Bu satırlar yazıldığında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin 15 Mayıs 1988 tarihinden itibaren 9 ay içerisinde Afganistan Demokratik Halk Cumhuriyeti’nde bulunan silahlı kuvvetlerini çekmesini de içeren bir anlaşmanın Cenevre’de imzalanmasına bir gün kalmıştı.
Ülkede on yıldır sürmekte olan iç savaşta taraf olarak yer alan Sovyet birlikleri, son anda büyük bir sorun çıkmazsa ülkelerine dönecekler. Bundan sonraki gelişmeleri, Afganistan’da yaşanacakları hep birlikte göreceğiz.
Burada, 1979 yılının son günlerinde taraflardan birisinin yanında savaşa kendi silahlı kuvvetlerini yollayan Sovyet yönetiminin bu kararında etkili olan “rasyonalite”ye değinmeye çalışacağım.
Sovyetler için Afganistan’daki iç savaşa müdahale etmenin gerekçeleri ve beklentileri vardı. Bunu söylemek, spekülatif bir kurgu arayışına girmek anlamına gelmiyor. 70 yıllık bir sosyalist devletin bazı davranış kalıpları var. Zamanla değişmekle beraber, bu kalıpların belli bir ideolojik çerçeve ve politik gelişmeler tarafından şekillendirildiğini söylemek mümkün. Bu anlamda gerekçe ve beklentilerin saptanmasında herhangi bir spekülatif yan yok.
Gerekçelerden ilki, stratejik kaygılara dayanıyordu. Afganistan, 1919 yılında bağımsızlığını kazandıktan sonra genç Sovyet devleti ile dostça ilişkiler kurmuş ve bu ilişkiler giderek güçlenmişti. Sovyetler’in güney karnını güvence altına almaya yönelik diplomatik ve siyasi mücadelede elde edilen büyük bir başarıydı bu. Tek ülkede sosyalizm döneminde çok önemli olan bu başarı, daha sonra da kalıcılaştı.
1978 yılında Afganistan’ın iç dinamiğinden, belki biraz da dinamiksizliğinden kaynaklanan bir sıçrama gündeme geldi. Afganistan’da sosyalizmi hedefleyen bir iktidar söz konusuydu artık.
Burada şu önemlidir: Afganistan 1978 Nisan Devrimi, Sovyet dış politikası ve Sovyetler’in bölgedeki etkinliği açısından çok önemli bir dönemeç noktası olarak görülemez. Subayları Moskova ve Frunze Harp Akademileri’nde eğitim gören, büyük baraj ve santral projelerinde Sovyet teknolojisini kullanan ve kuzey komşusuna yönelik en küçük bir tehdit oluşturmayan bir ülkede gerçekleşen toplumsal ve siyasi dönüşümleri “uluslararası politikadaki çıkarlar” ile açıklamak çok güçtür.
Ancak, 1978 Nisan Devrimi ile, Afganistan’ın ABD ve diğer Batılı ülkeler nezdindeki önemi ve sunduğu “olanaklar” aniden artıvermiştir. Emperyalist ülkeler uzun yılar boyunca Afganistan’ı kendi ittifaklar zinciri içerisine sokmaya çalışmışlardır. Örneğin, CENTO bünyesinde yer alması için bu ülkeye baskı yapmışlar, hatta kimi imtiyazlar sağlamayı önermişlerdir. Çeşitli nedenlerden dolayı bu girişimler sonuçsuz kalmıştır. Ancak 1978 Nisan Devrimi, bu kez çok daha etkili bir silah vermiştir Batılıların eline. Etki ve tepki…
Artık bölgedeki bütün ülkeleri, başta Pakistan’ı ve İran’ı Afganistan’a yönelik hesaplarda aktif olarak kullanabilme şansı doğmuştur.
Güney Yemen’den sonra bir ikinci İslam ülkesinde sosyalist ideoloji, egemen ideoloji haline geliyordu. ABD bu fırsatı kaçırmadı. Yıllardır “durgun” olan Afganistan’ı bir problem haline getirmenin zor olmayacağını hesapladı yalnızca 1979 yılında Pakistan ve İran sınırından 60 bin karşı devrimci sokuldu Afganistan topraklarına. Cumhuriyet köşeyazarı Sayın Ergun Balcı’nın “özgürlük savaşçıları” uyuşturucu kaçakçılığı ve ABD yapımı askeri malzemenin sevkini, sayısı ona yaklaşan dernek veya kuruluşun Washington bürolarından yönettiler.
1978 Nisan öncesine dönüşü de olamayacak bir iç savaş başlamıştı.
Keskin yüzünü yalnızca Sovyetler’e döndürmeye niyetli bir İslamcı yönetim olasılığı, Sovyetler’in sınır güvenliğini büyük ölçüde tehdit edecekti. Moskova yönetimi, bu sonucu razı olmadı.
Gerekçelerden en önemlisinin bu olduğuna inanıyorum. Ancak tek başına çok fazla anlamlı değil; çünkü müdahaleyi meşru kılabilecek özellikler çok fazla yok bu gerekçede.
Sosyalist ülkelerin veya demokratik halk iktidarını ilan etmiş ülkelerin kitle desteği sağlamada önemli sorunlarla karşı karşıya oldukları biliniyor. Ancak devrim süreçlerinin mantığı, yalnızca bu kitle tabanı ile sınırlı değil; hatta temelde ondan oluşmuyor. Bu süreçler özgün güç dengelerinin ürünü. Belli öncü kesimlerin nesnel ve öznel temeller üzerinde, ama mutlaka sınıfsal bir renk tutturarak sosyalist kuruluş sürecini başlatmaları ana sorundur. Ve şimdiye kadar böyle bilinmiştir…
1978 Nisan Devrimi, gelişme dinamikleri kurumuş olan bir geri ülkede tarihi hızlandırmaya yönelik önemli bir girişimdir. Bu girişim ile beraber Afganistan’a dış müdahale de başlamıştır. Yukarıda kısaca özetlediğim Sovyet kaygısı, bu müdahalenin önüne geçmek ve Afganistan’daki yönetimin toplumsal tabanını yayabilmek kaygısını beraber yürütecek bir politikayı gündeme getirmiştir.
Sovyet silahlı müdahalesinin kısa sürede aldığı biçim, Sovyetlerin savaşı bütün ülke sathına dağıtmayı düşünmediğini, belli başlı merkezleri tutarak bu bölgede olağan yaşantıyı güvence altına almayı, son derece yetersiz ve ilkel ekonomik altyapı oluşturmaya başlamayı ve yeni kuşakları yeni düzene kazandırmayı hedeflediğini gösterdi öyle ki, zaman zaman “hala mücahitlerin elinde” denilen kırsal kesimlerde sekiz yıl boyunca geniş çaplı hiçbir Sovyet operasyonu görülmedi. Sovyet birliklerinin kayıplarının da büyük ölçüde sabotaj, pusu ve düşürülen uçaklar sonucu meydana geldiği ortaya çıktı.
Ülkede tedrici bir istikrar sağlamayı hedefleyen bu siyasi hareket tarzı başarısız oldu. Afgan Demokratik Halk Partisi içerisindeki çekişmeler, kadro yetersizliği ve iktidarın kendisine hedef kitle olarak seçebileceği dinamik toplumsal kesimlerin çok sınırlı olması, sorunların sanıldığı kadar kolay çözülmesini engelledi.
Afganistan bunalımı, 1979 sonundaki Sovyet müdahalesi ile başlamamıştır. Bundan 1978 Devrimi’nin kendi içerisindeki zaafları giderme olanaklarının sınırlılığını Batılı ülkelerin iyi saptaması ve değerlendirmesi ile başlamıştır. “Bu ülkede devrim olursa, ancak bu kadar olur”, belki doğru bir saptamadır ama büyük bir sosyalist ülkeye komşu olan, sekiz yıldır bu ülkeden mümkün olduğunca yararlanan bir “öncü parti”nin, elindeki olanakları kendi içine yönelik hesaplaşmalarda tüketmesi de şu andaki durumun ortaya çıkmasında büyük rol oynamıştır.
Ve sonuçta Sovyetler Afganistan’da askeri değil, siyasi bir başarısızlığa uğramıştır.
Bundan sonra ne olacak göreceğiz. Bu ülkede aydınların, öğrencilerin ve sayısı 100 bini geçmeyen ağırlıklı olarak maden işçilerinin desteğini almış bulunan bir parti var. Bir de ABD yardımının kesilme olasılığı karşısında paniğe kapılmış olan hükümet karşıtı güçler… Bu ülkenin bir “mücahitler yurdu”na dönüşmesi pek öyle kolay gözükmüyor. O halde ne olacak? Kehanette bulunmak bizim işimiz değil ama, ozan Andronov’un bir şiiri gibi, “yeşço niye konçilas vayna”…
Evet, bu ülkede “savaş henüz bitmedi”…
Günlük gazetelerde, haftalık dergilerde dış politika sayfaları benim açımdan her zaman sinir bozucu olmuştur. En başta, magazin kültürünün verdiği bir laubali üslup söz konusudur. Bu bir “ideoloji” ve düzey meselesidir; ama ya bunun ötesinde bir de tahrifat ve artık kasıtlı olduğuna inanmak gereken bir sorumsuzluk sözkonusuysa?.. Üstelik bu sorumsuzluk “demokrat” olduğunu iddia eden yayın organlarında ortaya çıkıyorsa…
Şu anda aklıma gelenleri sıralayıvereyim. Cumhuriyet gazetesinde bir zamanlar ünlü Sovyet bestecisi Dimitriy Şostakoviç’in Batıya iltica ettiğini bilgiççe ileri süren bir “sanat” yazısı çıkmıştı. Bu yazıyı kaleme alanın, iltica edenin bestecinin oğlu Maksim olduğunu bilmesi gerekiyordu. Sonra, bu yıl içerisinde yine sanat-kültür sayfasında insanı çileden çıkaran bir haberde Şostakoviç’in eserlerinin glasnost ile beraber radyo ve televizyonda yayınlanmaya başladığı iddia ediliyordu. Söylenecek söz yok. Bu sorumsuzluk, Yunanlı besteci Teodarakis’in PASOK milletvekili olduğunu yazabilen sorumsuzlukla aynıdır. Ve bu türden “küçük mesajlar” nedeniyle, gerektiğinde bu sayfalarda dış olaylara ilişkin kimi “küçük yanlışlar”ı düzeltme yolunu deneyeceğim.
Bu kez iki örnek var elimde.
Birincisi 3 Ocak 1988 tarihli Nokta dergisinin 40. sayfasında yer alan “Stalin’in Ayağı Kaydırılabilirdi” yazısı. Yazıda yer verilen görüşleri hiçbir şekilde tartışmadan, bir düzeltme yapmak gerekiyor.
“Kirov, 1936-1938 yılları arasında, aynı kongrede seçilen diğer parti üyeleri ile beraber, Stalin polisi tarafından öldürülmüştü.”
Tamamen yanlış.
Stalin’in yakın çalışma arkadaşı S.M.Kirov 1 Aralık 1934’te Leningrad’da, Smolniy’de tabanca ile öldürüldü. Yani ünlü Moskova Mahkemeleri’nin başlangıcından iki yıl önce. Kirov’un katilinin Stalin’in polisi olduğu yolunda ise şu ana kadar hiçbir ciddi iddia ortaya atılmadı. Stalin’e yardımcı olan az sayıdaki eski partililerden birisi olan Kirov’un öldürülmesinde Stalin’in çok fazla çıkarı olamayacağı ise Nokta dergisi için çok önemli değil herhalde.
İkinci örnek, İkibin’e Doğru Dergisi’nin 3 Nisan 1988 sayısından. Burada da “Brejnev Doktrini’nin Sonu” başlıklı bir derleme yazı var. Bu yazıda “Yugoslavya’nın Komintern’den ayrılmasının sosyalizmin gelişmesi ve kendisini kabul ettirmesi için büyük önem taşıdığının Sovyetler tarafından anlaşıldığı” belirtiliyor.
Birincisi, ülkeler III. Enternasyonal’e üye olamazlardı. Aynı anlama gelmek üzere Komintern, yani Komünist Enternasyonal, partileri üye alan uluslararası bir organizasyondu. Ama, diyelim ki bir yanlışlık yapıldı ve Yugoslavya Komintern’e üye yapıldı. Bu kez bir başka sorun var. Komintern 1943 yılında feshedilmişti. Burada sözü edilen III. Enternasyonal’den çok farklı işlevleri olan Kominform olsa gerek.
Aynı sayfada Halil Berktay’ın küçük bir makalesi yer alıyor. Özeti şu: Eskiden saldırı temeline dayanan Sovyet savaş doktrini, Gorbaçov ile beraber savunma esasına göre yeniden düzenleniyor…
Berktay, Sovyetler’in “eski anlayışı”nı eleştirirken inanılmaz şeyler söylüyor:
“Bu tabloi örneğin Çin için Mao’nun koyduğu, sadece savunma savaşı vermek, hiçbir zaman Çin sınırları ötesinde savaşmamak, hatta sosyalist anavatan savunmasının haklılığını iyice belirginleştirmek açısından gerekirse sınırlardan da geri çekilip ülke içinde çarpışmayı kabul etmek ilkeleriyle, kesin bir karşıtlık oluşturuyordu.”
Haklısınız Berktay! 70’li yıllar boyunca Moğolistan sınırlarından içeriye sürekli olarak girerek “bu topraklar bize aittir” derken, Vietnam’a, onca sorunu olan bu ülkeye saldırırken de Pekin yönetimi, anavatan savunması yapıyordu. Bereket, her durumda bu “savunmacı” politikaya iyi bir ders verildi de Pekin, yönetimi daha geniş toprakların savunusunu yapmak yükümlülüğü ile karşı karşıya kalmadı!
Öyle değil mi Sayın Berktay?