Türkiye solu, ideolojik netleşme ve sağlıklı ayrışmalarla sonuçlanabilecek bir tartışma ve olgunlaşma dönemini yaşıyor. Netleşme ve ayrışmaların sağlıklı bir yapıda sonuçlanmasının bazı ön gerekleri var. Birincisi şöyle ifade edilebilir: Türkiye solu 150 yıllık sosyalist mirasın ve kendi tarihinin yeterince kristalleşmemiş konularını sosyalist ideoloji ve pratiğe sızmaya çalışan deformasyonları doğru teşhis etmek durumundadır. İkincisi ve daha önemlisi teşhislerin ve bunlara bağlı olarak ortaya atılan tezlerin sağlam teorik temellere dayandırılması farklı anlamların yüklenebileceği “açık”ların bırakılmaması gerekiyor.
Gelenek Kitap Dizisi‘nin 16. sayısında yer alan A. Hamdi’ nin “Türkiye’de Sosyal Demokratlar mı Var?” başlıklı yazısı yukarıdaki anlamda doğru bir teşhise dayanıyor veya aynı anlama gelmek üzere “birinci ön gereği” yerine getiriyor. “Sosyal demokrat partiler… çok büyük ideolojik sapmalara rağmen günümüze dek işçi sınıfı ile olan ilişkilerini de korudular. (…) Sosyal demokrat partiler günümüzde de sermayenin yaşamını koruyabilmek için… tüm halkın yapısını burjuva ideolojisine yatkınlaştırmak yönünde önemli adımlar atıyorlar. Böylece sosyal demokrat hareket ‘sermaye’ nin isteği doğrultusunda yürüyen bir hareket olarak karşımıza çıkıyor1
“Görünüşte sosyal demokrat kelimeleri partilerin tabelalarında yer alsa bile eninde sonunda burjuvazinin yeni bir oyuncağı olmaktan öte bir anlam taşımasının olanaksız olduğu görülüyor. Ama bu arada ‘sol’ halkın karşısında rezil oluyor. Sol’un bundan kurtulması gerekiyor. Bunun için de SHP’nin artık desteklenmesinden vazgeçilmesi ve herşeyiyle bir ‘rakip’ olarak damgalanması gerekiyor.” 2
Bu iki alıntı ve burada yer vermediğim bazı saptamalarla A. Hamdi ideolojik netleşme ve ayrışma sürecinin önemli bir boyutunu yakalıyor: Türkiye sosyalist hareketinde yol ayırımlarından birisi ve belki de birincisi sosyal demokrasiyi “rakip” olarak göremeyenlerle yaşanıyor yaşanacak. Türkiye sosyalist hareketinin kendi ayakları üzerinde durmasının bir zemini olarak… Daha önce de belirttiğim gibi bu zeminde “açık” noktalar oturmamış temeller bırakmamak gerekiyor. Gereklilik aynı zamanda sosyalizm adına, sosyal demokrasi kuyrukçuluğundan arındıktan sonra alternatifin başka yerlerde aranmasına karşı da kapıların kapatılması anlamına geliyor. A. Hamdi’nin yazısını bu açıdan ve bazı “açıklık”lar getirme inancıyla belli noktalarda değerlendirmek istiyorum. Öncelikle belirteyim, değerlendirmeler söz konusu yazının temel saptama ve tezlerine değil bunların arasındaki bağlantılara ve kavramlara yönelik olacak.
Sosyal Demokrasi Kavramı: Dün-Bugün
Sosyal demokrat partilerin doğuşu ve bu adın kökenlerine ilişkin uzun ama son derece açıklık getirici bir alıntıya kulak verelim: “19. yüzyıl koşullarında proletaryanın nicel gelişkinliği ve düzen için oluşturduğu potansiyel tehlike ile bu koşullarda sahip olabildiği sınıf bilinci arasında açık bir eşitsizlik var. Ancak öte yandan küçük burjuvazinin taleplerinin hayalci ya da toplumsal özden yoksun niteliği ile aynı kesimin politik etkinliği arasında da bir eşitsizlik bulunuyor. Son olarak da kendi içlerinde kendi özgül eşitsizliklerini barındıran bu iki kesimin aralarındaki çelişkiler söz konusu. Marx kendi yöntemleri ışığında ve kuşkusuz ‘politik’ bir yaklaşımla bu çelişkileri içinde yer alabilecekleri bir çerçeveye yerleştirmeye çalışıyor. ‘Sosyal demokrasi’ işte bu çerçevenin adı oluyor. Avrupa’ nın ilk marksist partilerin adlarının ‘sosyal demokrat’ oluşunun kökenlerini ya da gerekçelerini burada aramak gerekiyor.”3
Sosyal demokrasinin tarihine ilişkin olarak bu çerçevenin yeterince açıklayıcı olduğu kanısındayım. Aradan geçen bir yüzyıl neleri değiştirdi? Sosyalist hareketin bugünün sosyal demokrat partilerine bu noktadan bakması gerektiğine inanıyorum. Küçük burjuvazi açısından değişen çok şey var. Küçük burjuvazinin talepleri ile politik etkinliği arasındaki eşitsizlik günümüzde eşitliğe dönüşebiliyor. Daha açıkçası şöyle: Küçük burjuvazi siyasi arenada egemen kesimin kadrolarınca “temsil” ediliyor. 19. yüzyılda attığı ileri adımlar siyasal etkinliğini kaybettiği bir ortamda bugün popülist politikaların zemini olmaktan öteye geçemiyor. Ve nihayet küçük burjuvazi toplumsal hareketliliğin yükseldiği dönemlerde ortaya çıkan popülist politikalarda kendisini “teskin edici” besinler bulabiliyor.
Proletarya açısından da değişen çok şeyin olduğu açık: Bugün proletarya nicel gelişkinliği ve düzene karşı oluşturduğu tehlike ile sınıf bilinci arasındaki eşitsizliğin ürünü olan bir örgüt teorisine ve buna bağlı olarak “kendi” partisine kavuşmuş bulunuyor. Bu noktadan bazı önerilerin formülasyonuna geçmek istiyorum:
1.Bugün Türkiye’de ve Avrupa’da sosyal demokrasi tarihsel kökenleriyle değil, “burjuvaziye alternatif bir program sunabilme ve ilerici harekette truva atı inşa etme” 4 işlevleri bağlamında tanımlanmalıdır.
2.”İkili yan” formülasyonu ile sosyal demokrat partilerin işçi sınıfı ile ilişkilerini bugün de sürdürdükleri ima edilmek isteniyorsa bu, sosyal demokrasinin sosyalist hareketin önüne engel çıkartma “yeteneğini” artıran bir durum olarak değerlendirilmelidir.
3.Türkiye’deki mevcut sosyal demokrat parti ya da partilerin Avrupa’dakilerden farklı olarak tarihsel bir gelenekleri veya marksist bir kökenleri bulunmadığı gerekçesiyle “sözde” ya da “sahte” sosyal demokrat olarak nitelenmesi bir yanılsamadır.
A. Hamdi’nin yazısına dönüyorum. Türkiye’de 1970’lerin başında sosyal demokrasinin “yaratıldığı” görüşüne tümüyle katılıyorum. Ancak yaratma çabalarının sadece Türkiye soluna mal edilmesine itiraz etmek gerektiğine inanıyorum. Sosyal demokrat hareket toplumsal muhalefetin ivme kazandığı ve aynı zamanda bu muhalefetin sosyalist bir örgütlülükle çakışmadığı bir konjonktürde şans buluyor kişiliğini kazanamamış sosyalist hareket bu nesnelliği “başkalarıyla” paylaşma ihtiyacını hissediyor “ihtiyaç icadın da anası” oluyor. Bunlar sosyal demokrasi yaratma çabalarının bir boyutu ancak tek başına açıklayıcı değil. Hele tüm süreç “sol CHP’ye görev verdi CHP de bunu düzeni koruma misyonu adına kabul etti” biçiminde değerlendiriliyorsa… Kanımca A. Hamdi’ nin yazısındaki bu sorun bir tür “çubuk bükme”den kaynaklanıyor. Şöyle: Sosyal demokrasi kuyrukçuluğunun geçersizliği üzerindeki vurguyu güçlendirmek için önce Türkiye’de geleneksel anlamda bir sosyal demokrat hareketin var olmadığı dolayısıyla “sahte” bir harekete bel bağlanıldığı belirtiliyor. Ardından bu “sahte”liğin yaratıcısının solun kendisi olduğu söylenerek sosyal demokrasinin Türkiye solunun gözünden daha çabuk düşeceğine inanılıyor.
Oysa aynı sonuca daha kısa ve etkili bir yaklaşımla ulaşmak mümkün: Evet Türkiye’de sosyal demokrasi “yaratılmıştır” ama hem sosyalist hareketin kendi ayakları üzerinde duracak güce sahip olamamasından hem de burjuvazinin gündeminde işlevsel olmasından ötürü. Türkiye’de sosyal demokrat partiler marksist kökenli değildir ama burjuvaziye sağladıkları ikili işlev nedeniyle de tam anlamıyla sosyal demokrattırlar. Böyle yaklaşıldığında soruyu “Türkiye’de sosyal demokratlar mı var” biçiminde koyup “gerçek anlamda hayır öyleyse…” diye yanıtlamak yerine “Türkiye’de sosyal demokratlar var” saptamasıyla yola çıkılarak sosyal demokrasiyi mahkum etmek sanıyorum daha sağlıklı oluyor.
Burjuvazi: Sınıf-İktidar-Sınıf Temsilcileri Üzerine
Bu ve sonraki bölümde söz konusu yazıdaki bazı iç bağlantılar ve değerlendirmeler üzerinde kısaca durmak istiyorum.
A. Hamdi CHP’den söz ederken birkaç kez “senelerin toprak ağalarının partisi” nitelemesini kullanıyor. CHP’nin içinde toprak ağalarının da bulunduğu doğrudur. Ancak genel olarak bir burjuva partisini temsil ettiği sınıfın bir kesimine mal eden anlayışa itiraz ediyorum. Daha ötesinde bir dönemin somut politikalarına ve konjonktürüne bakarak sınıf ve parti ilişkilerini açıklamak yanıltıcı olabiliyor. A. Hamdi’nin imâ etmek istediği CHP’nin uzun yıllar gündemde tutup hiçbir zaman gerçekleştirmediği “toprak reformu” olabilir. Örnek olsun 1950′ lerin başındaki icraatıyla DP’yi “toprak ağalarının partisi” olarak nitelemek daha cazip gelebilir ama öyle mi? Başka bir açıdan da bakılabilir: CHP sadece “senelerin toprak ağalarının partisi” olsaydı Türkiye solunun kendisine biçtiği “milli burjuvazinin partisi” ve daha sonra da 70’lerde “sosyal demokrat parti” rollerini bu denli başarıyla oynayabilir miydi? Bir burjuva partisiyle sınıfın bir kesimi arasında doğrudan bağlantı kurmak iç tutarlılığı sağlamaya yetmiyor.
Burjuvazi söz konusu olduğunda doğrudan bağ kurulurken dikkatli olunması gereken alanlardan biri de sınıfın temsilcileri ile iktidar olgusu arasındaki ilişkiler. Önce iki örnek: “1945’lerdc CHP senelerin getirdiği bir birikimle baş kaldırmak isteyen emekçi kitleler üzerinde ve II. Dünya Savaşı’nın getirdiği yeni koşullar çerçevesinde faşist baskıları sürdürmenin artık olanaksız olduğunu görüyor. Kendi içinden çıkardığı toprak ağaları ve bürokratlara kurdurduğu bir partiye iktidarı teslim ediveriyor.”5
“Esas konu ise İnönü için çok basit: Devlet düzenini sonuna kadar özellikle en tehlikeli dönemlerde kendini feda etmek pahasına türlü tavizlerle kim koruyabilir Bunu B. Ecevit’in şahsında gördüğü için Parti’yi kolaylıkla ona teslim edip dünyayı gönül rahatlığıyla terk edebiliyor.” 6
İktidarın bir başka parti ya da lidere bu kadar “kolaylıkla” teslim edilmesine inanmak güç olsa gerek. Burjuvazinin siyasal temsilcileri sınıflarıyla olduğu kadar kendi aralarındaki ilişkilerde de bir bağımsızlık alanı oluşturuyorlar. Burjuva politikacıları arasındaki bu “çok kesimlilik” sınıfın varlığını tehdit eden bir devrimci durum anında neredeyse ortadan kalkıyor. Ancak böyle bir durumda bile burjuva politikacılarından “kendilerini feda edecek ölçüde” bir rasyonalite göstererek iktidarı devretmelerini beklemek olanaksız. En başta siyasetin yasalarına aykırı olduğu için… A. Hamdi siyasetin mekanizmalarını basitleştirerek yapmak istediği vurguları daha çarpıcı hale getirmeyi düşünmüş olabilir. Yine de basılan zeminin sağlam olması açısından basitleştirmelere ihtiyatla yaklaşmak gerekiyor kanısındayım.
DP Dönemi Ekonomisi Üzerine Kısa Bir Not
A. Hamdi DP dönemi ve 1960 hareketine ilişkin şöyle bir değerlendirme yapıyor: “Yeni palazlanan ticaret burjuvazisi hızla gelişiyor. Yeni yetmeler çok büyük bir sömürü ortamında hızla zenginleşiyorlar. Kapitalistleşmenin bu evresinde yapılan hesapsız yatırımlar sonucunda köyden şehirlere akanlar iş bulabilme olanağına kavuşurken gittikçe artan enflasyon devlet düzenini hallaç pamuğu gibi atıyor sarsıyor. Bozulan devlet düzenini tekrar yerine oturtmak burjuvazinin yaşamını yürütebilmesini sağlamak için ortaya çıkan 1960 hareketi devletin yeniden örgütlenmesini yeni şartlarda sağlamaya çalışıyor.”7
İki nokta üzerinde durmak istiyorum: DP iktidarının “hesapsız yatırımları” ve enflasyon.
DP’nin ekonomi politikasına en çok yöneltilen eleştirilerden biri kaynakların gereksiz israfı olmuştur. Kastedilen önemli ölçüde 1950’lerde gerçekleştirilen alt yapı yatırımlarıdır. Başka bir yazıda “sol Keynesci” olarak nitelediğim iktisatçı tipolojisinin yanı sıra CHP’liler de aynı eleştiriye sahip çıktılar. Konuya kapitalizmin temel iktisadi yasaları açısından bakıldığında ise netlik artıyor. Bir kapitalistin kapitalist olarak varlığını sürdürmesi elde ettiği artığı yeniden üretime sokabilmesine bağlı. Başka bir deyişle sermayesini sürekli büyütmek zorunda. Bu nedenle kapitalist bir ekonomide üretilenin satılabileceği ya da aynı anlama gelmek üzere kârlılığı olan her alana yatırım yapılır. Ancak sermaye birikiminin sürekliliğini sağlamak bu kadar basit değil. Sermaye daha hızlı büyüyebilmek için diğer faktörlerin yanında alt yapıya da gereksinim duyuyor. Alt yapı yatırımları ise gerek hacimlerinin büyüklüğü gerekse kâr oranlarının düşüklüğü nedeniyle tek tek kapitalistler açısından gerçekleştirilebilir olmaktan çıkıyor. Kapitalist ülkelerin tümünde alt yapı yatırımları beraberlerinde getirdikleri büyük harcamalarla birlikte devlet tarafından gerçekleştiriliyor. 1950’lere gelindiğinde mevcut üretim güçleri çerçevesinde sınırlarına ulaşmış bulunan Türkiye sermayesi bu sorunu yaşıyor. DP’nin “hesapsız” olarak nitelenen yatırımları yine bu soruna çözüm oluşturuyor. 1960’lı yıllardan 70’li yılların ortalarına kadar süren hızlı sermaye birikimi ya da sanayileşme 50’li yılların altyapı yatırımlarına dayandı örnek olsun Türkiye’de otomobil endüstrisini kurup yüksek kâr oranlarına ulaşabilmek için önce otomobillerin gidebileceği karayollarını yapmak gerekiyordu.
Enflasyona gelince… Burjuva iktisadının söylediklerini bir kenara atarak kabaca özetlemek mümkün. Kapitalist bir ekonomide enflasyonun (kontrolden çıkmadığı sürece) iki işlevi var: Piyasaları ya da pazarı sermaye açısından canlı tutmak ve reel ücretleri düşürmek yoluyla kâr oranını artırmak. Bu anlamda enflasyon istenmeyen bir durum değil bir burjuva ekonomik politika aracıdır. “Devlet düzenini hallaç pamuğu gibi attığı” söylenen enflasyonun en yüksek düzeyine ulaştığı son yıllarda bile böyle bir etkide bulunduğunu söyleyebilmek güç. Daha da güç olan 1960 hareketinin misyonunu “devlet düzenini bozan” enflasyonla açıklamaya çalışmak.
A. Hamdi’nin “hesapsız yatırımlar-enflasyon-devlet düzeninin bozulması-1960 hareketi” kurgusunun sağlam temellere dayandığını söylemek oldukça güç.
Dipnotlar ve Kaynak
- A. Hamdi, “Türkiye’de Sosyal Demokratlar mı Var?”, Gelenek kitap Dizisi 16. sayı s. 63
- a. g. y. s. 77
- Çulhaoğlu Metin, Bir Mirasın Güncelliği: Tarih 100 Türkiye Sosyalizm, Gelenek Yayınevi Mart 1988 s. 64
- Gezgin Yusuf, “Sosyal Demokrasicilik: Eski Hastalık Yeniden Yasanacak mı?”, Gelenek Kitap Dizisi 2. sayı s. 80
- A. Hamdi a. g. y. s. 67
- A. Hamdi a. g. y. s. 67
- a. g. y. s. 67 101