Türkiye sol hareketi yaklaşık yüz yıllık tarihinde birçok politik önder yetiştirdi. Tümü, kendi kimlikleriyle kimi özgünlükleri yalnız başlarına taşıdılar. Ancak politik mücadelenin artık toplumun derinliklerine doğru kök salmaya başladığı yıllardan, özellikle 60’lı yıllardan sonra, solda ortaya çıkan politik önderlerin, kimi kez, kendilerini biçimlendiren koşulların belirleyiciliği, kimi kez de kendi çizdikleri çizgilerin özgünlüğü altında belli bir tipoloji oluşturduklarını görmek mümkün.
Türkiye’de 61-71 döneminde, gençlik kesiminde yeni bir önder tipi şekillenmeye başladı. Militan önderleri dışlayarak (örneğin D. Gezmiş, İ. Kaypakkaya vb. aslında daha dar anlamda “militan” önderlerdir.) daha hesapçı, daha “reel politiker”, çevresindeki insan malzemesinin kullanımını bir sanat olarak görenleri kastediyoruz. Böyleleri için bir bakıma “mayalarında politika olduğunu” söylemek mümkün.
Bu “reel politiker” önderlerin tipik bir örneğini, 67-68 yıllında MDD hareketinin ön saflarında yer alan, 70-71’li yıllarda Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önderliğini yapan, 75-80’li yıllarda TİKP liderliğini yürüten ve 80 sonrasında bu kez “milli uzlaşma”nın kuramcılığına soyunan Doğu Perinçek’tir. Zorunluluklar dışında kesintisiz bir örgütsel yaşamın yanı sıra, 65’li yıllardan beri bu örgütlülüklerin yayın organlarında, aynı zamanda teorik hattı çizen bir kalemşor olarak da mücadelesini yürütmüştür Perinçek…
Tüm politik yaşamı boyunca belli bir siyasi çizginin sözcülüğünü üstlenmiş ve bununla bağlantılı olarak “ben”in değil, hep “biz”in altını çizmiş bir politikacının ,Türkiye solunda ortaya çıkmış aydın-politikacı tipolojileri içinde yerli yerine oturtulması oldukça güç. Belki de yerli verine oturtma çabasından ziyade, böyle bir tipolojinin, yakalanabilen çizgilerinin ardında ve bunların yardımı ile Türkiye solunda beliren kimi eksiklikleri açıklama çabası daha gerçekçi bir yaklaşım olacaktır.
Çok genel bir çerçeve çizilebilir. Perinçek’i yalnız başına ne Murat Belge gibi aydın kategorisine, ne de örneğin TİP yöneticisi Osman Sakalsız gibi bir parti politikacısı tipolojisine dahil etmek mümkün değil. Özgün alanlarında belki bunların her ikisinden de “eksikli”, ancak bir toplam, bir politik önder olarak çok daha gelişkin bir görünüm verdiği söylenebilir.
Belirtmek gerekir ki Türkiye’de, politika yapmak, politik mücadeleyi yaşamın merkezine yerleştirmek, insanlar için güç bir seçimdir. Politik aydın, politik önder olmak, bu güçlüğün ötesinde belli bir çalışkanlığı, özveriyi ve disiplini, hepsinden önemlisi güçlü bir motivasyonu gerektiriyor. Bu motivasyon(lar) gelişkin biçimleriyle değil, ilk halleriyle, politik önderlerin siyasal düşüncelerinin ve politik yaşamlarını şekillendirmeye başladığı zamanların atmosferiyle yoğruluyor. Ki bu atmosfer, hem bu kadroların bu güne olan doğrudan etkileri yoluyla ve hem de bir sürecin içinde bir ölçüde her zaman varolmaları yoluyla, solun bugününe ve geleceğine yön vermeye devam ediyor. O halde, bu kadroları kendi yetişme yıllarında motive eden faktörler, aynı zamanda, günümüzün politik sorunlarının kendimize dönük yüzlerini de aydınlatıyor.
Bu motivasyon(lar) genel olarak ele alındığında çok çeşitli bir görünüm sunabiliyor. Sağlıklı olmayan, kişiselliği ağır basan yönleri de olabiliyor; hatta tümüyle böyle olabiliyor. Türkiye sol politikasının ve belki de bunun biraz daha ötesinin kendi kişiliği etrafında dönen bir yapı oluşturduğu kanısı kimi aydın-önder tipolojisi için güçlü bir motivasyon kaynağı oluşturabiliyor. Bunun dışında, örneğin, entelektüel tatmin ve yaşamın kendisi için anlamlı hale ancak bu yolla gelmesi yine güçlü bir motivasyon faktörü olabiliyor. Bir diğeri içinse, her şeyden önce politikanın kendisi, başlı başına motivasyon kaynağıdır. Politika bir varlık biçimi, politika yapmak da bir sanat olarak ele alınabiliyor. Politikayı bir sanat olarak algılamak, politikanın kendi dışındaki alanlarla olan ilişkisinin önemini yitirmekle eş anlamlı. Şöyle açılabilir; toplumsal nesnellik toplumsal gelişimin bilimsel yorumlanışı ve bununla birlikte sezgi, inanç, mücadele, tercihler vb.den oluşan alan, politika alanı…
İşte bir yanda Marksizm’in akademisyen yorumuyla ortaya çıkan didaktizm, diğer yanda ise yaratıcılığa ama bilimsel yaratıcılığa giden kanalları kapanmış, sezgi, inanç, mücadele ve tercihlerden ibaret kalan bir politik alan…
Türkiye’de akademisyenler yetişiyor. Türkiye’de politikacılar yetişiyor. Ancak hem politik, hem de teorik bütünlüğü kişiliğinde hakkıyla birleştirebilen Marksist önderler pek yetişmiyor. Türkiye sol politikasına özellikle, yalnızca örgütçü yanı ağır basan politikacılar yön veriyor. Böyle olunca, bütüne yaklaşımda belirleyici olan politikanın kendi işleyişinin kuralları oluyor. İyi politikacı, bugünden yarına bir mirası sırtlayıp götüren değil, kendi politikasının iç doğrularını daha çok kişiye kabul ettiren ve bunları o doğrultuda örgütleyebilen kişi oluyor, Marksist politika ile burjuva politikacılığı arasındaki çizgiler muğlaklaşıyor. Varolanı geliştirmek, yeniden yorumlayıp belki yeniden yaratmak değil, tersine korumak ve stabil hale getirip kemikleştirmek başarı sayılıyor.
Türkiye sol hareketi kendi önderlerini ortaya çıkarırken büyük bir handikap yaşıyor. Bu handikabın en temel nedeni bir başlıkla açıklanabilir: Teorik geleneksizlik, politik süreksizlik. Türkiye’de sol toprak 1900’lü yıllardan itibaren her şeyden önce, süreklilik taşımayan bir dizi örgütlenme çabasına tanık oldu. Burjuvazinin kendi maddi sınıfsal gelişkinliğinin ötesindeki bilinci ve bunun doğrudan bir sonucu olan sol düşünceyi ve pratiğini henüz beşiğinde ezme politikası, ister istemez fizik ve örgütsel varlığın sağlama alınması çabalarını hemen her şeyin önüne çıkardı. Birlik anlayışlarından her siyasetin bu işin kendisiyle başlayıp kendisiyle sonuçlandırılacağına olan köklü inancına kadar, soldaki yaklaşımların hemen tümünde “bilinçaltındaki” bu korunma ve stabilizasyonun izlerini görmek mümkün…
Türkiye’de sol kadrolar, hemen hemen hiçbir zaman, bir şeyleri miras alabileceğini ve bir şeyleri miras bırakabileceğini düşünmedi.1 Çünkü elinde güçlü bir örgütsel geçmişin mirasını tutmadı hiçbir zaman. Bunun dışında, sözünü ettiğimiz teorik geleneksizliğin doğrudan bir sonucu olarak, kişileri ve önderleriyle de, süreçlerin bir kalıcı miras olarak aktarımına sahip olamadı. Önderler, aydınlar ve genel olarak kişilerle aktarılan, süreçlerin -doğru ama yanlış- kendisi oldu. Belli bir sınıf ve tarih bilincinden süzülmüş rafine bir özü, bütünlüklü bir teorik mirası devredemedi.
Neyi devretti?
Dönemler açıldı. Dönemler kapandı. Tutuklamalar, savrulmalar, yeni bir dönem… Yeni başlangıçta kimi “eski tüfekler”de yer aldı elbette. Ancak, genel olarak, bu yeralış, belli bir biçimlenmiş özün, bir harmanlanmanın elekte kalan sonuçlarıyla olmadı. Yeralışı belirleyen en önemli faktör inanç, hırs ve politika mayası oldu. Yetmedi.. Deyim yerindeyse “yarım kalan işleri bitirmek” için, belki de “namus belasına” yer alındı yeni süreçlerde. Bu, bir zaman sonra hareketin, siyasetlerin ve yeni önderlerin önüne bir duvar gibi dikildi.
Bu nedenle Türkiye’de hep, teorik zemini çok fakir bir “kuşaklar sorunu” varolagelmiştir. Bu sorun yalnızca, kadro ve önder sürekliliğinin sağlanamadığının bir göstergesi olmuştur. Türkiye’de kadrolar ve önderler sürekli olarak, kendilerinden sonra mücadeleyi devralacak yeni kadrolar yetiştirmenin aczini yaşamışlardır. Yine, hep istinasız, kendi siyasi çevrelerinde önder olarak çıkanlar, bir mirası devralarak değil, bir mirası reddederek, bir tepkiyi olması gerekenin çok ötesinde içererek çıkmışlardır. Türkiye’de, sol kesimde, önder adaylarının tam anlamıyla şekillenip, gerçekten birer önder konumuna gelmelrinde rol oynayan etmenlerin en önemlilerinden birisi bu olmuştur. Teorik geleneksizliğin “bir miras devri sorununun” en doğrudan sonucu bu şahısların, kendilerinden önceki önderlere ilişkin “korkunç” denebilecek bir güven ve inanç yitimine uğramalarıdır. Onların politik kişiliklerini biçimlendiren bu inanç yetimi ve güvensizlik olmuştur.
Aybar’ı, Boran’ı, Aren’i, Mihri Belli’yi ve H. Kıvılcımlı’yı alalım ele. 61-71 tüm reel politiker genç önderleri, Perinçek dahil, istisnasız bu şahısların bir dönemdeki siyasal öğrencileridir ve rüştlerini de onlara bayrak açarak kanıtlamışlardır.
Teorik geleneksizliğin bu yeni politik önderler üzerindeki başka etkilerini de açmak mümkün; bu geleneksizliğin birey üzerindeki kısırlaştırıcılıklarını aşmak, bireyin teoriyi “yiyip yutmasıyla” başarılacak bir iş değil. Teorik geleneksizlikten kastedilen, özellikle “kollektif bilinçlerin” bir mirası olgunlaştırıp devretmesiyle ilgilidir. Özellikle bununla ilgilidir. Bu durumda gerçekten yetenekli kimi politik önderler -ki buna ölçüt olarak yanlarında yetenekli insanlar olduğu zamanlarda da liderliklerini koruyabilmiş olanları, örneğin Perinçek’i sayabiliriz- Marksizmin dünya çapında mirasının yanında, onunla neredeyse aynı globallikte yeni “teoriler” üretirler veya böyle teorilerin ithalatçısı olurlar.
Perinçek’in maoizmi de tam tamına budur. Baş çelişki-temel çelişme ikilemesinin anlamı budur. 2000’li umutların ve bunu besleyen bir Türk tarihi kayışının ardında yatan budur. Teorik geleneğin olmadığı yerlerde kimi yetenekli insanlar “Amerika’yı yeniden keşfederler”. Aşılmış ve bazen teorinin genel bütünlüğü içinde bir yerlere oturmuş kimi uzantılar, bütünü belirleyen ana halka olarak yakalanır. Altın yaldızla boyanır. Yıllarca inatla parlatılır.
Kendi döneminin kimi başka önderleri gibi, Perinçek de bunu yapmıştır.
Kimlik Biçimlenmeleri ve Yenilgiler
12 Mart ve özellikle 12 Eylül darbeleri solda, insanlar ve mücadeleleri düzeyinde geniş bir erozyon yarattı. Kimi bir günde gerçekleri görürken, başkaları bir süreç dahilinde günlük yaşamın içine karıştı. Peki, mücadeleye devam edenlerin üzerinde nasıl bir iz bıraktı? Mücadeleyi biçimlendiren politik önderleri nasıl etkiledi? Bir genelleme yapmak mümkün mü?
12 Eylül’ün tüm Türkiye siyasetinde bir sağa kayış süreci başlattığını, daha doğrusu varolan bir kaymayı hızlandırdığını daha önce de yazdık. Sol çok az bir kesimi dışında Eylül 80 öncesi düşüncelerinin en sağdaki versiyonları üzerine bina edilen perspektiflerle ortaya çıktı. En temel gerekçe kitleselleşmek ve kitle ile, bir daha geri alınamayacak köklü kazanımlar elde etmek. Bir daha geri sindirilmeyecek bir zemin yaratmak. Buna bir de legal siyaset zeminindeki mücadelenin görece kolaylığını eklemek mümkün elbette…
Şimdi düşünün; 1970’li yılların başında yeraltında tümüyle illegal bir parti kuruluyor. Bazı kadroları yurtdışına gönderiliyor. Hatta bir kısmı Filistin’de ölüyor. Çalışmalarını şifrelerle, kod adlarıyla yürütüyor. Yeraltında gazete çıkarıyor. Ve yaklaşık bir yıllık deneyimin ardından, düşüncelerini ve eylemlerini mahkemelerde cesaretle savunuyor. Teorik uzlaşmacılığın kökleri varolsa da düzene kinlerini korudukları, hemen her cümlesinden anlaşılan bir savunma kaleme alıyorlar.
10 yıl sonra yine içeri alınıyorlar. Çıktıklarında geliştirdikleri perspektif iki kelimeyle özetlenebiliyor: Milli konsensüs ya da Ulusal uzlaşma. Diğer yandan yıllardır illegalite denilince ilk akla gelen yurtdışı kadrolar bugün legalite şampiyonluğunda Perinçek’le yarışıyor. Önderlerini Türkiye’ye gönderiyor, legal politika yapmanın koşulları zorlanıyor.
Pratikte bunlar olurken, teorik yaklaşımlar olabildiğince sağa kayıyor. Sınıfsallık, sınıf mücadelesi, uzlaşmaz çelişkiler -biri hariç: SSCB ve Türkiye arasındaki ve özellikle sınıf kini kayboluyor. Bu inanç ve değer erozyonu yalnızca strateji değişiklikleriyle açıklanabilir mi, “Her beş-altı senede bir, yeni yeni sıkıyönetim mahkemeleri ve yenilgiler buna götürür…” (D. Perinçek, Saçak, sayı:29, sayfa:39) Bu kesimlerdeki önderler artık yenilgiden bıkmıştır. O halde yenilgisi mümkün olmayan, olduğunda ise burjuva partileriyle aynı türden bir yenilgiye -meşruiyetini yitirmeyen- tekabül ederek bir perspektif çizmek gereklidir: “Statüko için politika yapanların davranışlarına baktığımız zaman, istikrarın değişmez kabul edildiği görülür. Düzenin hiç bozulmayacağı varsayılır. Bu nedenle bütün politikalar istikrara göredir. Bunalımlar, toplumsal gerginlikler, kargaşalıklar hesapların dışındadır.” (Perinçek; İkibine Doğru, 1987, sayı:l4) Artık bunlar da hesaba alınmalıdır: Her an “devlet balyozu” tepemize inebilir! 12 Mart ile 12 Eylül sınıf mücadelesi adına başını omzunun içine gömerek, burjuva siyaseti ve legalite zemininde üstelik burnundan kıl aldırmadan yürüyen önder tipolojisini de nihayet biçimlendirmiştir…
Sosyalist politikacılar, işçi sınıfı örgütlerine değiştirici ve dönüştürücü temel özellikleri nedeniyle burjuva siyasi partilerine göre daha bütünlüklü bir teorik-politik hat çizerler. “Düzenin partileri kelimenin yalnızca dar anlamında politiktirler; buna karşılık sosyalist örgütler, kelimenin felsefi anlamında da politik bir nitelik taşırlar. Bu önemli ayırımın uzantıları şöyle düşünülebilir: Birinci kesimdeki örgütlerin temel misyonunun koruyuculuk ve pekiştiricilikle sınırlı kalması, buna karşılık sosyalist örgütlenmelerin değiştirici ve dönüştürücü görevleri, siyaseti her ikisinde farklı içeriklere kavuşturur. Burjuva partilerin, her an, her koşulda “reel” olmaları, düzeni savunan farklı ideolojik renkleri belirli bir bütünlükte kaynaştırmaları gerekir. Buna karşılık sosyalist örgütlenmelerde, “ideolojik” ve “felsefi” de kalsa, güncel realiteden uzak da görünse, az çok belirgin bir görüş bütünlüğü, örgütlülüğün önkoşuludur.”(Gelenek Gündemi, sayı:4)
Perinçek’in işçi sınıfı partisi olarak önerdiği, kanatları olan partinin, düzenin sınırlarının ötesine uçmaya pek niyetinin olmadığı bu alıntı yardımıyla anlaşılıyor. Perinçek 12 Mart’tan, 12 Eylül’den ve bir dizi yenilgiden çıkardığı derslerle, birlik, parti, örgütlenme ve tarih anlayışlarıyla bu düzenin içinde konumunu sağlamlaştırmaya uğraşıyor. Bunun, iki olmazsa olmazını görüyor: Birincisi kitleselleşmek; ikincisi ise legalleşmek. Birbirini tamamlayan bu iki ögenin kendilerini götüreceğini varsaydığı nokta artık 5-6 senede bir “tokat” yemeyen, varlığı düzen tarafında da kabul görmüş bir sosyalizm. Buna yorgun bir sosyalist parti demek mümkün. 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün ne kadar deneyimli ve yetenekli olsalar da bu kadrolarda ve önderlerinde ciddi yorgunluk belirtileri ortaya çıkardığını söylemek gerekiyor.2
12 Eylül’den sonra beliren bir başka tipoloji de var: “Artık toplumun zencisi olamayız”, “yüzde ikibuçuk’larla uğraşmayalım” ,”insanlarımızı hep olmayacak işlerde harcadık” sosyal demokrasiye giden ve hala kendilerinde sosyalizme karşı, sosyalist mücadeleye karşı bir özlem, bir burukluk taşıyan tipoloji…
Ancak, 20 yıldır birilerini bir yerlere götürmüş, 20 yıldır örgütün, partinin başında kalmış, hareketi kendi adıyla anılır olmuşların sosyal demokratlaşması bir önceki tipolojideki gibi bireysel olamıyor. Örgütsel olabiliyor. Parti ile birlikte olabiliyor. Gerek geleneksel solda, gerekse Maocu örgütlenmelerde ortaya çıksın, 12 Eylül’ün sosyal demokratlaştırıcı etkisi bireysel değil, örgütsel oluyor. Bu kadrolar belli bir örgüt çatısında artık yorgun sosyalist tipolojileri üretiyorlar.3
Marksizme Giriş Kapıları
Perinçek’in Marksizme giriş yaptığı yer ulusal bağımsızlık genel tanımı ile özetlenebilir. Zaman zaman hırçınlık düzeyinde zaman zaman bunun çok ötesinde bir kızgınlığın ifadesiyle anti-sovyetizmin en uzun soluklu temsilciliğini yapıyor olması, onun milli bağımsızlık ile proletarya enternasyonalizmi arasındaki ilişki diyalektiğini anlamadaki yetersizliğini gösteriyor. Elbette bu, kesinlikle kişisel bir yetersizlik değildir.
İnsanlar sosyalizme çeşitli yollardan giriş yapıyorlar. Kimi zamanlar bu girişlerin ağırlıkları farklı yönlere kayabiliyor. 80 sonrası insanların sosyalizmle tanışma istekleri, her şeyden önce kendi iç hesaplaşmaları sonucunda oluyor. İnsanlar birey olarak kendilerini gerçekleyebilecekleri bir düzen istiyor ve bunun da yaşadıkları düzen olmadığını görüyorlar. Kimi zaman, örneğin 60’lı yukarda ağırlıkla olduğu gibi, kalkınan bir ülkenin insanı olma arzusuyla, sosyalizme geliyorlar. Emperyalizmin, bir sistem olarak, geri kalmış ülkelere bir başka düzen ve bir başka yol aranışına yol açıyor.
Bir diğer tanışıklığında ulusal bağımsızlık olduğunu söylemek mümkün. Özellikle 60’lı yıllarda çok belirginlik kazanan, ancak 70’li yıllara doğru genç beyinlerin sosyalizme gelişindeki ağırlığı giderek azalan bir kanal bu. İşte tüm bu kanallar, sosyalist hareket içinde kendi kendini reddederek ve sosyalist düşüncenin daha global çerçevesi içinde gerçek yerini bulmasıyla birlikte, sağlıklı bir görünüme kavuşabiliyor. Ancak Türkiye’de genel olarak bu süreç hakkıyla gerçekleşmiyor. Bunun iki önemli nedeni var. Birincisi: Türkiye’de işçi sınıfı partisinin ve onun örgütsel sürekliliğinin olmayışı. İkincisi: Dünya çapında sosyalizmden ayrılan kolların ve farklılaşan akımların, bir biçimde, bu kanalların bazılarına özellikle izdüşüm yapması…
Dünyada bir yeni sol dalga esiyor. Elbette Türkiye solu da bundan etkileniyor. Üstelik objektif olarak olması gerekenden daha fazla. Örgütsel sürekliliğin, yani omurganın olmadığı bir süreçte, bu yeni sol dalga, kendi benliklerini sol içinde, sosyalizm mücadelesi içinde gerçekleyebileceklerini düşünen ve henüz bu kanalın sınırlarını aşmamış genç insanları dalgalı sudaki solucanlara çevirebiliyor. Düzenin tüm ideolojik yapılanmaları ve sol görünümlü omurgasızlığın teorisi insanları politikasızlaştırarak bir kanalda sıkıştırıyor.
Yine bir diğer kanalda, daha az da olsa sıkışıp kalanları görmek mümkün. 70 yıllık sosyalizm deneyiminin neden ABD’nin ilerisinde bir teknolojik ve endüstriyel güç oluşturamadığına veryansın edebiliyor. Sözünü ettiğimiz üçüncü kanal ise, kendi içindekileri bir yerlere götüremediği sürece sosyalizm için daha zararlı sonuçlara yol açabiliyor. Çok önemli bir nedenle: Diğer kanalda sıkışıp kalanlar çıkışı bireysel olarak zorlamak veya geri dönmek zorunda kalıyorlar. Oysa bu kanalın kendisini kitleselleştirip örgütleyebilme potansiyeline sahip ideolojisi de mevcut: Milliyetçilik…
Yukarda saydığımız ikinci maddenin, özellikle bu kanal için geçerliliğini koruduğunu düşünmek gerekli. Enternasyonalizm ve ulusallık diyalektiği yakalanamadığı sürece milliyetçilik kendini sol görünüm altında da örgütleyebiliyor. İşte bu örgütlülük içinde beliren tipolojiler, bu örgütlülük içinde beliren önder-aydın tipolojileri, sanki bir dış baskı ile şekillendirilmiş, bir yöndeki gelişmeleri diğer yönlerince engellenmiş yoğun kütlelere benziyorlar.
Şöyle de açılabilir: Her şeyden önce Türkiye’de siyaset yapmaya soyunuyorlar. Türkiye’de siyaset yapmak, eğer düzeni aşma perspektifi gelişkin bir teorik ve örgütsel zeminde taşınmıyorsa, bu işi “kurallarına göre” yapmak, bir başka deyişle burjuva politikacılığı ile sürdürmek, daha da açılırsa birtakım liderlerin kendi has adamlarıyla birlikte oluşturdukları grupların belli misyonları ve belli siyasi eğilimleri sıkı sıkıya sahiplenmesi demektir. O zaman, politika insanları değiştiren onları, bir yerden alıp bir yerlere yükselten, yardımlaşmayı öne çıkaran bir alan değil, kimi ayak oyunlarını, kimi tabuları, içi boşaltılmış “disiplinlik”lerle birlikte yalnızca insan yönetme mekanizmaları ile, dolayısıyla insan harcama mekanizmalarını ön plana çıkaran bir biçim alıyor, böyle bir akın meydana getiriyor.
İşte Türkiye’de bu anlamda politika yapmak için bu mekanizmaları kavramak, tanımak ve iyi kullanmak gerekiyor. Bu mekanizmalar ve onlarla ilişki içindeki insanların etkileşiminden ilginç tipler, politikacılar, örgütçüler ortaya çıkıyor. “Ben” demeyip “biz” diyen, ancak “biz”i gerçekte “ben”den başka bir şey ifade etmeyen örgütçülük… Örgütçülüğün ve politikacı yanın sosyalist anlamda gelişebilmesi için kollektif bir iradenin oluşması ve bu kollektif iradenin mutlaka belli bir teorik mirası yorumlayıp yeniden üretmesi gerekiyor. Elbette diğer yanda Türkiye’deki teorik geleneksizlik ve köksüzlüğün açmazları hemen kendini göstermeye başlıyor. İşin ideolojik, felsefi ve teorik yanı güdük kalınca, diğer yan, politika cephesi kof ve izafi bir gelişme gösteriyor. Bu kof gelişkinlik aynı zamanda değersiz önderlerin arkasında saklandıkları bir maske haline de geliyor.
Teorik ve politik bir mirası belki de yeniden yaratıp, kendi kendini yöneten bir yapıya dönüştürerek kollektif liderliğin ve bir gerçek kurumsallaşmanın önderlik edebileceği mücadele, bu kez kendi içine dönüyor ve insanlarını tüketmeye başlıyor.
PDA (Proleter Devrimci Aydınlık) çizgisinin bu tanımlamalara tam tamına uyduğunu, özellikle politik kadrolarını ve liderini daha tabanlarını bir milliyetçilik bazından kazanıp birarada tuttuğunu düşünmek mümkün. PDA çizgisinin Perinçek’in kişiliğinde beliren ve çizilen bu tablodan ayrımlaşan yönleri de mevcut. Belki de 1967-68’li yıllardan beri Türkiye’de kendi yanındaki, çok yakınındaki kadrolarla halen çalışıyor olabilmenin önemini vurgulamak gerekiyor. Nedeni ise açıkça ortada: Hemen her şeyi kendi mantığı içinde hem de doğrudan açıklayan bir “üç dünya teorisi” ile milliyetçilik gibi, uzun soluklu bir formasyonda elbette belli bir yapışkanlık da sağlayan bir teori…4
Bir Tutku: Kemalizm
Perinçek’in özellikle 70’li yıllardaki yaklaşımlarına yön veren temel teorik malzemelerden biri temel-baş çelişki ikilisidir. Bu, teorileri için öylesine belirleyici bir öneme sahiptir ki dünyada herhangi bir savaştan bir köydeki ilerici bir köylünün jandarma tarafından öldürülmesine kadar her politik olay, doğrudan buna bağlanabiliyor.
Baş çelişme Sovyet-Amerikan emperyalizmleriyle onların egemenliklerini yürütmeye çalıştığı güçler arasında olunca “korkunç” bir açıklayıcılık da kazanıyor. Bugün ak görünen yarın kara olunca bu teoride yerini bulabiliyor.
Perinçek’in politik kişiliğini yoğuran, milliyetçilik ve popülist ideoloji dirençli, inançlı ve kararlı olmanın ne yazık ki böylesine kötü örneklerini sergilemeye de yol açıyor. Türk halkı bir güç ve kesinlikle inanılması ve güvenilmesi gereken bir güç olarak ele alınınca, dünya siyasetinde farklı güçler her şeyden önce potansiyel bir düşman haline gelebiliyor! “Kendini sadece Türkiye halkına, Türkiye işçi sınıfına sorumlu sayan bir Türkiye sosyalizmi” (a.g.y.) İşte o zaman her şey yalnızca “Türk halkı” için oluyor. Baş çelişki bir kez tezahür etti mi, en genel kavramlar bile karışıveriyor. “Hala ortaçağ kalıntılarından kurtulma ve gerçek anlamıyla bir Cumhuriyet olma sürecini yaşayan Türkiye’de, liberalizm bile sol bir içeriğe sahiptir.” (Perinçek; Saçak, sayı:25) Ve bir alıntı daha: “Oysa tarihsel Bakımdan ve genel anlamıyla belli bir anda toplumsal ilerlemenin önüne geçen en büyük engele karşı olan herkes, o andaki somut hesaplaşmada solcudur gibi geliyor bana.” (Berktay; Saçak, sayı:25).
Perinçek’in, Kemalizme olan salt ideolojik yakınlığının ötesinde, M. Kemal’i onun politik kişiliğine ışık tutan bir tarihsel kişilik olarak almak yanlış olmayacak. Kemalizmden en uzak göründüğü dönemlerde bile, dahası “Kemalist iktidar en tabii hakları için mücadele eden işçilere vahşice saldırdı, ağır bir baskı rejimi kurdu, yabancı patronları destekledi, onların menfaatleri için işçileri katletti. ” (TİİKP Davası: Savunma, s:l97) diye yazarken bile, kişi olarak, bir politikacı olarak, M. Kemal’e olan özel hayranlığını görmek mümkün: “Atatürk devrimci kuşakların düşüncesinde, kanında ve canında vardır.” (Perinçek; Kemalist Devrim, sayfa: 12) Bu onun Kemalizme yaklaşımındaki en zayıf yanını oluşturuyor. Ve bir siyasi çizgiye de damgasını vurabiliyor. Öylesine ki M. Kemal Kemalizmle ilgisi olmayan bir “tarihsel şahsiyet” kimliğine bürünüyor. Tüm kötülükler Kemalist burjuvazinin, tüm ilerici atılımlar da M. Kemal’in adına yazılıyor.
Perinçek’in politik kişiliğine damgasını vuran Kemalizme duyduğu yakınlığın ötesinde, başarılı, iddialı ve hırslı bir politikacı olarak Mustafa Kemal’dir. Politikada hırs ve kişisel iddia yetiyor mu? Özellikle 12 Eylül sonrasında ortaya çıkan “peltemsi” tipolojinin karşısında güneşte erimeyen buz misali yalnızca varlığını korumanın bir anlamı var mı? Kendisini, bir farklı karışımla aşamayan bir buz parçasının yapabileceği tek şey, kendine yeni bir soğutucu imal etmek oluyor. Hapislerden çıkılıyor, partiler kuruluyor. Ve 2000’li yılların modern buzdolabında, temel çelişkinin sıcak ile soğuk arasında olduğu söylenmeye devam ediliyor.
Elbette temel çelişkinin onları eksi kaç derecede dondurduğu da önemli. Baş çelişkinin iki süper devlet ile diğerleri arasında olmaktan çıkması veya ABD’nin öne geçmesi, o da olmazsa Japonya’nın “geliyorum” diye el sallaması, onları hep kendi kendini üreten ve bu nedenle de her şeyi kendi iç mantığına emebilen, dolayısıyla hiçbir açıklayıcılığı olmayan üç dünya teorisinin o soğuk etkisiyle, yıllar boyu yorgun bir kitle olarak bırakabilir de…
Dipnotlar ve Kaynak
- Belki bunun tam karşısında bir savrulma olarak, demokrasiyi ve savaşsız bir dünya mirasını yeterli görenleri saymıyoruz.
- Kitleselleşme tutkusunda yalnızca bir yenilginin değil bir ilk göz ağrısı yükselişin de payını bulabiliriz. Perinçek gibi 60’lı yıllarda politikaya soyunan önder-aydınların zihninde 65 TDP’inin yükselişi şu veya bu oranda ancak mutlaka iz bırakmıştır.“Biraz TİP zamanında bir gelenek oluşmaya baslamıştı. Parti parti ruhu deniyordu.” (Doğu Perinçek Demokrasi ve Sosyalist Parti Paneli)
- Ara sıra daha az yorgun olduklarını da hatırladıkları oluyor: Birileri kalkıp Türk halkının sindirilmiş bir halk olduğunu söyleyince “dağlarda gerilla var” diye yazmaya baslıyor. “1980 öncesinde ölen, yaralanan 25 bin. Basit bir hesap yapınca,ölümlü kavgalara giren insan sayımızın yarım milyon ile bir milyon arasında olduğunu saptarız… Polonya dışında hiçbir Avrupa ülkesinin insanı son kırk yılda Türkiye insanı kadar otoriteye meydan okumadı. Nesnel bir gerçek var ortada: Ülkemiz öyle bir çalkantı içindedir ki , küçümsenmeyecek sayıda insanımız ‘bu böyle yürümez’ kanısına varmıştır. (İkibine Doğru) Gerçekten de öyledir. Türkiye’de 80 öncesinde milyonlarca insan “bu böyle yürümez” demiştir. Perinçek’in hesabıyla bir milyon kisi canını ortaya koyarak hareketlenmiştir. Ama bu hareketlenme şöyle ya da böyle sistemli bir popülizmle, belgelenmiş ve programatize edilmiş, uzlaşmacı perspektiflerle olmadığı için “duvara pul yapıştırmanın” ötesinde bir anlam taşımıyor Perinçek için.
- “Bizim gibi azgelişmiş ülkelerde sosyalizmin önüne bağımsızlık ve demokrasi noktalarında yoğunlaşan bir asgari program koyması, uzun süre buna yapışması…” (Berktay Halil; Saçak sayı: 25) İşte sözü edilen teori kendisine uzun süre yapışan insanları da beraberinde götürüyor. Bu yapışkanlığın bugünlerde nasıl bir biçim almakta olduğu, son Saçak sayılarında ve aslında olumlu biçimde görülüyor.