Ulusal sorun, ya da daha geniş bir ifadeyle Marksizmde ulusallık konusu teorik bir düzlemde ele alınabilir mi? Bu soruya her konunun teorisi yapılabileceğini söyleyerek olumlu yanıt verilebilir. Ama genel geçer yanıtların yine genel geçer bir düzeyde kalarak işlevsizleşme riski vardır. Yanıtı ne denli açık görünürse görünsün, yukarıda konulan türden bir soruya bile daha ayrıntıda yaklaşmakta yarar bulunuyor.
İlk önce bir gözlem: Türkiye’de ulusal soruna teorik bakılmadı ve bakılmıyor. İtirazlar yükselebilir; yıllarını sol siyasete vermiş bir çok insan eski-yeni yayın organlarında yazılanları hatırlatabilir. Olası istisnalar bir yana, Türkiye’de sosyalist teori adına, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, sömürge-ezilen ulus ayrımı, sosyalistlerin kendi örgütlenmelerinde ulusal ayrım gözetilip gözetilmeyeceği… Evet bunlar tartışıldı. Bu konu örnekleri ve daha eklenebilecek benzer altbaşlıklar bence sonuç olarak “teorik” nitelemesini haketmiyorlar. Ya saf reel politika düzleminde kaldıkları için ya da bilimsel sosyalizmin tarihinde teorik gelişme süreçlerinden süzülerek kimi özel koşullar altında su yüzüne vuran tavırla, ve bu tavrı anlatan sloganlarla sınırlı oldukları için…
Birinci şıkkı daha çok geleneksel sol için kullanıyorum. Bu yazıda ulusallık sorununun Türkiye’de dışavurumlarını somut olarak tartışmayacağım. Böyle bir değerlendirmeye küçük bir ipucu olarak Türk geleneksel solu’nun, ulusallık konusunda hem reel politik hem de teorik düzlemde riske girmemeyi tercih ederek tutum aldığını söylemek istiyorum. Bir yöntem olarak riskleri göze alabilmek gerekiyor; ancak bu konu özelinde geleneksel solun yavaşlığı, ülke somutunda ulusal sorunun olgunluğa ulaşmamış olmasından da kaynaklanmıştır. Diğer sonuçlarını şimdilik bırakıyorum; bir sonuç, konunun, üzerine teorik tartışma yapılamaz hale gelmiş olmasıdır.
İkinci şık, geleneksel solun, dolayısıyla bilimsel sosyalizmin doldurmaktan uzak durduğu bu alana devrimci demokrasinin kendisini yakın hissetmesiyle ortaya çıktı. İlkeler ve sloganlar düzeyinde akıl yürütmenin çoğu zaman ötesine geçemeyen, bilimsel sosyalizmden özellikle ulusallık konusunda uzaklaşmaya içsel bir yatkınlığı olan devrimci demokratlar, sorunun vülgarize edilmesine ciddi katkılarda bulunmuşlardır. Belirli bir tarihsel bağlam içerisinde siyasal anlam ve işleve, artı, teorik bir arka plana sahip bir tutumun, su yüzeyinde kalan bölümünü ezberlemek de bir tür vülgarizasyondur. Ezberlenen kim olursa olsun…
Şimdi bu gözlemin ötesinde konumuzun kendi özelliklerine göz-atabiliriz. Konular, nitelikleri itibariyle teorik tartışmaya daha fazla ya da az açık olabilirler. Marksizm, toplumsal düşünceyi bilimselleştirirken nesnel gelişme yasalarının varlığını vurguladı. Hem bu yasaların kendilerini gösterdikleri temel odak, hem de bizzat gelişmenin taşıyıcıları olarak sınıfların altı çizildi. Yeni teori, kendinden önceki düşünce sistemlerinden ayrı olarak, sınıfsal dinamiğin nesnel ve başat niteliğini açık olarak öne sürüyor, üstelik siyasal sonuçlarında da yine çok net olarak sınıfsal tercihlerini ilan ediyordu… Hiçbir teorik adım düşünsel alanların hepsinde ve eşzamanlı olarak atılmaz. Bir; tercihler, alan seçimleri vardır. İki; yeni teorik atılımın merkezi noktaları özel bir vurgu donanımıyla aydınlatılır, bu arada yan ya da marjdaki alanlar bir alacakaranlıkta silikleşebilir.
Ulusallık her iki nedenin de etkin olduğu bir süreçle bilimsel sosyalizm için ikincil, ya da başka sorunların fonksiyonu halinde düşünülmüştür. Böyle olmasına kimi akademik tartışmacılar, ya da ulusallığın çok önemli bir sorun olarak çembere aldığı politikacılar itiraz edebilirler; bu durumu evrensel bir eksiklik sayabilirler. Bu yazı konuya elbette böyle bir noktadan bakmıyor, bakılmaması gerekliğini savunuyor.
Şunu açıkça anlamak gerekiyor ki, kimi sorunlar gerçekten ikincildir, sınıfsallığın bir fonksiyonu olarak ele alınmalıdır. Bu ele alınan konunun saf haliyle teorisize edilemeyeceği anlamına gelir. Ulusal soruna ilişkin perspektif, sınıfsallıkla belirlenen bağımlı bir perspektiftir. Bir diğer nokta da şu: Marksizmde çeşitli konuların teorik olarak net çözümlemelere bağlanması bir sıra izliyor. Önce, teorik çözümleme ile siyasal uzantıların tam çakıştığı konular geliyor. Sınıf analizi, felsefede materyalizm-idealizm, artı-değer teorisi vb. böyle. Sonra teori-siyaset çakışma oranı düşmeye başlıyor. Konular reel anlamda daha politize oluyorlar. Bunlar ancak gecikmeli çözümlere bağlanabiliyor. Devrim, devlet, örgüt teorileri örnek verilebilir… Konuların reel politiğe dönüştürme dozajı çoğaldıkça, teorik çözümlerin geçerlilik mekân ve sürelerine kısıtlar koymak gerekli olabilir. Paralel olarak ilkesellikten uzaklaşma, dolayısıyla pragmatizm ve ampirizm eğilimleri güçlenebilir. Ulusal sorun, sözünü ettiğim sıralamada son basamaklardan birinde bulunuyor.
İlginç bir durum daha: Ulusal soruna ilişkin teorik olarak söylenebilecek olanlar, ya da sorunun teorik departmanının hacmi, hiç de geniş değil aslında. Nicel olarak çok şey söylenemeyeceği gibi, sorun çok karmaşık bir soyutlama düzeyine de ihtiyaç duyurmuyor. Nedeni bağımlı bir değişken olmasında aranmalıdır. Ancak teori departmanı hacim olarak küçük, nitel olarak basit kaldıkça, bu kez, siyasal literatürde gereksiz kabarıklıklar ortaya çıkıyor. Bu fazlalıkları ayıklayabilmek, görüntüyü netleştirebilmek için teoriyi, konu ne denli politize olursa olsun, siyasal program tartışmasının içine yedirmek gerekiyor. Gelenek’in bu kitabında yerine getirilebilecek işlev bu teori-politika coşmasını sağlamak değil elbette. Bu çakışma için tek bir öznel müdahale yeterli olamaz. Yapılabilecek olanlar, bir, ulusal sorunun teorisize edilmesinin önündeki nesnel kısıtları ortaya koymak; iki, bilimsel sosyalizmin temel tezlerinden hareketle bu spesifik alanda söylenmiş ve söylenebilecek olanları hatırlatmak; üç, tüm bunları bilimsel sosyalist teorinin gelişim süreçleri içerisinde temellendirmek, yani sonuçları aktarmakla yetinmeyerek üretim koşullarını da tartışmaya açmak… Türkiye sosyalistleri ulusal sorun üzerine uzun süredir düşünüyorlar ve tavır geliştiriyorlar. Çoğu yanlışa, azı doğruya yakın… Daha ileri gidebilmek için konunun teorik araçlarla yeniden tartışılması gerekiyor.
Buraya kadarı, elinizdeki yazının bir tür gerekçesi ya da girişini oluşturuyor. Daha fazla oyalanmadan Marx ve Engels’in konuya yaklaşımlarını tartışmaya geçelim.
Başlangıç: Ulusallık Gündem-dışı
Marksizmin üç kaynağından sözedilir: Alman felsefesi, İngiliz ekonomi-politiği ve Fransız ütopik sosyalizmi. İngiliz ekonomi-politiğinin serpildiği sahne sanayi devrimi, Fransız sosyalizminin beslendiği ortam ise Büyük Fransız Devrimi’dir. Her iki olgu da taşıdıkları ulusal sıfatlardan öte, büyük bir açıklık ve kesinlikle sınıfsal damgalar taşıyorlar. Fransız ve İngiliz burjuvazilerinin damga vurdukları bu deneyimlerin ideolojik siyasal ve bilimsel ifadeleri de o ölçüde sınıfsallıkla belirlenmiştir. Marksizmin temel hareket noktası, sınıf mücadeleleri, bu deneyimler ve düşünsel sistemlerden süzülerek elde edildi. Olgun felsefe geleneği bu birikimden yeni bir sistematik türetilebilmesi için ihtiyaç duyulan çerçeveyi, araçları ve malzemeyi sundu. Sınıfsal analiz tüm tekil departmanlara ışık tutan temel belirleyici yaklaşım olarak bilimsel sosyalizmin tanımlayıcı öğesi oldu. İlk deklarasyonlar sayılan eserlerinde Marx ve Engels, devletten siyasal partilere, aile kurumundan felsefi düşünceye teknolojiden ulusal dinamiklere kadar farklı kategorilerden konulara sınıfsal yaklaşım getirme çabasında oldular. Sınıf mücadelelerinin sonuçlarının bu özel alanlar üzerinde belirleyici olduğunu, özel alanlardaki gelişme yollarının sınıfsallığa bağımlılığını işlediler. Tarihsel gelişme sınıf mücadelesi eksenine oturtulduğunda sözü edilen bağımlı değişkenleri tek başlarına ele almak değişme ve zaman kavramlarından uzaklaşma anlamına gelir. Bu anlamda, izole edilmiş bir ulusal dinamik tartışması, bilimsel sosyalizmin konusu değildir. Buraya kadarı oldukça net ve söylenecek pek fazla birşey yok. Marx ve Engels için yalıtılmış kurum ya da yapı analizi gündem dışıydı. Siyasal teori boyutuna sıçradığımızda tüm süreçler, kurumlar ve yapılar sınıf mücadelesinin belirleyiciliği altına girer. Daha somutu, bir saf tutmak da sözkonusu olduğuna göre işçi sınıfı hareketinin genel çıkarları ve gelişim rotası, özel alanların değerlendirilmesinde temel kalkış ve varış noktasıdır.
Bir soru: Böyle bütüncül yaklaşım, doğruluğu tartışma götürmez temellere oturmakla birlikte, yanlışlara ya da açıklara yol verebilir mi; ya da olası yanılgı ve eksiklerin olası kaynaklarını nerede aramak gerekir?
İlk göze çarpan şu: Eğer işçi sınıfı hareketinin somut-konjonktürel ya da dönemsel gelişme rotasının hesaplanmasında kimi işlem hataları, yan alanlara, bu arada ulusal soruna ilişkin tezlerde eksikliklere ve yanılgılara kaynaklık edebilir. Marx ve Engels’de işlem hatasının ötesinde hatalar da vardır. Daha önce çok işlendi, burjuvazinin devrimci potansiyellerini abartmak, işçi sınıfının iç eşitsizliklerini küçümsemek, dolayısıyla sosyalist devrimi güncel bir perspektifte ele almamak ve örgütsel önderlik konusunun uzağında kalmak… Bunlar çok ciddi ve çözümü 20. yüzyıla devrolan eksiklik ve yanılgılardı. Örneği de var: Hatırlattığım konularla ilgili bir 20. yüzyıl katkısı leninist ittifaklar politikasıdır; ve ittifak sorunu, mutlaka, ulusal dinamiklerin sosyalist mücadeleye bir yönüyle entegre edilmesini de kapsar. Bunun sistematik çözümünü 19. yüzyılda aramak boşunadır. 19. yüzyılda ayakları sosyalist devrim, öncü örgüt ve ittifaklar politikasına, bir bütün olarak eşitsiz gelişme yasasına oturan, teorik zenginlik olduğu kadar somut politik kıvraklığa sahip, üstelik doğruluğu tarihsel kanıtlara haiz bir ulusal sorun tahlili bulmak mümkün değildir. Evet, bir eksiklik kaynağı burasıdır…
Aşağıda okuyucuya izletmeye çalışacağım yaklaşımlar demeti bu eksiklikleri mutlaka barındırıyor. Dolayısıyla, genel olarak hiçbir konuda ama özel olarak konjonktüre, somuta çok bağımlı konularda basit aktarmacılık yöntemi işlemez. Ulusal sorun gibi politize bir alana, bilimsel sosyalizmin geçmişinde su tarihte şurada önerilen çözüm yollarının tartışılması, öğrenilmesi yararlıdır; ama bunların başka somut çerçevelerde kendilerinde menkul bir açıklama gücü taşıdıklarını düşünmemek de gerekiyor. Önemli olan o çözüm önerileri değil, gerçekten temellendirdikleri teorik arka plandır. Aydınlatma gücünü orada bulmanın mümkün olduğuna inanıyorum.
“Teorik arka plan” düzleminde 19. yüzyıldan 20. yüzyıla sorunların yanısıra bir süreklilik de devrolmuştur, unutmamak gerekiyor.
Yukarıda ortaya attığım soruya dolaylı yanıt oluşturabilecek bir nokta daha var. Başka yazılarda işlenen 19. yüzyılın önemli eksiklerine değindim. Bu eksikler ulusal sorun departmanında hatalara yol açabilir, dedim. Bir de karşılaştırma yapılabilir: Ulusal sorun departmanıyla diğer eksikli alanları yanyana koyup bakabiliriz. İçerikleri ne olursa olsun, ulusal soruna ilişkin olası eksik ve hataların, örneklendirdiğim diğer alanlar kadar önemsenemeyeceğine, önemsenmemesi gerektiğine bunların marjinal hatalar olduğuna inanıyorum1
Marx ve Engels’in sınıfsallık vurguları ulusallığı karanlıkta bırakınca ne oldu? Sonuçları sıralayabilirim:
1) Batı antropolojisinden ödünç bir terimle Eurocentric Avrupa-merkezci bir perspektif ortaya çıktı. Nedenini anlamak zor değil. Sınıfsal dinamiğin en gelişkin olduğu, sanayi devrimini, Fransız devrimini yaşayan, modern sınıfların -kimi yerlerde- neredeyse yüzyıllardır damgalarını vurdukları, süratle kapitalistleşen, dolayısıyla proleterleşen toprak Avrupa olduğuna göre, Avrupa’nın gelişmesi dünyanın geri kalan bölümleri için motor güç haline geliyor, demektir. Sürecin sonrasına ilişkin öngörü de anlaşılabilir. Avrupa kapitalizmi kendi kaderini dünyanın geri kalan bölümüne benimsettirecektir: Sosyalizm.
Bir parantez açabilirim. Bu bakışın hatalı yönü kapitalist gelişmenin süratli ve düz bir çizgi izleyeceğine duyulan güvendir. Sömürge ve bağımlı ülkelerde kapitalistleşme, umulanın daha altında bir radikal renk taşımıştır.
Parantezi kapatıp bir örnek vermek istiyorum. Cezayir, 1848 ve Engels: “Cezayir’in fethi uygarlığın ilerlemesi açısından önemli ve mutlu bir olaydır” 2 . Bu tutum ayrık istisnai vb. değildir. Yine Engels tarafından Amerika’nın Meksika’ya, Rusya’nın Orta Asya’ya yönelik ilhakçı politikalarının tahliline uygulanmıştır 3 . Ancak bu tutum, çağdaş burjuva kalkınma-büyüme teorilerinin ortak zeminini oluşturan modernleşmeci akımla öz ve biçim olarak büyük benzerlikler taşısa da, kalkış noktasının farklılığı nedeniyle ayırdedilmesi gerekiyor. Kalkış noktasının işçi sınıfının çıkarları olduğunu söylemiştim. Sonuç, kimi özel durumlarda, sömürgeciliği alkışlayanlarla aynı paralele düşülmesi olmuş olabilir, bu yönüyle konu sorgulanabilir de. Ama temel perspektif kesinlikle korunmalıdır.
2) Avrupa içi sözkonusu olduğunda odak bu kez işçi hareketinin en güçlü olduğu yerlere kayar. İngiltere’nin İrlanda sorunu, Almanya’nın birliğine engel olmaları muhtemel küçük ulusal topluluklar sorunu vb. dolayısıyla bu kez İngiltere-merkezli, Alman-merkezli denilebilecek perspektifler şekillenmiştir.
3) İlk iki maddede işçi sınıfının güçlü olduğu yerlerin önemsenerek, bu yerlerle çelişkisi olan sömürge ve ulusal toplulukların geri plana itilmesi, daha doğrusu, bunların kaderlerinin de ileri ülke işçi sınıflarınca belirleneceği görüşü sözkonusuydu. İşçi sınıfı faktörünün eksik olduğu örneklerde, konu Avrupa’da işçi hareketinin ilerlemesi ya da gerilememesi gözetilerek ele alındı. Örneği Osmanlı-Rus savaşı sırasında Marx ve Engels’in sergiledikleri tutumdur.
4) Bir bütün olarak uluslaşma süreci burjuvaziyle paralel olarak yükselen, ancak yine kapitalistleşmeyle birlikte proletarya-burjuvazikutuplaşmasının yanında anlamını yitirecek, en sonu proletarya enternasyonalizmi ve dünya devrimi ile ortadan kalkacak bir olgu biçiminde değerlendirildi. Dünya devriminin yakın bir iktisadi bunalımı izleyeceği öngörüldüğü için, ulusal dinamiklere tarihsel olarak ilerici bir anlam yüklenmesi hiç de düşünülmüyordu. Açıkçası Marx ve Engels, ulus sorununu proletaryanın devrimci rolü ile ters yönlü bir ilişki içinde, aşılmakta olan bir sorun olarak gördüler.
Sıra, bu noktaların çeşitli somut durumlarda kendilerini nasıl ortaya koyduklarına bakmaya geldi.
Sömürgeler ve Kapitalizm
Marx ve Engels’in güncel gelişmeler dolayısıyla ve pek az değindikleri Cezayir gibi örneklerin dışında özellikle eğildikleri iki ülke, Çin ve Hindistan’dır. Yukarıda Engels’den yaptığım alıntıdaki neredeyse sömürgeciliği ahlaki açıdan olumlamaya varan tonlamanın bu çalışmaların ana tezleri arasında yer ettiğini söylemek kesinlikle mümkün değil. Tersine, kapitalizmin geri toplumsal formasyonlar üzerinde yaratmakta olduğu altüst edici etki ile siyasi gericilik arasında bir ayrımın oldukça net olarak işlendiğini görmek mümkün. Örneğin şöyle: “Doğrudur, İngiltere Hindistan’da bir toplumsal devrime neden olurken çıkarların en çirkinleriyle harekete geçmişti; bu çıkarları güçlendirmekte takındığı tutum aptalcaydı. Ama sorun bu değil. Sorun, insanlığın Asya’nın toplumsal durumunda köklü bir devrim olmaksızın kaderini yaşayıp yaşayamayacağıdır. Yanıt olumsuzsa, İngiltere, işlediği suçlar ne olursa olsun böylesi bir devrimin gündeme getirilmesinde tarihin bilinçsiz bir aracı rolünü oynamıştır” 4 . “Britanya kılıcıyla zorla sağlanan (Hindistan’ın siyasal) birliği şimdi, elektrikli telgrafla güçlenecek ve kalıcılaşacak” 5 . Siyasal birlik, ulusal ordu, özgür basın, özel toprak mülkiyeti, buhar, teknoloji… Britanya bunları hangi yolla taşımış olursa olsun.. “Yol” ayrıntıda kalıyor; gözardı etmeye gerek yok, ancak geri bir kültürün özgürlüğüne ilişkin edebiyatlara hiç yer yok. Marx ve Engels’in gerici bir demokratizmle ilişkileri kesinlikle bulunmuyor. Bu noktanın yukarıda sözünü ettiğim teorik arka planın parçası olduğunu düşünüyorum ve altını çiziyorum…
Peki, kapitalizmle kurulan bu dışsal ilişkinin nesnel ilericiliğinin sınırları nasıl çizilecek? “İngiliz burjuvazisinin bütün yapabileceği, ne halk kitlelerinin kurtuluşunu sağlamak, ne de bu kitlenin toplumsal durumunu maddi olarak daha iyi bir hale koymak olabilir. Bu yalnızca üretici güçlerin gelişmesine değil üretici güçlerin halk tarafından mülk edinilmesine de bağlıdır. Ama İngiliz burjuvazisinin gerçekleştirmekten kaçınmayacağı şey, bu her iki koşulun önkoşullarını yaratmaktır. Burjuvazinin daha fazlasını yaptığı görülmüş şey mi? Burjuvazinin bireyleri ve halkı, kan ve pislik, sefalet ve rezalet içine sürüklemeksizin herhangi bir ilerleme yarattığı görülmüş şey mi?…”6 . Koşulların önkoşullarını yaratmak… Sömürgeci kapitalizmin misyonu bundan ibaret. Ve buraya kadar bu çerçevede söylenenler evrenseldir. Bir rezervi, konumuzla ilişkili ama yine de dışta tutulabilecek bir rezervi koymak şartıyla.
Marx’ın modelinde metropollerde kapitalizmin ilerlemesi işçi sınıfının gelişimini besliyor. Bu süreç sosyalizmle noktalanacak. Aynı değişkenlerle belirlenen aynı fonksiyon, sömürgelerde de işliyor. Fark yalnızca zamanda ve biçimlerdedir, sömürgelerde kapitalizm gecikmiş bir kapitalizmdir; baskıcı ve anti-demokratik yönlerini daha fazla ortaya döken bir kapitalizm… Bu modelin eşitsiz gelişim kavramını ne kadar içerdiği tartışmalıdır. Şurası açık, eşitsiz gelişimin dahil edilmesi en azından gecikmiş kapitalizmlerin sosyalizme sıçramakta metropollerin önüne geçebileceklerini perspektife katmıştır. Aynı şekilde model ülkeler arasındaki, kapitalist gelişkinlik hiyerarşisinin de kalıcı olarak algılanmasına açık kapı bırakmaktadır. Bu rezervler, hiçbir şekilde kapitalizmle ilişki kurmanın, sosyalizmin maddi önkoşullarını yaratarak sömürgelerin çehresini değiştireceği tezini zedelemiyor.
Bu noktada bir yan sorundan daha söz etmekte fayda var. Marx ve Engels’in toplumların tarihsel gelişimlerine ilişkin teori ve modellerinin kaynağı Batı Avrupa’dır. Bu modelin vazgeçilmez bir öğesi her toplumsal formasyonun kendi içinde üretim ilişkilerinde temellenen, sınıfsal dinamiklerde somut içerik kazanan bir değişim potansiyeli ve yönelimi taşımasıdır. Hiçbir karmaşık yanı yok; bu toplumların yaşayan ve değişen organizmalar olduğunu anlatıyor. Ancak, Batı Avrupa’da bol bol doğrulanan bu önermenin önüne Asya toplumları tarafından bir takım engeller çıkartıldığı biliniyor. Marx’ın bu toplumlar için geliştirmeyi denediği Asya tipi üretim biçimi modelinin kendi içinde, yukarıda tasvir edilen türden bir değişme dinamiği olmadığı anlaşılıyor. Değişme dinamiğinden yoksun toplumlara Marx’ın önerisi sömürgeci kapitalizmin zerkedeceği modernizasyon oluyor…
Bu noktadan hareketle bir çok araştırmacı kimi sorular türetiyor. Marx’ın asli modelinin evrenselliği mi zedeleniyor, yoksa teoriye bir “istisnai durum listesi” mi eklenmesi gerekiyor? Bu bir tartışma konusudur. Ancak, kapitalizm bir dünya sistemine dönüşmeye başlayalı beri eskiyen, işlevsizleşen, kadük olan bir tartışma. Şunu söylemek istiyorum: Hint ya da Çin toplumları kapitalist sömürgecilikle yüzyüze gelene kadar, kendi içlerinden değişme dinamiği geliştirip geliştiremeyecekleri, bir sorgulama konusu sayılabilirdi. Ama özel dinamiğinin bir noktadan sonra laboratuvar gözlemine tabi tutulması olanaksız hale geliyor. Uluslararası dinamik tekil ülkeye önce dışsal, sonra giderek içselleşerek sızıyor, egemen oluyor. Evrensel model mutlaka özgün biçimlenmelere bürünerek işlemeye başlıyor… Marx’ın geri toplumların modernizasyonu için kapitalizmin nesnel ilerici bir anlam taşıdığı saptaması, her toplumun kendi değişimini kendi içerisinden türettiği asli model açısından bir çelişki oluşturuyor mu? Spekülatif bir soyutlama ve işlevsiz bir tartışmaya gerek olmadığını düşünüyorum. Sonuç nettir: Başlangıçta Marx’ın modelini zorlayan “durağan” Asya, durağanlığının bir momentinde modele yakınlaşmaya başlamıştır. Başlangıç, geçerliliğin sorgulanmasını kışkırtmış, tarihsel sonuç soru işaretlerini silmiştir.
Ulusallık konusunun toplumsal gelişme teorisiyle bağlantılı olduğunu düşünerek açtığım bu uzun parantezi üç kayıt koyarak kapatmak istiyorum: 1) Marx’ın teorisi Batı Avrupa toprağından üretilmiş olmasıyla “genel” yönlerinin Avrupa özgünlüklerinin sızmasına uğraması doğal ve kaçınılmaz sayılmalıdır. 2) Dışsal bir dinamik bir yapıyı kalıcı olarak etkileyebilmek için, yapının içerisinde uygun bir zemin bulmalı, yani içselleşmelidir. Ve 3) Marx’ın gelişim modelinin kaba bir doğrusallık biçiminde algılanması durumunda yalnızca Asya’ da değil, her tekil toplum somutunda sorunlar çıkacaktır.
Avrupa’da Ulusal Sorun
Buraya kadar söylenenlerden çıkarsanabilecek bir temel tezi net olarak yazmak istiyorum. Türkiye solunun çeşitli kesimlerinde, ister somut gerekleri yerine getirilsin, ister getirilmesin, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının evrensel bir ilke olduğu düşünülür. Bu hakkın, açıkçası ayrılmayı da kapsayan bu hakkın evrenselliğinin aşağı yukarı herkes tarafından standart bir durağanlıkta ele alındığını düşünüyorum. Durağanlıktan kastettiğim şöylesi bir düşünce: “Kendi kaderini tayin hakkı, demokratlık kümesinin bir elemanıdır; demokratlık sosyalistliğin parçasıdır; o halde kendi kaderini tayin hakkı sosyalistliğin içerisinde doğal, tanım gereği bir yere sahiptir”.
Sözü edilen hakkın demokratlıkta içerilmesi ile sosyalistlikte içerilmesinin ayrı gerekçeleri vardır. Bu gerekçelerden söz etmeyi yazının ileri bölümlerine erteleyerek, bu tezin bir bileşenini ifade etmekle yetiniyorum: Bilimsel sosyalizm ulusal sorunu işçi sınıfı ve sosyalist hareketten kalkarak ele aldı: Öyle olunca bu asli çıkarlarla çelişen ulusal sorunların kendilerini ifade edebilmelerini -ahlaki ve hümanist bir özle- savunmaya mahkum olmadı. Marx’dan ve Engels’ den alınacak birinci ders budur. Kendi eyleminin geleceğiyle aynı doğrultuyu göstermeyen bir ulusal sorun savunusu yapmaya, Marx ve Engels hiçbir eğilim göstermediler.
Bu dersin ya da tezin karşısına çıkartılabilecek bir itirazı düşünebiliyorum: “Hindistan, Çin, Cezayir vb. ülkelere kapitalizmin girmesinin elbette ilerici bir anlamı vardır. Pre-kapitalist, dolayısıyla uluslaşmamış toplulukların geriliği savunulamaz. Ama buradan kalkarak, emperyalizm döneminin ulusal hareketlerini tartışamayız. Emperyalizm çağında ulusal hareket sistemde gedik açan vb. bir işlev, dolayısıyla kendinde menkul bir ilericilik taşır vb. vb….” bu olası itiraza karşı Afganistan müslümanlarının ulusal direnişinin ne kadar “kapitalist sistemi geriletici” olduğunu, ya da Kırım Tatarları, veya Sovyet Ermenistanı’ndaki olası ulusal “sorun”ların da bu kategoriye girip girmeyeceğini tartışmak istemiyorum. İtirazın bütün olarak olmasa da az-çok geçerlilik payı taşıyabileceğini varsayarak, kapitalistleşme ve uluslaşma sürecine girmiş olduğu tartışma götürmez olan 19. yüzyıl Avrupa’sını ele almayı tercih ediyorum7 .
19.yüzyıl Avrupası’nda uluslaşma süreçlerinin de yoğun olarak yaşandığına tanık olundu. İrlanda’nın bağımsızlık, Almanya ve İtalya’ nın ulusal birlik sorunları, Polonya’nın müzminleşen kurtuluş mücadelesi, Orta Avrupa ulusal topluluklarının tepkileri ve Osmanlı-Rus savaşı, Marx ve Engels’in tavırlarının izlenebileceği somut alanları oluşturuyor…
Marx ve Engels’in, işçi sınıfının siyasal gelişimi açısından geniş ve güçlü devlet birimlerini tercih ettikleri söylenebilir. Nedenleri şöyle sıralamak mümkün: 1) Ulusal birlik ve ulusal pazarın yaratılması demokratik burjuva devriminin ve kapitalistleşmenin parçalarıdır; bunların proletaryanın sosyalist misyonunu öncelediği düşüncesi Marx’da ve Engels’de egemendi. 2) Ulusal pazarın güçlülüğü ülke işçi sınıfını birleştirici bir etki yaratır; sınıfın ortak bir harekete girişmesini kolaylaştırır. 3) Genişliğin de, başlayan bir işçi hareketinin ilk elde ulaşacağı alanın büyüklüğünü azami kılmaya yarayacağı söylenebilir. 4) Genişlik ve güçlülük, sınıfsal olmayan dinamiklerin (örneğin ulusal, yerel) devre dışı kalmalarını hızlandırır. 5) Enternasyonalizm, ülke seksiyonlarına bölünmekle bile zedelenmektedir; mümkün olan en geniş işçi sınıfını aynı anda aynı hedeflere yöneltmek, geniş devletlerin varlığında kolaylaşacaktır. 6) Sınıfsal dinamiği ön planda tutan bir perspektiften bakıldığında, sınıfsallığın üstünü örten ulusal yapılanmaların inşası aşamasının en kısa sürede, en az tortu bırakarak halledilmesi tercih edilir.
İrlanda sorununa bu gözle ve Britanya’nın doğal egemenliğinin parçası olarak bakıldığında alınan ilk tavır, İrlanda’nın kurtuluşunun, İngiltere’de işçi devriminin yan ürünü olacağı tezinde ifadesini buldu. Bu görüşteki “indirgemeci” eğilimin gerçekçi olmadığı yıllar boyu adım adım netlik kazandı. İrlanda ulusal sorununun aktif bir mücadeleyle siyasal gündemde varlığını kabalaştırması ve İrlanda kökenlilerin İngiliz işçi sınıfı nüfusu içindeki yüksek oranı, ilk tutumun revizyona sokulmasına neden oldu. Yenilik, “İngiliz işçileri(nin)… İrlanda ulusal kurtuluşu tamamlanana kadar kendi egemen sınıflarının ellerindeki iplere bağımlı” kalacakları ve “kaldıraç İrlanda’da kullanılmalıdır” 8 ifadelerinde kendini ortaya koydu. Bu değişimin aldığı ifadenin, Marx ve Engels’in çeşitli somut tutumları arasında en ilginçlerinden olduğunu düşünüyorum. Konuyu tartışan birçok batılı araştırmacının gereken önemi vermemiş olmalarına karşılık, İrlanda ulusal sorununa daha sıcak bakışın bir gerekçesi, leninist “zayıf halka” espirisini çağrıştırmaktadır. Britanya kapitalizminin, ada içinde metropol denilebilecek İngiltere’de değil, çelişkilerin daha fazla yoğunlaştığı İrlanda’da çözüleceği öngörüsü, yazarların teorik sisteminde kalıcı bir yer edinmemiş olmasına rağmen, bu çağrışımı kuvvetle yaptırmaktadır… Haksız olarak büyük ulus şovenizmiyle eleştirildiklerine rastladığım Marx ve Engels’in ezilen bir ulusun hareketine destek sunmalarının ikinci bir gerekçesi, şovenizmin İngiliz işçi sınıfı içinde dejenerasyon yaratma tehlikesidir. Bu noktaya, Marx ve Engels bağımsız olarak değil, İrlanda’ya verdikleri ve yukarıda değindiğim siyasal önemden kalkarak varıyorlar; ancak sonuç “tali” bir sonuç olmaktan çıkıyor. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sosyalist ya da işçi hareketi kadrolarının belirli bir niteliğe erişmeleri, ya da yozlaşmalarına karşı mücadele için gündeme getiriliyor.
Ada’dan Kıta’ya geçtiğimizde, yukarıda gerçekçiliğinin bir sınamadan yenik çıktığını söylediğim “indirgeme” tekrar ortaya çıkıyor: Yer, bu kez Polonya… Bunu yine bir revizyon izliyor. Nedenini Polonya ulusal hareketinin tüm Avrupa’da demokratlığın kıstası sayılmasına bağlamak mümkün. Bu genel tavrın kökeninde Polonya’da ulusal dinamiğin, ülkenin değişik devletlere bölünmüş olmasına rağmen gücünü korumasının ve kendini kanıtlamasının payı mutlaka var. Ancak bir o kadar önemli bir etken de bağımsız Polonya’nın Çarlık gericiliğini geriletme olasılığıdır. Bu noktaya, Çarlık Rusya’sına aşağıda tekrar döneceğim.
Polonya’nın önemi özelliklerinden ileri geliyor. Ülke, tarım toplumu olmasına karşın Marx ve Engels tarafından desteklenen tek ulusal hareketi yaratıyor; çözümün proleter devrime havale edilmesini olanaksızlaştıracak ölçüde demokratik devrimin pratik zorlaması yaşanıyor; Polonya ciddi ve sürekli, devrimci demokrat denilebilecek bir muhalefet besliyor…
Marx ve Engels’in desteklerinin rasyonalizasyonuna imza atan Engels oluyor izlediği yol “tarihsel uluslar” teorisidir. Bu kategoriye Polonya’nın dışında Almanya, İtalya ve Macaristan dahil ediliyor. Bu dört ulus, Avrupa’nın yeni, geniş ve güçlü devlet birimleri olmaya aday gösteriliyorlar. Bir noktaya dikkat: Tarihsel ulusların içinde de bir hiyerarşinin varlığı, Polonya’nın Rusya’ya karşı mücadelesi desteklenirken, Alman birliğinin Polonya’dan toprak çalmasına ses çıkartılmamasından anlaşılabilir. Konunun saf teorik bir sorun olarak değil, siyasal pragmatik yönüyle anlaşılması gerekiyor. Diğer taraftan Çek, Hırvat, Slovak ya da Sırpların ulusal taleplerine herhangi bir “tarihsel” anlam yüklenmiyor; tersine bunlar, ya Rusya’nın manipüle ettiği kozlar, ya da Alman birliğini zedeleyen çatlak sesler sayılıyor…
Şimdi, tüm bu tablodan çıkarılabilecek sonuç, hangi ulusal hareketin pozitif, hangisinin negatif etkide bulunacağına somut durumun somut analiziyle ve işçi sınıfının çıkarına başvurarak karar verildiğidir. Artık, tekrar olacak ama söylemek gerekiyor: Marx ve Engels’in konuya ilişkin açık ilkeleri ya da genel ilkesel programları mevcut değil. Daha doğrusu Manifesto’nun öngörüleri, proleter devrimin gecikmesi ve ulusal dinamiklerin varlıklarını korumaları nedeniyle erozyona uğruyor, pratiğe ulaşamıyor. Bir sonuç ya da tez şu oluyor: Marx ve Engels’in elinde ulusal soruna ilişkin teorik bir yapı mevcut değil; çözüm yolunu “işçi sınıfının geleceğine ilişkin öngörüler” bölmesinden devşiriyorlar.
Bu bölümün başlarında formüle ettiğim ve burada yanıtlarını araştırdığım itirazı da yeniden hatırlatmak istiyorum. Marx ve Engels için kapitalistleşme ve uluslaşma süreçlerini yaşamakta olan örneklerde de kendi kaderini tayin hakkı evrensel bir unsur olmamıştır. Yanlış anlaşılmasın, bunu kendi kaderini tayin hakkını reddetmenin vesilesi olarak yazmıyorum. Bu hakkı demokrat gerçeklere bağlayanlara yönelik bir uyarı anlamında ve soruna bir de, teorinin ve siyasetin gelişimi içerisinde bakmaya davet etmek üzere söylüyorum…
Doğu Sorunu, Doğuda Sorun
Rusya’ya geliyoruz. Çarlık, 19. yüzyılda Avrupa’nın tüm güçlerinin düşmanıdır. Sömürgeci hesaplaşmalar boyutunda kapitalist hükümetlerin, siyasal gericiliğin kalesi olmasıyla demokrasi hareketlerinin, yine aynı nedenle olası bir işçi devriminin… Rusya’yı gericilik ve militarizmin merkezi olarak görmeleri, Marx ve Engels’in tüm siyasal değerlendirmelerine damga vurmuştur. Rusya fetihçilikle tanımlanmış, bütün hesaplar Rusya’nın geriletilmesine göre yapılmıştır. Can alıcı örnek Osmanlı savaşı oluyor.
Marx ve Engels, Rusya’nın Boğazları ele geçirmesine, doğu yollarını denetim altına almasına, Avrupa’yı fethetmesine karşı koyabilecek tek unsur olarak Osmanlı Devleti’ni açıkça desteklediler. Kendileri desteklemekle de yetinmediler, bu konuda “İngiltere ve Fransa’nın çıkarlarıyla devrimci demokrasinin çıkarlarının aynı doğrultuda” olduğunu 9 ayrıntılarıyla işlediler. Şu ifadelerin üslup olarak yadırgatıcı olduğunu itiraf etmek gerekiyor: “Rusya kesinlikle fetihçi bir ulustur… Avrupa kıtasında iki kuvvet var. -Rusya ve Mutlakiyetçilik, Devrim ve Demokrasi 10 “Türkiye’nin bağımsızlığının korunması ya da Osmanlı İmparatorluğu’nun olası çözülüşü durumunda Rusya’nın bu toprakları kendine katma tasarısının önlenmesi, en önemli sorundur” 11 .
Alıntılara devam etmek gereksiz. Marx da, Engels de, Rusya’ya karşı argüman bulmak için Türklerin savaş becerilerini öven pasajlar bile kaleme almışlardır. Ancak, “reel politikada olur böyle şeyler” ya da tersine, “burjuva politikasına teslimiyet” gibi kolay yargılardan kaçınmak gerekiyor. Benzeri pervasız değerlendirmeler yok değil; ılımlı bir örneği Fernbach’tan: “Marx ve Engels’in üç imparatorluğun Rus-karşıtı ittifakını şiddetle desteklemelerinde en azından paranoya izi var (…) Marx’ın, dönemin Britanya işçi sınıfının devrimci tek yayın organı olan Ernest Jones’un People’s Paper‘ındaki katkılarının, büyük ölçüde, Britanya işçilerini, kendi hükümetlerini, öz olarak emperyalistlerarası olan bir savaşta kazanacağı zaferde desteklemeye teşvik eden makalelerden oluşması, özellikle üzücüdür” 12 . I. Dünya Savaşı’ndan bu yana emperyalistlerarası bir savaşta taraf olmamak, ya da mümkünse yeni bir saf kurmak, sosyalistler için somut durum tahlillerinin ötesinde bir onur sorunu olmuştur. Onur, ihtilalci bir ruh haliyle ilişkilendirildiği sürece ahlaki bir boyutun ötesine taşıyor. Bu noktadan geri basmak için değil, Marx ve Engels’i anlamak gerektiği için kolay çözümlere sapmamak gerekiyor. Önce, Marx ve Engels’in onları “anlamamızı” zorlaştıracak diğer bir tezlerini özetlemek istiyorum. Marx, İngiliz burjuvazisini statükoculukla, yani Rusya’ya karşı daha aktif olmamakla eleştiriyor. Statükoyu koruma tavrının Osmanlı’nın yıkımını engelleyemeyeceği, diğer taraftan Osmanlı ülkesinin İngiltere, Rusya ve Fransa arasında paylaşılması türü ilhakçı hesapların da Rus fetihçiliği nedeniyle tutmayacağı irdeleniyor. Öneri, Avrupa’da Çar ordusunun ilerlemesine karşı daha kuvvetli bir subap oluşturulması oluyor. Bu güvenlik subabı bir Güney Slavları devleti olarak tasarlanıyor. “Sırbistan ve Sırp milliyetçiliği ne kadar yerleşirse, Türk Slavları üzerindeki doğrudan doğruya Rusya’nın etkisi de o kadar geriye itilmiş olur” 13 . Rus Pan-Slavizmine karşı, Sırp milliyetçiliği…
Bunlardan hareketle II. Enternasyonel revizyonizmi ve menşevizmin 19. yüzyıl marksizmiyle bir bağının varolduğu -bir kez daha- vurgulanabilir. Bu, çekinmeden söylenmelidir. Ancak tabloyu tamamlamak için bunu söylemenin bilimin rastlantılara yer vermeyen nedensellik ilkesinden başka birşey olmadığını da eklemek gerekiyor. II. Enternasyonal’in sosyal şovenizmi bir rastlantı değil, bizzat sosyalist mirasın içsel öğelerinden kimileri üzerinde temelleniyor. Başka türlü olması, şaşırtıcı olurdu. Bir de, başka ögeler var; başkaları da bunlara dayanarak bilmsel sosyalizmin iç sıçramalarla yoluna devam etmesini sağlıyorlar…
Şimdi, anlama çabamıza geri dönebiliriz.
1) Rusya fobisi bir maddi zemine oturuyor. Zeminin koordinatlarını Çarlığın toplumsal ilerlemelerden nasibini en az alan, gericiliğin en etkin olduğu ülke olması, Rus topraklarının 1790-1850 arasında İsveç, Polonya, Osmanlı egemenliğindeki Avusturya ve Asya, İran ve Tataristan’a doğru ciddi genişleme kaydetmesi vb. oluşturuyor. Rusya fobisini Avrupa’nın, demokratlardan sosyalistlere, tüm ilerici hareketleri içlerinde hissediyorlar. 2) Rusya durdurulmadan, Avrupa’nın herhangi bir köşesinde devrim olanaksız sayılıyor. 3) Rusya etkeni Avrupa’daki toplumsal süreçlerin saflığını zedelemekte, ortaya yapay sorunlar çıkarmaktadır: “Louis Bonaparte, Rusya’yla bir çatışma halinde, eğer Avusturya Rusya’nın yanında yer alırsa, Fransa hükümetinin de, İtalya ve Macaristan’da büyük bir yangın için sadece bir kıvılcımın çıkmasını gözleyen asi unsurlardan yararlanacağını, İtalyanlar ile Macarların ulusal kimliğinin yeniden kurulması için çalışacağını Avusturya hükümetine bildirmiştir” 14 . Böyle bir Avrupa’da, değil ulusal kurtuluş hareketlerine karşı ilkesel bir tutum geliştirmek, işçi sınıfı hareketinin sorunlarına sosyalistçe yaklaşmak bile aşağı yukarı olanaksızdır. 4) Marx ve Engels’in Rusya’ya ilişkin önerileri kesinlikle burjuva politikası düzlemini iç huzuruyla benimseyerek değil, bağımlı ve konjonktürel taktikler olarak öne sürülmüştür. 5) Taktiklerin yoğunluğundan görünmez hale gelen asıl süreç, güncelliği pek hissedilmese de hatırlatılmaktan geri kalınmaz: “Ama unutmamalıyız ki, Avrupa’da belli zamanlarda üstünlüğünü, sözümona ‘büyük’ beş devlete göstermiş, hepsini titretmiş altıncı bir güç daha var. Bu gücün adı Devrim’dir…”15 6) Proleter devrimin güncelliğini bu tartışmaların dile getirildiği 1850’li yıllarda hissetmek kolay olmasa gerek. Bu durumda proleter devrim, ayakları pek yere bastırılamayan soyut bir olasılık düzeyinde bile tasarlanamıyor. Tasarlanabilen olsa olsa şudur: “mücadele salt Demokratik Devrim ile Monarşik Karşı-Devrim arasında olacaktır” 16 .
Osmanlı-Rus savaşının tartışıldığı dönem işçi sınıfı hareketliliğinin 48 yükselişinin son bulduğu, eridiği yılları kapsıyor. Marx ve Engels, bu geri çekilme periyodunda işçi sınıfı devrimi öngörülerinden tasarrufta bulunmamakla birlikte, 1848’in proleter ayaklanma beklentisine, kısa süre sonrasının “Sürekli Devrim” sloganı vb.ye göre daha geri bir mevzide durmak zorunda kalıyorlar. Bu mevzi, nasıl sömürgelerde kapitalistleşmenin marş motoruna basılması gerekiyorsa, Kıta Avrupası’nda önemli siyasal tehdit odaklarının tecrit edilmesi ve zayıflatılmasını da içeren bir demokrasi programı oluyor.
Bugünden bakarak Rusya’yı geriletme üzerine kurulu taktiklerin somut-pratik doğruluklarını tartışmak, bana pek anlamlı gelmiyor. Ayrıca Marx ve Engels’in burjuva kampı içerisindeki çelişki ve çatışmalarda bir taraf olarak yer almalarını da soyut bir ilke çerçevesinde tartışmayı da anlamlı bulmuyorum. Tarihsel bağlam içinde ele alınabilir; yukarıda kısaca değindim, başka konulara bağımlı olarak daha önce Gelenek‘te tartışıldığı için tekrarı gereksiz görüyorum.
Avrupa aydınlarının, işçi önderlerinin içine düştükleri anti-Rus psikoloji, haklı temelleri olsa da, abartılı bulunsa da verili bir gerçektir. Avrupa siyaset sahnesinde Russofob olmayanlar yalnızca, Osmanli ve Orta Avrupa topraklarını Ruslarla paylaşma planları yapan kimi egemen sınıf çevrelerinden ibaretken, güncel bağımsız bir politikanın koşulları çok daralmıştır.
Ancak, çok açık, Marx ve Engels’in taktikleri, sosyalist hareketin bağımsızlığı üzerine kurulu politikalardan oluşmuyor. Tersine çeşitli ülkelerin burjuvazilerine, hükümetlerine ve ordularına hatta kapitalizm-öncesi egemen sınıflarına taktik misyonlar yüklenmektedir. Bu taktiklerin ardında boğulmamanın tek güvencesi olabilir: Geleceğe ilişkin olarak konulmuş işçi sınıfı devrimi kayıtı… Oysa bu kaydın canlılığını ve perspektif güncelliğini hissetmeyen bir sosyalist hareketin siyasal varlık nedeni de erozyona ya da mutasyona uğramaya mahkumdur. Ya varlık nedeni silinir, ya da verili düzen politik arenasında kalıcı bir yer edinilir. Marx ve Engels, canlılığı kaybolmakta olan bir işçi sınıfı ihtilalciliğinin bu çok yönlü ve riskli dengeleri arasında doğruda durmaya uğraştılar…
Rusya’ya ve Rusya’nın düşündürdüklerine ilişkin söylenebilecekler bundan ibaret. Özel olarak ulusal soruna yönelik tek bir yeni tez yukarıda yazıldı: Bütün büyük devletlerin ulusal azınlıkları birbirlerine karşı koz olarak manipüle ettikleri bir siyasal ilişkiler karmaşasının orta yerinde, ulusal soruna taktik-pragmatik düzeyin üzerinde bir yer tanımak kesinlikle olanaksızdır. Örneğin kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız şartsız savunmak, Rusya’ya karşı Osmanlı ve İngilizleri savaşa teşvik etmeye oranla çok daha onulmaz bir uzlaşmacılık anlamına gelirdi. Sonuç kendi kaderini tayin hakkının ilkesellikten uzak bir reel politika aracı olarak kalması olmuştur. Bunda da, Marx ve Engels’in öznel hata paylarını abartmanın hiçbir anlamı yoktur.
Sonuç: İlke-Taktik-Sosyalist Kimlik
Marx ve Engels’in, ulusallığı tartışır ve kimileri birbiriyle çelişen, kimileri tutarlı görünen tutumlar geliştirirlerken hareket noktaları ve teorik hedefleri ne idi, sorusunu artık yanıtlamak mümkün. “Yeni dönemin ana sorunu, kapitalist metropollerin sanayi proletaryasının sosyalist mücadelesi ile, Avrupa dışı halkların, dağınık ama tarihsel olarak anlamlı anti-sömürgeci mücadeleleri arasında bir bağ oluşturulması işiydi” 17 . Bu formülü sömürge sorunundan genel olarak ulusal sorun biçiminde genişletmemek için neden yok. Bu teorik misyonun gerçekleştirilmesinin önünde, 19. yüzyılın özgün engelleri bulunuyordu. Yeni bir şey söylemeyeceğim, yukarıdakileri hatırlatıyorum: Kapitalizmin nesnel ilerletici işlevi ile siyasal gericiliğinden oluşan ikili yön; burjuvazinin ilerici misyonu ile azınlıkların ulusal bağımsızlık talepleri arasında çelişki; ulusal sorunun değişik yerlerde ilerletici ya da geriletici olabilme özelliği; ulusal sorunun diplomatik manivela olabilmesi, aşamalı gelişme yollarının pratik zorlaması…
Bu ögeler, getirilen yorumlar ne olursa olsun ulusallık ile sınıfsallığı kalıcı bir biçimde açıklama gücüne sahip bir teorik modelin kurulabilmesini olanaksızlaştırmaktadırlar. Marx ve Engels’in izledikleri taktikler, zorluktan kurtulmak için tek bir ilkeyi gözetmeyi seçmektedir: İşçi sınıfı hareketi ve sosyalizmin güncel ya da geleceğe dönük çıkarlarına uygunluk. Bu, ilke sahiplerine yönelen her türden şovenizm, Avrupa’cılık, paranoya vb. eleştirilerini geçersiz kılar. Marx ve Engels’in doğru ve yanlışları, içsel ve gizli eğilimlerinin sonucu değil, bu ilkeye duydukları derin bağlılıktan kaynaklanıyor.
İşçi sınıfı ve sosyalizmin çıkarlarını aşamalara ayırarak düşünmek, pratik ve yöntemsel hataların kökeninde yatıyor. Sözkonusu çıkarların işçi sınıfının ve sosyalizmin iktidar perspektifinden ele alınmaları durumunda, burjuva kampı içindeki hesaplaşmalardan yararlanma planlarının özü ve biçiminde önemli değişiklikler olabileceğine inanıyorum.
Yukarıda kısmen girildi; netleştirilmesi gerekiyor: Ulusallık ve Sınıfsallık iki ayrı kategoridir. Marx ve Engels’in birincil mirasının, ilkine ikinciden hareketle bakmak olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bir toplumsal düzeyin bir diğer düzeyin belirlenimi altında olması, kendi iç dinamiklerine hiç sahip olmadığı anlamına gelmiyor. Ulusallığın sınıfsallık tarafından belirlenmesi ve aynı anda kendi iç dinamiklerine de sahip olması demek ulusallığa sınıfsallık tarafından belirlenen ama incelenen alana özgü, o alanda üretilmiş bir teorik modelle yaklaşılması gerektiği anlamına gelir. Eksik, farklı departmanlardan analiz araçlarının ödünç alınması durumunda, kaçınılmaz olarak doğmaktadır. Örnek Polonya’dır; sınıfsal bakışın, bir adaptasyon işlemine tabi tutulmadan, ulusal soruna uyup uymadığı test edilirken ortaya Rusya’ya karşı olduğunda desteklemek, Almanya’ya karşı olduğunda reddetmek gibi siyasal olarak içselleştirilmesi ve kalıcılaştırılması zor bir tutum çıkmıştır. Örnek küçük milliyetlerin büyük devletlere yeğlenemeyeceği düşünülürken, Rusya’ya karşı barikat devletçikler kurulması fikrine sempati duyulmasıdır. Dahası, burjuva devletlerinin gizli diplomasi ve açık savaş yöntemleriyle manipüle ettikleri bir alanda at oynatma girişimleri, teorik ve ilkeli çıkış noktasını gölgelemeye de başlamıştır.
Sonuç açık; Marx ve Engels, ulusal sorun konusunda doğru ve son derece haklı çıkış noktalarını, bu özel sorun bağlamında sistemleştirememiş, yeniden üretememişlerdir. Siyasal belirsizlik bu eksiğin yansılarından ibarettir… Tekrar ediyorum, 19. yüzyıl Avrupası’nda bu konuda teorik sistem kurmak, kimsenin yapabilecekken istemediği bir şey değildi. İlginçtir bunun olanağını 19. yüzyılda, ulusal sorun açısından en bahtsız ve en geri toprak sayılan Rusya’nın sosyalistleri yakaladı. İşçi sınıfının çıkarlarını vurgulamak anlamında bir sürekliliği olan ulusal bağımsızlık hareketlerine karşı iç dinamiği yine sınıfsal olarak ayrıştırmayı gözeten sosyalist iktidar perspektifi, devrimin “güncelliği” ile birleşen ittifaklar politikası çerçevesinde programlara bağlanan bir sistematik üretildi. Bolşevik hareketin iktidar perspektifi ve ittifaklar stratejisi içerisinde, işçi sınıfı çıkarları ile ulusal dinamiklerin belirli bir mekan ve zamanda çakışmasının ürünü olarak kendi kaderini tayin hakkına dayalı bir sistematik ortaya çıktı.
Şimdi, en açık olunması gereken nokta şudur: Kendi kaderini tayin hakkı, iktidar perspektifinden uzak, dolayısıyla ulusal hareketi bir ittifaklar stratejisi içinde kavramayanların elinde bütünüyle ayrı bir içerik ve tarihsel anlama sahip olabilir. Bu, kimi zaman burjuva demokratlığına, kimi zaman ezilen ulus şovenizmine, kimi zaman diplomatik manipülasyonlara, kimi zamansa açık siyasal gericiliğe malzeme sağlayabilir. Bu risklere karşı sosyalistlerin güvenceleri vardır. Bu güvenceler sağlam inşa edildikleri taktirde -bunlar teori, program ve kadro eğitiminde “inşa edilmesi” gereken unsurlardır- ulusallığın ister ezilen, ister ezen, tarihsel olarak temelde aşılmış ve geride kalmış bir kategori olması ile konjonktürel somutluklarda ittifak öğesi haline gelebilmesi arasındaki çelişki çözülebilir.
Sosyalistler için “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” demokratça bir ike değildir. Ama bir “ilke”; her somut durumda oturacağı çerçevenin netlikle analiz edilmesi gereken kesinlikle soyut olmayan bir taktik ilke. Taktik nitelemesini eklerken vurgulamak istediğim şu: Bu hak somut uygulanışı tek olmayan bir ilkedir. En uçlarda ulusal bir topluluğun bağlı bulunduğu devletten ayrılması ya da bağlılığını sürdürmesinin yer aldığı bir alternatifler dizisi sayılabilir. En genel ve en olası uygulama, 19. yüzyıldan gelen bir süreklilikle “Büyük ve güçlü” birimlerin yeğlenmesi yönünde… Bu ilkeyi savunmakla işçi sınıfının geleceğiyle örtüşen somut uygulamanın nasıl olacağı arasında açıklayıcı bir ilişki bulunmuyor. Çoğu zaman anlaşılanın dışında kendi kaderini tayin hakkını savunmak, ayrılmayı desteklemek, benimsemek ya da sessizce onaylamak anlamına gelmiyor. İkinin savunusu ile ayrılmaya karşı mücadele eşanlı olarak gerçekleşebilir Ezen ulus şovenizmine düşmeksizin… Tam tersine, işçi sınıfı ve sosyalizmin çıkarının geniş ve güçlü birimin zayıflayıp parçalanması ile çakıştığı bir özel durumda ezen ulusun sosyalistlerinin pekala ayrılmaya yönelik bir taktiği öne çıkartmaları gerekebilir. Ezilen ulus şovenizmine düşmeksizin…
Birincisi, şovenizm türlerinden ayrımını net olarak çizebilmiş olmak gerekiyor. İki, ilkeli ama taktik zenginlik içeren bir tutumu somut koşullarda üretebilme yeteneği gerekiyor. Üç, ilkeliliğin doktrinerliğe dönüşeceği, nesnelliği olmayan erken angajmanlardan kaçınmak gerekiyor. Bu yazının başında Türk Geleneksel Solu’na ilişkin olarak söz ettiğim “riske girmeme” terimleriyle tam olarak karşılanamaz. Riske girmeme tutumunun bir boyutunun Türkiye’de “ulusal” dinamiklerin ne tür bir rota izleyeceğinin nesnel olarak netlikten uzak olması olduğunu söylemiştim. Burada kastetmek istediğim de bu. Ancak riske girmemenin, kendi milliyetçi önyargılarını, kendi kadroları ve insan malzemesi içinden kazımaktan geri durmak biçiminde bir boyutu daha var; bunun reddedilmesi şarttır. Dört tüm bunları mümkün kılacak bir teorik arka planın sosyalist kadrolarca sindirilmesi gerekiyor.
Sonuç; bir konu daha dönüp dolaşıp insan malzemesi sorununa bağlanıyor. Sosyalist hareketin kadroları, sosyalist olma nitelikleriyle ulusal bakış açılarından, milliyetçilikten vb. arınmak durumundadırlar.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, ister birlik, ister ayrılık yönünde somut olarak yorumlansın, kalıcı olan ürün işin kadro niteliği yönüdür. Bilimsel sosyalizmin tarihinde bu arıtma işlemi için şimdiye dek üretilmiş en güçlü araç, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi olmuştur. Sosyalist kadroların bu ilkeyi, uygulama çeşitlilikleri ve teorik zenginliğiyle sindirmeleri, burjuvaziden her alanda ayrışma gereklerinin bir parçası olarak anlam taşıyor. İşte bu yüzden ilkenin demokratça savunusunun başkalarına terk edilmesi, bunun övünülecek birşey olmadığının kavranması ve sosyalist bir içeriğin Türkiye için üretilmesi gerekiyor. Bu gereklerin kadro nitelikleri ile ilişkili, içe dönük anlamı zamanla değişmeye de açık olan somut uygulanım yolunun ne olduğundan daha büyük bir önem taşımaktadır…
Dipnotlar ve Kaynak
- Bu kanı kesinlikle öznel bir nitelik taşıyor. Herkes geçmişe bugün bulunduğu yerden bakar. Gelenek bu kuralın dışında bir iş yapmıyor. Bugün için çok önemsediğimiz konularla ilgili geçmiş eksikleri ve katkıları çok önemsiyoruz. Ancak 1988 Türkiyesi’nin geleceğine yönelik olarak merkezi bir önem taşımadığını düşündüğümüz örneğin bir ulusal dinamikler konusunda Marx’ın En-gels!in “hatalarını” yakıcı bulmuyoruz. Ancak gariptir bu hata ve katkıları tartışma gündemine tüm açıklık ve ayrıntısıyla getirmeyi deneyenler konuyu “yakıcı” bulanlar değil, Gelenek oluyor…
- Engels; “Northern Star”dan (22.01.1848) aktaran Fernbach Davit, MarxEngelsSurveys from Exile içinde, “Introduction”; Pelican, Londra 1973; s.24
- Melotti Umberto; Marx and the Third World, Mac Millan Press, 1977; s.117
- Marx; “The British Rule in India”, Surveys from Exile içinde, s. 306-7
- Marx; “The Future Results of the British Rule in India”, a.g.c, s.320
- Marx; a.g.c, s.323. Aynı paralelde görüşlere Çin’e ilişkin değerlendirmelerde rastlamak mümkün.
- Bu arada, emperyalizm döneminde “emperyalist güçler ile komprador burjuvazinin elele verip kapitalistleşmeyi engellediği ya da ‘çarpıttığı'” biçimindeki tezleri hiç ciddiye almamak gerekiyor. Bunların ait olduğu kategori artık devrimci demokrasi bile değildir, bu bir. İkincisi bu görüşlerin siyasal uzantısı her zaman desteklenecek bir ulusal burjuvazi aranışı olmuştur; söz konusu tez saf olarak bir burjuva kalkınmacı ideolojinin parçasıdır. Üç, teorik olarak kapitalizmin eşitsiz gelişmeden arınmış çarpıtılmamış biçimlerinin mevcut ve yeğlenebilir olduğu anlamına gelir…
- Engels’ten aktaran Fernbach D.; The Revolutions of 1848 içinde, “Introduction”; Pelican Londra 1973
- Engels; “Türkiye Konusunda Gerçek Sorun”, Marx-Engels, Doğu Sorunu (Türkiye) içinde, çev: Yurdakul Fincancı; Sol yay. Ankara Mart 1977; s.34
- Engels; a.g.e. s.33
- Engels; a.g.e. s.34
- Fernbach D.; “Introduction” Surveys…,s.29
- Engels; “Avrupa Türkiye’sinin Durumu Ne Olacak? “Doğu… içinde, s.45-46.
- Engels; “Avrupa Savaşı”, a.g.e., s.271
- Engels; a.g.e. , s.275
- Engels; “Büyük Serüvencinin Yazgısı”, a.g.e., s.613
- Melotti U.; a.g.e. , s.122