“Özgürlük ve eksiksiz demokrasi CHP’den beklendi oylar CHP’ye verildi muhalefet yapılırken hep gözucuyla CHP’ye bakıldı CHP iktidara geldiğinde vaadlerini tutmaya çağrıldı ve onun için çalışıldı. CHP hep bir yerlere çekilmek ya da bir yerlerde tutulmak istendi. Sol CHP’siz düşünülemez oldu. Sosyalist hareket CHP’siz düşünemez kımıldayamaz varlığını gösteremez oldu.”
(Sosyalist İktidar, Ocak 1980)
Ocak 1988. Sekiz yıl sonra bu satırlarda yapılabilecek tek değişiklik CHP yerine SHP’nin yazılması olabiliyor. Ancak Türkiye sosyalist hareketi kimlik arayışında niteliksel bir gelişmenin ifadesiyle de ortaya çıktı: Sosyalizmin bağımsız sesini yükseltmek seçimlerde hiçbir burjuva siyasi partisine oy vermemek kendi bağımsız adaylarını öne sürmek ve sınıfın bağımsız ideolojik-politik hattına titizlikle sahip çıkmak…
Bağımsız sosyalist adayların “Biz, kapitalist sömürü düzeninin ve buna dayanan burjuva toplumunun ıslah edilmesinden değil dönüştürülmesinden yanayız” diyerek ortaya çıkışları Türkiye Sol hareketinin önemli dönüm noktalarından biridir. Bu sürece bir dönüm noktası özelliği kazandıran ve bu bağımsız sosyalist tavırla zaman olarak çakışan bir diğer gelişme sol liberal çizginin kendi programıyla ortaya çıkışı olmuştur.
1987 yılında solda bu anlamda iki ana hattın belirginleşmesi Eylül günlerinden çıkışın iki ana yolda devam edeceğinin bir göstergesi oldu.
İki ana yol arasında bir ayırım çizgisi çekildi: “Türkiye’de her kritik dönemeçte işçi sınıfının bağımsız örgütlenmesini bağımsız politik tutumunu oluşturmak yerine onun görevlerini başka sosyal güçlere devreden başlıca sorunlarının çözümü için başka sosyal güçlerden medet uman bir yaklaşım sosyalistler arasında başgöstermiştir. Biz bu yaklaşımı benimseyenlerle aramıza bir ayırım çekiyoruz.” (Bülten: Seçimlerde Sosyalist Tavır)
Bu ayırım çizgisinin tam tamına net ve kalıcı olması bu ayırım çizgisinin sağında ve solunda kalanların tek başına bir seçim döneminde benimsenen tutumla belirlenebilmesi mümkün değil. Geçmişten gelen ve geleceğe uzanan doğrultuda iç tutarlılığa sahip bir politik çizginin kalıcılaşması ayırımın Türkiye sol hareketinin geleceğine damga vurabilmesi anlamına geliyor.
1987 yılı 12 Eylül karanlığından çıkışın hızlandığı bir yıl olarak hafızalarda yer alacak. Öğrenci hareketleri hızla artan grevler referandum seçimler sonuçlanan davalar AT başvurusu vd. önemli olaylar bu bir yıla sığabildi. Türkiye’de tarih yeni bir ivme kazandı. 1987 karanlığın alacakaranlığa döndüğü yıl oldu denilebilir.
Türkiye burjuvazisi 80 dönemecini ayakta kalabilmek için istikrar arayışları içinde geçirdi. Yine seçimlerin yapılış biçimi ve sonuçları bu istikrar arayışlarının göstergesi oldu. Yaşanan seçimlerin önemli bir sonucu oyların üçte birini alan bir siyasi partinin mecliste üçte iki çoğunlukla temsil ediliyor olmasıdır. Sonuç elbette sürpriz değildir. İstenerek yaratılmış bir durumdur. Burjuvazinin istikrar isteğinin somutlanmasıdır.
Türkiye’de bugün aldığı oylar azınlıkta temsil gücü çoğunlukta bir iktidar var. Bu neyi gösteriyor Burjuva parlamentarizminin sorgulanmadığı bir dönemde yönetmek için hiçbir çoğunluğun oylarına ihtiyaç olmadığını… Bugün Türkiye’de burjuvazi göstermelik dahi olsa oyunu kurallarına göre oynamama rahatlığını yaşıyor. Bu rahatlığı özellikle yürütme organlarının insiyatifli olması gerekliliğinde kullanıyor. Ve ne yazık ki itirazlar sorunun asıl kaynağına burjuva parlamentarizminin sorgulanmasına değil biçimin demokratikliğine yöneltiliyor.
Türkiye’de kapitalizmin derinleşen bunalımı sekiz yıl önce ancak bir askeri darbenin gölgesinde ertelenebildi. Bu erteleme için herşeyden önce depolitizasyon gerekiyordu. Tüm ideolojik politik ve askeri aygıtlarla bu sağlanmaya çalışıldı. Askeri yönetim boyunca ve onun ertesinde burjuvazi tüm araçlarıyla toplumu atomize etmeye bireyselleştirmeye bireysel kurtuluşa yöneltti. “Köşeyi dönmek” toplumsal bir ideoloji haline getirildi.
Ancak 87 Türkiyesi’nde artık köşe dönme ideolojisinin kitleleri daha fazla ilüzyona sokamayacağı ortaya çıkıyor. Bir yandan giderek yükselen yılbaşı ikramiyeleri diğer yanda tek ihalede zengin olma hikâyeleri gittikçe yoksullaşan halka fazla bir şey ifade etmez oldu. 80 ve 87 arası Türkiye korkunç denebilecek bir gelir uçurumunun varolduğu iki kutba bölündü.
87 yılı Türkiye için “kontrollü gevşeme” yılı olarak da adlandırılabilir. Varolan çok büyük eşitsizlikteki gelir dağılımının muhtemel sonuçlarının önceden dizginlenebilmesi belirli kanallara akıtılması ve gerekiyorsa bastırılması 88’de ve daha ileriki yıllarda burjuvazinin gündemini oluşturuyor. Bu gündemin ana halkasını ise istikrar oluşturuyor. Çünkü ipte dans eden cambazın kesin ve çabuk kararlar verebilmesi için ipin ve elindeki çubuğun sağlam olması gerekiyor. Türkiye’de bir burjuva iktidarının ip cambazı olması gerekiyor. Özellikle yaşadığımız dönemde; bir yanda uluslararası gelişmeler ve yumuşama içeride kontrolü yitirmemek için sertleşme gerekliliği diğer yanda ekonomik olmaktan çok siyasal bir tavır olarak AT başvurusu içeride hızla yoksullaşmanın kaynattığı kazanlar bir yanda gittikçe çaresizleşen insanlar ile kolay ve bol kazanmaya alışmış burjuvazi diğer yanda güneyde her an savaşan komşular İslâmın fanatik militarizmi doğuda bilinmeyen ve saklanmaya çalışılan gelişmeler ve nihayet tüm bunlara ek olarak iktidarı almaya yakın gelecekte pek hevesli olmayan bir ordu ve sivil idare zorunluluğu… Tüm bunları burjuvazinin nihai çıkarlarını gözeterek idare edebilmek Türkiye’de iktidarın yetenekli bir cambaz olmasını gerektiriyor.
İşte bu anlamda yetenekli cambazın istikrara karar verebilme me-kanizmalarındaki politik istikrara ihtiyacı var. 12 Eylül’ün en temel amaçlarından biri buydu. 87’de oynanan oyunun temel esprisini de burjuvazinin istikrar ihtiyacı oluşturdu.
Parlamentarizm görüntüsü altında bir siyasal fraksiyonun iktidar çoğunluğunu eline geçirebilmesinin yolları oluşturulmuştur. Tüm burjuva siyasal partileri yana yakıla ama yine de hem çaresiz hem de kendilerine de sıra gelebileceği umuduyla ve sahte muhalefetlerle bu yolu onaylamışlardır. Kısacası 1987 29 Kasım seçimleriyle imzalanan anlaşma 12 Eylül’ün en temel amaçlarından birisinin tam tamına yerine getirilmesi olmuştur.
87’de imzalanan ve bu meclisle ortaya çıkan anlaşmanın yedekte tutulan maddeleri de var. Perinçek açıkça yazdı: Türkiye’de yeni bir toplumsal anlaşma olmalı ve bu anlaşmada işçi sınıfını temsil eden partiler de yeralmalı… Perinçek düzenin devamı için ve tabii Türkiye’nin geleceği için sosyal demokrat alternatifin tükenebileceğini kendilerinin de zamanı gelince hatırlanması gerektiğine işaret etti.
Politikada iletilen mesajlar yerini buluyor. Özellikle kadrolar arasındaki mesajların yerini bulmaması mümkün değil. Bunun bir örneğini geçtiğimiz günlerde Tercüman’’da çıkan bazı yazılarda gördük. Açıkça yazıldı: “Girişim komitesine ses çıkarıyor muyuz” denildi. Onların anti sovyetizmi övüldü. Kenan Evren Avrupa komünizmi olursa kabul edebiliriz derken hızlı Tercüman yazarlarının bununla da yetinmeyecekleri ortaya çıktı. Bir de anti sovyetizm olmalıydı. Yineliyoruz: Politikada iletilen mesajlar yerini bulur…
Her dönemin adamı ve sözünü ettiğimiz anlaşmanın mimarı Özal beş yıl daha baş uygulayıcı olarak ortada kalacak. Özal politika sahnesine “politikalar üstü” imajıyla çıktı. Depolitize edilmiş bir toplumun politik liderliğine soyundu. Özal kimliğinde birlik ve siyasal farklılıkları eritildiği dört kanallı bir pota imajı vermeye çalıştı. Zorlanan Türkiye nesnelliğinde yine zorlanan bir kimlikle yeraldı.
Siyaseti ve siyasal kadrolar arasındaki mücadeleyi sınıfların ve sınıflar arası mücadelenin süzgecinden geçiremeyenler Özal’ın kimliğinde “demokrasi liderliğinden” “demokrasinin önündeki en önemli engel” olmaya kadar uzanan çeşitlilikte nitelikler buldular. Özal’ın zorladığı kimliğin ise ne anlama geldiği yeterince anlaşılamadı.
Özal siyasi yaşamında hem çok önemli ve hem de çok önemsiz bir burjuva politikacısı tipolojisi çizdi. Özal önemlidir: Çünkü yaptıklarıyla ve yapmaya çalıştıklarıyla Türkiye nesnelliğine en çok uyabilen politikaları üreten, dahası Türkiye nesnelliğini bir anlamda biçimlendirmeyi beceren bir politikacıdır. Önemsizdir: Çünkü Özal yapılması gerekeni yapandır. Yapılması gerekeni yapacak alternatifi olanın önemli olabilmesi, bu anlamda mümkün değlidir. Alternatifleri eskisiyle yenisiyle DYP’siyle SHP’siyle ve diğerleriyle pek bol. Ancak yine de önemli kalabilmesinin bir nedeni var. Olması gerekene kendi subjektivizmini katabilmek! Özal’ın altı çizilmesi gereken en önemli başarısı buradadır. Açıklıkla söylenebilir ki Özal 1987 Türkiyesi’nde kendisi yerine başbakan olacak bir burjuva politikacısına değiştirebileceği pek az şey bırakacaktır. Bunun ise anlamı çok açıktır: Alternatifi yani burjuva alternatifi çok olan Özal’ın çizdiği siyasetin alternatifi yoktur. Bugün için burjuvazi hesabına siyasal alanda doldurulması gerekli boşluklar bırakmamıştır. Özal düzenle kendini mümkün olan en fazla oranda üstüste getirebilmiş bir politikacıdır bu nedenle Özal’ın alternatifi kapitalizmin alternatifidir. Sosyalizmdir.
Altını çizdiğimiz politik ve teorik olarak üzerinde durduğumuz sosyalizmin Türkiye’de işlenmesi gereken tek gerçek alternatif olarak varolduğudur.
Evet Özal’a “hayır” diyoruz. Sosyal demokrasiye “evet” demiyoruz. ANAP’a “hayır” diyoruz. ANAP dışındaki düzen partilerine “evet” demiyoruz. Sosyalizmin tek alternatif olduğu 88 Türkiyesi’nde “evet” ve “hayır”ları bir hükümet sorununa indirgemeye bir siyasal iktidar sorununu seçim güncelliklerinde yitirmeye karşı çıkıyoruz.
Politikada seçim dönemleri kalıcı olanla geçici olanın progmetist yaklaşımlarla ilkesel tutumların karışabildiği ve ayrıştırılması gerektiği dönemlerdir. SHP’nin ve DYP’nin tüm sahte muhalefetine rağmen parlamento aritmetiğinin genel eğilimi yansıtmıyor oluşuna bugünkü rızası özellikle seçim dönemlerine özgü bu karışıklık ile anlamlıdır. Geçici olan itiraz kalıcı olan kabuldür.
Demokratik ve özgür bir seçim yapılmış mıdır? Yurtdışı basından da bol destek bulan en gerici yorum ülkenin 80 sonrası ilk demokratik seçimi yaşadığı dahası demokrasiye geçişin nihai olarak tamamlandığı oldu. Sosyalistlerin söylemesi gereken ilk şey burjuva ölçüleriyle bile Türkiye’de demokratik bir seçimin yapılmamış olmasıdır. Ancak sosyalistlerin bu tespitlerinin gerekçesi sosyal demokratlardan ve diğer burjuva partilerinkinden farklıdır. Sosyalistler açısından seçimlerin anti-demokratik niteliği oy barajlarından seçmen tercihinin meclis aritmetiğine yansımaması gibi gerekçelerden öte ve herşeyden önce işçi sınıfının emekçilerin ve sosyalistlerin bu seçimlerde kendi kimliklerini geliştirmelerinin engellenmiş olmasına dayandırılmalıdır.
Bilinen “demokrasi güçleri” burjuvazinin haksızlığa uğramış mağdur temsilcilerinin bu haksızlığı sineye çekiyor olmalarına üzülmektedirler. Dahası Ecevit’i bitirmek için yenilgi pahasına seçimi boykottan vazgeçen İnönü’ye demokrasiye yeterince sahip çıkmadığı için kırgınlık duyuyorlar. Diğer yandan da demokrasi sorununun ne denli yakıcı olduğunu yeterince anlatamadıkları için kendilerini de sorumlu tutuyor olabilirler.
Türkiye’de demokrasi sorunu her zaman vardır ve kapitalizm devam ettiği müddetçe de yakıcılığını koruyacaktır. Sol liberal eğilimlerin sıkça tekrarladıkları gibi demokrasi özellikle bugün önemi artan bir sorun değildir. Yine düşündükleri gibi demokrasinin temeli de verilen oylar seçilen vekiller önseçimler seçim kanunları değil çalışan sınıfların kendi çıkarlarını özgürce gerçekleyebilecekleri ortamın yaratılmasıdır.
ANAP’ın takviyeli başarısını anti-demokratik bulanlara özellikle seçimlerde alınan oylarla temsil arasındaki eşitsizliği anti-demokratik bulanlara önseçim yapmadıkları gerekçesiyle SHP’nin diğer burjuva partilerine yönelttiği eleştiri kampanyasına katılanlara ve en gerici yorumlarla Kasım seçimlerini 80 sonrası ilk demokratik seçim ilân edenlere sormak istiyoruz: Kullandığınız demokrasi kavramı nasıl bir anlam taşıyor Hangi koşulları demokratik bulacaksınız Komünist partisi de dahil olmak üzere nisbi temsille yapılan seçimler sizlerce demokratik sayılacak mı?
Gerçekte alacağımız cevaplar bellidir. Çünkü demokrasinin sınavında gözlemcilik yapıyorlar. “Şimdi ülkemizdeki demokrasi af konusu gibi işkence gibi idamlar gibi TBKP konusunda da bir sınavdan geçiyor.” (Gün. Aralık 1987 syf. 3) Ülkemizdeki demokrasinin bu sınavı başarıyla vermesini diliyoruz. Ve yine açıkça soruyoruz: Türkiye’de TBKP’nin yasallık kazanmasıyla demokrasi sınavı verip sınıfı geçebilecek mi Seçimlerde idamlarda işkencede aldığı kırıkları telafi edecek mi Yoksa 1992 seçimlerini demokrasimizin ikmal sınavı olarak mı görüyorsunuz?
Biz demokrasi sorununun sınıf kavramının üstünde bir kategori olarak düşünülmesine özellikle sosyalizm adına dolaylı olarak burjuva demokrasisinin olumlanmasına karşı çıkıyoruz. Düzenin maddi temelinde yükselmeyen bir demokrasi anlayışının işçi sınıfına ve tüm çalışanlara sanıldığı gibi günlük kazanımlar da sağlamayacağına inanıyoruz.
“Türkiye batıdan farklı olarak liberalizm-sivil toplumculuk türü bir ideolojiyi topluma yerleştirme şansına baştan sahip değildi. Fırsat tarihsel olarak çoktan kaçmıştır. Kimsenin kuşkusu olmamalı: Türkiye burjuvazisi ciddi biçimde kalkan her başa açılan her gediğe sınıf egemenliğinin doğrudan güçleri ile yönelmek zorundadır. Başka yolu başka çaresi yoktur” (Gelenek sayı: 13 syf: 29) Ekonomik yapının tümüyle düşük ücret daha fazla sömürünün üzerinde ve yine de güçlükle ayakta durabildiği Türkiye’de “günlük pazarlıkların” kârla kapanmayacağını biliyoruz. Bunu bilerek bu pazarlıktan siyasal tavizler bekleyenlere alınabilecek tavizlerin Türkiye Sol hareketinin geleceğine konan ipotek pahasına da olsa hiçbir garantisinin olmadığını söylüyoruz. Kendi güçleriyle kendi normlarıyla ve onlara rağmen varolunamayan platformlarda düzenin tek bir ekonomik modele mecburiyetini kullanarak varolabilme perspektiflerinin ideolojik geriliklere sol liberalizme varacağını söylüyoruz. Ve uyarıyoruz; sınıfa ihanet ile karşı karşıya kalınabileceğini görmelerini istiyoruz.
Ekliyoruz.
Kapitalist sistemde uygulamaya konan her politika sistemin meşruiyetine daha sağlam temellere oturtulmasına yöneliktir. Bu asli işlevi görmeden bir “evrensel demokrasi” sorunu icat etmek ne gerekçeyle olursa olsun yanlış bir tutumdur.
Zengin dengesizlikler ülkesinde siyaset ivmesi beş yıl daha yavaşlatılmak istenirken sosyalist harekete önemli görevler düşüyor. Sosyalizmin ideolojik ve politik bağımsızlığı üzerinde titizlikle durmadan bunları başarmak mümkün görünmüyor.