Bugün Türkiye’nin egemen sınıfları, siyasal partileri aracılığı ile ekonomik toplumsal sistemi, onun işleyişini ve alınan kararları savunmak yerine, doğrudan doğruya devletin kendisini ve varlığını savunacak kadar geri bir konuma düşmüşlerdir. Ancak, bunun nedeni, hiç kuşkusuz sol hareketin verdiği güçlü mücadele sonucunda burjuvazinin siyasal partilerinin iyice deşifre edilmesi, gerçek yüzlerinin açığa çıkarılması değildir. Devleti, kendi sınırları içerisinde bir savunmaya zorlayan etkenin yalnızca bu olduğunu ileri sürmek, sol hareketin gücünü abartmak demektir.
Temeldeki asıl etken, Türkiye burjuvazisinin ekonomik sosyal sorunlarının çözümsüzlüğüdür. Bu sorunlar öylesine ağır ve çözümsüzdür ki, ilgili misyonları yerine getirme durumundaki siyasi partilerin etkinlik ve inandırıcılıklarını kısa bir süre için de olsa korumalarına olanak tanımamaktadır. Bugün, iktidara talip olan her siyasal parti, kendi siyasal çerçevesini iyice zorlayarak burjuvaziye ve devletine kelle koltukta fedailik yapma durumundadır. Ecevit hükümeti bu fedailiği yapmış, sonuçlarına katlanmıştır. Bugün de Demirel hükümeti, fedailik yaptığını açık açık söylemektedir.
Bu durumda kendiliğinden muhalefet, nesnel olarak bu “fedai”leri aşıp artlarındaki devletle karşı karşıya gelmektedir. Nihayet, burjuva devleti, doğrudan doğruya kendini ortaya atmakla, kendi varlığını duyurmak, kendi legalitesini açıktan açığa dayatmak zorunda kalmaktadır.
Zorunluluk, bununla da kalmıyor. Bunun getirdiği başka sonuçlar da var hiç kuşkusuz. Bir kere günümüz Türkiye’sinin koşulları öyle biçimlenmiştir ki, devlet, legalitesini kabul ettirmek için atacağı her adımda, aynı legalitesinin sınırlarını da zorlayacaktır. Devlet kendi rasyonalliğini sergilemek, kendini savunmak için attığı her adımda, yine aynı rasyonelliği aşmak zorunda kalacaktır. Kısacası, bugünkü koşullarında, devletin göz çıkartmaksızın kaş yapması mümkün değildir. Çözümsüzlük de buradan kaynaklanmaktadır. (…)
TRT’nin, basının, siyasal partilerin, giderek ta cezaevlerine kadar öteki kurumların böylesine laçkalaşıp adeta kendi kendileri ile boğuştukları bu koşullarda, tüm güçsüzlüğüne karşın, sol hareketin yine de güçlü ve kalıcı adımlar atması mümkündür. Ama tabi, nesnel olarak. Pekiyi, Türkiye solu öznel olarak bu konumda mı? Türkiye solu bu konumdan uzaktır. Çünkü Türkiye solu, belki de yalnızca Türkiye’ye özgü bir hastalığın, siyasal ekonomizm hastalığının içine düşmüştür.
Ekonomizm, Türkiye solunda eksik tanınıyor. Ekonomizm, yalnızca, siyasal hedef ve perspektifliklerden uzaklaşılması, dar, güncel çıkarlara hapsolunması biçiminde anlaşılıyor. Buna bakılırsa, ekonomizm, Türkiye soluna hiç mi hiç bulaşmamıştır. Çünkü Türkiye solcusu yalnızca “cephe”, “demokratik iktidar”, “demokratik halk iktidarı” vb. türünden ve iyiden iyiye “siyasal” hedeflerin peşindedir. Bunun neresinde ekonomizm var?
Oysa ekonomizmin daha ciddi, daha kapsamlı bir tanımı gerekiyor. Ekonomizm, kitlelerin mevcut konumu ve bu konum sonucunda yönlendirebileceği kanallar ile yine aynı koşullarda saptanan kısa ve uzun dönemli hedefler arasındaki uyumsuzlukla ortaya çıkar. Örneğin Türkiye’nin bugünkü koşullarında kitlelerin kendiliğinden hareketlenmesi bile doğrudan doğruya burjuvazi düzenini ve onun kurumlarını hedef alıyorsa, halkın çektikleri, şu ya da bu siyasal partinin iktidarı yerine, doğrudan doğruya mevcut düzene bağlanabiliyorsa; istenildiği kadar ‘demokratik iktidar’, ‘göreli demokratik iktidar’, ‘demokrasi mücadelesi’ türünden sözde siyasal hedefler saptansın, bunun adı bal gibi ekonomizmdir. (…)
Türkiye solu, yılların ürünü olan bu özelliğinden, ne yazık ki kısa sürede kurtulabilecek konumda değildir. Evet, daha iyiye, daha yeterliye yönelik gelişmeler bugün de sezilebilmektedir. Ancak, daha güçlü olasılık, saldıran burjuvazinin, işçi sınıfını ve sol hareketi klasik deyimi ile bir kez daha “fenersiz yakalaması”dır.
“Fenersiz yakalanma” deyiminin kötümser çağrışımlar yaptırabileceğinin farkındayız. Ama sözünü ettiğimiz, hiç kuşkusuz, sol hareketin bütünü ile gafil avlanıp düşmanca ezilmesi ve yokedilmesi değildir. Böyle olmayacaktır. Türkiye, sol hareket açısından, 12 Mart dönemindekine benzer bir yenilgiyi bir daha yaşamayacaktır. Yenilgi, olabilecektir. Ama olursa bu, 12 Mart dönemindekine benzer bir yenilgi kesinlikle olmayacaktır.
“Fenersiz yakalanma” sözünden kastımız başka. Açıkçası şu: Burjuvazinin son zamanlarda hızlanan ve daha da hızlanacak olan saldırıları, kendi sınıf bilinci içerisinde, kapitalizmin işçi sınıfını ve sosyalizmi hedef alan açık saldırıları biçiminde cereyan ederken, işçi sınıfının ve Türkiye solcularının buna göstereceği tepki aynı bütünlükten, aynı hedef niteliğinden (yani sosyalizmi hedef almaktan) uzak, daha örgütsüz ve daha dağınık direnişler olabilecektir. Bir başka deyişle, Türkiye sosyalist hareketi, burjuvazinin sosyalizme karşı ilan ettiği meydan savaşına, sosyalizm adına icabet edip birleşik gücünü ona karşı sergileyecek durumda değildir.
Bu güçler uyumsuzluğu ortamında, üç yol kalıyor: Teslim, intihar ve direniş. Teslim olmak, ortadaki güç dengesizliğinin farkına varıp yeniden CHP’ye yanaşmak, CHP’den medet ummak anlamına geliyor. Türkiye solunda bunu yapabilecekler var. Kim oldukları da biliniyor. Sonra intihar yolunu seçenler olacak. “Bilinçsiz öfkeliler”in dün, 12 Mart döneminde, bu yolu nasıl seçtikleri de biliniyor.
Geriye, direnecekler kalıyor. Türkiye sosyalizminin umudu da, bunlara bağlıdır. Direnenler Türikiye solunun çeşitli kesimlerinden çikacaktır.
Sosyalist İktidar,
Mart 1980