Ülkemizde politik “zor” sorununun tartışılması hep baskı altına alınmaya çalışılmıştır. Düzen güçleri “zor” sorununun bilimsel olarak tartışılmasından hep kaygı duymuş, korkmuştur. Biz bu konuda bir politik “zor sosyolojisi”ne olan ihtiyacı vurgulayabilir ve bu alandaki eksikliğin getirmiş olduğu olumsuzlukları belirtebilirsek görevimizi yapmış olacağız.
Bu alana yaklaştığımızda öncelikle hiç şüphesiz ki zor olgusuyla devrimcilik arasında kendiliğinden bir bağlantının varlığı ortaya çıkıyor. Bu anlamda da ilkin, bir kesim devrimcilerin “zor fetişizmi” yaratmaları sonucu ortaya çıkan problemler ön plana geliyor. Biz bu yazımıza “zor fetişizmi” sorununu tartışmayla başlayacağız.
“Zor fetişizmi” bireysel ya da grupsal zoru, zorun tek biçimi olarak görürken, kitlesel zorun varlığını yok saymaktadır. Tarihte kitlesel zor uygulamasında temellenmeyen hiçbir bireysel-grupsal zor hareketinin başarılı olamadığı bilinmektedir. Bu bakımdan kitle hareketi inançlı, bilinçli olduğu sürece kendiliğinden zoru içinde taşır, ve/veya bir zor aracıdır. Hele kitleler artık ekonomik ölüme, ölümle-yaşam arasındaki sınıra zorlanmışlarsa ve bu durumda kurtuluşu seçmişlerse, bu kitleler bizatihi zor unsurudur.
Grupsal ve kitlesel zor uygulamaları karşılıklı bir etkileşim içinde bir birlik oluştururlar. Ancak kitlesel zor, grupsal zorun belirleyicisidir. Bazı ülkelerde grupsal zorlamaların, zor propagandasının kitle hareketini etkilememesi ihtimali düşüktür. Grupsal zor kitlesel zorun kendiliğindenliğini ve örgütsüzlüğünü törpüleyebilmektedir.
Diğer taraftan “zor fetişizmi” zorun propagandasını temel alırken, düzenin zora dayandığını ve zorla devam ettiğini açıklayan propagandayı bir tarafa bırakmaktadır. Bu durumda da bu kişiler fanatik ve acımasız zor uygulayıcıları teröristler olarak düzen güçlerince kolayca lanse edilebilmektedirler. Düzen güçleri bu durumda uyguladıkları zorun, “zora karşı zor” bir diğer deyişle, “meşru müdafaa” olduğu propagandasıyla kendilerini kitlelere haklı gösterebilmekte, kitle desteklerini devam ettirebilmektedirler. Bu konu önemlidir. Çünkü zor, özünde kitlelerce de haklı bulunmayan, üretim güçlerinin mahvına sebep olabilen ve bundan dolayı da ilkece tercih edilemeyecek bir durumdur. Maceracı çıkışlarda düzen güçleri, yersiz zor uygulamalarını gerekçe göstererek, kendi zor uygulamalarını pekiştirmekte, düzenin terör uygulamalarını arttırmaktadır. Bu bakımdan düzenin uyguladığı zorun “meşru müdafaa gereği” olduğu yalanını ortaya çıkartmak önem kazanmaktadır. Gerçekten de düzen güçleri zorun yaratıcılarıdır. Çünkü onlar küçük bir azınlığın, mevcut haksızlık düzeninin ancak zorla sürdürülebileceğinin, ayakta tutulabileceğinin farkındadırlar. Ne var ki düzen güçleri varettikleri zoru gözlerden saklamaya, onu gizlice uygulamaya çalışmaktadırlar. Zorunlu kalmadıkları sürece silahlı, polisiye tedbirlere gitmeden, gizli zor uygulamalarını yaygınlaştırmaktadırlar. Parasızlıktan ilaç alamayan, ameliyat olamayan yurttaş, işsiz kalan emekçi, kötü beslenme sonucu yavaş yavaş ölüme itilen bebek, kötü çalışma koşullarından dolayı hastalanan, sakatlanan çırak vb. hep bu zor düzeninin, zor uygulamalarının kurbanı değiller mi?
Ama bu kurbanlar meşru müdafaa durumunda en kutsal hakları olan yaşam hakkını savunmak için direnişe geçtikleri, barikat oluşturdukları, hatta yürüyüş ve toplantı yaptıkları zaman zor uygulayıcıları olarak suçlanıyorlar. Greve gittikleri zaman zor uygulamış oluyorlar. Üzerlerine saldıran grev kırıcısının kafasına pankart sopasını indirdiklerinde zor uygulamış oluyorlar. Bütün bunlara karşın insanları açlıktan, işsizlikten vb. yavaş yavaş -bazen de hızlı- ölüme sürükleyen düzen güçleri zor uygulamamış oluyorlar.
Zorun yaratıcısı, kollayıcısı, sürdürücüsü sömürücü ve azınlık düzen güçleridir. Çünkü sömürü düzeni ancak zora dayanarak devam edebilir. Onun için de bu düzenin kaşarlanmış ideologları Freud’lar, Jung’lar, Gobineu’lar zorun şiddetin içgüdüsel, yani doğal olduğunu savunmuşlardır. Onun için Hitlerci sosyal darvinistler, insanlar, ırklar arasındaki zora dayalı mücadeleyi doğal buluyorlar. Düzen güçlerinin yalanları ortada, ikiyüzlülükleri ortada… Çünkü devrimci kuramda zorun içgüdüsel, doğal ve ebedi olduğunu gösterir tek bir satıra rastlamak mümkün değil. Düzen güçleri ikiyüzlülükle yavuz hırsızı oynuyorlar: Tabancalarını çekmiş, göstermeden, her zamanki yöntemleriyle yani gizli-saklı “ceplerinden” insanların böğürlerine dayamışlar, namludan kurtulmaya çalışan insanları zora, şiddete başvurmakla suçluyorlar.
Zorun karşısında olduklarını iddia eden düzen güçleri, televizyon programlarıyla, en bayağı filmleriyle, boyalı basınıyla zorun-şiddetin propagandasını her gün, her saat insanlarımıza yöneltmiyorlar mı?
İşte bu durumdan dolayı devrimciler için önemli olan, zoru fetişleştirmemektir. Aksi takdirde haksız bir konuma düşülmüş olunuyor. Sonuçta meşru müdafaa durumundan çıkılmış, ilkece bütün insanların reddettiği bir şeyi kutsamış oluyorsunuz. Bu konuda yapılması gereken birinci şey zoru fetişleştirmemek, zoru kutsamamak, ama bu düzenin zor üzerine temellendiğini, zora dayalı olarak ayakta durabildiğini vurgulayarak, düzenin zor uygulamalarını tek tek açığa çıkararak propaganda etmektir. Çünkü mevcut düzenin özü şiddettir, mevcut düzen acımasız bir şiddet düzenidir.
Onun içindir ki düzen güçleri düzenin zor uygulamalarını, şiddet uygulamalarının açıklanmasını, düzenin bir şiddet düzeni olduğunun açığa çıkarılmasını yasaklamak istiyorlar. Bunun için de her zamanki ikiyüzlülükleriyle, “şiddet düzeninin açıklanması bir şiddet uygulamasıdır” mantığıyla hareket edip, zor düzeninin açıklanmasını fiili zor uygulaması olarak kabul ettirmeye çalışıyorlar. Tabii zorla. Zorun tartışılmasını bile zorla yasaklayan düzenin ne menem bir zor düzeni olduğu açık değil mi?
Herkesin herkese “zor” uygulamaya zorlandığı bir düzende, bu düzenin her türlü zoruna karşı direnen devrimcileri zor uygulayıcıları olarak göstermeye çalışmak, ikiyüzlülük değil mi? Devrimciler, zorun yaratıcısı değil, onlar bu düzenin zoru yarattığını ve bu düzende zorun herkes için bir realite olduğunu söylüyorlar.
Şüphesiz devrimci bir iktidar döneminde de yasal zor uygulamaları realite olacaktır. Çünkü yasalara karşı çıkanlara polisiye kuvvet uygulanacaktır. Siyasi suçlar içinse kaypak, ikircikli, soyut örneğin düzenin 141 ve 142. maddelerinde olduğu gibi “suç” tanımları oluşturulmayacak, sadece hükümetin düşürülmesi amacıyla oluşturulan silahlı zor uygulaması suç kabul edilecektir. Görüldüğü gibi devrimciler iktidar olduklarında yasal zor uygulamasına gideceklerini açık açık söylemekte hiçbir beis görmezler. Bunun ötesinde kendi iktidarları zamanında zorun tartışılmasını yasaklamayıp, tam tersine teşvik edeceklerdir. Çünkü onlar bir zor, bir ihtilal sosyolojisinin olmadığı yerde toplumbilimsel özgürlüğün, giderek demokratik hak ve özgürlüklerin olmayacağını bilirler. Çünkü onlar zorun ebediyen ortadan kalkması için onun ikiyüzlülükle saklanması değil, tam tersine tartışılması gereğine inanırlar. Ve yine devrimciler, yani sözü maddenin önüne değil, gerisine koyanlar, bilirler ki zorun tartışılması, sözünün edilmesi zor realitesini doğurmaz, tam tersine zorun maddi-fiili varlığı, realite oluşu zorun tartışılmasını, zor kavramını-sözünü doğurur.
* * *
Devrimci kesimde konumuzla ilgili olarak buraya kadar eleştirdiğimiz tutumların dışında, çok önemli bir yanlışı da popülist çizgi oluşturuyor. Bu çizgi “devrimci yapısına” karşın seçim olayını abartıyor. Önemli olanın seçilmek değil, bir programı hakim kılmak olduğunu kabul etmiyor. Bu tavır, seçildiklerinde programlarını kesinlikle uygulayabileceklerini düşündüklerini gösteriyor. Ya da programlarının başarısını ciddiye almıyorlar, onu amaçlamıyorlar, sadece seçilmeyi amaçlıyorlar. Halbuki bir devrimci örgüt için esas amaç, programın başarısıdır. Bu bakımdan devrimci örgüt seçim zamanını, seçilmek zamanı olarak değil, programına taraftar kazanmak, kitleleri programları doğrultusunda bilinçlendirmek, programlarına tam bir inanç getiren militan kadrolar sağlamak zamanı olarak kabul eder. Devrimci örgüt için, seçim zamanı mevcut kadroların siyasi eğitiminin en elverişli zamanını oluşturur. Seçimler, seçim boykotçuları için bile siyasi programlarının propagandasına en elverişli ortamı sağlar. Şüphesiz “seçimlere” katılmamak gerektiği zamanlar da sözkonusu olabilir, ancak seçim zamanı siyasetin harman olduğu, kitlelerin politikleştiği bir zaman olduğu için taraftar, kadro kazanmanın en uygun zamanıdır. Devrimci örgütler taktik amaçları programatik amaçların önüne koymadıkları için özellikle programlarının zaferini temel alırlar. Bunun için de devrimci örgütler, her seçilmenin her hükümet olmanın programların gerçekleşmesine yeterli olmadığının bilincinde olarak, seçimlerde programlarına bilinçli kitle desteği sağlamayı öngörürler.
Popülist çizgi ikinci olarak soyut seçim propagandasına ağırlık vermektedir. Ve bunu nasırlı elleri ünleyerek, umut tacirliği yaparak oluşturmaktadır. Bu kesim yaman bir halk kuyrukçusu, yaman bir oy avcısıdır. Halka “yağ çekerler” onun kuyruğuna takılırlar, ona ütopyalar sunarlar, genel bir “halkçılık” tavrı oluştururlar ve bütün bunları da demokrasinin bir gereği olduğu için yaptıklarını iddia ederler. Bunların amacı halkı bilinçlendirmek, aydınlatmak değil, duygu sömürüsü yoluyla onu esir etmek, koltuğunu korumaktır. Bunlar hiçbir zaman devrimci bir aydınlatmayı, bilinçlendirmeyi amaçlamazlar. Dolayısıyla bunların aldıkları oylar bilinçli, sahipli oy değildir. Bunun için bunlar seçilseler bile, iktidar olamazlar, programlarını gerçekleştiremezler. Çünkü bunun için gerekli kitle desteğini bulup kadro devşiremezler. Bu tip bilinçsiz oylar, gelip geçici oydur, seçer ama iktidar yapmaz, seçer ama seçtiğine destek olmaz. Devrimci bir örgüt seçim propagandasında devrimci bir programın benimsenmesini esas amaç bilir.
Bütün bunların ötesinde popülist çizgi seçilmek için tartışır, ancak seçilme yolu olarak iktidar yolu olarak, empoze edilen kuralları tartışmaz. Bu büyük eksikliktir. Çünkü bir devrimci örgütü, devrimci yapan nitelik, bu noktada başlar. Evet, iktidar olmak için tartışmak, ancak düzen güçlerinin zorunlu kıldığı, empoze ettiği iktidar olma yöntemini de tartışmak. Çünkü seçim propagandaları paraya dayalı, para gücüne dayalı çalışmalardır. Parayla oy satın alınır, sandık başkanları, kurulları satın alınır, sandıklar kaybedilir, denize atılır. Hatta türlü aşamalarda sahte oy sayım tutanakları düzenlenir. Seçmen listeleri elverişli bir şekilde hazırlanır. Adaylar veto edilir, partiler seçime sokulmaz. Veto edilmeyen kimi adaylar tehdit edilir, kasaba-şehir eşrafı, patron tarafından işsiz, ekmeksiz bırakılır, daha olmazsa karakollarda gözü yıldırılır. Hatta belediye zabıtası bile “ekmek teknesine” gidip baskı yapar. En tehlikelisi de seçim kanunları. Oy avcılığı yapmayan, “az ama öz oya” dayanan partileri ortadan silmek için yüzde on barajları çıkarılıp, seçim kanunu hileleri yapılır. Böylece bu partilerin koalisyon partileri olmaları bile engellenir. Demokrasi hileleri yapılarak oyu az ama devrimci, mücadeleci partilerin milli bakiyeden meclise girmeleri engellenir. Seçim yasakları ile bin bir engel çıkarılarak, oy avcısı koltuk düşkünü olmayan, oyu az ancak kendisi büyük partiler örselenir.
Diğer taraftan devrimcilerin seçildiklerinde bile fiilen iktidar olmaları “yasaklanmıştır”. Ya anayasaya göre halk tarafından seçilmemiş bir kurul, üst askeri hiyerarşi sizin üzerinizde yer almaktadır, ya da ortağınızdır. Ya da çıkardığınız her yasayı veto hakkına sahip, yürütme güçlü başkan sizi engelleyebilmektedir. “İyi ya, başkan da seçilmiş değil mi?” sorusu aklımıza takılabilir. Başkan da seçilmiş olmasına “seçilmiş”, ama demokrasi seçilmiş kurulları, seçilmiş tek kişilik yönetimlere, tek kişilik organlara yeğ tutan sistemdir. Çünkü demokrasinin özü kollektif yönetim yani kurullar yönetimidir. Ancak düzen güçleri çok kişiden oluşan kurulları “zaptı rapt” altına almayı, “tek kişilik yönetimi veya organları” zaptı rapt altına almaktan zor gördükleri içindir ki tek kişinin yönetimini tercih ederler.
Sonuçta düzen güçleri “sahibinin sesi bay başkanı” kolaylıkla seçtirir ve sonra da kolaylıkla denetleyebilirler. Ancak “sahibinin sesi bir meclisi” bu kadar kolaylıkla yaratamazlar ve yönlendiremezler.
Bütün bunlardan dolayı da devrimci demokratlar, ilericiler “Kurullar Demokrasisi”ni savunurlar. Diğer taraftan devrimciler çok oy almaktan ziyade, kamuoyunda etkinlikleri büyük olan kesimlerin oyunu öncelikle almaktan yanadırlar. Onlar için işçilerin, emekçilerin, aydının vb. oylarının değeri daha farklıdır. Bu oylara sahip olmadan devrime sahip olmak mümkün değildir çünkü.
Demek ki bir devrimci örgüt, seçilmek için tartışmanın dışında, düzen tarafından zorunlu kılınan seçilme yollarını, iktidar olma yollarını da tartışacaktır. Bir devrimci örgüt “iktidar olmak serbesttir, ancak iktidar olma yöntemini tartışmak yasaktır, resmi yöntemi tartışmak yasaktır” anlayışını aşabildiği oranda devrimcileşir. İşte popülist akım bu anlayışı aşamamıştır.