada da, ne yazık, Yeni Sol-Geleneksel Sol ayrımı silikleşiyor. Demokrasicilik tutkusu ortak payda haline geliyor. Hep bir ağızdan sosyalizmin ve işçi sınıfının sınıf karşıtlarının özgürlüğünü savunmak gerektiği tekrarlanıyor. Bu bakışı reddetmek gerekli. Burjuva demokrat biçimselliklerin ardına sığınarak sosyalist olunabilmesi mümkün değildir. Sosyalistlerin kendi sosyalist demokrasileri mevcut; ve geleneğin merkezi öğelerinden birini oluşturuyor. Bu farklı demokrasiye ulaşabilmesi içinse, geleneksel solun bir “revizyondan” geçmesi gerekiyor. Yoksa, “biz sosyalizmden ödün vererek, burjuva demokrasisi içinde huzurlu bir yer kapmak istiyoruz” mu denmek isteniyor? Yoksa, cephe kurulmak istenen burjuva siyasetlerinden belirli bir anlayış mı talep ediliyor?… Geleneksel sol söz konusu olduğunda, bu soruların düşünülmesi bile üzüntü veriyor.
Türkiye geleneksel solunda, cephe iki varsayıma dayanıyor. Burjuvazinin demokrat ya da demokrasiye ikna edilebilir kesimlerinin varlığı ve bir de kapitalizmle sosyalizmin arasında teorikleştirilebilir bir orta yolun olanaklılığı. Teorik düzeyde her iki varsayımın şiddetle reddedilmesi gerekli. Bugün ne faşizmin çöküş dönemine özgü, burjuvazinin bir kısmının demokrat muhalefetle birleşmesinin, ne de böyle bir birleşmenin kendiliğinden ideolojisi olan üçüncü yolculuğun bir nesnelliği mevcut. Burjuvazinin “demokratlaşması” ve “kapitalist olmayan yollar” sadece tekil ve konjonktürel olanaklar dahilinde yer alıyorlar. Bu seçeneklerin modelleştirilmesi mümkün görülmemeli. Böylesi özgünlüklere bağımlı modellerin, üstelik bir “cephecilik” perspektifine dönüştürülerek genelleştirilmesi, Türk geleneksel solunun en ağır kamburunu oluşturmuştur.
Bu kamburun taşınması devam ediyor. Oysa sosyalistlerin doğal seçimi radikalizmden yana olmalı; ancak karşı konulması olanaksız zorunlulukların radikalizmi budaması, sosyalistlere bir “bağışlanabilirlik” kazandırabilir. Cephecilik ise, daha en baştan geleceğe açılan pencerelerin örtülmesi anlamına geliyor.
Cephenin iki varsayımı, aynı zamanda çift program anlayışının, buna bağlı olarak aşamalı devrim anlayışının da dayanaklarını oluşturuyor. Eşitsiz gelişim yasasının, kapitalizmin eleştirisinin her türünü, gerçekleşebilir olduğu ölçüde sosyalizmle örtüşmeye zorlaması, her iki anlayışı bir buçuk yüzyıl öncesine itelemektedir.
Geleneksel Solda Aşamacı Perspektif
Aşamacı-demokrasici perspektifle belirlenen Türk geleneksel solunun, dünya üzerindeki türdeşlerinden de farklı olarak bir devinimsizlik sorunu taşıdığını düşünüyoruz. Sosyalist ülkelerde yer yer çok ciddi farklılaşmaların varlığına rağmen, haklı bir oturmuşluktan söz edilebilir. Bu durum ve kapitalist toplumların pek az sayıda örneği bulunan “sosyalist devrimci” partileri bir yana -bu ikinci türe Portekiz ve Yunan partilerini örnek göstermek mümkün- demokratizmle aşırı malul hareketler 60’lı yıllardan bu yana birçok yolu denemiş bulunuyorlar. Kimlik kazanmanın, çarpık bir biçimde reel sosyalizmden kopmayla birlikte yürüdüğü bir dönem, Avrupa Komünizmi girişiminde en olgun ifadesine kavuştu. Fransa’da koalisyon ortaklığına varan, İtalya’da süratli bir yükselişi hayal kırıklığının izlediği “uzlaşma” arayışları, anti-tekel ileri demokrasi projeleriyle yaygınlık kazanma çabaları ve çözümsüzlükler… Belirleyici perspektif sıçramaları olmasalar bile, her yönelişin samimi bir çıkış arayışı olarak değerlendirilmesi mümkün.
Türkiye’de ise geleneksel sol 1960’larda bir kanadıyla devrim stratejisi tartışmasında devrimci demokratların MDD önermelerini reddederken, diğer kanadıyla aynı öneriler paraleline oturdu. Sosyalist devrimi savunan kesimin ilk önce ideolojik, daha sonra da örgütsel olarak zaafa uğrattığı süreç ise 77-78 yıllarında başladı. 60’larda MDD’ci olmadan MDD’cilik yapılarak “asker-sivil aydınlardan” bir yol temizliği bekleyenler, bir on yıl sonra MDD cephesinin yerine UDC’yi, ortaklık adaylığına da CHP’yi geçirdiler. 80 başlarında karşı saf içinde yandaş ya da tarafsız bir güç arama tutkusu, en çirkin ifadesini “iyi paşa-kötü paşa” zorlamalarında bulacaktı. Sonra sıra Demirel’in DYP’sine, eski CHP’den çok daha sağda dengeye kavuşan “sol” partilere ve hatta İslamcı oluşumlara kadar geldi.
Tüm bunlar, yalnızca görüntüdeki değişikliklerdir. Geleneksel solun ana merkezleri, her koşulda demokrasicilik ve aşamacılığın yeni biçimlenişlerini araştırmaktan öte bir hareketlilik göstermiyorlar. Amaç, her zaman cephe ortakları bulmak, hedef ise cephenin getireceği “ileri demokrasi”… Bu umutların trajikomik sonlarla noktalanmaları, geleneksel solun güzel niteliklerinden biri olan inadını kırmıyor! Ama kararlılık, bu kez ne yazık ki, kendini yenileme yükümlülüğünü engellemek için kullanılıyor.
Amaç ve hedef öylesine sabitlenmiş durumda ki, başka yanılsamalar da peşpeşe üretiliyor. Bir tanesi, hiçbir yenilik anlamı içermeyen gündelik adımların dönüm noktaları olarak ilan ve tespit edilmesi. Geleneksel solun belirleyici odakları adeta varlıklarını, sırf periyodlarla “halkın yükselen mücadelesinin kendilerini kucaklamakta” olduğuna iman tazeleyerek sürdürüyorlar. Sağlıklı bir yaşam olmadığı kesin. Kısa vadede yanıltıcı ve kısırlaştırıcı, orta vadede ise yanılsama mesajları karşısında kadroların giderek her tür siyasal mesaja duyarsızlaşması sonucunu veriyor.
Bir diğeri, teorik-siyasi bir tartışma örneği. Konu: Faşizm… Tartışma 80’li yıllarda gelişti ve kısırlaştırılması için elden gelen her şey yapıldı. Burada tartışmadan habersiz kalmış olan okuyucularımız için çok fazla açıklayıcı olabilmemiz mümkün değil. Kısaca şöyle söylenebilir. Türkiye’de rejim, çok küçük adımlarla ilk açılma girişimlerini yaşarken, geleneksel solun bir öznesi tarafından ülkenin daha karanlık bir tasviri yapılmaya başlandı. Somut düzeyde karanlık tablonun içine gri tonlar serpilmeye başlandığı bir anda “iyi paşa” arayışından bir karşıt noktaya savrulmanın nedeni ne olabilir?Diğer yandan dikkatli bir izleyici tespitlerin farklılaşmasının taktikleri kesinlikle etkilemediğini görecektir. Sürüp giden, yalnızca bir görüntüler manipülasyonudur. Kalıcı olan ise cephe projesidir. Eğer demokratik bir ortamda yaşanıyorsa “ilerlenebilir”, yok eğer gerici koşullar egemense, en geniş cephe, demokratikleşme, sivilleşme gündeme getirilir. Faşizm, Komintern tarafından burjuvazinin dar bir kesiminin son çaresi olarak tanıtıldığında, bu görüş bir geniş cephe önerisine temel sağlıyordu yalnızca. Türkiye’de sözü edilen tespit değiştirme, en geniş cephe hayali için ortodoks solun geçmişinden bir kesit nakli yapılmasından ibarettir.
Teorik bir konuda manevra yapmanın ciddi nedenleri olmalı. Tartışmanın kısırlığı iyice belirginleşiyor. Bir “terim”, solun geniş kesimlerinde bir “radikallik kıstası” ve en önemli, hatta tek gösterge olarak algılandı. Radikallik böyle sığlaştırılınca, “İlerleme”nin içten içe yaşadığı erozyonu bir terim değişikliğiyle durdurması olanaklı oldu. Hiçbir tarafın sağda müttefik aramaktan başka bir şey düşünmediği, tüm umutların aynı sosyalizm düşmanlarına bağlandığı bir tartışma, geleneksel solun kadrolarında yeni saplantılar ve muğlaklıklar yaratmaktan, sosyalizmle yeni tanışan insanları ise baştan bir kısırlıkla karşılamaktan başka sonuç vermedi.
Türkiye solu bütün bölünmüş görünümüne rağmen, geçmişte de bugünde de bir ortak özelliğe sahip olmuştur. Devrimci demokrasinin çeşitli kesimlerinden Yeni solcu oluşumlara ve tabii geleneksel solun önemli kesimlerine kadar Türkiye solu; bir milli demokratik devrim görüşünde ortaklaşmaktadır. Devrimci demokrasinin asli programı olan bu çizgi, yüzyılın başında sosyalizmin yaşadığı ayrışmayı geçirmeyen geleneksel sol kesimleri de besliyor. Türkiye geleneksel solu, yalnızca formel düzenlemelerindeki zaaflar yüzünden değil, aşamalı devrim tezleri ve iktidar perspektifinden uzaklığıyla da Menşevizme daha yakın bir konuma oturmaktadır.
Yukarıda Batılı geleneksel sol hareketlerin, yer yer gelenekselliğin sınırları dışına taşma tehlikesi içeren arayışlara girdikleri söylendi. Bu merkez-kaç eğilimin varlığını belirlemek, zımni olarak bir “merkezin” de varlığını kabul etmektir. Geleneksel sol kesimin geniş sınırlarını, bu yüzyılın başında yaşanan bir dönüşümün somut ürünleri çizmektedir. Yalnızca reel sosyalizme güven duymak kıstasından söz etmiyoruz. Söz konusu olan dönüşümün teorik özü, heterojen bir topluluk olan geleneksel kesimin tümü için bir çekim merkezidir. Merkezkaç güçler bu merkezin etki alanının sınırlarında doğmakta ve aynı merkezin siyasi bir görüngüsüyle belirlenen geleneksellik sınırının da üzerinde gezinebilmektedirler.
Burada, siyasi pozisyon ile teorik söz arasında bir örtüşmezliği kabul etmiş oluyoruz. Teorik öz, farklı siyasi varyantlar arasında eşitsiz bir dağılım yaşamıştır. Türkiye, bu eşitsizlikten olumsuz bir şekilde nasibini almış, siyasal anlamda gelenekselliğe kendini çok sıkı bağlarken, teorik özü asla sindirememiştir.
Geleneksel sol, birincisi, sağ dengelerde oynamaktadır; ikincisi çok sorunludur. Bu yapının kendi eteklerinden eleştirel akımların varlığını kışkırtacağı, marjinal kopmaların sürekliliğini garantileyeceği açıktır. Ve doğal olarak, marjinal kesimler ana kütleler karşısında “radikal” ve “sol” olacaklardır. Bir parantez açmak gerekiyor; Gelenek dizisinin sürekli okurları için net olan “marjinallik” kavramından, bir itilmişlik, ya da “aslolamayan marjinal olur” türü bir yeteneksizlik algılanmamalı. Marjinallik, zaaflara muhalefetin, taşlaşmış yapıları ancak küçük oranlarda sarsabilmesi gerçeğinden türüyor. Geleneksel solun “resmi” ve “asli” yapılanmalarına karşı, eteklerinde çok daha az ağırlık, teorisinde zenginlik, siyasetinde radikallik ve insanlarında canlı, yaratıcı bir inanç barındırıyor.
Ancak, eleştirel akımlar Türkiye’de giderek çoğalırlarken, eşitsiz bir gelişmenin de izlerini barındırıyorlar. Solun bütününde farklı sıfatlarla aynı MDD’cilik yaşatılırken, marjinal oluşumlar sosyalist devrim perspektifine, saplantılarından eşit düzeyde kurtulamadan ve yeniliklerinin adını koyamadan yaklaşıyorlar.
Sosyalist Devrim Perspektifi Üzerine
Türkiye’de sosyalist devrim tartışması 20 yıl önce, bir sosyo-ekonomik adlandırma çerçevesinde yürütüldü. Kapitalizmin egemenliği bir sonraki adımın sosyalizm, feodal yapının üstünlüğü ise demokratik ve milli bir aşamayı haklı kılıyordu.
Bu tartışmanın yeterli bir kapsayıcılıktan uzak olduğu, Türkiye’de daha önceleri de söylendi. Kapitalizmin eşitsiz gelişimi burjuvaziyi kendi devrimini tamamlayamadan işçi sınıfından ürkmeye sürükledi. Bu etkene 20. Yüzyılda sosyalist sistemin varlığı ve kapitalist dünyanın tekelleşmeyle paralel, artan ölçüde gericileşmesi eklendi. Burjuvazinin dünyanın herhangi bir yerinde Jakoben radikalizmi tekrarlayabilme şansı gündemden silindi. Dünyanın gelmiş geçmiş tek tutarlı demokratları, Jakobenler ise daha o günden, her tür ileri adımdan ürküntü duyan burjuvaziyle çelişkiye düşmeyi oldukça pahalı ödediler. Bugün kalıcı kazanımlara ulaşabilen bir atılımın işçi sınıfından bağımsız ve sosyalizmin dışında oluşması düşünülemiyor. Bu güçlerin eksik olduğu çerçeveler başlangıçtan itibaren bir tutukluk içeriyorlar, kısa sürede eski geri siyasi ve toplumsal formların canlandığı restorasyon rejimlerine dönüşüyorlar. Ne siyasi demokrasi, ne sosyal özgürlükler, ne de ulusal bağımsızlık, sosyalizmden artık arındırılamıyor.
Yanlış anlaşılmamalı. Sosyalizmin bunlarla özdeş ya da eşanlamlı olması değil bu birleşmenin nedeni. Sosyalizm, kendi bağımsız talepleri ve programıyla bu demokratik hedeflerden nitelikçe ayrılıyor. Ama bu hedeflerin sosyalistler ve işçi sınıfından başka taşıyıcıları artık mevcut değil. Eşitsiz gelişim bir yandan da kapitalizmin yükselişiyle paralel olarak işçi sınıfının dünya görüşünün yaygınlaşacağı ve yeterli niceliği sürükleyeceği fikrini de gerçekçi saymamıştır. İşçi sınıfı dışı, kapitalizme muhalif sınıflara yakın motifler, barış, demokrasi, toprak, bağımsızlık vb. işçi sınıfının ekonomik-politik arzularından ve iktidar talebinden daha canlı sorunlar haline gelerek gündemi işgal edebiliyorlar. Bu noktada sosyalizmin manipülasyon alanına girmeleri durumunda düzen içi kısmi reformlarla tatmin edilemez bir içerik ediniyorlar.
Sosyalizm hiçbir yerde bu tür motiflerin yokluğunda zafere ulaşmış değil. İşçi sınıfının yönlendirdiği ittifaklar, saf demokratik devrimci adımlarla tatmin edilmesi olanaksız eğilimlerin yarattığı dalgalarla iktidara ilerlemişlerdir.
Türkiye’de iki tartışma yöntemi ilki daha çok, ikincisi daha az duyulmuş şekilde pratik şansı bulabildiler. Eşitsiz gelişim yasasını temel alan ikinci türün daha kapsayıcı olduğunu tekrar edelim. Ancak Türkiye için her nasıl yapılırsa yapılsın bu tartışmalardan ileri sürülebilecek kıstasların mevcudiyeti kuşku götürmüyor. İster feodalizmin tasfiyesinde, ister eşitsiz gelişim yasasında temellensin, ibre sosyalist devrimi gösteriyor.
Ancak, feodalizmin tasfiyesi ya da eşitsiz gelişimin ürünü olarak, “demokratik aşama”nın gündemden düşmesi, “sosyalist” sıfatının tek gerekçesi ve anlamı değildir. İlk olarak, sosyalist devrimi savunmak, radikalizm anlamına geliyor. Artık sosyalist devrim adı konmadan savunulamaz oluyor. Önemli bir yöndür; çünkü öncünün geri hedeflerle yoğun olması, sürecin bir noktasında mutlaka çeşitli tahribatlar yaratacaktır. Aynı şekilde, “ad koymamak”, daha düşük dozda olsa da, benzer riskler içerecektir. Sosyalizmin prestijinin çok yüksek olduğu iktidara geliş günlerinin toplumun çeşitli ayak bağlarının çözülebilmesi için sunduğu geniş olanakların, “demokratik” ve yanına eklenmiş “ileri”, “halk” vb. saplantılar yüzünden kullanılmaması bağışlanamaz.
Demokratik saplantılar, bir demokratik evrede çoğunluğun ikna edilebileceği, kazanılabileceği varsayımından türüyorlar. Toplumsal değişim ve devrim, küçük sayıda bir nitel güç ile niteliksiz yığın arasındaki diyalektikle belirleniyor. Demokratik devrimcilik niceliğin sığlığının siyaset alanına taşınmasından ibarettir. Sosyalist devrimcilik, öznenin müdahale gücüne tanınan değeri anlatıyor.
Dolayısıyla iki nokta daha belirginleşiyor: Birincisi örgütlü politika, sosyalist devrim perspektifi içinde en olgun ifadesini buluyor. Her ikisi birlikte, popülizm ve türevlerinin reddi olarak birbirleriyle gelişkin bir uyum arz edeceklerdir. İkincisi niceliğin dönüştürülmesinde beliren en etkin araç iktidardır. Bunun kabul edilmesi, her sınıfın iktidara toplum çoğunluğunun aktif muhalefetine karşı olmasa bile, en fazla sessiz bir onay ile ve azınlık temsilcisi olarak gelmiş olduğunu görmeyi sağlar. İktidar olan sınıf, iktidarda kendisini yeniden kurar, yaratır.
Demokratik devrimcilik, kategorik olarak, bilimsel sosyalizmin damgasını vurmadığı günlerde, burjuva devriminin uç yorumu olarak ortaya çıktı. Fransız Devriminde Jakobenlerde izlerini tespit etmek, ütopik sosyalizm türlerinde gelişimini izlemek mümkün. Rusya’da kitleselleşti. Burjuva devriminin, burjuva devrimi olarak kaldığı sürece eksikliğe mahkum olması, devrimci demokratlığın maddi zeminini oluşturdu. Eşitsiz gelişimin sosyalizmi gerçeklik haline getirmesiyle demokratik devrimcilik çağın dışına, devrimci demokratlar ise ütopizme itildiler.
Sosyalizmin ittifaklar politikasına ve iktidar yolunda demokratik devrim programlarının unsurları döşelidir. Sosyalizme angaje edilmiş halleriyle bile geri çekici bir eğilime kaynaklık etmeleri olanaklıdır. Burada, önemli olanın sosyalist çekimin belirleyiciliği, öncünün kullanılan demokrat motiflerde boğulması karşısında örgütlü güvencelerin yaratılması olduğu tekrar edilmelidir.
Demokratik devrimcilik, çağdışı kalmışlığın yanı sıra, burjuvazi devriminin tamamlayıcı yorumlarınaa her zaman ihtiyaç duyulan boşluklar bırakması nedeniyle, bütünüyle tükenmesi de mümkün olmayan bir nesnelliğe sahiptir. İşçi sınıfının bu boşluğu mükemmel bir şekilde doldurması mümkün olamaz. Zira, boşluğun örneğin burjuva demokrasisine özgü biçimler gibi, sosyalizmin hitap etmekten özellikle kaçınması gereken yönleri de vardır ve sosyalizm kendi demokrasi formlarına sahiptir. Demokratik devrimcilik, tekrar edelim, kapitalizm ve sosyalizm arası bir statükonun mevcudiyetinden beslenir. Yirmi küsur yıl öncesinde bir tür üçüncü dünya demokratlığını filizlendiren atmosfer artık mevcut değil. Ancak kalıcı bir pratiğe ve ideolojik kararlılığa sahip olması olanaksız bu orta yollardan model üretme şansı yoktur. Konjonktürel yükselip alçalmalar ise, hiçbir zaman sıfırlanmayacak, sonuç olarak demokratik devrimcilik, kapitalist dünya sistemi sistemlikten çıkana kadar, kararsız dengelerle, işçi sınıfını geriletici ve sosyalizmi likide edici işlevleriyle emperyalizmi sınırlayıcı muhalefetini bir arada pratiğe dökerek varlığını sürdürecektir. Programatik özelliği ise, anti-tekelcilik, anti-faşizm, anti-emperyalizm, anti- sömürgecilik gibi unsurlarla donanmış konumu ve anti- kapitalizmden ise özenle kaçınması olacaktır.
Geleneksel solun MDD-SD ikilemindeki geri tavrının dayanağını ise hiçbir zaman ciddi olarak Türkiye’yi feodal toplum sayan zorlamalar oluşturmadı. Saf devrimci demokratlarda ve Maocularda karikatürleşen bir sosyo-ekonomik analize yakınlık duyabilmenin geleneksel sol için olanaksızlığı, yine de bir görece ileri adım olarak değerlendirilebilir. Fazla umutlanmamak şartıyla.
Geleneksel sol, “ileri” demokratik devrimciliğe birkaç yoldan gitti. Bir tanesi az gelişmiş ülkeye demokratik, ileri ülkeye sosyalist devrim öneren bir şablonun en doğal ve arı gerçek olarak görülmesi oldu. Bu yarı-sessiz kabullenme olanaksızlaştığında, Batılı partilerden ödünç tezler sahneye çıkartılmayı başlandı. Yeni araçlara ihtiyaç duyulmasında 60’ların tartışmaları ve TİP’in eksiklikleriyle de olsa sosyalist devrim savunusunu ülkeye kazandırmasının payı önemsenmelidir. Ödünç alınan tez ise, sosyalizme giden yolda bir ileri demokrasi durağı olacağını, bu durağa da burjuvazinin demokrasiyle çelişen yönünü, yani tekelleri budayarak girebileceğini içeriyordu. Bugün, Türkiye’de bu şemalar daha da yumuşatılabilmektedir. Geleneksel solun ana kütlesi üzerinde, marjinal kesimlerin “demokrasi” ve “burjuvazi” kavramlarını birbirlerinden ayırma eğilimlerinin etkisi hissedilmektedir. Ana odakların tutarlı ve net bir hatta homojenleşmek yerine, mümkün olan en geniş kitleyi içine almak yönündeki Menşevik yaklaşımları, aşama fikrinin biçimsel olarak terke dilmesini bile doğurabilmektedir. İki aşamanın söz konusu olmadığı, iktidarın sürecin başından itibaren işçi sınıfı ve müttefiklerine ait olacağı gibi ifadelerin satır aralarına, “ama” ayrı bir aşama olmayan, belki yalnızca yeni iktidara hazırlık sayılabilecek bir “düzen” sıkıştırılıveriyor. İleri demokratik sıfatlarını izleyen “D”, istendiğinde devrim, istendiğinde düzendir. Kimi zaman CHP iktidarını, kimi zaman bir sınıflararası milli uzlaşmayı, DYP, SHP, RP, DSP ile birlikte kurulacak bir cepheyi anlatır. Kimi zaman da bunların devrimci demokratlarla radikalleştirilmiş versiyonlarını…
Her tür demokratik aşama merakı, iktidar sorununa bakışta yanılgıların varlığını haber verir. 1917’de Şubat öncesinde demokratik, Ekim öncesinde sosyalist hedeflerin ağır bastığı söylenir. Eksik olduğunu düşünüyoruz. Demokratik devrimin görevleri arasında sayılan barış, siyasal demokrasi, aristokrasi ve monarşi artıklarının siyasal tasfiyesi ve en önemlisi tarım sorununun çözümü sayılıyor. Şubat’tan Ekim’e bir tekinin dahi kalıcı bir çözüme yaklaştığı iddia edilemez. Birincisi, sosyalistleşemeyen devrimin demokrasi sorununu da çözemeyeceğine bir delil oluşturuyor. İkinci olarak, Şubatın burjuva anlamda elde ettiği tek başarının burjuvazinin siyasal iktidara, ikili iktidar koşullarını dengesizliği içinde bile olsa ulaşmış olmasıdır. Bu, Şubat’ın demokratik devrimi “tamamlamış” olması için yeterli sayılıyor. Ve, Şubat’ın ertesinde bir dönüm noktası saptanıyor. Lenin, burjuva devrimin “tamamlama” sorununu ortaya atmakta ısrarın, “canlı Marksizmi ölü metinlere feda etmek” olacağını anlatıyor. Kısaca iktidar sorunu, her devrimci atılımın merkezi sorununu oluşturuyor. Bu anlamda da, sosyalist iktidarın Ekim’den sonra “demokratik” denilen adımları atması, Ekim Devrimi’nin aşamalara bölünmesine hiç de neden olmuyor. Aşama, eğer iktidarda farklılaşma söz konusu ise gerçek olur. Şubat ve Ekim gerçekten iki ayrı aşamadır. İlki demokrasiye ulaşamayan bir demokrat devrim, ikincisi ise sosyalist devrim.
Demokratik devrim, zafer şansı olacaksa, sosyalist devrimin içinde erimek zorundadır. Bu anlamda, Türkiye geleneksel solunda “Genel demokratik görevler ne zaman çözülecek?” sorusuna, “Bunu önceden kimse bilemez.” yanıtıyla yaklaşmak, yalnızca siyasal öngörü eksikliğinin teslim edilmesi olmuyor. “Somut durumun somut tahlili” önermesi, siyasete bilinemezcilik felsefesini sokmanın aracı haline getiriliyor. Bunun anlamı sosyalist devrimden bağımsız olarak demokrasinin olanaklı olduğu fikrine yerleşiklik kazandırmaktır. Marksistlerin bu görevlerin ne zaman çözüleceğine verilebilecek yanıtları olmalıdır. Yanıtın 1917’den bu yana “sosyalist devrimle beraber” olduğu biliniyor.
Türkiye’de geleneksel solun çok unsuru, sosyalizm öncesinde, çözüme kavuşturulan her demokratik görevin sosyalizm yolunda bir ileri adım sayılması gerektiğine inanıyor. Trotskiy ise, Radek’in kendisine yönelttiği eleştirilere karşı çıkarken, çok haklı olarak şunları anlatıyor: “Proletarya (iktidarı), Radek’in düşündüğü gibi, demokratik devrimin tamamlanmasından sonra kurulmaz. Eğer durum böyle olsaydı bu (…) Rusya için imkansız bir şey olurdu, çünkü köylülüğün sorunları bir önceki aşamada çözülecek olsaydı, geri bir ülkenin sayıca az proletaryası iktidara gelemezdi. Hayır, tarım devriminin görevlerini çözecek başka hiçbir güç ve yol olmadığından, burjuva devrimi temeli üzerinde proletarya (iktidarı) mümkün ve hatta kaçınılmaz bir hale geldi. Ama demokratik devrimin gelişerek sosyalist devrime dönüşmesi olasılığını açan da bundan başka birşey değildir zaten” (Sürekli Devrim, Köz Y., İst. 1976, s, 76). Trotskiy’in niceliği iktidara gelememe olasılığının bir etkeni olarak koymasının ne derece doğru bir vurgu olduğu tartışılabilir; bu rezerv bir yana, iki devrimin birbirine muhtaçlığı, Trotskiy düşüncesinin bütününü ve bugününü bağlamayan bu pasajda güzel bir ifadeye kavuşuyor.
Devrimin niteliği, tekil talepler düzeyinde tartışılması olanaksız bir soyutlamadır. Bunun yeterince açık hale geldiğini sanıyoruz. Öyle ki, her toplumsal çerçevenin özgünlüğü belirli bir “birincil” sorun ile karşı karşıya kalınmasına neden oluyor. Bu sorunun çözümüyle birleştiği ölçüde sosyalist devrim de güncelleşebiliyor. Rusya’da tarım sorunu bu konudaki örneği oluşturuyor. Yine Trotskiy, eğer barbarlıktan arta kalmış tarım sorununu, burjuvazinin çözmesi mümkün olabilseydi, proletaryanın, 1917 devriminde iktidarı ele geçiremeyeceğini anlatıyor. Rusya’da konjonktürün sunduğu demokratik motiflerin zenginliği arasında, gerçekten tarım sorunu ön plana çıkmıştır. Bütün siyasi hareketler pratikte tarım sorununa ilişkin tutumlarına göre konumlanmışlardır.
Her ülkenin ana sorunu farklı oluyor. Almanya’da ulusal sorun ana halkanın belirlenmesine birinci dereceden katkı koydu. İkinci Savaş sonrasında sosyalizme geçen ülkelerde daha kısa vadeli barış ve ulusal kurtuluş motifleri taşıyıcı oldu. Vietnam’ı bir ulusal kurtuluş savaşından ayrı düşünmek mümkün değil. Latin Amerika ülkelerinde ana halka bu kez karşımıza mücadele biçimi olarak çıkıyor.
Türkiye’de ise sosyalist hareketin çözmeye mahkum olduğu pek çok kısmî sorun mevcut. Ama bunlardan hiçbiri ön plana çıkıp ağırlığını hissettirmiyor. Türkiye, herhangi bir sorunun kalıcı olması, kangren haline gelebilmesine, bu yolla sosyalist devrimciler için ilk önce turnusol kağıdı, sonra da sıçrama tahtası işlevi görmesine bile izin vermeyecek kadar dengesiz bir yapıya sahip bulunuyor. Sorunlar, yükselirken düşmeye başlıyor. Bu yüzden güncele fazla angaje siyasi çizgiler bir süre sonra silikleşebiliyor.
İçinde yaşanılan toplumun dengesizlikler birikimi, sosyalistler açısından bir avantaj haline çevrilebilir. Türkiye’de sosyalist hareketin önünde, gelecek devrimin sosyalist kimliğini muğlaklaştırabilecek bir demokratik sorunun mevcut olmaması da bir avantaja çevrilebilir. Bizzat sosyalizm talebi, yoksulluktan toprağa, işçi sınıfının temel haklarından ulusal soruna kadar hiçbiri belirleyici olmayan, ama önemli, çok sayıda motifin manipüle edilmesinde kaynaştırıcı bir odak olacaktır. Türk sosyalistleri ülkelerinin bu özgünlüğünden dolayı da, “sosyalist devrimi” adlı adınca savunmaksızın bir ileri adım atamayacaklardır.
İnsan Malzemesi ve Kadro
Geleneksel solda, insan malzemesine, hep günceli aşamayan perspektiflerin gündelik malzemesi olarak bakıldı, malzeme bu tarzda kullanılmaya çalışıldı. Her güncel perspektifin sınırlarına ulaşılınca, bu malzeme tüketildi. Mücadelenin değişik alanlarında yola çıkanlar, “yığınların içinde, yığınlarla birlikte” şahlandıktan sonra, yola çıkıldığındaki sayıdan da azalarak, “biz bize” kaldıklarını gördüler. Hep söylendi: Kadro yığınların içinden çıkar. Bu kavrayış, geleneksel solda pek rağbet edilen genel-geçer, fakat fazla pratik açıklayıcılığı da olmayan çok sayıda doğruya örnektir. Siyasal-toplumsal örgütlenme süreci içinde yığınlar sürekli elekten akarlar. Kadro o elekten akmayan, sarsılma ve savrulma koşullarında, diğer bireyleri de eleğin üstünde tutabilen kişidir. Ayakta durmayı ve ayakta tutmayı kollektivize eden, uzun soluklu hazırlığın taşıyıcısı bireydir; objektif olarak içinden çıktığı yığını olumsuzlayarak ve o yığını olduğu gibi veri almayarak kendini aşar. Ham, dönüştürülmemiş yığınlar, kendi dışlarındaki birçok dinamiğe bağlı olarak, siyasal kadro çıkarma potansiyeli taşır. Bu bağlamda her kadro yığınların içinden çıkar.
Toplumsal hayata kılıcını attığı devrede, yükselen burjuvazinin ufkunu aydınlatan ilk parıltılar “Aydınlanma” döneminden feyz aldı. Bu gelişmenin bir kolu aydınlanmanın aydınları, diğeri de arenaya her türden feodal yapmacığı ve ayrıcalıklı elit siyaseti zorlayarak giren burjuva demokratları ve sosyalistler oldu. Proletarya hem kendi içinden siyasallaşmış aydın çıkarma, hem de toplumun diğer kesimlerinden gelen sosyalist aydınlara yaklaşabilme yeteneği gösterdi. Bunları niçin anlatıyoruz? Sürecin günümüzdeki uzantılarına anlam kazandırmak amacıyla. Bugün artık, aydınlanma çağının “fildişi kulesindeki aydın/halk adamı” karşıtlığı, siyaset içindeki bireyleri ayrıştırırken ve eleştirirken kullanılamayacak denli yıpranmış, kadim bir klişeye dönüşmüştür. Burjuvazinin demokratlığı ile birlikte aşınmıştır. Ütopyanın gerçeğe dönüşmesi ile birlikte, ihtilalci aydınlar ile birlikte, 1917 ile, proletaryanın bizzat aydınlanmaya başlamasıyla geçersizleşmiştir.
Artık yığınların içinden çıkmayan politik birey bulamazsınız. “Artık fildişi kulelerden” istense de politika yapılamaz. Politikadan uzaklık bile bugün bir siyasi tercih sınırları içine düşer. Siyasette hata yapılır, etkinliksiz konuma düşülür; fakat bu hatalar “fildişi kule” tezleri ile çözümlenemez.
Geleneksel solun alışkanlığı ile “yığından kopuk küçük burjuva aydını” tipolojisini her dem öne sürerek, kadro eksiklikleri, çarpıklıkları düzeltilemez. Kadro sınıfsal kökenini aşmış insandır. Geleneksel solda ise, kadro normlarının sürekli aşağıya (yığınların niteliklerine) çekilmesiyle, kadrolar sınıfsal kökenlerine yabancılaşamamıştır. Doğrudan söyleyebiliriz; işçi kökenli kadrolarda, küçük burjuva kibiri, siyasi cambazlık, burjuva demokrat kaypaklığı, klasik meslek sendikacısı oyunları sıkça gözlemlenir. Proleter kökenli olmayan geleneksel sol kadrolar ise uvriyerist komplekslerle, teori fukaralığını ve aydın düşmanlığını “proleter mücadele” yapmak sanmışlardır.
Proletaryaya uzanmak, geleneksel sol kadrolar için taraftar kazanmak sınırından öteye gidemedikçe, proleter kadrolar yetiştirmedikçe, bu kez eldeki kadrolar işçiye benzetilmeye çalışıldı. Bu eğilimin safça ve kısırlaştırıcı olduğunu vurgulamalıyız.
Kadroların sınıfsal kökeni sorununa ek olarak “insan malzemesi”ne süreklilik açısından da eğilmeliyiz. Politize ve organize birey ile kadro arasındaki farklar kalıcılık- geçicilik bağlamında değerlendirilmelidir. Siyasi örgütlerle, kadrolar ile yığınlar belirli kesitlerde ve koşullarda aynı toprağa ayak basarlar. Konjonktürel olarak bir araya gelirler. Bir siyasal organizma bu kesit içinde yığınları etkileme ve insan malzemesini nitelikçe sıçratma şansı edinir. Bu geçici kaynaşma periyotlarında, kadro üretimi bir “kalıcılaştırma” ameliyesidir. Artı, hangi kaynaşmanın ve hangi bireylerin “geçici” olduğunu görebilme becerisidir. Kadro politikası açısından, geleneksel solun ustalıktan en uzak ve saf olduğu alan budur.
Geleneksel solun ana kütlesini oluşturan yapılarda, insan malzemesi “geçici” yeteneklere dayandırılmış, dinamizmini sürdürmek isteyen “kalıcı” unsurlar ise “kaşarlanmış” yöneticilerce törpülenmiştir. Atılacak adım, kalıcı olanı ayrıştırabilmek ve her savrulma döneminde “yığınlara adam kaptırılması”nı önleyecek bir eğitim ve seçmecilik (evet seçmecilik) uygulamayı bilebilmektir. Geleneksel solun ana kütlesi içinde “yüksek bilinç ve çelik disiplin” psikozu yaşanıyor. Hep bundan söz ediliyor. Bu ilkelerin içerikleri, Menşevik-adam harcayıcı mekanizmalarla boşaltıldıkça, boşlukta daha çok çınlıyor. Bir yandan yönettikleri insanlardan daha birikimsiz yöneticiler, diğer taraftan ise bir avuç insanın korunamaması, bir kadro erozyonunu besliyor. Bir yandan, disiplin adına kör sadakat ve memur itaati talep edilirken, diğer yandan yığınlarla bağ kurma adına en ilkesiz, disiplinsiz bir rehavet hüküm sürüyor.
Geleneksel solun bu açmaza kıstırılmak istemeyen kesimlerinin kireçlenmiş ve kaşarlanmış yöneticilerin bir yerlerde kendi hayatlarını yaşadıklarını bilip, (ve selam verip geçerek) artık kadro öğütmeyen ve koruyan mekanizmaları geliştirmeleri gerekir. Kadronun potansiyelini zamanlama yaparak harcaması hiç de kaçkınlık ya da bürokratlık değildir.
Bu noktada bir vurgu yapmak zorundayız: Yıllardır bu toprağa ayak basmayan perspektiflerin, somut mücadele koşulları ile burun buruna yaşayan kadroları ittiği suni hareketlilik; somut koşulların dezavantajları ve tuzakları, kadroların kırılmasına yol açmaktadır. Bir diğer taraftan da, değerli unsurlar sızmacılık (entrizm) ve “demokrasi mücadelesi”ne angaje edilmektedir.
Siyasal organizmalarda işbölümünün doğal sonucu uzmanlaşma, bireyler arasındaki eşitsiz gelişmenin sonucu ise, hiyerarşidir. Hiçbir demokratizm endişesi bu olguları engelleyemez. Geleneksel sol yapılarda engellemiyor da. Fakat bu konudaki rahatlığın, bireylerin gelişimini engelleyen tamponlara dönüştüğünü düşünüyoruz. Hiyerarşiden inisiyatifsizliğin, uzmanlaşmadan ise çoğu kez bireylerin sadece iyi yaptıkları işi sürdürmelerinin anlaşıldığını görüyoruz. Bugün geleneksel sol kadrolarda bir kısırlık itiraf ediliyorsa, bunu aşmanın yolu, zamanı iyi gözeterek siyasetin değişik alanlarında kılıç oynatabilen, kişisel inat sahibi ve erken doğmuş bir uzmanlığa hapsolmamış kadroların yetiştirilmesinden geçiyor.
Bireysel inisiyatifi kollektivize eden bireyi öne çıkardık. Kollektivite somut bir bütünlüktür, basit bir toplam değil. Bugün kollektivite için ne denli yüceltici ilkeler öne sürersek sürelim, önümüzde hiç de yığınlara kök salmış ve sınıfın içine karışmış bir kollektivite örneği yok. Bu durumda yük bir yerden bir başka yere akıyor. Geleneksel sol kadrolarda isteseler de istemeseler de, hakim özellikler, tekil kadroların omuzlarına binmiş yük ile belirleniyor. Bu hem geliştirici, hem kısırlaştırıcı bir süreçtir. Aşırı derecede formel, gündelik zorunluluklarla kuşatılan kadrolarda bireysel inisiyatif ve yaratıcı kıpırtılar dondurulabiliyor.
Her ne kadar bireysel siyasal hırs mutlaka kariyerizme varmasa da, geleneksel solun oportünizme koşullanmış kimi kapılarında kadroların sadakatleri, kariyerist iştah kabartan “teşvik primleri” ile ayakta tutulmaktadır. Yazımızın bütününde eleştirilen kimi ideolojik/teorik zaafların, örgütsel/taktiksel sorunların, bir kısmını zamanında kendi içinde oldukları kollektivitenin üst kademelerine eleştiri olarak yöneltenler ile pazarlığa oturuluyor, sus payları dağıtılıyor. Bağlılık ve kariyerizm “sorun çıkarmayan kadro”, ve dolayısıyla “yükseltilen kadro” anlayışıyla besleniyor. Geleneksel solu siyasal etik açısından çürütmeye en fazla aday alan, budur.
Kadroların istihdamı ise geleneksel sol yapılarda bir “gizli işsizlik” ve bu işsizliği aşmak için suni hareketlenme görüntüsü ortaya çıkarıyor. Kadrolara çukur kazdırıp, çukur doldurtma yöntemleri, insan malzemesini ayakta tutmak için kadro politikası adına uygulanıyor. Kadro yetiştirilmesindeki partizanlık, verimsiz istihdam, ürünsüz riskler esnaf zihniyetli bir insan malzemesi kullanımına tekabül ediyor. Artizanlık dengeyi yığından yana bozmakla gıda alıyor.
Kadro mobilitesi problemi geleneksel sol yapılarda diğer sorunlara da sirayet eden, yan sorunlar doğuran, çözümlenmemiş bir açmaz olarak varlığını sürdürüyor. Kadro politikası konusunda görmezden gelinemeyecek bir yasa var geleneksel sol için: İnsan malzemesini taraftar olarak devşirmenin niceliksel yönü, kazanılan insanların gelişecekleri, istihdam edilecekleri alanları otomatikman açmıyor. Suni kadro mobilitesi, sarsıntı dönemlerinin ataletini besliyor. Geleneksel sol yapılar özellikle yığın hareketlenmelerinin ivme kazandığı dönemlerde, istihdam edemeyeceği ölçekte bireyi içermek istiyor. Bu dengesiz beslenme, yapıların oburca bir adam kazanma zihniyetiyle şişkinleşmesi, mücadelenin kızıştığı koşullarda ağır bir yüke dönüşüyor. Ardından, ceketini alıp gidenleri seyrediyoruz. Yapılar, formasyon kazandırmadıkları bireyleri kusuyor.
Kadro formasyonu ve eğitiminden söz ettik. Bu sürecin bir yönü kadroların siyasetin yasaları ve mücadele alanları içinde yoğrulması, diğer yönü de teorik çabalardır. Geleneksel solun teorik yaratıcılık alanındaki zaafları temelini, tarihsel nedenlerde olduğu kadar, tekil kadroların da teorik birikimsizliğinde buluyor. Pratikte artizanlığın kısırlığı, teoride de köylüce bilgi ve teori düşmanlığı, geleneksel sol kadroları kuşattı. Teori ve yaratıcılık, örgüt kaçkını aydınlar güruhunun işi sayılırdı. En ufak bir “aydınlanma”, kireçlenmiş, geri düzeylerde sabitlenmiş teorik yüzeysellik için bir tehdit olarak algılandı. Bugün, geleneksel sol yapılarda kadro eğitimi bir yakıcı yol ayrımına geldi. Artık hariçten gazel okuyan, otodidakt örgüt kaçkınlarının altında kalıp ezildikleri “teorik” birikimin alternatifinin, aparatçik eğitimsizliği ve cehaleti olmadığı kabullenilmek zorundadır. Geleneksel solun ana kütlesinden, sadece dönekler ve kaçkınlar kopmuyor. Pek mesai yapmayan nefer kafasıyla, sorunların aşılamayacağını gören, “kalıcı” unsurlar da kopuyor. İstenildiği kadar “birlik” ve “yuvaya dönme” çağrıları yapılsın, bu süreç sürecektir. Geleneksel solun, uzun soluklu kadroları hem sosyalist, hem aydın olmanın toprağına ayak basacaktır.
Kadroların yönetme ve denetleme becerisi her şeyden önce bir siyasi organizma için zorunlu, teknik özelliklerdir. Yani yaptırım gücü olan insanların, kadroların güçlü olabileceğini söylüyoruz. Peki bu süreç geleneksel sol kollektivitelerde nasıl işliyor? Bu soruya “disiplin ve denetim aleyhtarlığı” yapmak bir yana, bunları öne çıkarmakla birlikte, sürecin bozulmuş raylar üzerinde ilerlediğini -en azından şu ana dek- belirterek yanıt getirilmesi gerekiyor. Denetim ve disiplin teorik aydınlanmayı, ideolojik gelişmeyi dizginlemek için kullanılıyor. Dedikodu, yarı tehdit-yarı anlayışlı ikna mekanizmaları kadroları birbirine düşürüyor. “Uyanıklık”, “Menşevizme” ve “oportünizme” eleştirel bakanları tespit edip, karalamak, soyutlamak için kullanılıyor. “Yüzyıllık rehavet”i ancak memurca dedikodu, tuzaklar bozuyor. Türkiye’de kendi içinden sürekli sol itirazlar ve muhalefetler türeten geleneksel sol bunlara standart metinler, sosyal-demokratik yakınmalar ile karşı koymaya çalışıyor. Çirkin kadro eliminasyonu yöntemleri denetim adına uygulanıyor. Hiçbir şey yapılamazsa, kadrolar likide ediliyor. Günah, geleneksel sol yapılarda, “örgüt adamını”, “örgüt cambazına” dönüştürme günahıdır.
Bu noktada, kadroların eleştirelliğini ne tek başına bir dinamik olarak göstermek, ne de bu eleştirelliği saf bir demokratizme dayandırmak istiyoruz. Şurası netlikle bilinmelidir ki, sosyalist disiplin ve merkezilik anlayışı, Menşevik laçkalığından çok daha fazla otorite, sınırlandırma ve yaptırıma dayanır. Fakat bu geniş bir kadro dinamizmi içine sindirilmiştir. Vurgulanan, geleneksel soldaki kadro kısırlaştırıcı hantallığın, bu dinamizmi kaldıramayacağıdır. Vurgulanan, “birlik ve beraberliğin” sağlanmasında, cehalet ve birikimsizliğin daha uzun süre kullanılamayacağıdır…
İçinde yaşadığımız süreç, “yüzyıllık rehavet ve eğitimsizliği” aşmak yolunda olanaklar sunuyor. Her çevre bunu kendi özgün olanakları çerçevesinde değerlendirir. 12 Eylül sonrasının uzlaşmacı-demokrat tahlillerinin geleneksel sol kadrolardaki yansıması olan kadro likidasyonu, Menşevizm için kısa bir süreç içinde tersine dönen şemsiye olabilir. Yeter ki, o sürece hazırlanmanın hakkı verilsin. Rekabette geri kalmama tutkusuyla eldeki kadrolar mayın tarlasına sürülmesin.
Geleneksel solun, aynı trajikomik çarpıklıklara bir kez daha mahkum olmak istemeyen çevreleri, “güncel”e teslim olmamak zorundadır. “Yoğurdu üfleyerek yeme” psikozundan farklı olarak, bu, güncele adım adım müdahale etmeyi içerir. Sorun, geleneksel solun, “kabaran yığın hareketine yetişme” türünden paniğini ya da tren kaçırma psikozunu gidermektir.
Geçmişten bugüne uzanan rehaveti aşmanın yolu, suni hareketlenmeleri ve akademik-sendikal-demokratik görevleri mutlaklaştırmamaktan geçiyor. Yığınlara, yığınların içinde erimemenin sigortaları sağlandıktan sonra el uzatmak gerekiyor. Buluşmaya ne erken gitmeli, ne de geç kalmalı. Kadro, bu yasayı anlayan, bu süreci işleyen bireydir. Ne günceli tembel bir itidal ile öldüren, ne de yarının sosyalizmini günübirlik kalabalıklara, burjuvaziye boğdurtan insandır.
Çizilen panoramanın karanlık görünmesine karşılık, umut vaadeden nesnellikler barındırdığını bütün yazımız boyunca vurgulamaya çaba gösterdik. Nesnelliği avantaja çevirebilmek için öncelikle geleneksel solun sahte sorunları kovalamaktan vazgeçmesi, her şeyden önce sosyalizm hedefine kendini angaje edebilmesi gerekiyor. Dengesizlikler ve eşitsizlikler ülkesi Türkiye’de, geleneksel solun bu kadar uzun süre oldukça tutarlı bir sağ çizgide kendini dengeleyebilmiş olması, Türk sosyalistlerinin hesabını vermeleri gereken bir sorun olarak, çözüm bekliyor. Türkiye’de sosyalizme dönük en küçük ilerlemenin ön koşulu, geleneksel solun bu hesaplaşmaya girişebilmesidir.