1988 yılının baharı, yine solda bir hareketliliğe sahne oldu. Nisan ayının son günlerinde İstanbul’da başlayarak diğer kentlere de yaygınlaşan öğrenci eylemleri ve 1 Mayıs kutlama girişimleri bu hareketliliğin iki kanalını oluşturdu. Bu iki kanalın ortak paydası aynı hafta içinde yaşanmış olmaları değil. İkisi birlikte ele alındığında Türk solunun pratik etkinlik açısından bulunduğu noktaya ışık tutulabileceğine inanıyoruz.
Bu kısa değinmede öğrenci gençliğin hareketinin ayrıntıları ve somut biçimlenişi tartışılmayacak; hareketin genel siyasal panorama ve sol hareketin genel yönelimleri ile ilişkili yönlerine değinilecek. Aynı uyarıyı 1 Mayıs günü yaşananlarla ilişkili olarak da tekrarlayalım: Yazının sorununu eylemin somutu değil, solun, eylemin biçimlenişinde yansımasını bulan zaaf ve avantajları oluşturuyor.
I
Gelenek dizisinin 17. kitabında yapılan bir belirlemeyi hatırlatarak başlayalım: “Türkiye’de muhalefetteki partilerin ciddi bir sıkıştırması olmasa, kitlelerden gelen tepki ciddi boyutlara ulaşmasa bile, düzenin yakın geleceği yine dengesizlik olacaktır” (“Gelenek Gündemi: Düzenin Adı Kaos…” Gelenek 17 İst. Mayıs 1988 s. 14).Bu yapısal dengesizliğin burjuva siyasetine kattığı kimi özellikler var.
İstikrarlı ve kendine güven duyan bir siyasal otoritenin varlığı durumunda, toplumsal yaşamın belirli bir bölmesinde patlak veren bir sorunun mümkün olduğu kadar o bölme içinde çözüme kavuşturulması beklenir. Bölmelerin birbirlerini etkilemesinin engellenmesi hedeflenir. Kontrol ancak krize yakın durumlarda elden kaçar. Bir de, bölmelerin birbirleriyle içsel bağlantıları olduğunu ortaya dökmek, bilince çıkartmak bir siyasal öznenin sorumluluğu olarak belirir. Türkiye’de sözünü ettiğimiz dengesizliğin bir dışavurumu, düzenin sorunları ortaya çıktıkları çerçeve içerisinde çözememesidir. Türkiye’de üniversiter bir talep, hiç de 68’lerin kitlesel patlama noktasına ulaşmadan, geniş ölçekli bir toplumsal soruna kendiliğinden dönüşebiliyor. Kendiliğinden kelimesinin altını, siyasal bir öznenin katkısının yokluğunu vurgulamak için çiziyoruz.
Sorunların birinci elden ilgili oldukları alana sıkıştırılamamalarının dışında, düzenin bu yönde ciddi ve kararlı bir etkinlik gösterdiğini söylemek de mümkün değil. Bu durumun adı öz-güven eksikliğidir: Düzen tek tek organlarının etkin çalışıp kendi üzerlerine düşen işi yapabileceklerine güvenmemektedir. Kavgayı daha geniş bir alanda karşılama taktiği tercih edilmektedir.
Türkiye’de tekil bir alandaki çelişkilerin su kadar birim keskinleşmesinin, diğer alanlara ya da genel siyasete hangi oranda yansıyacağının net hesabı bir türlü yapılamamaktadır. Hesap açığı olasılığını örgütlü bir muhalefet ya da dipten gelen dalganın şiddeti belirlemese de, sonuç burjuva düzeninin toplumdan gelen her uyarı sinyalinden endişe duyması oluyor.
Bu endişe, Türkiye kapitalizminin zaten ekonomik nedenlerle sınırlanmış olan “ödün verme” yeteneğini neredeyse bütünüyle yok ediyor. Endişe düzenin reflekslerini tek başına belirlese idi, burjuvazinin durmaksızın baskıcı rejimlere doğru kayması kaçınılmaz olurdu. Baskıcı rejimlerin her zaman bir olasılık olarak saklı tutulmak istenmesi bir yana, asıl sonuç farklı oluyor: Devlet, basın, siyasal partiler vb. sorunun çözümüne topyekün katılmak durumunda kalıyorlar.
II
Nisan ayının son günlerinde İstanbul Üniversitesi’nde, gençliğin gösterdiği tepkinin muhatabı, polis ve savcılık değil, üniversite yönetimi olabilirdi pekala. Hareketin talep ve hedefi üniversiteyi aşan bir siyasal netliğe ve gelişkinliğe sahip değildi. Ve eğer düzen sorunun okul duvarları içinde çözebileceğine güven duysayd,ı gücü olsaydı ve tercihini bu yönde yapsaydı, hareketin bu denli yankı yapması engellenebilirdi. Çözüm alanının üniversite kurumundan toplum ve siyaset sahnesine taşınmasına üniversite yönetimi müdahalesizliğiyle aracılık etti.
1 Mayıs kutlama girişimlerinde ise bu aracılık işlevi, SHP’li eski sendikacı milletvekillerine düştü. Bağımsız ve Türk-İş’e bağlı birkaç sendika ile sosyalist ve devrimci demokrat çevrelerin oluşturmaya çalıştıkları organizasyon uzun süre resmi engellemelerle karşılaştı. En sonu girişimin çapı “1 Mayıs kutlamalarının yasaklanmasını protesto konulu basın toplantısı” derecesine dek geriledi. Kitlesel eylem koşullarının çok zayıfladığı bu noktada bile yasaklama tutumu sürdürüldü. Bunlar yaşanırken, aralarında DİSK Genel Başkanı olma rantıyla Mecliste ve yurtdışında birşeyleri (!) temsil iddiasındaki Abdullah Baştürk’ün de bulunduğu bir grup SHP’li milletvekili devreye girdi. Birkaç gün kala devreye girdiler ve birkaç dakika kala çıktılar… Girerken, sosyal ya da devrimci bir inisiyatifin etkisini zayıflatmak görevini ifa ettiler. Çıkarken de etkisi zayıflamış inisiyatifin toplumsal meşruiyetini parçalama işini polise ve basına devrettiler.
Tüm bu senaryoların adını “provokasyon” olarak koymak gerekiyor. Yanlış anlaşılmasın; sözünü ettiğimiz, öğrencilerin ya da 1 Mayıs’ı bir mücadele günü içeriğiyle kutlamayı deneyenlerin dar anlamda “kışkırtılmaları” değildir. Ortada, dengesiz bir düzenin, sorun çözme yöntemi olarak kendisine “alan kaydırmayı” seçmesi, vardır. Bu seçişte nesnel bir sıkışmışlık-zorlamanın da, iradi bir taktiğin de payı bulunuyor. Provokasyon bu taktiğin yarı-bilinçli taşıyıcılarının yaptığı işin adıdır. Üniversite yönetimleri bir yana, DİSK başkanlığı SHP “sol kanat” milletvekilliği gibi statülerden “provokatör” devşirilmiş olması önemlidir. Kişiliklerin ortaya dökülmesi ya da ihanetlerden söz etmiyoruz. Önemli olan, sosyalist ve devrimci demokrat solun bu kesimlere yönelik beklentilerinin -kim bilir kaçıncı defadır- iflas etmiş olması…
Olup bitenlere bir de şu açıdan bakılması gerektiğini ekleyelim: Türkiye’de toplumsal süreçlerin her aşamasında birden fazla muhtemel senaryo gündemde tutulmak isteniyor. Senaryoların gerçekleşebilme olasılıkları önemli olmuyor. Güncel anlamı açısından pek de fazla ciddiye alınmaması gereken “KP’li bir demokrasi”den, askeri diktatörlüğe kadar birçok olasılığa kamuoyunun hazır edilmesi, dolayısıyla dengesiz salınımların yadırganmaması hedefleniyor. Son iki olayın da Kenan Evren’in yeni darbe mesajlarıyla zaman olarak örtüşmesi ve mesajlara vesile edilmesini bu anlamda yorumlamak doğru olur.
III
Solun kimi kesimlerinde çok yaygın bir jargon var. Tekrar edildikçe, alışkanlık, alışıldıkça bıkkınlık ve gayrı-ciddilik yaratıyor: Yapılan her eylemden, denenen her girişimden kahramanlık destanları türetmek… Bütünüyle yanılsamalardan oluşan bu garip kendini tatmin yönteminin yaradığı tek bir iş vardır: Söz konusu olan hangi çevre ise, oranın insanlarına gündelik bir moral enjeksiyon yapmak. Enjeksiyon önce canlandıracak, giderek uyuşturacaktır; en sonu, dünyayla ilişkilerin kesilmesi… Bu marazi yöntemin en revaçta olduğu taraf, devrimci demokrasinin en ortodoks, dolayısıyla en sığ kesimleridir.
Ortodoks devrimci demokrat kendi eyleminin sonuçlarını abartırken, geleneksel solun kimi memur zihinleri ise, değil eyleminin sonuçlarını göğüslemek, bağımsız bir hareketi tasavvur bile edemiyorlar. Bu kanat sürekli, birlikte davranacağı demokrat ya da sosyal-demokrat aramaksızın yapamıyor. 1 Mayıs’da bu kesimlerin, ister sendikacı, ister tekil aydın, ister siyasal çevre olsun, sosyaldemokratların inisiyatifi altına yönelmeleri yukarıda sözü edilen provokasyona zemin hazırlamıştır.
Kendi eylemini abartan devrimci demokratların, hareketin bağımsızlığı ekseninden bakıldığında olumlanabilecek bir konumda oldukları da söylenemez. Bu kesimin radikalizmi de, Cumhuriyet gazetesine gönderilen dostluk davetiyeleri, işbirliği yapacak yurtsever ve demokrat arayışı, SHP binalarına yapılan başvurularla vb. sakatlanmıştır. Devrimci demokrat radikalizm ciddi bir politik perspektife oturmadığı sürece dar pratikçi bir aktivizmi aşamaz. Türkiye’de yaşanan şimdilik budur…
Türk solu bir bütün olarak ve her kesimiyle önce kendisini, kendi kimliğini tanımlamalıdır. Bunun tekil eylemlere yansıması, somut, bağımsız inisiyatif geliştirilmesidir. Kimliğini tanımlamamış ve kanıtlamamış hareketlerin eylemlilik düzeyleri gerekli ciddiyetten uzak kalacaktır.
Kimlik eksikliği somut siyasal gücün değerlendirilmesinde yanılgıları da peşi sıra getirmektedir. Şu açık durumu herkesin görmesi gerekiyor: Solun etkinlik gücü bugün kadro eylemliliği çerçevesindedir. Kimse, bugünden yarına kitlelerle kucaklaşma hayalleri görmemelidir. Bu söylenenlerden de karamsarlık mesajları çıkarsanmamalıdır.
Bir, eğer reel potansiyelin adı gerçekten kadro eylemliliği ise, ayaklarımızı bilinçle bunun zeminine basmalıyız. Bilinçli ve sıfatına yaraşır düzeyde organize kadro eylemi, kitlesellik yanılsamasını yaşamaktan çok daha verimli sonuçlar verecektir. İki, sosyalist politika, Türkiye’de dipten gelen bir dalganın şiddetiyle yükselmeyecek. Tam tersine, sınırlı sayıda kadronun ürettiği ve taşıdığı sosyalist politika kitleselliğin de inşasına ciddi katkılarda bulunabilir.
IV
Türkiye solunun kendisini derleyip toparlayabilmesi için yeterli birikimi mevcuttur. Bu işi her çevrenin sırtlayabilmesi elbette söz konusu olmayacak. Ama hiç kimsenin soldaki reformist ve radikal eğilimler ayrışmasının dışında kalma lüksü de olmayacak. Bu ayrışmayı zorlayan veriler giderek artmaktadır. Sosyal demokrasi de dahil olmak üzere, sosyalistlerin ve devrimci demokratların kendi dışlarında hâlâ özenle gözledikleri ve kolladıkları kesimler, niteliklerini daha fazla açığa vurmaktalar. Bugüne kadar çoktan kapanması gereken bir defterin buruşturulup bir rafa atılabilmesi için çok malzeme mevcuttur.
Hatırlayalım: Polisin üniversiteden çıkartılmasını talep eden öğrencilere karşı, Erdal İnönü “polisin her yere girme hakkı olduğunu” savunuyor. Direnişlerini sürdürecek mekan arayan gençler, SHP ilçe binalarından kovuluyor. DİSK başkanı yüzlerce insanı “ben kimseye hiçbir söz vermedim ki” diyerek, çiçeği elinde otomobiline atlayıp, coplanmaya terkediyor.
Ziyaretlerine gittikleri Meclis başkanı ve parti temsilcilerinden “uslu çocuk” olma öğütleri dinleyen, sosyal-demokratlarca itelenen gençler artık nihai olarak oturup tekrar düşünmek durumundalar. Gençlik hareketi, bu gecikmiş hesaplaşmada inisiyatif koyabilecek düzeyde politize insanları barındırmaktadır. Bu unsurların belirli bir niceliğe sahip olan ve ciddi bir dinamizm sergileyen gençlik hareketine artık politik derinlik katmayı hedeflemeleri gerekiyor.
Sosyalizme açık sendikacı ve işçi önderlerinin provokasyona verdikleri gecikmiş tepkinin küllendirilmesine ya da kişilere küskünlükle sınırlanmasına izin verilmemelidir. Türkiye sol hareketinin girmekte olduğu olgunlaşma döneminin bir ayağı da gündelik küçük basılar ya da idari-siyasal kariyer hesaplarından kurtulmuş, ayrımlarını ve hedeflerini ideolojik tercihlerde temellendiren insanların, bu alanda kendilerini ortaya koymalarına oturacaktır.
Ve artık, kimi sol çevrelerin sosyal-demokratların yanında ya da peşinde saf oluşturmaları tekrar tekrar yaşanmamalıdır. Birilerinin bu mevkii bizzat sosyal-demokratlaşmaya başladıkları için seçtikleri söylenebilir. Ama bir de, her adımda aldıkları politik tavrı içlerine sindirmediklerini söyleyenlere rastlanıyor. Bu kesimler tercihlerini “sol sekterizm” ve “çocukluk” ile “reel politika” arasındaki bir ikileme dayandırıyorlar; reel politika söz konusu olduğunda ise gözler derhal sağa çevriliyor… Gelenek‘in başından beri Türk solunun insanlarına anlatmaya çabaladığı bir perspektif -ya da istenirse, “ruh”- var: Solun kendi dışına yönelik müdahale anlamında yetersiz ve güçsüz durumda olmasının doğal ve akılcı sonucu, başkalarının peşinden koşarak “büyük politika” yapmaya kalkışması değildir. Güçsüzlük, kof bir “güçlü” imajı ile aşılmaz. Tam da tersine, ülke siyasetine müdahale edebilecek konuma erişmenin yolu, sosyalist hareketin ideolojikpolitik dolayısıyla pratik bağımsızlığını adım adım inşa etmekten geçiyor. Bunu samimi olarak kendilerine sorun edenler büyük politikacılık saplantısını bırakmak zorundalar.