Gelenek kitaplarında en çok ele alınan konulardan biri de demokratlık ve sosyalist kategorileri oldu. Demokrasinin sınıfsallığı çeşitli açılardan tartışıldı. Sol içinde oldukça yaygın olduğu gözlenen “önce demokrat olmalı” bakışına yeterince eleştiri yöneltildi. Eleştirilen çok kısaca soyut bir hümanizm ile başlayıp demokratlık basamaklarını tırmanarak sosyalist olunacağı şeklindeki yaklaşımdır. Siyasal programatik projeksiyonu aşamalı devrimde sonlanan bu bakışın yerine sosyalizmin demokratlığın üzerinde yükselmek değil burjuva demokratizminin reddi olduğu gerçeği konulmaya çalışıldı.
Türkiye’de demokrat ve aşamacı perspektifin yaygınlığını ve güncel tehlikelerini gören çevrelerin bu müdahaleye sempati ile baktığını düşünüyorum. Ancak bu sempatide yer yer şöyle bir yargı da seziliyor:“Evet demokratizm güncel olarak bir tehlike oluşturuyor. Dolayısıyla çubuğu bunun eleştirisine doğru bükmek yararlı. Ama yine de önce demokrat olunmalı”. Bu ikircikli tutumun çeşitli nüanslarının bulunabileceğine inanıyorum.
Bu yazıda, söz konusu tutumun nüanslarını otopsi masasına yatırmak amaçlanmıyor. Ayrıntılara ya da örneklendirmeye hiç girmeden yazının amacını aydınlatmak istiyorum. Üst paragrafta hatırlattığım müdahalenin anlamı “vurgu dozajının ayarlanması”nda eritilmemelidir. Vurgunun siyasal gereklerle artıp eksilmesi siyasal tartışmaların içerisinde her zaman vardır kaçınılmaz olarak. Ancak işin bu yanı öne sürülen tezin “aslında teorik olarak tam da öyle olmadığını” çağrıştırıyor. İtirazım bu çağrışıma yönelik. Demokratlık ve sosyalistliğin birbirinden ayrıştırılarak tanımlanması somut politika bir yana saf anlamda teori açısından da gereklidir. Bu çabanın Türkiye özelinde sosyalistlerce güncel ve geleceğe dönük olarak atılması gereken adımlarla da çakışması yani çubukla aynı yönü göstermesi bir avantajdır. Bu teorik müdahaleye reel politik bir önem de kazandırmaktadır.
Aşağıda Marksist literatürün birkaç eserine ve dönüm noktasına atfen sosyalist devrim perspektifinin teorik yönlerine değinmek istiyorum. Bu değinmenin tarama sayılamayacak denli eksikli olduğunu baştan belirteyim. Ancak amacım da bütünlüklü bir sergileme sunmaktan ziyade kritik noktalara seçmeci bir yaklaşımla ışık tutmak.
48 Öncesi
Manifesto 1848 yılının başında, Fransa’da Şubat Devrimi başlamadan önce Komünist Liga’nın programı olarak yayınlandı. İlk siyasal çıkış belgesi olması niteliğiyle Manifesto, bir teori özeti içeriğini de yüklenmiştir. Günümüzde siyasal programlardan anlaşılanın çok üzerinde bir teorik yoğunluk taşıyan bu metnin, reel politik mesajlarına değinmekle yetineceğim.
Genel ve can alıcı bir tezle başlanabilir:
“…komünistler her yerde kurulu sosyal ve politik düzene karşı her tür devrimci hareketi desteklerler1 Bu tezi tartışmayı ileri atarak somut tezahürlerini düşünelim. Komünistler alıntının özetlediği bakış açısından örnekleri olarak İsviçre’de radikalleri Polonya’da ulusal kurtuluş ve tarım devrimini savunan burjuvaziyi Almanya’da demokratları destekliyorlar.
Gerekçe daha açık olarak -ve Almanya özelinde- şöyle konuyor:
“…mutlakiyetçi krallığa feodal-senyor tahakkümüne ve küçük burjuvaziye (kentli küçük burjuvazinin gerici öğeleri-yayıncının notu) karşı Devrimci bir yolda hareket ettiği sürece burjuvaziyle birlikte savaşalım” vermeli…Almanya Fransa ve İngiltere’nin burjuva devrimlerine göre” …çok daha gelişkin bir proletarya ile yapılmak durumundaki bir burjuva devriminin eşiğindedir. Ve bunun sonucuAlmanya’daki burjuva devrimi onun hemen ardından gelecek bir proletarya devriminin ilk adımı olacaktır2
İki tür gerçek gözlemleniyor: Birincisi proletaryanın burjuvaziye karşı kendi öz mücadelesine girişmesi için burjuvazinin kesin iktidarının ve pre-kapitalizme karşı egemenliğinin sağlanması gerekli sayılıyor. İkincisi yükselen burjuva devriminin bir doruk noktasında -eğer paralel olarak güçlenen bir proletarya mevcut ise- yükselişi bu yeni sınıfa teslim edeceği düşünülüyor.
Bu öğelere birkaç şey eklemek gerekiyor. Yine Manifesto‘dan:
“…burjuvazi proletaryaya politik ve genel eğitimin öğelerini bizzat kendisi sağlar3 Genel devrimci yükselişin içinde proletaryanın güçlenmesi sürecinin anlamı budur. Burjuva devrimi proletaryayı “eğitiyor”. Bu eğitilmenin öncesi işçi sınıfı açısından azgelişmiş bir konum olarak kabul ediliyor. İşçi sınıfının siyasal mücadelesinin gelişmesinde tam bir bağımsızlaşmanın öncesinde örneğin şöyle bir geri aşama yer alıyor:
“…bu aşamada proleterler kendi düşmanlarına karşı değil düşmanlarının düşmanlarına kralcı mutlakiyet kalıntılarına toprak sahiplerine sanayici olmayan burjuvazi ve küçük burjuvaziye karşı bir savaşım yürütürler. Bu yüzden tüm tarihsel hareket burjuvazinin tekelindedir; bu koşullarda elde edilen her zafer burjuvazinin zaferidir4
Eklenen iki alıntıyı önceki politik mesajlarla beraber ele aldığımızda bence şu sonuç çıkıyor: Marx ve Engels proletaryanın kendi siyasal iktidarını ele geçirmesi için güncel bir olgunluk eksikliğini tespit ediyorlar. Bu eksiklik özellikle proletaryanın siyasal ve kültürel gelişkinliğine ilişkindir. Proletarya demokrat burjuvaziyi bir bu eksiğini kapatmak eğitilmek için; iki başka türlü yapamayacak kadar geri olduğu için destekliyor. O halde Manifestoya ilişkin toplu bir değerlendirme bu noktadan kalkılarak yapılabilir: Bilimsel sosyalizmin ilk programı iktidardan uzak-geri bir konjonktürün ürünüdür. Bu ortamın geri çekici itkileri ile örülmüştür. Geri bir konumdan yola çıkılarak geliştirilen reel tezler çoğu zaman geri konumla birlikte aşılacak olan geçici “tutuculuklar” barındırır. “Her yerde…her tür devrimci hareketi desteklemek” böylesi bir tutuculuk sayılmalı; bilimsel sosyalizmin gelişmesi sürecinde aşılmıştır.
Bu değerlendirmeyi bir karşılaştırma ile sürdürmek istiyorum.Manifesto‘dan bir parça uzaklaşmak pahasına… Türkiye’de uzun süre (belki hâlâ) bir ülkenin feodal yapıları kısmen kıramamış olması ya da siyasal bağımsızlık ve demokrasinin mükemmellikten uzaklığı aşamacılığın yeterli koşulu sayıldı. Eğer şu kadar feodalizm şu kadar dışa bağımlılık ya da antidemokratik öğe varsa işçi sınıfı ve sosyalistler burjuva demokratlarının önderliğine ya da bunlarla işbirliğine mahkum edildi… Bu tutumun dayanağı hiçbir şekilde Manifesto değildir ve böyle bir yoruma izin verilmemelidir. Marx ve Engels’in tartışmasında işçi sınıfının gelişimi temel eksendir; söz konusu tartışma ise işçi sınıfının öznelliğinden ve insan eyleminin etkinliğinden arındırılmış bir “objektivite neye izin verir neye vermez” sorusuna cevap aramakla belirleniyor. Marx ve Engels için insan eylemini ve öznellikle sarmalanmış bir tarihsel gelişimi içermeyen nesnellik anlayışları daha Feurbach Üzerine Tezler‘de aşılmış bulunuyordu.
Karşılaştırmanın ikinci ve bir o kadar da önemli yönü tarihsel bağlamdır. Manifesto işçi sınıfının devrimci ve bağımsız ciddi bir girişimine tanık olunmamış bir dönemin ürünüdür. Tarihsel çerçeve düşünüldüğünde söylenmesi zorunlu ikinci bir öğe daha var. 1848 Büyük Fransız Devrimi’nin, İngiliz Sanayi Devrimi’nin burjuvazinin bilimsel kültürel atılımlarının ya hâlâ yaşandığı ya da sıcaklığının sönmediği bir tarihtir. Manifesto bu burjuva yükselişindeki kesintilerin ve savrulmaların önemsiz istisnalar olarak görüldüğü bir dönemin de ürünüdür. Burjuvazi tanımı itibariyle devrimci ve kararlı bir sınıf olarak bilinmektedir. Gerçekten de burjuvazinin statükosu yeni yeni oluşmaktadır ve bu statükoculuğun tespiti için yeterli bir birikim mevcut değildir… Bunların akıldan çıkartılmaması gerekiyor.
Şimdi bu tarihsel çerçeve netleştiğine göre, Manifesto’nun tezlerinin soyut bir düzleme izdüşümlerini çizmekte metodolojik hata kalmıyor:
“Burjuvaziye destek olma”nın böyle bir izdüşümü oluşturulduğunda ortaya çıkan tam ve net olarak aşamacılıktan ibarettir. Aşamacılık, beraberinde uzaklara ertelenen bir nihai hedef düşüncesini de getiriyor. Buna göre, nihai hedefe denk düşen nitelikler her basamak çıkıldığında kendiliğinden edinilir; nihai hedef ile güncel-kısmi adımlar “elbette” farklı olacaktır…
Bunların farklı olduğunu ben de elbette kabul ediyorum; ancak sosyalizme çıkan merdivenin hem bir bütün olarak hem de her basamağı ile sosyalistlere ait olduğunu vurgulamak istiyorum. Sınıf özü ve sosyalist kimlik ancak zirveye ulaşıldığında görülebilecek seyrine doyulmaz bir güzellik olarak değil her ana her harekete yön veren bir somutlukta da düşünülebilmelidir… Manifesto’nun aşamacılığı tarihsel çerçevesi içinde düşünüldüğünde belki büyük bir yanılgı vb. değil ama teorik olarak soyutlandığında tehlikelere kapıları açan bir kolaycılık oluyor. Kapılar kolay yoldan bir tür sınıf uzlaşmasına aralanıyor: Mutlaka eleştirel bir değerlendirmeye tutulması gerekiyor…
48-50 Dersleri
Fransa ve Almanya 1848’in Şubatı’ndan başlayarak bir sarsıntıya kapıldılar. Bu iki ülke, aslında tüm Avrupa’yı kapsayan devrimci dalganın doruğa ulaştığı yerlerdi. Fransa sahip olduğu zengin ve sert sınıf mücadeleleri geleneği ile Almanya ise burjuva devrimindeki gecikmenin patlamayı şiddetlendirmesiyle öne çıktılar. Bu dönem boyunca her iki ülke, Marksizm için çok verimli bir laboratuar olarak da işlev gördü. Marksist hareket işçi sınıflarının edindiği pratik deneyim dışında uğranılan yenilgilere karşılık kendi hanesine hem siyasal olgunlaşma kazancını hem de birkaç cilt dolusu teorik-tarihsel analizi kaydederek çıktı 48 Devrimlerinden.
1848 devrimlerinin temel dersi için karakteristik bir düşünceyi aktarmak istiyorum. “Birinci Fransız Devriminde Anayasacıların egemenliği yerini Jirondenlerin egemenliğine onlarınki de Jakobenlerin egemenliğine bıraktı… Her biri devrimi artık kendisinin ardından gidemeyeceği hele önüne hiç geçemeyeceği kadar ileri götürdüğünde kendisini izleyen en gözü pek müttefik tarafından uzaklaştırıldı ve giyotine gönderildi. Devrim böylece yükselen bir çizgi izleyerek gelişti.
“1848 devriminde ise bunun tersi oluyor… Her parti kendisini ileri itmek isteyeni geri tepiyor kendisini geri itmek isteyene ise ileri doğru yükleniyor… Devrim böylece inen bir çizgi izliyor5
Fransa tarihinde bulunabilen bu yükselen-inen çizgilerden Almanya’da yalnızca ikincisine rastlanıyor. Sonucu Marx ve Engels’in Komünist Liga Merkez Komitesi adına kaleme aldıkları Mart 1850 Hitabında ifade ediliyor: Sürekli Devrim… Yeni formüle Manifestonun burjuvazinin devrimciliğine verdiği primler artık içerilmiyor aksine yerlerini şiddetli eleştirilere bırakıyorlardı. Yine yeni formülle burjuvaziye destek olmak değil proleter bir devrim vurgulanmış oluyor. Bu noktalar ve yukarıdaki verilerden hareketle kestirilebilecek olan teorik yenilik gerçekten önemlidir. Marx ve Engels’in akıllarındaki düzgün tarihsel gelişim yani egemen sınıfların sırasıyla yer değiştirdikleri modelin yerine konulan bakışı; şu değerlendirmelerin iyi yansıttığını sanıyorum:“Burjuva cumhuriyetinin gerçek doğum yeri (burjuvazinin) Şubat zaferi değildir; (proletaryanın) Haziran yenilgisidir6 Daha önce burjuva zaferinin feodalizm ve aristokrasiye karşı işçi sınıfı ile birlikte kazanıldığı düşünülmüştü; “48” ise işçi sınıfının bir kez siyasal kimliğini elde etmesinden sonra “zafere” hep bu sınıfa indirilen darbelerle ulaşılacağını kanıtladı. Artık kapitalizm öncesinden kalan öğelerin burjuvazinin ekonomik-toplumsal-siyasal gelişimini engellemesi değildi birincil önemde olan. Tersine kapitalizm kendi “tarih öncesi”ni kendi elleriyle canlandırmaktan geri durmuyordu.
Bu nokta işçi sınıfı hareketi ve sosyalizm açısından çok ciddi bir dönemeci simgeler: Burjuvazi bu dönemeçte ilericiliğine “elveda” dedi. Öncelikle ve en net olarak siyasal alanda burjuvazinin insanlığa kazandırdığı ileri değerler tahrip edilmeye başlandı. Burjuvazi kendisini pre-kapitalist öğelerle yeniden donatarak işçi sınıfına karşı bir cephe oluşturdu. Burjuvazinin yeni bir donatımla güçlenmesi bir yana bu gelişmenin bir sonucu da ilerici siyasette işçi sınıfının dolduracağı bir alanın burjuvazi tarafından terk edilmesidir.
Burjuvazinin, öteden beri asli işlevi sayılan misyonları terk ederek gündeminin birinci maddesine “proleter tehdit”i alması bir boşluk doğuruyor. Boşluk dolmak zorunda. Bir sınıf olmazsa bir yenisi tarafından doldurulacak. Bu olgu söz konusu yeni bir sınıf için içinde hareket edebileceği daha geniş alanların açılması demek oluyor. Bütün bunlar yukarıda sözünü ettiğim bir görüntünün silikleşmesi anlamına da geliyor. Burjuvazi artık her alanda düzgün ve eşitleyici farklılıkları törpüleyici bir gelişmenin değil statükonun öznesi haline geliyor. Burjuvazinin eşitsiz gelişim olgusunun ve yasanın üzerini örten devrimciliği artık nesnel olarak gündemden çıkmaktadır.
Bugün bakıldığında kaydedilecek bir özet-tez şu: Eşitsiz gelişmenin burjuva devriminden kaynaklanan ve görev dinamikleri sahipsiz bırakması ile toplumsal gelişmenin farklı aşamaları işçi sınıfının şahsında iç içe girmiştir. Artık işçi sınıfından başka ilerici özne kalmadığına göre en genel anlamda demokratik görevlerde sosyalist hedeflerden bağımsız olarak düşünülemez hale gelmiştir. Demokrasi ayrışmıştır: Ya burjuva anlamda geri ve tali bir sorun ya da sosyalizmin bir fonksiyonu olarak anlaşılacaktır. Bu son söylenenlerin dönemin sosyalistleri -başta Marx e Engels-tarafından olsa olsa sinyalleri verildi. Fazlasını iddia etmek doğru değil. İlkönce Batı Avrupa’nın sonraki on yılları düşününce daha fazlasını iddia etmenin maddi zemini kalmıyor. Batı toplumları 19.yy ikinci yarısında kendi burjuva düzenlerini oturttular. Bu dengelenme her yerde rotasyonla daha geri öğelerin yeniden yaşam kazanmasıyla oldu; ama gerçekten oldu. Tarihsel gelişmenin bir aşaması işçi sınıfı katılımı olmadan tersine işçi sınıfı dıştalanarak geçildi. Bu pratik sosyalist düşüncede işçi sınıfı devrimi hedefinin bir sonraki aşamaya bırakılmasına yeniden zemin oluşturmuştur. Ya da belki de daha doğru bir deyişle 48’lerde yıpranan zeminin tamirini sağlamıştır.
İkinci olarak yukarıdaki sonucun, kalıcı bir tez olabilmek için eksik kaldığını söylemek gerekiyor. 19.yy bilimsel sosyalizminin eşitsiz gelişmeyi belki en az düşündüğü alan bizzat işçi sınıfı hareketi olmuştur. İşçi sınıfı çoğu zaman bir homojen bütün olarak algılanmıştır. Homojen bütünlük sağlanamamış ise bunun kısa bir vade sonucunda gerçekleşeceğine inanılmıştır. Oysa eşitsizliklerden payını oldukça bol alan işçi sınıfı hiç de homojen olmayan iç yapısı ve bu yapının hiç de doğrusal olmayan gelişim yolu nedeniyle bir misyonla kitlesel olarak özdeşleşemedi. Yukarıda sözünü ettiğim “aşamaların birleşmesi” de yine kitlesel ve somut olarak değil belirli dolayımlarla kendini sergileyecekti. İşçi sınıfının tarihsel misyonu denilen şey ne olduğu belirsiz bir soyut önerme olmaktan çıkıp ete kemiğe bürünmesi realize olması için işçi sınıfı kütlesini hareketlendirecek yönlendirecek politikasını üretecek bir örgütlenmenin varlığı vazgeçilmez bir koşuldur. Dolayısıyla da işçi sınıfının tarihsel misyonunun tanımlanması mutlaka böylesi bir örgütlenme misyonunun tamamlanmasıyla bütünleşmelidir… Bu anlamda örgüt teorisi ile devrim teorisi arasında mutlak bir bağ var. 19. yy sosyalizminin gerek teorik gerek pratik olarak 20.yy Rusya’sına devrettiği bir gerekliliktir bu…
48 devrimlerinin önemli dersleri bu nedenlerle sosyalist düşünceye içselleştirilemedi. Fransa’da Sınıf Mücadeleleri Louise Bonaparte’ın 18.Brumaire’i ve Almanya’da Devrim Karşı-Devrim ve bunları bütünleyen çok sayıda makaleler çoğu zaman “Teorinin somut bir duruma uygulanışın”dan ibaret sayıldı. 48’in dersleri özel durumlara ilişkin pratik problemlerin tartışılması ya da en fazlasından özel teorik bölmelerle sınırlı katkılar (örneğin Bonapartizm) olarak düşünüldü. Batı Avrupa’da kapitalist gelişme ve işçi sınıfının düzene sosyal ideolojik olarak entegre oluşu ile de yeniliğinin üzerine ölü toprağı serpildi. Bizzat yazarların söz konusu eserlerinde sinyallerini verdikleri yeniliklerin öneminin kavranmasında eksikli kalındığı anlaşıldı.
Yarım Yüzyıl Sonra: Daha Geride
19.yy Marksizminin eşitsiz gelişim yasasını içselleştirememiş olduğu daha önce tartışılmış bir tema. Bu yazı çerçevesinde dikkati çekmek istediğim bu temanın bir yönü: Sınıf mücadelesinin koşulları iktidar perspektifinin edinilebilmesine el verdikçe geliştirilen teoride eşitsiz gelişim olgusunu daha fazla sezebiliyor. Tersi söylenirse iktidar perspektifi ile eşitsiz gelişim yasasından birlikte uzaklaşılıyor.
Bir karşılaştırma yapmak istiyorum. Az önce ele aldığım 1848 tartışmaları ile Engels’in ünlü 95 Önsöz’ü. Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’ne yazılan Önsöz neredeyse yarım yüzyıl önce yaşanan deneyimin yeni bir değerlendirilmesini de içerir. Yeni değerlendirme “özeleştiri” şeklinde de okunabilir.
“Tarih bizi ve benzer biçimde düşünenleri haksız çıkarttı. Kıta üzerinde iktisadi gelişme durumunun kapitalist üretimin yok edilmesi için o zamanlar henüz olgunluktan çok uzak olduğunu açıkça gösterdi7 Bu ciddi bir değişikliktir. Marx ve Engels 1848 sonrasında tüm düşüncelerini proleter devriminin pratik bir olasılık olduğu üzerine kurmuşlardı. 48’de mümkün sayılan bir atılıma Engels Komünü düşünüyorken bile artık hiçbir şans tanımamaktadır. (Komünün yenilgisinde) “işçi sınıfı iktidarının burada tasvir ettiğimiz dönemden (48-50 kastediliyor) 20 yıl sonra hala ne denli imkansız olduğu görülebildi8 Hem 48 sonrasında hem Komün değerlendirmelerinde sıcağı sıcağına devrimin muhtemel yeni yolları irdelenmeye öngörülmeye çalışılmıştı. 95’ten bakıldığında ise “olmadı çünkü zaten olamazdı”dan öte pek bir şey söylenmiyor. Bu sonucun totolojiden başka bir şey olmaması bir yana çıkan ders “demek önce burjuvazinin daha fazla gelişmesi genel oy hakkının kalıcılaşması demokratikleşme vs gerekliymiş” oluyor…
Engels, açıkça söylenmeli, 1895’te iktidar perspektifinden uzaklaşmıştır. Geriye bir gün seçimlerle iktidara gelmesi umulan açık ve kitlesel sosyal demokrat partinin legal eylemi kalıyor.
Marx’ın Bonaparte darbesiyle noktalanan dönemi tahlilinden beri şu bulunuyordu: 48 Haziranında proleter devrimin pratik bir tehdit oluşturmasından sonra burjuvazinin değişik yönetim biçimleri de birbirine yaklaşmıştır. Bizzat Bonapartizmi de buradan kalkarak düşünmek gerekli. 48 Haziran-51 Aralık arasında çeşitli burjuva kesimler kendi siyasal temsilcileri ve farklı yönetim modeli önerileriyle aralarında bir kavga veriyorlardı. 35 yıl boyunca dengeye kavuşulamadı; bir biçim diğerini izledi… Sonunda burjuvazinin geleneksel temsilcilerinin hepsini siyasal alanda dıştalayan eski yönetim biçim ve kurumlarının hepsini eleştiren bir dengeye ulaşıldı. Geleneksel yapılar anlamında burjuvazinin üzerine çıkan ondan “bağımsızlaşan” yeni bir kapitalist devlet biçimi doğdu. Bu “bağımsızlaşarak temsil etme” özelliği burjuvazinin iç süreçlerinin bir fonksiyon değil proletarya ile arasındaki mücadelenin yansısıdır. Bir proleter tehdit mülk sahibi sınıfların çıkarlarını yakınlaştırmıştır. İki siyasal temsilciler burjuvazinin değişik iktisadi fraksiyonlarının dolaysız ve angaje sözcüleri olmaktan çıkarak sosyalist geleceğe karşı tüm burjuva düzeninin farklı biçimler taşıyan sigortalarına dönüşmüştür.
Bonapartizm, özel bir devlet biçimi olarak bitebilir farklı topraklarda yeniden üreyebilir. Bu başka. Ancak ilk kez Bonapartizmle tarih sahnesine çıkan bu olgular kalıcı olmuştur. En gerici dikta rejimi ile burjuva demokratizmi artık birbiriyle kaynaşma eğilimi göstermektedir. Bu birleşme işçi sınıfı iktidarının önünde ayrı burjuva aşamaların var olabilmesini gündemden düşürmektedir.
95 Önsöz’ü ise uluslararası işçi hareketinin merkezinin Almanya’ya kaydığı bir dönemin ürünüdür. Kapitalizmin geliştiği ve genişlediği burjuva demokrasisinin hem mülk sahibi sınıfların temsili sorununu çözdüğü hem de işçi sınıfı hareketini barışçı yollara çekerek durağanlaştırdığı bir dönem… Bu özellik ve sonuçta aşamacılığın geri gelerek Batı Avrupa’da Marksist hareket ve teoriye egemen olması yine paralel olarak eşitsiz gelişim yasasının hafızalardan silinmesi bu yüzyılın son çeyreğine damga vurmuştur.
Bir Atılım: İktidar ve Örgüt
Bu yazının içerisinde aşamaların ülkenin iktisadi yapısındaki feodalizm-kapitalizm dengeleriyle tartışılmasına değinildi. Türkiye’de yaygın bir düşünce bu tür bir tartışmanın kökenlerini tüm Marksist klasiklere uzatma eğilimindedir. Yukarıda böyle bir çabanın anlamlılığı Manifesto ve Marx-Engels için reddedilmişti. Bolşevikler söz konusu olduğunda itirazımızın şiddetini artırmaktan hiç çekinmemeliyiz.
Bolşevizm hakkındaki yargı aşağı yukarı şöyle: Rusya’da kapitalizm egemen değildi burjuvazi devrimini yapmamıştı; Lenin de işçi-köylü ittifakının ilk önce bu gerçekleşmemiş demokratik devrimin işlerini yapması gerektiğini formüle etti… Dar bir açıdan bakıldığında Bolşeviklerin Menşevikler ve legal Marksistlerle bir benzerlikleri düşünülebilir: Her üç akımın öncelik verdiği “iş” demokratik devrimin misyonlarıydı. Ancak Bolşevizmin iki ayırt edici özelliği var: İktidar ve Örgüt.
Bu iki öğenin her zaman birlikte düşünülmesi gerekiyor. En azından Bolşevizm söz konusu olduğunda… İktidar perspektifinden uzak iktidar mücadelesinde işlevsiz bir örgüt de örgütsüz bir iktidara gelme projesi de Bolşevizme çok uzak düşüyor. Bolşevizm tarihinde değişik dönemler ve bu değişik dönemlere denk düşen farklı taktikler ayırdedilebilir. İlk örnek 1917’nin “Sovyet İktidarı” hedefi ile daha öncelerin “proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü” formülünü. Bunlardan ne ilkinin “demokratik devrimin görevleri bitti” ya da “feodalizm ve aristokrasinin tasfiyesi tamamlandı” türünden değerlendirmeleri temel aldığı ne de ikincisinin feodalizm ve tüm pre-kapitalist öğeleri yok etmek hedefiyle sınırlandığı iddia edilebilir. 1917 taktikleri Sovyetlerdeki hareketliliği ve öncü örgütün yetkinleştirilmesini temel alıyordu. Eski formülde ise yine aynı örgütle siyasal iktidar arasındaki uzaklığın köylü kitleleri ile kapatılabileceği düşünülmüştü.
Lenin’in “proletarya ile köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü” formülü bir açıdan daha ilginç. Adı itibari ile aşamacılığı çağrıştıran bir ifade asıl Menşevik aşamacılıktan çok uzak neredeyse bir sosyalist devrim görüşüyle özdeş olabiliyor. Lenin’in “demokratik diktatörlüğü” proleter devrim içeriğiyle burjuvaziden bir kopuşu burjuvaziye devrimcilik atfetmeyi reddi Menşevizm ve legal Marksizmle araya bir sınır çizmeyi anlatıyor anlatabiliyor…
Bir noktaya dikkat edilmeli: Çeşitli momentlerde işlevsel olan ve teorik ya da terminolojik anlamın ötesinde bir devrimci ruhla da özdeşleşen formüller vardır. Formüller değişebilir. Teorik doğrular da aşılabilir. Önemli olan formülün o momentte iktidar mücadelesi açısından işlevselliğinin ve devrimci ruhun kalıcılığıdır. Bu öğeler varlıklarını korudukça her biri tatminkar ve farklı formüller pekala söz konusu olabilir. İşin ilginç tarafı kendi momentinde aynı özü taşımış da olsa bir formül artık o özü anlatma yeteneğini yitirebilirde.
Marksist literatürde “sosyalist devrim” ne anlattığı oldukça net bir formül olarak uzun bir süredir mevcut. Köylülükle ittifak konusuna gelince bu ittifak ayrışmış ve sınıfsal olarak bir gücü simgeleyen köylü yığınlarının var olduğu her yerde sosyalizme giden sürecin ayrılmaz bir parçası şeklinde algılanıyor. Öyle ki devrimin niteliğini anlatan formülde bu ittifak fikrine özel bir yer vermeye bile gerek duyulmuyor. Sosyalist Devrim tezi rakiplerinin vermeye çalıştığı “pür” dolayısıyla “sekter” işçi devrimi gibi bir anlam taşımıyor… Köylülükle ittifakı ve köylülüğün devrimci rolünü fazla vurgulamak işçi sınıfının rolünü küçümseyen popülizmin jargonu haline gelmiş bulunuyor. Örneğin demokratik devrim tezi Türkiye’de 1960’lardan bu yana bu jargonun bir parçası olmuştur. İktidar perspektifini ve devrimci ruhu en iyi ifade eden formül ise sosyalist devrim tezi olarak ön plana çıkıyor… Örneğin Troçkist Sürekli Devrim formülü bugün Trotskiy’in zamanından çok daha fazla iktidarsızlığı anlatıyor. Teorik derinliklerini bırakıyorum. Ekim Devrimi’nin ülkesinde yenik düşmüş bir formül olmasını tek başına yeterli görüyorum…
Sosyalist Devrim-Aşamalı Devrim
Şimdiye kadar söylenenlerin “tek bir iktidar altında farklı aşamalar” tasarlanan demokratik devrim türleri için ilk planda yeterli olduğunu sanıyorum. Eklenecek az şey var. Bir tanesi şöyle bir soru olabilir. Neden sosyalistlerin mutlaka azla (demokrasi bağımsızlık tekellerin tasfiyesi toprak reformu…) yetinmek üzere yetiştirilen gözü tok mülayim ve mütevazi tipler olması isteniyor. Neden insanlar göreli olarak geri hedeflerle sınırlı bir politik eğitim görsün… Tam tersi yapılmalı: Sosyalist hareketin insanları çok uzun vadeli hedefleri içselleştirmeyi güncelliği sürekli olarak buna göre yoğurmayı öğrenmeliler. Böyle olunca somut durum gereği “azı yapmak” kimseyi yörüngesinden çıkarmaz. İkinci bir ek de şöyle: Şimdi tek bir iktidar süreci gözetildiği yani bir ülkenin sosyalizme giden geleceğinde işçi sınıfının burjuvaziyle ortak iktidarı (bir ilk aşama olarak) mümkün sayılmadığı sürece diğer tartışmalar tamamen skolastiktir:Savaş Komünizmi NEP ve Sanayileşmeyi düşünüyorum. Bunlar ayrı iktidarın topu topu 15 yıla sığan 3 ayrı politikasıdır; Hiç de ayrı devrim aşamalarına denk düştüğünün tartışıldığını duymadım. Nasıl oluyor da böylesi farklılıklar taşıdığı bilinen politikalar aşamaları ifade etmiyorken neredeyse hükümet kararnamelerinin tarih sırasının altında “aşama” keşfedebiliyor… Anlamak mümkün değil. Yalnız ortada bir yanlış anlama varsa düzeltilmesi gerekiyor. Sosyalist Devrimi savunmak iktidarın ertesi günü ancak ve ancak belirli türde adımlar atılacağına dair bir takım angajmanlara gitmek sanılıyorsa (!) bunu tartışmanın bile işlevsellikten uzak olduğunu tekrarlamalıyım.
Türkiye’de sosyalist devrim savunusu önceleri üretim ilişkilerinin “yeterince” kapitalistleştiği görüşünün üzerine yerleştirilmişti. Geçen zaman içinde “üretim biçimleri terazisi”nin sosyalist devrim terazisi içinde elverişsiz bir kabalık içerdiği anlaşıldı. Bugün ise demokratik devrimin kimi savunucularının bile burjuvazinin devrimciliğini reddederken eşitsiz gelişmenin sonuçlarını hesaba katıyor olmaları olumlu bir gelişmedir. Ancak bu olumluluğun kalıcı olabilmesi herşeyden önce arka planda bir teorik netliğe ve tutarlılığa ulaşmasına bağlıdır. Hazmedilemeyen ileri adımlar farkında olmadan ellerden kayıp kaybolabilir de…
Bir soru gelebilir akla… Sosyalist devrim görüşüne bu yazıda “teorik bir evrensellik”mi atfedildi Bu nitelik gerçekten evrensel bir olguya işçi sınıfının siyasal sahnede bağımsız çıkışlar yapmaya başlamasıyla birlikte proletarya-siyasal iktidar-sosyalizm arasındaki mesafelerin kapanmasına dayandırıldı. Ancak bu söylenenler sosyalist devrim görüşü dışında kalan her şeyin spekülasyon ya da hayal olduğu anlamına mı geliyor Şüphesiz demokratik devrim tezlerinde gerçek üstü kurgulara sıkça rastlamak mümkündür. Ancak şu da bir gerçek: Dünya üzerinde demokratik-aşamalı devrim düşüncesi ve deneyimleri burjuvazi demokrat olacağı için değil ama bambaşka nedenlerle yaşanmaya devam edecektir.
Devrimci demokrat orta sınıf hareketleri iktidara ulaşabilir uluslararası konjonktür belli biçimler altında ulusal atılımlara elverebilir emperyalizme bağlanamayacak kadar güçsüz ama aşamalı bir geçişe izin vermeyecek kadar da güçlü burjuva sınıflar varolabilirler… Bunların her biri yaşanmış deneyimlerdir de. Ancak Türkiye’de de aşılmış olması gereken eğer henüz aşılmamışsa en kısa zamanda hesabı kapatılması gereken bir yöntem uluslararası solun çeşitli sorunlarını ve çözüm yollarını kesitler halinde alıp Türkiye sınıfları mücadelesine taşıyan kolaycılıklardır. Mao’nun ya da belirli türde gerillacılıkların Türkiye için eskidiği biliniyor. Batı Avrupa deneyimlerinin de bu ülkede çabuk kuruyacağını düşünüyorum…
Oysa sosyalist devrim savunusunun Türkiye’de özel bir avantaja sahip olduğu söylenebilir. Bu avantaj bilimsel sosyalist teorinin ve tarihin bu savunuyu yeterince teçhizatlandırıyor olması artı Türkiye’de üretilecek doğru politika ile bu bilimsel donanımın arasında oldukça büyük bir uyuşmanın varlığıdır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Marx Karl-Engels Friedrich; Komünist Manifesto çev: Süleyman Arslan Bilim ve Sosyalizm yay. Ankara 1976 s.66
- Marx-Engels; a.g.e. s.66
- Marx-Engels; a.g.e. s.39
- Marx-Engels; a.g.e. s.37
- Marx; Louis Bonaparte’ın 18.Brumaire’i çev: Sevim Belli Sol yay. Ankara 1976
- Marx; Fransa’da Sınıf Mücadeleleri çev: Tektaş Ağaoğlu May yay. s.63
- Engels; “Önsöz Fransa’da sınıf… Oeuvres Choisies 1 içinde Ed. Du Progres Moskova 1978s.200
- Engels; a.g.e. s.202