Mehmet Dalcı’nın anısına saygıyla…
Türkiye’de 1 Mayıs’ın yarım yüzyıl aradan sonra yeniden kutlandığı 70’lerin ikinci yarısının üzerinden de yaklaşık 10 yıl geçti. 1976, 77 ve 78 yıllarında İstanbul Taksim Meydanı’na “1 Mayıs Alanı” adını kazandıran yığınsal kutlamalar, özellikle 36 şehit verilen 77 katliamının anısına, bu alanı da gelenekselleştirdi.
12 Eylül sonrasında ise ilk organize girişim 87’deki bir kapalı salon toplantısı, ikincisi geçen yılki Taksim kutlaması oldu. Her iki eylem darbeyle ve hatta öncesinde kesintiye uğratılan 1 Mayıs Bayramı’nın yeniden meşrulaştırılması yönünde adımlar olarak önem taşır. Ancak 89 1 Mayıs’ı, gerek işçi sınıfı ve sosyalist hareketler için, gerekse salt “sınıfın birlik-dayanışma-mücadele günü” anlamında, yeniden meşrulaşmanın dönüm noktası oldu.
Türkiye işçi sınıfı ve sosyalist hareketi devrimci bir önderlikten yoksun olmanın sancısını mücadelenin her alanında ve elbette 1 Mayıs’larda da çekiyor. Tüm dünyada işçi sınıfının sendikal örgütlerinin düzenlediği kutlamalar, Türkiye’de değil siyasal, sendikal birlikten ve ciddi önderlikten bile yoksun, en fazlasından sosyal-demokrat sendikacılığın denetimindeki işçi sınıfının yığınsal katılımından uzak yaşanıyor. İki yıl önce simgesel boyutlarda da olsa gerçekleştirilen kutlama, geçen yıl geleneğine uygun bir mecraya döküldü. Ancak kitlesellikten uzak “bağımsız sosyalist tavır” devrimci basının omuzlarına kaldı. Devrimciler ve sosyalistler ile sosyal-demokratların 1 Mayıs’ı nasıl kutlayabilecekleri de sergilendi: Devrimciler Taksim civarı sokaklarda saldırılara uğrar ve direnirken, işçi temsilcileri coplanırken, DİSK Genel Başkanı ve SHP milletvekili Abdullah Baştürk, Atatürk anıtına çelenk koydu. Geçen sene sosyal-demokrasinin sınıf mücadelesindeki yerinin “geri” değil, karşı safta olduğunun da bir kanıtıydı. Sosyal-demokratların diğer düzen partilerinden bir farkları işçi sınıfı hareketliliğinin rantiyelik adayları olmalarında yatıyor. Bunun kanıtlarına geçtiğimiz günlerde yeniden tanık olundu. Bu kez, yaptıkları deklarasyonları bin bir özürle geri alan SHP yöneticileri, Türk-İş Başkanı’yla birlikte başkentte “sokağa çıktılar”. İstanbul’da ise, 1 Mayıs günü yayınlanan gazetelerde SHP İstanbul İl Örgütü’nün Pera Palas’ta akşam üzeri bir kutlama düzenleyeceği haberi yer alıyordu..
Sosyal-demokrasinin Türkiye’de sınıf hareketinden rant toplamayı hak edecek kadar bile “kişilikli” olamadığı sergilendi. Sosyalist ve devrimci-demokrat kanatta yer alanların klasikleşmiş sosyal-demokrasi umutlarını gömme zamanları artık çoktan gelip geçmiş olmalı. 1988’de çok daha dar bir eylemin çıkış yeri olarak SHP binasında barınabilen sendikacılar, işçiler, sosyalistler bu kez ciddi yankı uyandıran hareketlilikte bir-iki vaadin geri alınmasından başka bir şey görmediler SHP’den.
Geçen yıl SHP’liler, sendikacılar ve kimi sol çevrelerin oluşturduğu birlikteliğin dışında başkaları da vardı: 1 Mayıs’ı tarihsel anlamına en yakın tarzda kutlamayı deneyenler… Ne yazık ki “en yakın” nitelemesiyle yetinmek durumundayız. Nedeni basit: 1988’in işçi bayramı tablosunda işçi sınıfı yoktu. Baştürk’ün ardında coplananların da, İstiklal Caddesi’nde direnenlerin de çizdikleri panoramada işçi sınıfı ağırlığı hissedilmedi.
Direnenleri 1 Mayıs’ın özüne yakınlaştıran böylesi bir bileşim değil, radikal politik tutumları oldu. Bu tutumun, kutlamanın biçimi ve araçlarının ötesinde en önemli belirleyeni 1 Mayıs’ı her koşulda bir mücadele günü yapabilme azmiydi. Nicel zayıflığın ve “kadro eylemi” sınırlılığının kıramadığı bu özellik, gelecek 1 Mayıs’ları ve mücadelenin genelini devrimcileştirmenin de işareti ve güvencesiydi. 1 Mayıs, sadece sınıfsal kimliğiyle değil, asıl, sınıfın siyasal bir eylemi olarak anlam taşır. 1988 kutlaması bu inancın yansıması oldu.
* * *
Eskiden Türkiye işçi sınıfı ve sosyalistleri 1 Mayıs’larını, burjuvazinin “bahar bayramı” adıyla tatil ilan ettiği bir günde kutlardı. Hareket ne denli yükselse de, Türkiye burjuvazisi ondan yarım yüzyıl önce tanıdığı “İşçi Bayramı” nitelemesini inkardan vazgeçmedi. Bugün, değil 60 yıl öncelerinin işçi bayramı, on yıl önceki tatil günü bile burjuvazi için bir “lüks”tür. Bu durum Türkiye kapitalizminin çelişkili özelliğinin, güven ve güvensizliğin, güçlülük ve güçsüzlüğün ya da dengesizliğinin göstergesidir. Türkiye’de düzen, 1 Mayıs’ı emanet edeceği içsel kurumlara sahip değildir. Sıkılan kurşunların nedeni de budur.
Ancak 1 Mayıs 1989 son yılların deneylerinden farklı bir ürün vermiştir. Birincisi, İstanbul’u saran ve sarsan eyleme yaklaşık 10.000 kişi katılmıştır. 12 Eylül sonrası için bu son derece anlamlı bir sayıdır. İkincisi, 89 kutlamaları genel tablo itibariyle geçtiğimiz iki yılın kadro eylemi sınırlılığını üstelik işçi sınıfı katılımıyla aşmıştır. DGM’ye sevk edilenlerin bile yarıdan fazlası işçidir. Üç, aşağıda sol içi farklı tutumlara değinirken eğileceğimiz tartışmalara rağmen, kim ne derse desin, sol hareket potansiyelinin tümünü pratikte önemli sapmalar olmaksızın ortaya dökmüş ve güven tazelemiştir. Kendi başlarına ne genel politik, ne de tekil eylem çıkışları gerçekleştiremeyen sol hareketlerin bütünü, koordinasyonsuz bile olsa, ortak eylemin ürününü görmüştür. Dört, işçi sınıfı katılımı ne sosyal-demokrat, ne reformist/sendikal bir damga yememiştir. Sosyal-demokrasinin düştüğü gülünç durumlar bir yana, işçi sınıfını mevcut en ileri sendikal önderlikleri bile 1 Mayıs sabahı yalnız bırakmış, sınıfın ileri unsurları yanlarında sosyalistleri ve devrimcileri bulmuşlardır.
Tüm bunların sonucu 1 Mayıs’ın yeniden meşrulaşmasında 1989 bir köşe taşı haline gelmiştir. Elbette ancak gelecek yılların deneylerinde test edilebilecek olan bu çıkarsamanın şimdilik önemli kanıtları burjuva basının eylemi neredeyse meşru sayan genel görüntüsü ve düzenin tüm sözcülerinin bir savunma pozisyonuna çekilmiş olmalarıdır.
Yine de 1 Mayıs 89’a sosyalist hareket açısından daha titiz yaklaşmak gerekiyor. İlk söylenmesi gereken, kuşkusuz, nicelik artışını sağlayan etkenin bizatihi sosyalist hareket olmadığıdır. Bugün genel bir çıkışsızlık yaşayan sosyalizm, iki ayı aşkın süren kendiliğinden işçi direnişiyle 1 Mayıs öncesinde buluşabilmiş olmadığı gibi, o günde de aslında yalnızca “bir araya” gelmiştir. Politik bir eylemde sınıfın ileri unsurları ile sosyalistlerin bir araya gelmelerinin önemi ne denli büyük olsa da, efsaneler türetilmesinin daha büyük sakıncaları bulunuyor.
Örneğin sosyalistlerin ve devrimci demokratların kimi kesimleri sendikaların Taksim Alanı’nı kaale almayışlarına kızmak yerine, biraz da bu konuda ne sendikalar üzerinde, ne de işçi kitlesi içinde zorlayıcı bir güç olamayışları üstüne kafa yormalıdırlar. Yine aynı kesimler etik anlamı gerçekten yüksek olan “alan tartışması”nda sergiledikleri radikalizmlerini hamlıktan kurtarmanın yolunu daha büyük bir ciddiyetle aramak zorundalar. Sınıf düşmanı ile çatışmanın nesnesi olan bir tartışmanın, işçi sınıfı ve onun mevcut sendikal düzeyi ile devrimcileri karşı karşıya getirmesi, radikalizmin bir onuru değil, sosyalist hareket açısından bir tehlikedir.
Yukarıda belirtildiği gibi, 1 Mayıs’ı kadro eyleminin ötesine taşıyan ana unsur işçi sınıfının uzun süreli direnişine denk düşmesi olmuştur. Bu durum, gösterilerin genel görüntüsünün birçok tekil parçasının yine 88 benzeri düzeylerde kalmalarında da açığa çıkmıştır.
1 Mayıs 1989 sosyalist ve devrimci harekete yönelik bir mesaj olmalıdır. Dezorganize, çoğu somut durumda politika üretmede zaaf gösteren, ağırlıklı bir çekim merkezinden yoksun, işçi sınıfıyla bütünleşememiş durumdaki sol hareket, bu eksikliklerini en kısa zamanda kapatmak sorumluluğunu yerine getirmelidir. Türkiye toprağı sosyalist politikaya açık olmanın ötesinde buna ihtiyaç da duymaktadır. Solda ise bu ihtiyaca yanıt verebilecek bir potansiyel kesinlikle mevcuttur. 1 Mayıs’ın mücadele günü olarak yeniden meşruluk ve geleneksellik kazanabilmesinin güvencesini sol hareket yaratacaktır.