Genel olarak sosyalizme, sosyalist toplum düzeninin doğasına ve sosyalist örgütlenmenin yapısına ilişkin tartışmalar, günümüzde yeni boyutlar kazanarak sürüyor. Bir “yenileşme” ve “geçmişin sağlıklı muhasebesi” çerçevesinde, bürokratlaşma, yozlaşma ve yaratıcılığın yokedilmesi türünden uygulamalar çeşitli çevrelerden acımasız eleştiriler alıyor.
Bundan tam 10 yıl önce, Türkiye İşçi Parti’li (TİP) sosyalistler arasından bir kesim kendi partileri içinde gördükleri yanlış eğilimleri, özellikle demokratik merkeziyetçilik, inisiyatif, yaratıcı çalışma ve benzeri konulardaki kalıpçı yaklaşımları eleştirmeyi ve aşmayı denediler.
TİP’in 10 yıl önceki Ankara il örgütü yöneticilerinden üçü 4 Kasım 1978 tarihinde yapılan Ankara il Kongresi’ne bu konulardaki değerlendirmelerini içeren bir karşı oy yazısı ile çıktılar. Parti yönetimi ise bu tutumu “hizipçilik”, “entellektüelizm”, “aydın hastalığı”, “anti komünizm” ve “anti sovyetizm” olarak nitelendirdi. Ankara İl Kongresi’nde kısa bir süre sonra karşı oy yazısını hazırlayanlar başta olmak üzere bir kesim sosyalist bu gerekçelerle partiden ihraç edildiler.
Karşı oy yazısını hazırlayıp Ankara il kongresine sunanlar İlhan Akalın, Candan Baysan ve Metin Çulhaoğlu idiler.
Karşı oy yazısı, işçi sınıfı partilerinde zaman zaman görülebilen hatalı yönelimler, bürokratlaşma, kariyerizm vb. tür eğilimler konusunda, bugünkü tartışma ortamında ayrı bir önem taşıyan ve geçerliliklerini halen koruduğuna inandığımız gözlemler içeriyor.
10yıl sonra, karşı oy yazısını bir “belge” olarak okurlarımıza sunuyoruz.
Sakıncalı olabileceği inancıyla, yazıdan çok küçük birkaç bölümü almıyoruz. Gerisi, üzerinde hiçbir değişiklik yapılmadan aynen sunul-muştur.
KARŞI OY YAZISI: TİP ANKARA İL KONGRESİ, 4 KASIM 1978
Partimizin İkinci Olağan Kongresi’ni yapmakta olan Ankara İl Örgütü yönetim kurulu üyeleri İlhan Akalın, Metin Çulhaoğlu ve Candan Baysan olarak kongreye sunulacak çalışma raporunun hazırlanış biçimi, raporun hazırlanması sırasındaki tartışmalar ve nihayet raporun kendisi konusunda bir karşı oy yazısı hazırlamış bulunuyoruz.
Arkadaşlar,
İl yönetim kurulumuzca oy çokluğu ile benimsenen çalışma raporunu dinlediniz.
Bu rapor önemli bir belge niteliği taşımaktadır. Partimiz, işçi sınıfının bilimsel sosyalist partisidir. Ankara il örgütümüz de, partimizin en büyük, en önemli il örgütlerinden biridir. Türkiye İşçi Partisi’nin tüm örgütleri gibi, Ankara il örgütümüz de yoğun bir dönem geçirdi. İşte söz konusu rapor, böylesine önemli bir örgütün böylesine yoğun bir döneme ilişkin görüşlerini içerdiği için önemli bir belgedir.
Bugüne dek gerçekleştirdiklerimizin ve ardımızda bıraktığımız eksikliklerin bir bölümü, bu raporda ifadesini bulmaktadır. Bu nedenle, rapordan hepimiz yararlanmalıyız. Yalnızca Ankara örgütü üyeleri olarak değil, tüm parti birimleri olarak, bu rapordan yararlanmak durumundayız.
Arkadaşlar,
Bugüne dek partimizin kongrelerinde, çalışma raporlarının nasıl olmaları gerektiği üzerinde pek durulmadı. Sırası gelmişken durmak istiyoruz. Bizce çalışma raporları, aktif ve pasif hanelerine birtakım notların düşüldüğü muhasebe bilançoları olarak ele alınmamalıdır. Çalışma raporları aynı zamanda, çözümleyici ve yorumlayıcı belgeler olmak durumundadır. Bir başka deyişle, çalışma raporları, aynı zamanda bilimsel sosyalizmin temel ilkelerinin parti yaşamında ne ölçüde hayata geçirildiğini yazmalıdır. Bu süreçte ne gibi engellerle ya da tıkanıklıklarla karşılaşıldığını, ne gibi sancıların ortaya çıktığını yazmalıdır. Ve bunu çok açık, çok yalın ve çok dürüst bir biçimde yapmalıdır.
Bunun yapılması, her dönem için bir zorunluluktur. Ama partimizin içinde bulunduğu dönemin özellikleri açısından daha da büyük bir zorunluluktur. Çünkü, altını çizerek belirtelim ki, partimiz yeni bir döneme giriyor. Partimiz, bir önceki dönemi noktalayıp, yeni bir dönemi başlatma sürecini yaşıyor. Böyle dönemlerde, sözünü ettiğimiz değerlendirme ve çözümlemelerin önemi daha da artar. Bugün karşınıza ayrı bir görüşle çıkmamızın temelinde de bu gerçek vardır. Açıkça ifade edecek olursak, partimizin tarihinde bir üçüncü dönemi başlatacak olan bugünün koşullarında, bilimsel sosyalizme ve parti yaşamına ilişkin konularda daha titiz, daha çözümleyici ve daha eleştirici olma gereğini duyuyoruz. Partililik anlayışımız, bizleri buna zorluyor. Ve bu zorunluluğun bir sonucu olarak, görüşlerimizi ayrı bir belge ile sizlere sunuyoruz.
Arkadaşlar,
Türkiye İşçi Partisi’nde, yeni bir dönemin, bir üçüncü dönemin başladığından söz ettik. Partimizin birinci dönemi 1961-71 dönemi oldu. Geçtiğimiz 1972-78 dönemi ise, ikinci dönemi oluşturuyor. Bugün nitelikçe yeni bir döneme başladığımızı söylüyoruz. O halde nedir bu dönemin temel özellikleri? Kısaca bunu görmeye çalışalım.
Yeni dönemin özelliklerini çok yalın bir biçimde şöyle ifade edebiliriz: Partimizin yeni dönemi, düne kadar yalnızca kitaplarda okuduklarımızı, artık daha eksiksiz bir biçimde parti yaşamımızda bulacağımız bir dönem olacaktır. Yeni dönem, bilimsel sosyalist partilerin yaşamına yön veren genel ilkeleri günlük partililik yaşamımızda daha somut olarak göreceğimiz bir dönem olacaktır. Kısacası, yeni dönem, teori ile pratiğin Türkiye işçi sınıfı hareketinde daha önce hiç bir dönem görülmeyen ölçüde kaynaşıp içiçe geçtiği bir dönem olacaktır.
Arkadaşlar,
Hiç kuşkunuz olmasın ki, böyle bir dönem belirli sancıları da beraberinde getirecektir. Hiç kuşkunuz olmasın ki, belirli görüş ayrılıkları ortaya çıkacaktır ve hiç kuşkunuz olmasın ki, bilimsel sosyalizmin temel ilkeleri eskiden olduğu gibi masa başında ve teorik düzeyde değil, parti çalışması, parti pratiği içinde ve somutta gündeme gelecektir. Ve bunun sonucunda farklı görüşler ortaya atılacaktır.
Yönetim kurulumuzun raporunda, karar alınmadan önce, sonuna kadar tartışma hakkının bulunduğundan söz edilmektedir. Bu doğrudur. Hem tartışma hakkını kabul eder görünmek, tırnak içerisinde de olsa bu tartışmaları gündeme getirenlerin “iyi niyetli” olabileceklerinden söz etmek, hem de kurul çalışmaları ile ilgili bölümde yapıldığı gibi kurulda tartışma getirenleri “Yalçın Küçükçü olmak”la üzeri kapalı olarak ve zorlama bir biçimde etiketlemek birbiri ile bağdaşmaz. Yalnızca kurulumuzda değil, partinin bir çok biriminde ne yazık ki bu yapılmıştır. Parti sorunlarını daha geniş bir boyutta tartışma gündemine geldiği bir dönemin, aynı zamanda “Yalçın Küçük meselesi”nin ortaya çıktığı ya da çıkartıldığı bir dönem oluşu, eleştiri ve tartışmaya alışkın olmayan kimilerini kolaycı damgalamalara sevketmiş; gündeme getirilen her sorun bu mesele ile ilgili görülürken, eleştiri yapan her arkadaş, ayrı görüş getiren her partili “parti yıkıcısı” ya da “Yalçın Küçükçü” sıfatına yakıştırılmıştır.
Ama arkadaşlar şunlardan da hiç kuşkunuz olmasın: Getirdiği tüm sancılara ve görüş ayrılıklarına karşın, sosyalist hareketin en verimli dönemi de bu sözünü ettiğimiz dönem olacaktır. Hareket, daha ileri boyutlarda tartışan ve üreten bir hareket haline gelecektir. Hareketin öncüsü olan parti ise, buna paralel olarak, tartışan, üreten ve hayata geçiren bir parti haline gelecektir. Ve Türkiye’nin aydınlık geleceğine giden yolun temel taşları, bu dönemde döşenmiş olacaktır.
Ankara İl Yönetim Kurulu’nun üç üyesi olarak sunduğumuz görüşler de klasik anlamda bir karşı oy yazısı olmaktan ötede, gireceğimiz yeni dönemin örgüt işleyişine ilişkin bazı yanlarını vurgulayan bir belge olarak ele alınmalıdır. Sizlere sunduğumuz bu görüşler, partimizin sıçramaya gebe olduğu koşullarda ortaya çıkan farklı görüşlerin; parti ilkelerine, parti yaşamına ilişkin ayrı düşüncelerin ürünüdür.
Farklı düşünceler, ayrı görüşler ortaya çıkabilir. Ama unutmayalım ki bunların tümü, parti çalışmasının somut ürünleridir. Doğru da, yanlış da parti pratiğinin ürünüdür. Önemli olan, partililer olarak hep birlikte bunları kendi örgüt bilincimizin süzgecinden geçirmemiz, çeşitli görüşleri kendi partililik deneyimimizin mihenk taşına vurabilmemizdir. Bunu başarabildiğimiz ölçüde gelişebileceğiz ve hepimiz tartışan, eleştiren ve bunların sonucunda gerçeklere ulaşabilen partililer olacağız.
I. Görev ve Sorumluluklarımız
Arkadaşlar,
Türkiye İşçi Partisi olarak en büyük sorumluluğumuz hiç kuşkusuz işçi sınıfına karşı olan sorumluluğumuzdur. En büyük görevimiz de bu sorumluluğun bir uzantısı olarak, Türkiye’de sosyalizmi kurma görevidir.
Bu ikisi, genel ve kalıcı görevimiz, sorumluluğumuzdur. Bu genel görev ve sorumluluk, kendisine bağlı olarak kimi güncel görev ve sorumlulukları da kısa dönemde ön plana çıkarabilir. İşte bugün böylesine güncel bir görevle, kendini dayatan bir sorumlulukla karşı karşıyayız.
Bugün parti olarak, en büyük sorumluluğumuz partimize gönül veren, onun saflarında sosyalizm için savaşan 1971 sonrası kuşağa karşı olan sorumluluğumuzdur. En büyük görevimiz de, onlara partililiği ama doğru partililik anlayışını öğretmek, onları sıkı sıkıya örgütümüze bağlamaktır.Onların kaybolmasına, yollarını yitirmelerine kesinlikle izin vermemektir.
İşçi sınıfı partileri, kendi geçmişlerinin özeleştirisini yapmasını bilirler ve bundan çekinmezler. Açıkça belirtmek gerekir ki çok çeşitli nedenlerle parti hareketi olarak 1961- 71 döneminde, 1961 sonrası kuşağa karşı olan görev ve sorumluluklarımızı tam anlamı ile yerine getirmiş sayılamayız. Gerçi bir anlamda artık bu defteri kapatmış bulunuyoruz. Kapatmış bulunuyoruz çünkü, tarih bizlere yeni bir fırsat daha tanıdı. Bizleri sosyalist ilkelerle daha bir silahlandırdı. Sonra da, elimize yeni bir kuşak verdi: 1971 sonrası kuşak. Ve arkadaşlar hepimiz bilmeliyiz ki, Türkiye’de sosyalist hareketin geleceğini belirleyecek olan öğe, parti olarak bu yeni kuşağı nasıl yoğuracağımız, onları nasıl şekillendireceğimizdir. Görev ve sorumluluklarımız bunun için ağır, bunun için önemlidir.
Arkadaşlar,
1971 sonrası kuşak derken, yalnızca yaş faktöründen söz etmiyoruz. Ortada yaş faktörü de var elbette. Ortaokul-lise dönemlerini 12 Mart’ın karanlığında geçirmiş; terör, katliam ve idamların içinde bilenmiş ama tüm bunlara karşılık bilinçsiz öfkeyi yenerek doğru çizgiye, Türkiye İşçi Partisi’ne ulaşmış bir genç kuşak var elimizde. Bunun yanı sıra bir de yaş faktöründen bağımsız olarak örgütlü mücadele ve partililik deneyimi açısından bugün partimizde gençliklerini bir anlamda yeniden yaşayanlar var. Partinin, partililiğin ne olduğunu bugün bizim saflarımızda Türkiye İşçi Partisi saflarında onlarla hep birlikte öğrenme durumundayız. Bu anlamda onları da 1971 sonrası kuşağa katıyoruz. Bu anlamda onları da genç sayıyoruz. Ve görev ve sorumluluklarımızın aynı zamanda onları da kapsadığını biliyoruz.
Ve arkadaşlar, burada çok açık olarak altını çiziyoruz: Eğer biz bu kuşağa gerçek partililiğin ne olduğunu gösteremezsek, partililik adına onlara kurallardan öte hiçbir şey aktaramazsak, demokratik merkeziyetçiliği yanlış bir biçimde yorumlayarak onlara en küçük bir söz hakkı, en küçük bir inisiyatif tanımazsak, onları partiye insan kazanan insanlar haline getiremezsek, onları tartışan ve eleştiren partililer konumuna yükseltemezsek, her eleştiriyi “yıkıcılık” diye mahkum edip, tartışan bir partiliyi “entellektüelist” diye damgalarsak ve en önemlisi onların sosyalizmin coşkusunu bugünden duymalarını sağlayamazsak tarih bizleri affetmeyecektir. Tarih bizleri affetmeyecektir ve bir kuşağa daha yazık olacaktır.
(…)
Buna nasıl izin vermeyeceğiz?
Buna izin vermemenin tek yolu, bilimsel sosyalist partililik anlayışını mümkün olduğunca eksiksiz hayata geçirmektir. Bunun yolu, zor gibi görüneni gerçekleştirmektir: Yani ilk bakışta birbiri ile çelişir gibi görünen ilkeleri parti yaşamında kaynaştırıp bütünleştirebilmek, bunun için çaba göstermek başarının temel koşuludur.
Arkadaşlar,
Parti yaşamında da işin kolayına kaçılabilir. Hepimiz kaçabiliriz. Kaçıyoruz. Zaman birbiri ile görünüşte çelişen ilkeleri parti hayatında bütünleştirip kaynaştırmayınca, işin kolayına kaçarız. Çelişik görünen iki öğeden birine mutlaka ağırlık tanıyıp, işin içinden çıkmaya çalışırız.
Alalım demokratik merkeziyetçiliği. Bir karar alınmış. Ama kararı alanlar ya da uygulamayı denetleyenler, kararın doğruluğu konusunda ikna yeteneğinden yoksunlar. Kimi üyeler soru sormaya başlarlar. İşin içinden çıkamayanlar da kestirip atarlar: Ya “bana ne, git kararı alana sor” derler; ya da “alınan karar konusunda kuşku duymaya utanmıyor musun, sen nasıl partilisin” diye partilileri azarlarlar. Bir önek, bu.
Parti geneli ile ilçe özeli konusunda da kolaya kaçmalar görülür zaman zaman. Örneğin bir ilçe yöneticisinin, partinin geneline ilişkin bir sorusu vardır. Bunu yerli yerinde, gerekli kurullarda ifade etse bile şöyle bir yanıt alabilir: “Partinin genelinden sana ne, sen git kendi ilçenle uğraş.” Kimi durumlarda ise bir üyenin, yayınlanan bir kitap üzerine, bu kitabın içeriği konusunda soruları vardır. Bu sorulara muhatap olan yönetici de hemen işin kolayına kaçabilir. Yüzlerce kilometre öteyi göstererek şunları söyler: “Bana ne soruyorsun, sen git kitabı yazanlara sor.”
Bu tür örnekler çoğaltılabilir. İşte bu kolaycılıktır. Ve bu kolaycılığın temel nedeni, çelişik unsurları parti pratiğinde bütünleyememektir. Aynen eleştiri-özeleştiri bütünlüğünde olduğu gibi.
Arkadaşlar,
Biliyorsunuz, bilimsel sosyalist partilerde eleştirinin kaba suçlamalara, özeleştirinin de günah çıkartmaya dönüşmemesi için çaba gösterilir. Bunu sağlamanın yolu ise, her eleştirinin özeleştiri, her özeleştirinin de eleştiri öğesini içinde taşıdığını bilmektir. Ancak o zaman eleştirinin kaba suçlamalara, özeleştirinin de günah çıkartmaya dönüşmesi önlenebilir. İl Yönetim Kurulu’muzun çalışma raporunda biz kurul üyelerine yöneltilen haksız ve ağır eleştirilere karşı, bunları yapanlara özeleştiri gereğini de hatırlatıyoruz. Tekrar ediyoruz. Tıpkı merkeziyetçiliğin demokrasiyi içerdiği gibi, eleştiri de özeleştiriyi içerir. Tıpkı demokrasinin merkeziyetçiliği zorunlu kılması gibi, özeleştiride de eleştiri öğeleri bulunur.
Burada açıkça belirtiyoruz. İl Yönetim Kurulu’nun üç üyesi olarak hazırladığımız bu karşı oy yazısının birinci temeli, belirli konulardaki görüş ayrılıkları ise, ikinci temeli de özeleştiri yapma yükümlülüğünün bilincinde olmamızdır. Yine açıkça belirtiyoruz: Eğer parti yaşamında kimi ilkeler hayata geçirilmedi ise, kimi yanlışların önü alınamadı ise, bunda ayrı görüş belirtenler olarak bizlerin de payı vardır. Bu anlamda sorumluluklarımızın bilincindeyiz. Bu sorumlulukların bizlere ne gibi görevler yüklediğinin de bilincindeyiz.
Ve son olarak, bu görevlerin altından başarı ile kalkabilmenin partimize sımsıkı sarılmakla, partimize sahip çıkmakla mümkün olabileceğinin de bilincindeyiz.
II. Eksikler ve Yanlışların Temelindeki İki Öğe
Arkadaşlar,
Az önce parti olarak belirli eksikliklerimize kabaca değindik. Partililere gerekli ve yeterli inisiyatifi tanımadığımızdan, onları “tartışan” partililer yapamadığımızdan, en iyi niyetli eleştirileri bile “yıkıcılık” sayma eğiliminde olduğumuzdan ve buna benzer diğer konulardan söz ettik.
Bu konularda hepimizin eksiklikleri olduğunu kabul ediyoruz. Ancak “eksiklikler şunlardı, hatalar da bunlar” diye bir liste yapıp işin içinden çıkmak mümkün değildir. Önemli olan, bu tür eksiklik ve hataların temeline köklü biçimde inebilmek, bunların kaynağını kurutabilmektir.
Parti çalışmasındaki eksiklik ve hataların kaynağında iki asli unsurun yattığı kanısındayız. Bunlar birbirine bağlı, birbirini besleyen iki unsurdur; yani, teori ile pratik arasındaki dengeyi kurup bunu yaşama yeterince geçirememek, bir ve örgüt pratiğini geliştirmenin temel güçlerinden biri olarak ideolojik yetkinliğin önemini kavrayamamak, iki.
Peki, teori ile pratik arasındaki dengeyi kurup bunu yaşama geçirmekten neyi kastediyoruz?
Arkadaşlar,
Bilimsel sosyalistler olarak diyalektiğin ne anlama geldiğini biliyoruz. Parti ise, teorik olanın yani genel ilkelerin pratiğe yansıdığı ve pratikle bütünleştiği bir alandır. Az önce sözünü ettiğimiz türden, birbiriyle ilk bakışta çelişik görünen ilkeler, diyalektik bütünlüğünü parti içinde bulur Örneğin, demokrasi ile merkeziyetçilik, parti pratiğinde bütünlenir. Yaratıcılık ile kollektif çalışma partide kaynaşır. Nesnel koşullar ile öznel koşul arasındaki kayış partidir. İnisiyatif ile merkezi yönlendiricilik parti yaşamı sayesinde birbiri ile çelişir olmaktan çıkıp birbirini bütünleyen öğeler haline gelir. Dışa yönelik çalışma ile parti içi çalışma, parti geneli ile ilçe ya da ekip özeli de bu anlamda içiçe geçer, kaynaşır.
Partinin gücü ve etkinliği giderek partililerin kendilerini geliştirmeleri, bu kaynaşmalar dizisinin ürünüdür. Ama hemen belirtmek gerekir ki, hata ve eksikliklerin kaynağında da bu tür bütünleşmelerin pratikte sağlanamaması vardır. Dolayısıyla, hem güç ve etkinliğin, hem de hata ve eksikliklerin kaynağı olan bu bütünleşmeler üzerinde daha ayrıntılı olarak durmamız gerekiyor. Yanlış bir eğilim bu tür kaynaşmaların parti pratiğinde yeterince sağlanamaması üzerine, işin kolayına kaçarak, çelişik görünen unsurlardan birine ya da ötekine mutlak ağırlık tanıma eğilimidir. Hatalarda ısrar edildiği sürece de, bu ısrar, belirli öğelerin mutlaklaştırılmasına, fetişleştirilmesine dönüşür.
Önce de belirttiğimiz gibi, yönelim kurulunun üç üyesi olarak görüş ayrılığımızın temelinde bu hatalı eğilimin partide kendini göstermesi yatmaktadır. Şimdi, bu konudaki eleştirilerimizi daha ayrıntılı olarak dile getirmeye çalışacağız.
III. Yaratıcılık ile Kollektif Çalışma Ayrılmaz Bir Bütündür
Arkadaşlar,
Ne yazık ki, bugün partimizde, üye kazanma kampanyasının yanı sıra bir de yaratıcılığa karşı bir kampanyanın açıldığına tanık oluyoruz. Kimi partili arkadaşlarımız sorunu öyle bir biçimde koyuyorlar ki, sanki yaratıcılık bilimsel sosyalizme aykırıdır. Sanki yaratıcılık nerede ise her zaman ve her yerde kollektif çalışmaya aykırıdır. Sanki yaratıcılığın olduğu yerde kollektif çalışma tasını tarağını toplayıp ortadan çekilir.
Oysa gerçek bu değildir. Yaratıcılık kollektif çalışmanın ve kollektif bilincin doğal ve zorunlu bir ürünüdür. Yaratıcılığın reddi ise, doğal olarak kollektif çalışmanın ve kollektif bilincin de reddi anlamını taşır.
Biz bunu iddia ediyoruz. İl Yönetim Kurulu’muzun raporunda kurul çalışmaları bölümünde, sözü edilen, dolayısıyla biz kurul üyelerini de hedef alır görünen “soyut, metafizik, bağımsız yaratıcılığın” ne bizlerle ne de herhangi bir partili ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Partililik yaşamımızda böyle bir suçlamanın muhatabı olabileceğimizi kanıtlayacak tek bir örnek bile bulmak mümkün değildir. Ama biz, İl Yönetim Kurulu raporumuzda kişi suçlama amacıyla olsa gerek şöyle bir sözü edilip geçilen bir sorunu yani yaratıcılık sorununu açabilecek durumdayız.
Arkadaşlar,
Kimi parti görevleri, sonuçları nicelik ve nitelik olarak kesin belirlenmiş bir işin kotarılması anlamını taşır. Ve böyle görevlerin yerine getirilmesinde, azami sayıda partilinin eyleme katılması esastır. Örneğin bildiri dağıtımı, afişleme, bir mitinge katılma gibi. Burada yaratıcılık daha çok görevin yerine getirilmesindeki somut yöntemlerle ortaya çıkar, bunlara ilişkin olabilir. Örneğin en kısa sürede en çok yüzeyin afişlenmesi için uygun yöntemlerin bulunması gibi.
Ama kimi parti görevleri vardır ki en iyi ürünün, en verimli sonucun nitelikleri önceden kesinkes saptanamaz. Böyle görevlerin yerine getirilmesinde, kollektif bilincin temelleri üzerinde yükselen kişisel yaratıcılık ön plana çıkar. Kollektif bilinç ile kişisel yaratıcılığın en verimli biçimde kaynaşması, bu tür görevlerin yerine getirilmesinde görülür. Böyle görevlerin yerine getirilmesinde en iyi ürünün ve en verimli sonucun alınabilmesi için, zaten var olması gereken kollektif bilincin mutlaka kişisel yaratıcılıkla pekişmesi gerekir.
Arkadaşlar,
Bu konuya yine döneceğiz. Ama önce bir noktayı belirtelim. Bizler bu partide yaratıcılığın ne olduğunu genel başkanımızdan öğrendik. Bizler yaratıcılığın tadına genel başkanımızın birinci ve üçüncü il temsilcileri toplantılarında yaptığı açış konuşmalarını dinleyerek vardık. Ve genel başkanımızı kendimize örnek aldık: Belki de üç gün evimize kapandık, tek bir partili arkadaşımızı görmeden yazı yazdık, seçim nutku hazırladık, raporlar oluşturduk. Ama bunun inzivaya çekilip istihareye yatma anlamında bir “yaratıcılık” olmadığını da biliyorduk. Çünkü, belirli bir süre, fiziki olarak diğer arkadaşlardan uzak kalsak, onlarla kısa bir görüş alışverişinde bulunmasak bile, bu bilincimizi kollektif bilinç olmaktan çıkartmaz. Ve kişisel yaratıcılık, ancak bu kollektif bilinci temel aldığı sürece mümkündür. Kollektif bilinç ile yaratıcılık bu anlamda birbiri ile çelişmez, tersine birbirini bütünler.
Kimi parti görevlerinin yerine getirilişinde en verimli sonucun ve en iyi ürünün niteliklerinin önceden kesinkes saptanamayacağından söz ettik. Kişisel yaratıcılığın da böyle görevlerin yerine getirilmesinde ön plana çıktığına değindik.
Alalım ekip çalışmalarını. Ekibin çalışma alanındaki kişilerle nasıl ilişki kurulacağını, onlara özel ve somut konularda yaklaşabileceğimizi, parti bize bir liste halinde vermez, veremez. Bir ekibin ya da bir ekin üyesinin yaratıcılığı, işte böyle durumlarda ortaya çıkar. Ola ki ekip üyelerinden birinin aklına, son derece geçerli, son derece etkin bir yöntem gelir. Dışa açılma, insanlara yaklaşma bakımından. İşte bu yaratıcılıktır. İşte bu, kollektif bilincin üzerine inşa edilen kişisel yaratıcılıktır. Ve hemen belirtelim, bu anlamda yaratıcı olmadan işçi-emekçi kitlelere yeterince açılmamız hayaldir. Ve yine ekleyelim, kollektif bilinç olmadan bu alanda yaratıcılık göstermek hayaldir. Bir insan, parti üyesi olduğu için yani kollektif beynin bir parçası olduğu için insanlarla ilişki kurmakta yaratıcı olma zorunluluğu gelip dayatmıştır ve onu yaratıcı olmaya zorlamıştır.
(…)
Arkadaşlar,
Yaratıcılığı böyle almak, böyle değerlendirmek zorundayız. Yaratıcılık, budur. Ve bu anlamda “Marksizm yaratıcılıktır.” Yaratıcı olabilenlerde ancak gerçek Marksistler’dir.
Kollektif çalışma ise, üzerine mutlaka ve mutlaka yaratıcılığın inşa edilmesi gereken vazgeçilmez bir temeldir. Kollektif bilinç, yaratıcılığın ön koşuludur. Kollektif çalışma içinde olmak, kişisel yaratıcılığın vazgeçilmez önkoşuludur. Ama kollektif çalışma, yetersizliklerin ve yeteneksizliklerin kendilerini gizleyecekleri, ardına sığınacakları bir örtü değildir. Kollektif çalışma, kişisel yetersizlikleri insan kalabalığı içinde gizleme aracı da değildir. Hele hele kollektif çalışma, belirli uçlar yaratıp, bu uçların aritmetik ortalamasını alarak idare-i maslahatçılık yapmak hiç değildir.
Arkadaşlar,
Yaratıcı olmaya çalışmazsak ve yaratıcılığın zorunluluğuna inanmazsak, varolan kollektif ürünlere de gözlerimizi kaparız, onları göremeyiz. Bizim, Türkiye İşçi Partisi olarak elimizde büyük bir kollektif ürün var: 1961-71 TİP hareketi. Bunun kitlelerin kollektif bir ürünü olduğunu biliyoruz. Peki ama kendi kendimize soralım: Kollektif bir ürün olan kendi tarihimizi ne ölçüde ideolojik ve politik bir silah olarak kullanabiliyoruz? Genel başkanımızın bu kollektif ürünün üzerine inşa ettiği yaratıcı çalışmanın dışında elimizde çok şey var mı?
Ve arkadaşlar yine kendi kendimize soralım: Bugün ipliği pazara çıkmış bir Aybar’ı Cumhuriyet gazetesindeki yazıları üzerine eleştirme gereği duyduğumuzda en başta kullanmamız gereken silahımız olan kendi parti tarihimizden, 1961-71 deneyiminden neden yararlanamıyoruz? Neden Aybar sapmasına karşı kendi tarihimizi bir silah olarak kullanamıyoruz? Tek kelime ile işin kolayına kaçma eğiliminde olduğumuz için. Tek kelime ile yaratıcı olmaktan çoğu kez öcü gibi korktuğumuz için.
Arkadaşlar,
Yaratıcı olmaktan korkmayalım. Çünkü görevimiz, doğruyu yaratmak, sosyalizmi yaratmaktır.
IV. İnisiyatif ve Yönlendiricilik: Demokratik Merkeziyetçilik Nedir?
Arkadaşlar,
Aralarındaki bütünlükle birlikte hayata geçirilmesinde en büyük eksikliklerle karşılaştığımız, en önemli yanlışlıkların ortaya çıktığı bir diğer ikili de demokrasi ve merkeziyetçilik kavramlarıdır.
Daha önce de değindiğimiz gibi, bu ikilinin partide bir bütün olarak hayata geçirilmesinde güçlüklerle karşılaşıldığı zaman çoğu kez yine işin kolayına kaçılmakta, sözde olmasa bile pratikte “demokratik merkeziyetçiliğin merkeziyetçi yönü bu dönemde ağır basar” denilip geçilmektedir.
Hatta arkadaşlar, zaman zaman bu inanılmaz yanlışın sözle de dile getirildiğini hatırlayanlarımız çıkacaktır. “Demokratik merkeziyetçilik” gibi iki “yan”ın mekanik biçimde yan yana gelişi ile ortaya çıktığını düşündüren vahim söz ve davranışları hatırlayacaksınız.
Arkadaşlar,
Bir yandan “demokratik merkeziyetçilik” ilkesinin bizzat kendisine revizyonist saldırılar gelirken, bir yandan da biz, bu ilkeyi yanlış anlayıp bu yanlış anlayışı savunmakta ve uygulamakta devam edersek, ona en büyük kötülüğü yapmış oluruz. Buna mutlaka engel olmalıyız.
“Demokratik merkeziyetçilik” bilimsel sosyalist partilerin ve onların öncülüğünde kurulan sosyalist toplumların politik örgütlenmesinin vazgeçilmez bir ilkesidir. Bu ilke, “demokratik” ve “merkeziyetçi” ilkelerin mekanik bir bileşimi anlamını kesinlikle taşımaz. Burada, demokrasi ve merkeziyetçilik, tek bir ilkenin birbirinden ayrılması, birbirine bağımlı, birbirini etkileyen ve tamamlayan görünümleri ve veçheleridir.
Bu anlamda işçi sınıfının bilimsel sosyalist partilerindeki demokrasi merkeziyetçi bir demokrasi, merkeziyetçilik ise demokratik bir merkeziyetçiliktir. İkisi her dönemde, her koşulda, bir aradadır, içiçedir. Koşullara göre, koşulların ağırlığına ya da elverişliliğine göre değişen, bu iki parçadan birinin üstün gelmesi değildir. Önemli olan ilkenin bir bütün olarak somutlanışıdır.
Eğer böyle olmasa idi, örneğin toplumsal koşulların ağırlaştığı, partiye yönelik çeşitli saldırı ve tehditlerin arttığı dönemlerde parti işleyişinde demokrasiye aldırış etmemek, işin merkeziyetçi yanını öne çıkartmak gerekirdi. Buna karşılık, mücadele koşullarında göreli bir rahatlamanın ortaya çıktığı, partinin çok güçlü olduğu ve gücünü artırdığı dönemlerde ise merkeziyetçiliğe boş vermek gerekirdi. Oysa gerçek olan da, doğru olan da bu değildir. En ağır gizlilik ve baskı koşullarında bile, işçi sınıfı partilerinde ne yaman tartışmalar olduğu biliniyor. Diğer yandan ise, bugünün en gelişmiş sosyalist toplumlarında, bile hem partinin hem de sosyalist devlet siyasal ve ekonomik örgütlenmesinin temelinde merkeziyetçiliğin varlığını halen sürdürdüğü de biliniyor.
Açıktır ki, demokratik merkeziyetçilik, bir o bir de bu yanı ağır basan bir şey olsa idi, bu bir tahterevalli oyunundan farksız olurdu.
Arkadaşlar,
Bu yüzden, bilimsel sosyalizmin kurucuları demokratik merkeziyetçiliğin ayıredidici özelliklerini birçok kez göstermişler; bunlar da bilimsel sosyalist hareketin bir buçuk yüzyıla yaklaşan tarihinde kanıtlanmışlardır.
Disiplinli olmak ve inisiyatif sahibi, girişken, yaratıcı olmak; bütün sorunları enine boyuna tartışmak ve bunun sonucunda alınan kararları en etkin biçimde hayata geçirmek; eserleri en kusursuz bir orkestra gibi benzersiz güzellikte icra etmek ve bunu sağlamak için kötü seslerin nereden, nasıl ve hangi nedenlerle çıktığını açıkça bilmek, nihayet bunları giderecek bir eşgüdüm ve tek merkezlilik içinde olmak.
Arkadaşlar, demokratik merkeziyetçilik işte budur. Demokratik merkeziyetçiliğin belli başlı öğeleri ve tüm parti örgütleri ile parti üyelerinden bekledikleri, işte bunlardır.
Arkadaşlar,
Demokratik merkeziyetçiliğe, buna bağlı olarak da inisiyatif ve yönlendiricilik konularına ilişkin bazı sorunları, partimizin açtığı son üye kazanma kampanyasından hareketle tartışmak mümkündür.
Partimizin açtığı kampanyanın en çok ön plana çıkan yanı, doğal olarak belirli bir zaman perspektifinde örgütümüze çok sayıda insan kazanılması olmaktadır. İl Yönetim Kurulu raporumuzda da kampanyanın yalnızca bu yönü üzerinde durulmaktadır. Ancak işin bu yanının ön plana çıkması, diğer yanın göz ardı edilmesine yol açmamalıdır. Çok üye kazanmak, kampanyaya ilişkin görevlerimizin yalnızca bir bölümünü oluşturuyor. En az bunun kadar önemli ve bundan daha da güç olanı ise, kazandıklarımızı, yeni insanlar kazanan partililer haline getirebilmemizdir. Bir başka deyişle, kazandıklarımızı, parti çatısında insan kazanacak partililer haline gelecek biçimde yoğurabilmemizdir.
Açıkça söylemeliyiz ki, ekip üyesi işçi ve emekçiler aracılığı ile yeni işçi-emekçi üyeler kazanma sürecinin henüz başlarındayız. Yalnızca işçi ve emekçi arkadaşlarımız değil, ekip üyesi tüm arkadaşlarımızı geçtiğimiz dönem insan kazanan ekipler haline yeterince getirebildiğimizi söyleyemeyiz.
Aynı eksikliğin önüne, bu kampanya döneminde mutlaka geçmeliyiz. Şu andaki veriler öyle gösteriyor ki, bu kampanya sonucunda, partimize önemli sayıda işçi-emekçi üye kazanılmış olacaktır. Bu, hiç kuşkusuz olumlu bir gelişmedir. Ancak yalnızca bununla yetinemeyiz. Yalnızca bununla yetinmek ve kazanılan yeni üyeleri, özellikle işçi-emekçi üyeleri insan kazanan, dışa yönelik çalışma yapan aktif partililer haline getirememek belirli bir süre sonra yeni bir hareketsizlik dönemini beraberinde getirecektir.
Hedefimiz, kazandığımız insanları mutlaka ve mutlaka insan kazanmasını bilen ve fiilen insan kazanan partililer haline getirmektir. Ancak bu sayede içinde bulunduğumuz kampanya, kendisini geliştirip besleyen bir dinamizm yaratabilecek, kampanya bu anlamda süreklileşecektir.
İl Yönetim Kurulu’muzun raporunda; son derece yerinde bazı gözlemler yer almaktadır. Örneğin; işçilerin yönetime yeterince katılamamaları, kademeler arası akışım eksikliği ve inisiyatif yetersizliği gibi. Ancak bu sonuçların nedenleri olarak da, yine kendileri sonuç olan bazı noktalara değinilmektedir: İdeolojik yetişkinliğin olmaması, yönetime talip olmakta isteksizlik, yöneticiliğin “tam zaman çalışma” isteyen bir iş imajını yaratması gibi. Dediğimiz gibi, bunların kendileri de birer sonuçtur. Neden değildir. Başka bir deyişle, sonuçların kaynağı burada aranamaz. O halde eksikliklerimizin kaynağını daha titiz bir biçimde araştırmak durumundayız. Kısaca, başarının koşulu nedir?
Arkadaşlar,
Bu başarının başta gelen koşulu, şu anda kazandığımız ve kazanacağımız üyelere, bunlar arasında özellikle işçi-emekçi üyelere inisiyatif tanımaktır. Ancak bu inisiyatifi tanımakla onları politik mücadeleye alıştırabiliriz. Ve bu inisiyatifi tanırken, üyelerimizi denetimsiz bırakmamak koşulu ile onların zaman zaman fahiş olmayan hatalar yapmalarını da çok büyütmemeliyiz. Çünkü, yaşı başı ve niteliği ne olursa olsun, parti içinde politik mücadeleye atılanlar, partili kimliğiyle yeni insanlar kazanmaya çalışanlar, yürümesini yeni öğrenen çocuklar gibidirler. Onlara mutlaka ve mutlaka yürüme inisiyatifini tanımamız, bunu da “merkeziyetçiliğe aykırı” saymamamız gerekir.
Partimizde aydınlar-öğrenciler var. Bir de işçiler ve emekçiler. Öğrenci ya da aydın kesimin, tartışmalarda, dışa yönelik çalışmalarda daha fazla bilgi gösterisinde bulunmaları mümkündür. Bu durumda karşısındakileri cevap veremez duruma düşürmeleri de mümkündür. Ancak, unutmamak gerekir ki, iş, insanları, özellikle işçi ve emekçileri örgüte katılmaya ikna etmeye geldiğinde, partili işçi ve emekçiler daha etkin, daha inandırıcı olmaktadırlar. Bir işçiyi ve emekçiyi partiye katılmaya ikna etmenin en önemli yolu onun karşısına partili ve bilinçli bir başka işçi ya da emekçi çıkartmaktır. İşte bu nedenle, tabandaki işçi ve emekçi partili arkadaşlarımıza daha çok inisiyatif tanımak zorundayız.
Parti üyesi işçi-emekçileri inisiyatif sahibi yapmanın yolu, kesinlikle tek başına eğitim değildir. En büyük eğitim, onlara politik mücadele inisiyatifi tanımakla gerçekleştirilecek eğitimdir. Belki de ilk karşılarına çıkanlara bazı hatalı görüşler ileteceklerdir. Belki de “illa ben de üye kazanayım” türünden bir aceleciliğin içine girebileceklerdir. Ama, sonuç mutlaka ve mutlaka olumlu olacaktır. Ve yönetici arkadaşlarımızın ileride kazanacaklarını düşünerek, bu tür küçük hatalara karşı hoşgörülü olmaları büyük önem taşımaktadır.
Arkadaşlar,
Hiç unutmayalım. Hepimiz gelişmeye ve değişmeye muhtacız. Partimizdeki istisnasız tüm yöneticilerin gelişmeye gereksinimi vardır. Ancak, hemen belirtelim ki, parti yöneticilerinin gelişmeleri yalnızca yöneticilik konumundaki pratiklikleri ile sağlanacak değildir. Gelişmeyen bir parti yapısının üzerine oturan yöneticilik, yöneticilere yalnızca “dar politika” öğretir. Dar politika ise, kısa sürede burjuva politikasına dönüşür. Oysa yöneticilerin gerçek anlamda gelişmeleri, tabandaki üyelerin ve ekiplerin gelişmelerinin bir türevidir. Yönetici, gelişen üye ve ekipler karşısında ya kendini aşar, kendisi de gelişir, ya da gelişen yapıya ayak uyduramayarak yöneticilik dönemini sona erdirir. Bu konuda hepimiz net olmalıyız ve hepimiz gerektiğinde bir nefer olmasını bilmeliyiz. İl Yönetim Kurulu raporunda kimilerinin nefer olmayı yediremediklerini söyleyenlere burada cevap veriyoruz: Biz partimizin neferi olmaya hazırız; böyle bir çelişki ile karşı karşıya olmadığımız halde partimizin neferi olmaya hazırız. Ve asıl böyle bir çelişki içinde olanları nefer olmaya çağırıyoruz.
Bir de o çok sözü edilen kollektif çalışmaya bu açıdan bakmasını öğrenmek zorundayız. Kendi altındaki birine inisiyatif tanımayan yöneticilerin kendilerinin de bir üst birim karşısında inisiyatifsiz kalacaklarını ve kaldıklarını unutmayalım. Gelişmeyen ekiplerin, yaratıcı olmayan partililerin, gelişmeyen ve yaratıcı olmayan yöneticiler yarattıklarını; bunu karşılık, gelişmeyen ve yaratıcı olmayan yönetimlerin de gelişmeyen tabanı zamanla kendilerine benzettiklerini her zaman hatırda tutalım. Tartışmayan yönetici-tartışmayan üye, tartışmayan yönetim-tartışmayan ekip kısır döngüsü böyle ortaya çıkar. Partiye damgasını böyle vurur.
Arkadaşlar,
Partimizin yeni bir döneme girdiğini söyledik. Bu yeni dönemin çeşitli düzeylerde göstergeleri var. Ekipler, ilçeler düzeyinde göstergeleri de var. Örnekler henüz sınırlı olmakla birlikte, yine de anlamlı örnekler. Ve bu örnekler şuna işaret ediyor: 1975-78 dönemi, alt birimlerin ne yapmaları gerektiğini henüz bilmedikleri bir dönemdi. Yeni girdiğimiz dönem ise, bu birimlerin yapılması gerekeni bildikleri, ama buna yetkili olup olmadıklarına henüz karar veremedikleri bir dönem olarak ön plana çıkıyor.
Bu bir noktaya kadar olumlu bir gelişmedir. Bu olumlu gelişmenin süreklilik kazanabilmesi, ne yapmaları gerektiğini bilen ekiplere ya da birimlere bu işleri yapmaları için gerekli inisiyatifin tanınması ile mümkündür. Bugün Türkiye’nin bir köşesinde, çay üreticilerinin çay paralarını alamamaları üzerine yürüyüş yapılması gerektiğine karar veren ve bunu yapabilecek konumda olan, ancak bunu yapmaya yetkili olduklarını bilmeyen örgütsel birimlerle karşılaşıyoruz. İşte, sorun budur. Ve yönetimlerin bu konuda alabildiğine dikkatli olmaları, daha önemlisi, alt birimlere gerekli inisiyatifi vermenin “merkeziyetçiliğin” reddi anlamına gelmediğini öğrenmeleri zorunludur. Bunun tersi bir anlayış ise pratikte tutuculuk ve frenleyicilikten başka bir anlama gelmeyecektir.
Arkadaşlar,
Az önce, parti yöneticilerinin gelişmesinin yalnızca kendi yöneticilik deneylerine bağlı olmadığına, gerçek anlamdaki gelişmenin, partinin bir bütün olarak gelişmesi ile sağlanabileceğine değindik.
Partimizdeki önemli örgütsel hatalardan biri de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Hiç kuşkusuz partimizin tümüne egemen olamayan, ama zaman zaman kimi örgüt birimlerinde varlığını duyuran “yöneticilik” ve “yönetici seçme” anlayışına bu açıdan dikkat etmekte yarar bulunmaktadır.
Hepimizin belirli eksiklikleri var. Kimi konularda yeteneklerimiz sınırlı. Kimi durumlarda ise nesnel olarak yetersiz kalıyoruz. Kimimizin dışımızdaki insanlarla ilişki kurmakta, kimimizin yazı yazmakta, kimimizin partililere sıcak ve yoldaşça yaklaşabilmekte, kimimizin de yöneticiliği insanları kırmadan ve soğutmadan becerebilmekte yetersiz olduğu ortada. Bütün bunlar bir yere kadar doğaldır.
Doğaldır ama bunları kalıcılaştırma, sürekli hale getirme ve git gide bunlardan yararlanma eğilimlerine karşı da son derece dikkatli olmak zorundayız. Partililer olarak yetersizliklerimizi ya da yeteneksizliklerimizi biliyoruz diyelim. Diyelim ki, bunlar bizi rahatsız ediyor. Ama bunları aşmak dururken, kendi üstümüzden alacağımız destek ve güvencelerle bu yeteneksizlik ve yetersizliklerimizi örtme çabasına hiçbir zaman girmemeliyiz. Bir başka deyişle, örgütümüzün üst birimleri, alt birimlerdekilerin yetersizliklerini kullanarak onları teslim alan birimler haline gelmemelidir.
Böyle bir eğilim, parti birimleri arasındaki bağlılığın zayıf halkalarla sağlanması anlamına gelir. Bir yönetici, eksiklik ve yetersizliklerini biliyordur. Bir de, üzerindeki yönetim biriminin bunları bildiğini biliyordur. Yönetici burada, doğal olarak, kendi üzerindeki birimden bir güvence arama duygusuna kapılır. Üst birim de belirli anlamdaki bir bağlılığın karşılığı olarak alttakine bu güvenceyi sağlarsa, aradaki ilişkiler sağlıklı ve kalıcı ilişkiler olmaktan çıkar. Daha da kötüsü, eksiklik ve yetersizliklerin aşılması yerine, bunların alınan güvencelerle kalıcılaştırılması çıkış yolu olarak görülmeye başlanır. Tehlike de burada başlar.
Arkadaşlar,
Evet, parti, sosyalist mücadelenin vazgeçilmez silahıdır. Ama her vazgeçilmez silah gibi o da zaman zaman tutukluk yapabilir. İyi bakılmayan silahların tutukluk yaptığı gibi. Partililer olarak, bu tehlikelere karşı dikkatli olmak zorundayız. Dikkatli olalım ve tek silahımız olan partimizi göz bebeğimiz gibi koruyalım.
v. Nesnel Koşullar-Öznel Koşul Bütünlüğü
Arkadaşlar,
Sosyalist harekette nesnel koşullardan ve öznel koşuldan, yani partinin güç ve etkinliğinden söz edilir çoğu zaman.
Diyalektik ilişki, bu ikisi için de geçerlidir. Bir başka deyişle, nesnel koşullar ile öznel koşulu hiçbir zaman bir bıçakla birbirinden ayıramayız. Öznel koşulu bütünü ile bağımsız ve nesnel koşulları etkilemeyen ayrı bir faktör olarak almak büyük hatadır. Gerçekte, öznel koşul, yani partinin güç ve etkinliği, sağladığı birikim ile ve bir süreç içerisinde giderek nesnel koşulların bir parçası halini alır. Bir örnek vermek gerekirse, Türkiye İşçi Partisi’nin 1971 öncesi etkinliği, bugün yararlandığımız bir nesnel koşul niteliği kazanmıştır zaman içerisinde.
Nesnel koşullar ile öznel koşul arasındaki bu ilişkiden söz etmemizin nedeni şudur: Aradaki bütünlük görülmediği sürece, nesnel koşulların mutlak bir fetiş haline getirilme tehlikesi doğabilir ve bunun sonucu olarak da hem kendi eksikliklerimizi görememe, hem de kötümser bir kadercilik felsefesine kapılma eğilimleri ortaya çıkar.
Zaman zaman bunu hepimiz yapıyoruz. Örneğin 5 Haziran seçimlerindeki başarısız sonuçlar üzerine, nesnel koşulların olumsuzluğunu büyük ölçüde abarttık. “Büyük panik” ve “tecrit çemberi” sözcükleri neredeyse başarısızlığımızın tek nedeni haline getirildiler. Bunun sonucunda parti olarak pratik eksikliklerimizin üzerine yeterince eğilemedik. Teorik düzeyde ise başarısızlığımızın en önemli açıklaması olan “12 Mart sonucunda demokrasi mücadelesinin sosyalizm ekseninden koparılması” görüşüne ise daha sonra ve yine genel başkanımızın yaratıcılığı sayesinde ulaşabildik.
Bugün ise tam tersini yaptığımızı görüyoruz. Bu kez de, nesnel koşulların olumluluğu abartılıyor. “Büyük panik” sözünün yerini de “önümüz açık” sloganı alıyor. Bu noktada, abartılan farkı olmakla birlikte, aynı tehlike söz konusudur: Nesnel koşulların olumluluğunun abartılması ile partimizdeki eksikliklere, parti çalışmasındaki yetersizliklerimize eğilememek, bunları görememek.
Arkadaşlar,
Bugün daha çok dış illerden ya da ilçelerden gelen partili arkadaşlarımızın bildiği bir gelişme var. Kitleler hızla düzenden kopuyorlar. Radikal çözümler aranışına giriyorlar. Ve belki de bir paradoks gibi görünüyor ama, kimi bölgelerde düzenden kopuş “ya MHP ya da TİP” anlayışında ifadesini buluyor.
İşte bu noktada nesnel koşulların olumluğunu tek başına ve partinin gelişmesinden bağımsız olarak abartmama zorunluluğu kendini dayatmaktadır. Yine bu noktada, öznel koşul, yani partinin tüm gücünü ve kadrolarını seferber ederek birikim olan her yere ulaşabilmesi büyük önem taşımaktadır. Düğümün çözümü, bütün gücümüzü seferber ederek, yığınlara ulaşmaktan geçmektedir. Burada partinin göreli güçsüzlüğünden hareket ederek “Parti güçleninceye kadar MHP’ye gideceklerine CHP’de kalsınlar” anlayışı çözüm değildir. Bunları kafalardan silmemiz gerekmektedir. Kafalara bir çivi gibi çakılması gereken ise, genel başkanımızın deyimi ile “örgütlenme, örgütlenme ve yine örgütlenme”dir. Kafalara yerleştirilmesi gereken, “sosyalizmin bayrağını dik tutmadıkça demokrasi bayrağının da yükselemeyeceği”dir.
Arkadaşlar,
“Örgütlenme, örgütlenme ve yine örgütlenme” hedefi ile ilgili olarak üzerinde durmamız gereken diğer bir konu da, Türkiye sosyalist hareketinde yaşadığımız tekleşme sürecidir. İl Yönetim Kurulu raporumuzda bu “partinin politik etkinliğinin artışı” biçiminde dile getirilmektedir. “Partimizin politik etkinliğinin artışı” tekleşme sürecini; yani partimizin dosta düşmana kendini sosyalist hareketin tek temsilcisi saydırma sürecini içerir. Bunun üzerinde durmakta yarar buluyoruz.
Tekleşme sürecinin de ikili yanı vardır. Partililerin kafalarındaki tekleşme süreci de biçimini ve perspektifini, bu iki yandan hangisine ağırlık verildiğine göre alır. Kimilerine göre, tekleşme sürecindeki temel düğüm noktasının çözülebilmesi, “bizlerle aşağı yukarı aynı alanda at oynatan” “siyasal çizgi”lerle olan ilişkilerin belirli bir biçim almasıyla mümkündür. Yine bu anlayışa göre, tekleşme sürecinin asıl belirleyicisi, bu “siyasal çizgi”lerle olan ilişkilerde ortaya çıkacaktır.
Hemen belirtelim ki, bu tür siyasal çizgilerle olan ilişkiler gerçekten belirli bir öneme sahiptir. Ve bu tür ilişkilere temelden karşı çıkmak mümkün değildir. Ama şunu açıkça belirtiyoruz: Bu tür ilişkiler, tekleşme sürecinin asıl ve temel belirleyicileri değillerdir. Türkiye’de asıl önemli olan, bir bakıma parsellenmiş bir alanda bulunan 20-30 bin “sosyalist”in kazanılması ya da partimizin bunların nezdinde “tekleşmesi” değildir. Asıl önemli olan, Türkiye’nin dört bir yanında örgüte susayan yüzbinlerce insana ulaşabilmektir. Tekleşme sürecinin asıl belirleyicisi, bu uğraşta göstereceğimiz basan olacaktır.
Türkiye’nin aydınlık geleceği, 20-30 bin kişinin belirli konularda ikna edilmesinde ve partinin bu anlamda tekleşmesinde değil, partimizin yüzbinlerce işçiye ve emekçiye ulaşmasında yatmaktadır. Çok kesin ve çok açık olarak belirtelim: Biz bu sözü edilen kesimi ikna ederek tekleşmeyeceğiz; tekleşerek onları ikna edeceğiz. Biz, solun bölünmüşlüğü imajına son vererek tekleşmeyeceğiz, solun bölünmüşlüğü imajına gücümüz ve etkinliğimizle son vererek tekleşeceğiz.
Arkadaşlar,
Sosyalistler olarak hepimizin, gelişmiş kimi kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı partilerine, örneğin İngiltere’deki, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki partilere saygımız büyüktür. Onların deneyimlerinden yararlanmaya da çalışırız. Ama şunun altını çizelim ki, sosyalistler olarak, TİP’liler olarak bu partilerin bugünkü konumlarını, güç ve etkinliklerini kendimize gelişme perspektifi ve hedefi olarak almaya hiç ama hiç hakkımız yoktur. Bizler sosyalistiz ve uluslararası harekete karşı sorumluluklarımızı yerine getirmenin en iyi yolunun kendi ülkemizde büyük ve etkin bir güç haline gelmekten geçtiğini bilen sosyalistleriz.
Hedefimiz, uluslararası sorunu çözmüş ama dar ve etkisiz bir parti değildir. Hedefimiz, hem uluslararası sorunu çözmüş hem de büyük ve güçlü parti olma hedefidir. Ve aynı tekleşme sürecinin diğer halkalarında olduğu gibi, yine önce gelişip güçlenerek uluslararası sorunun geride kalan düğümlerini de çözeceğiz.
VI. Genele Kafa Yormadan, Özel Birimlerin Çözümünde Yetersiz Kalınır
Arkadaşlar,
Eksik olduğumuz bir nokta daha var. Hemen hepimiz eksiğiz bu konuda. O da partiden bir milim şaşmadan, partiye olan güvenimizi bir ölçüde de olsa yitirmeden partiye dışarıdan bakabilmeyi henüz bilmiyoruz. Belki de birçok pratik sorun içinde boğulduğumuz için gerçekleştiremiyoruz bunu. Belki de partiye dışarıdan bakmayı, partinin en geneldeki gidişini değerlendirmeyi, kendi görev ve yetki alanımızda görmediğimiz için hiç kalkışmıyoruz buna.
Ancak en iyi partili, partisinden bir milim şaşmadan, ona dışarıdan bakabilmeyi bilen, partinin içinde kalarak partiyi genelde değerlendirmeyi, öğrenen partilidir. Hepimiz bunu başarmak zorundayız. Hepimiz,günlük pratik çalışmalarımızı hiç aksatmadan,Türkiye’nin ve partimizin genel gidişi üzerinde kafa yormak zorundayız. Kısacası, bir yandan bulunduğumuz konumu bilmemiz diğer yandan da adeta bir genel başkan gibi geçmişi eleştirici, geleceği çözümleyici olabilmemiz gerekiyor. Tabii eğer iyi partililer olmak istiyorsak.
Eğer bunu sağlayamazsak, ideolojik yetişkinlikle bütünleşmeyen bir dar pratikçiliğe kapılabiliriz. Bunun getireceği tehlikelerse büyüktür. Geçmiş parti deneyiminden, 1961-71 döneminden de biliyoruz ki, parti dışı uçlara en çabuk ve en talihsiz biçimde savrulanlar, pratik çalışkanlıklarını ve fedakârlıklarını gerekli ideolojik temelle bütünleştiremeyenler oldular.
Böyle tehlikelerin önüne geçmek zorundayız. Bunun yolu da yine yaratıcılıktır. Örneğin, bir ekip ya da ilçe yönetimi, “Türkiye’ye ilişkin en genel değerlendirme ve çözümlemelerden hareketle kendi somut parti çalışmasını şekillendirebilmeli, kendi eylem haritasını çizebilmelidir. Ve parti birimlerimizin en büyük eksiklikleri de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Bugüne kadar ağırlık verilen anlayış ise, bunun tersi yönünde olmuştur. Değerlendirme yapma, çözümleme ve tartışma inisiyatifi zaman zaman kısıtlanmıştır. Ekipler sanki a’dan z’ye kadar belirlenmiş işleri yalnızca uygulamakla yüklü birimler olarak görülmüşlerdir.
Arkadaşlar,
Hepimizin bildiği “eşitsiz gelişme yasası” partinin gelişmesi söz konusu olduğunda geçerli değildir. Kimimiz şöyle düşünebiliriz: “Ben yalnızca kendi ekibime bakarım ve bana verilen görevleri yaparım, başkasını düşünmem”. Ya da “ilçe olarak ben yalnızca kendi ilçemi geliştirmeye bakarım ve bunu sağlamak için üst birimlerden verilen görevleri yerine getiririm. Bunun sonucunda da benim ilçem gelişir, diğer ilçeleri geçer…”
Oysa, eşitsiz gelişim yasası, parti yaşamında geçerli değildir. Parti bir bütündür ve ancak bir bütün olarak ve yine bütün birimleri ile birlikte gelişebilir. Zaman zaman belirli örgüt birimleri geçici bir süre için öne fırlayabilirler. Ama zamanla, kısa bir sürede onlar da genelin etkisinden kurtulamazlar. Diğer birimler yeterince gelişmezse, gelişen birim de yerinde saymaya başlar ve eşitlik yeniden kurulur.
Bütün bunları şunun için söylüyoruz: İlçelere ve kimi ekiplere egemen olan, “ben yalnızca kendi işime bakarım, bunu yaptığım ölçüde de diğerlerini geçerim” anlayışı tutarsızdır. İlçenin ya da ekibin somut ve özel sorunları ile uğraşmak, bunları çözümlemeye çalışmak hiç kuşkusuz zorunludur. Ama yine eklemek gerekir ki, Türkiye’nin ve partinin genel durumunu, koşullarını değerlendirmeden, ilçe özelinde ortaya çıkacak sorunların tümünü çözebilmek de olanaksızdır. İşte bu nedenle, parti yaşamında geçerli olan ilke “sosyalist yarış” değil, “sosyalist özendirme”dir. “Yarış”ta esas olan, başkalarını geçmektir. Oysa partide esas olan, belirli birimlerin diğerlerini geçmesi değildir. Hep birlikte gelişmektir. İşte bu bütünlük nedeni ile geneli değerlendirmeden, geneli dikkate almadan başka örgüt birimleri için örnek olmaya, özendirici olmaya olanak yoktur.
Arkadaşlar,
Bu noktada da gerek ekiplerin, gerekse ilçe yönetimlerinin değerlendirme ve uygulamada inisiyatif sahibi olmaları zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Tüm birimler, en genel değerlendirmelerden hareketle somut adımlar atabilecek konuma gelmelidirler. Hedefimiz, yalnızca verilen görevleri yapan parti birimleri değil; bunların yanı sıra kendilerine görev yaratan, kendi işini kendisi yaratan, kendi başına hedefler saptayan parti birimleridir.
VII. Bilimsel Sosyalist Partilerde Yöneticilik İlkeleri
Arkadaşlar,
Bugün Türkiye’de şu kadar yıllık “utkan gelenek”ten söz eden kişiler olduğunu biliyoruz.
Burada bu “utkan”geleneğin parçası olan bir başka gelenekten de söz etmek istiyoruz. Belki de bugüne dek üzerinde pek durulmadı. Bu gelenek, harekete kazanılan işçiyi bir türlü “aydın” yapamama geleneğidir. Sözünü ettiğimiz, elbette harekete kazanılan işçilerin sınıf değiştirerek aydın haline gelmeleri değildir. Sözünü ettiğimiz, harekete kazanılan işçilerin parti pratiği içinde dünyanın ve ülkenin genel gidişine kafa yoran, bu anlamda çözümleme yapan, görüş ve öneri geliştiren insanlar haline bir türlü gelememeleridir.
Hareketin 1961 öncesine baktığımızda, ön plana çıkmış kişiler anlamında, bunun aksine bir tek örnek bulmak mümkün değildir. Kısacası hareket, 1961 öncesinde, sosyalist mücadelenin ideolojik ve teorik konumuna ilişkin katkıda bulunan bir tek işçi yönetici yetiştirememiştir.
Oysa dünyadaki diğer işçi sınıfı partilerini de biliyoruz. Onların yetiştirdiklerini biliyoruz. Kalinin’i, Jacques Duclos’yu biliyoruz en azından. Diğer işçi sınıfı partilerinde de buluyoruz böylesine gelişen ve aydınlatan işçileri.
Kim ne derse desin, Türkiye’de bu geleneğin, daha doğrusu geleneksizliğin aşıldığı, hareketin işçi sınıfından gelen aydın kafalı insanlar yetiştirebildiği tek dönem 1961-71 Türkiye İşçi Partisi dönemidir. TİP eksiği ve fazlası ile, politik mücadele verdiği için, politik mücadeleyi Türkiye ölçeğinde yaygınlaştırabildiği için kendine “utkan” adını veren bir geleneğin 40 yılda gerçekleştiremediğini 5 yılda, sınırlı ölçüde de olsa gerçekleştirmiştir. Partimiz, bir aydın kadar aydın olan işçiler yetiştirdi. Türkiye’deki muhtemel politik gelişmeler konularında değme bilim adamlarına yol gösterip, ışık tutan işçiler yetiştirdi. Her şeye karşın, politik mücadele, tasfiyeciliğe, taşra politikacılığına, ihbarcılığa üstün geldiği için parti bunu başarabildi. “Utkan gelenek” ise, tasfiyecilik, ihbarcılık ve ayak oyunları politik mücadeleye kesinkes üstün geldiği için bunu başaramadı.
Arkadaşlar,
Açık sözlü olalım ve geçtiğimiz 3 buçuk yıllık dönemi bu açıdan değerlendirelim bir de. “Utkan gelenek”in hastalıkları, tek tük bir iki örnek dışında partimize henüz bulaşmış sayılamaz. Ama sözünü ettiğimiz kısırlığın bu döneme de damgasını vurduğunu görüyoruz. Neden? Tüm kazanımlarımıza rağmen ekiplere aldığımız ya da yönetici seçtiğimiz insanları işçi olsun, aydın olsun, öğrenci olsun yeterince geliştiremedik. Neden? Hatta kimi durumlarda onların gerilemelerine de neden olduk. Örneğin yönetici olan öğrenci, kitlesinden koptu. İşçi neredeyse işçiliğini unuttu. İşçilikten koptu. Aydın yönetici olduktan sonra aydınlığını unutup, hiçbir şey üretmeyen bir insan haline geldi. Kısacası yöneticilik, tek başına insanlara diğer tüm niteliklerini unutturan bir perde oldu. Sonuçta işçi de, aydın da, öğrenci de yönetici olduktan sonra tek ama tek bir özellikte buluştular. Diğer tüm özelliklerini unutmak pahasına. Bu özellik de “disiplin ve hiyerarşi uzmanlığı” oldu.
Disiplin ve hiyerarşiye önem vermek, bu konularda titiz olmak hiç kuşkusuz gereksiz değildir, işçi sınıfı partilerinde. Ama yöneticilerin tek özelliği bu olamaz. Yöneticiler, yalnızca disiplini ve hiyerarşiyi bilen, başka konularda bir şey bilmeleri gerekmeyen insanlar haline getirilemezler. Bu gelişim tehlikeli bir gelişimdir ve bunun önünü mutlaka almak gerekir.
Arkadaşlar,
Partililerin gelişmelerini donduran, onları kalıplaştıran bu tehlikeli eğilimin önüne geçmede elimizde iki önemli silah var ve bu silahları alabildiğince etkin bir biçimde kullanmak zorundayız.
İlk olarak, başta da belirttiğimiz gibi, daha çok işçi-emekçi kazanmakla yetinmeyip, bunları yönetim kademelerine getirmekle de yetinmeyip, aynı zamanda bu arkadaşlarımızı ideolojik sorunlara kafa yoran, bu alanda çözümleme yapan kişiler haline getirmeliyiz. Bunun yararlarını ileride göreceğiz. Eğer 1971 öncesinde Aybar sapmasını yenebildiysek, daha sonra Emek sapması karşısında gücümüzü koruyabildiysek, bunda, sayıları az da olsa kafaları aydınlaşan, ideolojik konumu güçlü işçi üyeler yetiştirmemizin payı büyüktür. Bunun dışında, partimizde yönetici-üye ilişkilerinin sağlam bir temele oturabilmesi de bu sayede gerçekleşecektir Hotzotçuluk, insan azarlamayı marifet sayma gibi anlayışların önüne de kafaları aydınlaşan ama kolları hala üretimde olan işçileri yönetime getirerek geçeceğiz.
İkinci olarak yapmamız gereken, parti yöneticilerinin “ben yöneticilikten başka iş yapamam” diyecek konuma gelmelerini önlemektir. Partililer, partililik yaşamlarında tek çıkış yolu diye profesyonel olarak ya da olmayarak yönetimde kalmayı, yönetici olmayı görürlerse, bu eğilim hem o kişilere hem de genel olarak partiye büyük zararlar verir. Bu, partinin ve kişilerin gelişmelerini engelleyen başlıca tehlikelerden biridir. İnsanlar zamanla, yönetici kalabilmek için birçok hataya göz yummanın, kimi hata ve eksiklikleri saklamanın gerekli olduğuna inanmaya başlarlar. Bu gelişimin önüne geçilmediği taktirde, parti bir araç olmaktan, sosyalizmi kurmanın bir aracı olmaktan çıkarak, kendi başına bir amaç haline gelmeye başlar. Sosyalist harekette en büyük tehlikelerden olan kariyerizmin ve bürokratlığın temelinde de bu eğilimler vardır.
Arkadaşlar,
Parti yöneticiliği, insanlara varolan yeteneklerini bütünü ile unutturan değil, tersine o yetenekleri daha da geliştiren bir mevki olmalıdır.Çözüm yolu, tek tek rastgele kişilerin değil, genel olarak kadroların profesyonelleştirilmesinden geçmektedir. Bir başka deyişle, yönetici doldurduğu koltuğu ve o koltuğun görevlerini biçimlendirmemeli, tersine belirli görevler ve mevkiler, o görevi yüklenen, o mevkiyi işgal eden partilileri biçimlendirmelidir. Partideki görevler, o görevleri üstlenen kişilerin yetenek ya da yeteneksizliklerine göre değişik şekiller alamaz. Kişilikler özneldir. Öznel olan kişiliklerin, nesnel olan görev ve kadrolara damgasını vurmasının önüne geçmek gerekmektedir. Geçerli olan da parti yaşamında tek tek kişilerin rastgele profesyonelleştirilmesi yerine, kadroların profesyonelleştirilmesi ve bu kadroların gerektirdiği niteliklere en uygun kişilerin o görevlere atanarak profesyonelleştirilmeleridir.
Tekrar edelim: Partide insanlar geçicidir. Kalıcı olanlar ise kadrolar ve görevlerdir.
Arkadaşlar,
Partiyi bir araç olmaktan çıkararak bir amaç haline getirmek önemli bir tehlikedir. Çünkü parti, gerçekte bir araç olan parti, amaç haline gelince araç hanesi boş kalır. Ve bu boşluğun dolabilmesi için de insanlar, yani partililer bir araç olarak görülmeye başlanırlar.
İşte buna izin vermemek gerekir. İnsanlar, partililer araç değillerdir. Partililer, partililik ömürleri tek tek saptanarak üzerlerinde “zamanlama” yapılan ve bu zamanlama sonucunda limon gibi sıkılıp atılan varlıklar değillerdir. Partiye yıllarını veren insanlara kimse bu gözle bakamaz Olanlar üzerinde bu bakımdan hepimizin uzun uzun düşünmesinde yarar vardır.
Arkadaşlar,
Eleştirilerimizi ve karşı görüşlerimizi böyle özetliyoruz.
Bütün bunlar, aynı zamanda özeleştirimiz niteliğini taşımaktadır ve bunun da bir kez altını çiziyoruz.
Şuna inanıyoruz ki, partimiz girdiği bu yeni dönemden daha etkin, daha güçlü bir örgüt olarak çıkacaktır. Partimiz bu dönem tam anlamıyla “iktidara yürüyen sosyalist hareket” olarak çıkacaktır. Ve yedi yoldaşımızın yitirilmesi ile duyduğumuz acıyı ancak girdiğimiz bu yeni dönemin kazanımlarıyla hafifletebileceğiz ve onların öcünü, daha uzun dönemde yapacaklarımızın dışında şu kısa dönemde partimize yüzlerce insan kazanarak alacağız.
Faşistlerin katlettiği sevgili yoldaşlarımızın onurlu anıları, her zaman, zafere ulaştığımızda da, yüreğimizde ve aklımızda olacaktır. Ama arkadaşlar, hiç bir zaman unutmayalım ki, yığınlara örnek olarak bu yoldaşlarımızın sosyalizme inançlarını, fedakarlıklarını ve mücadeleci yaşamlarını örnek göstereceğiz; ölümlerini değil. Çünkü sosyalist hareket ölenlere rağmen insanlara ölüm değil yaşam vaadeder.
Arkadaşlar,
İktidara yürüyen hareketin sorunları olacaktır. Sorunlardan korkmamamız gerekiyor. Çünkü sorunları ortaya çıkaran hareket, bu sorunları çözme aracını da bizlere vermiştir. Bu araç, partidir, partimizdir. Onun için sorunlarımızı parti içinde çözeceğimizden emin olalım. Sorunların çözümünü başka yerlerde, hele hele kitle örgütlerinde aramayalım. Partililer olarak, sorunlarımızı parti içinde çözelim
(…)
Tüm partili yoldaşlarımızı, doğrularda buluşmaya çağırırken, doğruları mutlaka bulacağımıza inanıyoruz.
Sizleri bu bilinçle selamlıyoruz.
Dünya’da devrimi gerçekleştirmiş, sosyalizmi kurmuş ya da bu yolda mücadele eden tüm kardeş partililere selam.
(…)
Yaşasın Partimiz.
Yaşasın Sosyalizm.