“Klasikler” denildiğinde, solda pek çok kişi için akla Marx, Engels ve Lenin’in çalışmaları gelecektir. Marx’ı ve Engels’i sahiplenenlerden bir kesim ise, Lenin’i “klasik” saymayıp bir “sapma” ya da kendine özgü bir “yorum” olarak değerlendirmeyi yeğleyecektir.
Alınan tutum ne olursa olsun konuyu ayrıntılı biçimde tartışmak mümkündür. Ancak amacım bu olmadığından, şu an için özet bir yargıyla yetiniyorum: Marx ile Engels’in ortak eserinde bile yoruma hatta çekiştirmelere açıklığını hep korumuş bulunan nesnellik-sübjektif etkinlik ilişkileri, Lenin ile birlikte, siyaset boyutunda daha ileri ve ayrıntılı bir düzleme taşınmıştır. Bu ilerlemenin aynı zamanda iktidar getiren başarılı bir pratikle de bütünleşmesi, Lenin’in klasikler kategorisine katılmasını meşru kılmıştır.
Bu türden bir yargıyı aşırı kolaycı bulanlar için bir ek daha yapmak mümkündür: Başka her şey, hatta 1917 Devrimi de bir yana, tek başına Felsefe Defterleri ile tarihsel materyalizme yerleştirilen aktivist yan bile, son derece önemli bir adım olarak değerlendirilmeye layıktır. Ne Yapmalı yerinde duruyor; Lenin’i “klasikler” arasına katmaya sözünü ettiğim Defterler de yetecektir sanıyorum.
“Klasikler” sözcüğünü biraz daha açmak istiyorum.
Klasiklerin değeri, ya da onları “klasik” yapan, elbette bu çalışmaların birtakım ezeli ve ebedi doğrularla, tartışılmaz kesinlikteki saptamalarla dolu olmaları değildir. Asıl değerleri, tarihsel gelişim sürecinde ortaya çıkan her yeni biçimlenişi doyurucu biçimde analiz edebilecek çerçeveyi, araç zenginliğini ve dinamizmi taşımalarındadır. Kanımca Marksist klasiklerin kalıcı değeri, fiilen gerçekleştirdikleri somut çözümlemelerden çok, sürekli olarak yeni çözümlemelere olanak tanıyan iç zenginliklerinden ileri gelir.
Daha net anlaşılması için belki de “uç” bir formülasyona başvurulabilir: marksist klasiklerin diyelim tek bir öngörü doğrulanmasa bile, temsil ettikleri öz dünyamızda olup bitenleri açıklama potansiyeline sahip kucaklayıcı tek kaynaktır. “Potansiyel”, doğrulanmamış teori ve öngörüleri değiştirebilme gücünden, ve daha önemlisi, bunu yaparken de değer erozyonuna uğramama yeteneğinden kaynaklanır.
Bir zamanların Lukacs’ını çağrıştırabilecek yukarıdaki “uç” örneğin daha bir yerli yerine oturtulması gerekiyor. Bu yolda, kavranması gereken ilk halka, kanımca şudur: Marksist klasiklerin sağladığı “yapı” ya da diyalektik ve tarihsel materyalizmin en genel anlamda özü, somut durumlara ilişkin teorileştirmeler için temel oluşturur. Zinciri bu kez öteki ucundan alacak olursak: Siyasal etkinlik, kendi nesnesiyle sağlıklı bir ilişki içinde olabilmek (ve öyle kalabilmek) için, bir ara halka işlevi gören teoriye gerek duyar. İşte, diyalektik ve tarihsel materyalizmin bir temel oluşturup araçlarını sağladığı, böyle kurulan, kurulduktan sonra pratik önünde sınanan, doğrulanan ya da reddedilen, daha sonra yenisine yönelinen budur: Teori…
Diyelim, bunları hep kabul ettik ve marksist klasikleri okuyoruz. Klasiklerde hem teorinin genel anlamda zeminini ve araçlarını, hem de somut durumlara ilişkin özel teorileştirmeleri bulmak mümkündür. Bu tür teorileştirmelerin ve onların uzantısı olan öngörülerin küçük de olsa bir bölümü elbette doğrulanmamıştır. Ne var ki, sözünü ettiğim zemin ve araçlar, bir yenisini, daha gelişkinini üretmekten de hiç geri kalmamıştır. Örneğin isteyen geçmişte proletarya için yoksullaşma (pauperization) teorisini ortaya atanın ve yanılanın marksizm olduğunu söylesin; çünkü pauperization’ın gerçekleşmeyişini kendi araçlarıyla en doyurucu biçimde açıklayan da, gene marksizm olmuştur!
O halde, marksizmi marksizm yapan, zaman zaman gelebilen önemli siyasal başarısızlıklara karşın onun tükenmesine izin vermeyen dinamik öz ile, bundan kalkılarak girişilen teorileştirmeler arasında ince bir ayırım gözetilmesi büyük önem taşır.
Ancak böyle bir ayırımı, adeta ütopik bir beklenti biçiminde mutlaklaştırmamak gerekir. Çünkü, özel teorileştirmeler gibi, bunları besleyen özün bizzat kendisine yönelik kavrayış da, gene tarihseldir. Bu da ancak tarihsel olarak kavranabilir. Özetle, teorileştirmeleri tarihsel ve göreli, bunların özünü ise “mutlak” ve “tarih dışı” sayma lüksüne sahip değiliz. Dolayısıyla Marksist kaynağın doğrudan doğruya kendisinin kavranışı ile özel teorileştirmeler arasında, aynı tarihselliği paylaşmanın yol açtığı kaçınılmaz etkileşimler görülecektir. Nitekim “sınıfa karşı sınıf”tan günümüzün gürültülü yenileşmelerine dek tüm teorileştirme çabaları, kaynağın tarihsel kavranışını da kendi doğrultularında etkilemektedirler. Dahası, kimi teorileştirmelerin, kaynak üzerinde “bulandırıcı” etkiler yarattıkları da bir gerçektir.
Anlatmaya çalıştığım gibi, bu tür olasılıkları yok etmek, yaşanan süreçleri durdurmak mümkün değildir. Bugün dünyanın hemen hemen her yerinde, en başta memur zihniyetli olanlar, sade demokratlığın, liberal yaklaşımın, konsensusun, yeni politik kültürün, geniş açılımlı yeni ilişkilerin ya da yeni açılımlı geniş ilişkilerin, buna benzer şeylerin hepsinin temelinin Marx’ta, Engels’de ve Lenin’de (sanırım Stalin hariç herkeste!) ayan beyan görülebileceğini kanıtlama uğraşı içindedirler. İşler bir süre “böyle” gidecektir…
Kısacası solun bir kesiminde, klasikleri okuyanlar, belirli bir süre için “böyle” okuyacaklardır. Ancak bunun panzehirini ters uca gidip bu kez buram buram inat kokan bir “sol okuma” değildir. Bu tür inatlaşmalar Marksist tartışmalara, karşıt ideolojinin en budala temsilcilerini bile kıs kıs güldüren bir skolastizm sokmuştur. Doğru tutum, bir kesimi klasiklerin “sağ okunmasına” yönelten güncel ve teorileştirmenin boşluklarını ve giderek almaşığını bulmak, inattan değil somuttan kaynaklanan yeni bir teorileştirmeye yönelmektir.
Bir kez daha başvurulduğunda, klasiklerin “nasıl okunacağını” işte bu sağlıklı yönelişler belirleyecektir.