“Türkiye solu, kendi tarihinin en sorunlu ama, en çok gelecek vaat eden dönemini yaşıyor.”
Çok beylik geliyor, değil mi?
12 Mart sonrasında, 80’in öngünlerinde ve son yıllarda benzer vurgulamalarla çok sık karşılaştık.
Güçsüzdük, ama güçlü olacaktık. Eziliyorduk, ezecektik. Sorgulanıyorduk, sorgulayacaktık… Anlaşılmıyorduk, anlatacak, anlaşılacaktık. İlerici sınıf uzaktı, yakınlaşacaktı. Azdık, çoğalıyor ve çoğalacaktık…
Böyle derdik ve sonra kendimiz adını koyardık “kuru dolduruş edebiyatı” diye…
Eğer, bugünü kaytarmak, oyalamak veya geçiştirmek gibi bir arzudan kaynaklanmıyorsa, güçlü olmaya, sorgulamaya, iktidara, anlaşılmaya, çoğalmaya yönelik bir güven tazeleme mutlaka gerekiyor.
Güçleneceğiz, çoğalacağız…
Peki, bunun için ne yapacağız?
Ve hemen:
O kadar az şey yapıldı ki!
Özveri, cesaret, kararlılık anlamında Türkiye toprağının yaşadığı deneyimin yanına bile yaklaşamadık yaratıcılık, sabır, inat ve olgunlukta…
Şimdi bu eksikliklerin bir bir “daha fazla tahammül edilemez” etiketiyle karşımıza çıktığı, Türkiye sosyalistlerini sıkıştırdığı bir dönemi yaşıyoruz. Eksikliklerimiz tüm sevimsizlikleriyle ortaya çıktıkça sorunlarımız da “artıyor”. Ama eksikliklerimiz ortaya çıktıkça onları bize dışsal hale getirmek için olanak ve şansımız da artıyor. Bu nedenle bugün, “Türkiye solu kendi tarihinin en sorunlu ama, en çok gelecek vaadeden dönemini yaşıyor” demek her zamankini tekrar etmekten biraz farklı bir anlam taşıyor.
Tabi, heyecana kapılmadan…
Kestirme, aceleci ve bizi büsbütün acizleştirici üslup kullanmadan…
1988 gericilik yılıymış, 89 kesin bir dönüş yılı olacakmış, işçi sınıfı hızla sola kayacakmış, radikallik reformizmin soluğunu kesiverecekmiş, şu veya bu sapma bitmişmiş…
Böyle şeyler yok. Böyle şeylerle olduğumuz yerde nabzımızı 5-10 vuruş artırmamız mümkün. Oysa bizi hayati bir maraton bekliyor. İnatçı, özgüveni tam ve dayanıklı bir tempo.
Tevekkül mü bu acaba? Bir şeyleri bir vadenin gerisine ertelemek mi? Yoksa bu, doğrudan bir teslimiyet olmasın?
Açıkçası, olabilir; kimileri için… Ama, ne yapılacağını bugünden bilenler, iğneyle kuyu kazmanın zorunluluğunu kavrayıp bundan haz duyanlar sözkonusu olduğunda; iş değişiyor.
Zaman zaman iddia edildiği gibi çok değil böyleleri. Ama yola koyulmak için Türkiye solunun bazı kesimlerinde bunlardan var. Bu büyük bir önem taşıyor. Şimdi bunların kendilerini tanıma ve bulmalarının sırasıdır.
Türkiye sosyalist hareketinin şu andaki en can alıcı sorunu, bu kendini tanıma ve bulma sürecinin başarılı olmasıdır.
Ve ilk gerçek şudur bu tanımada: Yola koyulunmuştur.
Önce bugünü tespit etmek, bugünün hakkını vermek gerekli. Bir öznenin kendisini ölçmesinde, ya da tanımasında elbette bazı güçlükler var. Ancak Türkiye sosyalist hareketinde, sosyalizm mücadelesinde diğerlerinden daha önemli avantaj ve donanıma sahip kesimler -ki burada özne(ler) budur- kendilerine ilişkin ölçme ve tanıma işlemini bütün boyutlarıyla yerine getirmedikleri sürece avantaj ve donanımlarını harekete geçiremeyeceklerdir.
Giderek mizah malzemesi haline geliyor, Türkiye’de reformizmden uzak durmaya çalışan kesimlerde bol sıfırlı rakamlardan sözetmek hoşa gidiyor. Kadrolar, tiraj hep bol sıfırlı. Belki tam ölçü olmuyor ama, bol sıfırlar sıfırlanıyor, meydanlardan, sandıktan bir şey çıkmıyor.
Fazla seçenek yok, ya bol sıfırları oy verme çağına gelmemiş delikanlılar, genç kızlar oluşturuyor, ya da Türkiye solunda oy vermenin konspirasyon ilkelerini zedeleyeceğini hesap edecek titizlikte bol sıfırlılar var.
Mizah hepimize, hepimiz için…
Ağıt yakacak halimiz yok, bıyık altından gülümsemek acıyı hazza dönüştürmekte güzel bir araçtır. Bunu yapacağız. Türkiye solunda sosyalizmi dert edinenlerin boylarını poslarını şimdilik fazla dert edinmelerini engellemeye çalışacağız.
Ölçmenin ilk durağı öznenin kendisi, ikinci durağı ise, izdüşümünü, yani toplumdaki etkisini, sürükleme gücünü ölçmek olacaktır.
İlk durakta durum belli.
Etkinlik açısından ise, Türkiye sosyalist hareketi, işçi sınıfı da dahil, kendi varlığından daha uzun, geniş, ağır bir değer arama çabasına girmemelidir. Türkiye sosyalist hareketi kendi etkinliğine hapsolmuştur.
Türkiye sosyalist hareketinin değer olarak ifade edilemeyecek etkinliği ise, sürekli kıldığı tehdittir. Düzene, sisteme, sınıf düşmanına…
Bu tehdidin kökünün kazınamamasının, iyimserliğin tek gıdası olmasına son vermek gerekiyor. Türkiye’de sosyalistler, bir potansiyel tehdit olmaktan çıkmak zorundadırlar.
Tanımak….
Türkiye sosyalist hareketinin kendisini tanıması, hangi kaynaklardan beslendiğini, hareket alanını, büyüme olanaklarını ve bünyesindeki zaafları tanıması anlamına geliyor. Az önce sözünü ettiğim ölçme işleminin kalıcılaşmış bir umutsuzluğa dönüşmemesi için bu mutlaka gerekiyor.
Bugün Türkiye sosyalist hareketini besleyen, onu sürekli kılan, her şeyden önce bilimsel sosyalizmin ideolojik gelenekleridir. Bugünün gençlerini sosyalizme yönelten esas etmenin, kadro veya örgüt sürekliliği olduğunu düşünmek gerçekleri zorlamak olacaktır. Bu, üzücüdür, yaklaşık yirmi beş yıldır metafizik bir güç olmaktan çıkan Türkiye sosyalizmi, halen temel güç kaynağı olarak kendi iç dinamiklerinin dışında evrensel kazanımları kullanmaktadır.
Ancak unutulmamalı, kadro ve örgüt sürekliliğinin sağlanamadığı bu ülkede sosyalizmin kendi ideolojik geleneklerinden bu denli büyük çapta bir sübvansiyon kotarması da, değerlendirilmesi gereken bir olanaktır.
Peki, Türkiye sosyalist hareketini besleyen kaynaklar arasında Türkiye kapitalizminin toplumsal çelişkileri yer almıyor mu?
Bir kere, hiçbir ideolojik-siyasal tercih bu çelişkilerin dışında bir yere oturamayacağı için, kocaman bir EVET!
Ancak, daha dolayımsız bir çelişki ve sistemin belkemiği olan artı-değer sömürüsünün ve bu sömürünün ülkemizde yarattığı özgünlükler sosyalist hareketi ne ölçüde besliyor?
Bu sömürü mekanizmasının işçi sınıfını sistemli olarak sosyalizm mücadelesine doğru iteklediği düşüncesi bu kitap dizisinde yeterince eleştirildi. Türkiye bir yana, dünyanın hiçbir yerinde toplumsal çelişkilerin sosyalizm mücadelesi yararına bu ölçüde bir “yardım” yaptığına rastlanmıyor. Ancak burada bir ek talihsizlik var. Türkiye’de kalıcılaşmış bir işçi hareketi hattı yok. Nasıl sosyalist hareket kendi kadro ve örgüt sürekliliğini sağlayamamışsa, işçi hareketi de kendi öncülerini ve mücadele deneyimini sınıfın tarihi haline getirememiş durumda. Bunun sonuçları ise şudur:
Toplumsal çelişkilerin devresel iniş çıkışları içerisinde işçi sınıfı sosyalist veya siyasal bir kimlik ile boy gösteremiyor, ancak en devrimci sınıf olarak kendi boşluğunu kapatabiliyor. Bunun sonuçları da çok fazla kalıcı olamıyor.
Sosyalizm mücadelesi eksenine oturmayan bir işçi hareketi mutlaka boşluklar taşır, eksikli olur.
Türkiye sosyalist hareketinin kendisini tanıma sürecindeki en önemli halkalardan birisi, işçi sınıfının kendi olanakları ile sosyalist kimliğe doğru yönelmesinde Türkiye koşullarının yarattığı ek güçlüklerin kavranmasıdır. Türkiye sosyalist hareketi, sınırsız ve rakip kabul etmeyen bir işçi tabanına sahip olduğu yanılsamasından bir an önce kurtulmalıdır. Devrimci sınıfı sosyalist devrimci mücadeleye yöneltmek isteyenler, bu konuda işleri doğal akışına bırakabilecek denli kolaycı olmamalıdırlar.
Toplumsal çelişkilerin yarattığı olanaklar üzerinde durmaya devam edelim.
Türkiye sosyalist hareketinin toplumsal çelişkiler dendiğinde yalnızca fiilen değil, kağıt üzerinde de ciddiye alması gerektiği küçük burjuva katmanlar var.
Toplumsal çelişkilerin aldığı biçimlerin en gelişkin ifadeleri siyasal-ideolojik ve kültürel alanlardadır. Doğrudan bir antagonistik ilişkinin ayaklarından birisini oluşturmasalar da öğrenci, aydın, teknik eleman vs. gibi ara katmanlar toplumsal çelişkilerin sözünü ettiğim daha gelişkin ifadelerine daha yakın, bu ifadeleri hissetme anlamında daha şanslı durumdadırlar. Bu durum da evrensel geçerliliği olan bir şeydir. Ama Türkiye’nin burada yine bir “ek”i var: Bu ara katmanların nicelik ağırlığı, düzenin bunları kendi hesabına dinginleştirme olanaklarının son derece sınırlı olması, bu ara katmanların önemli bir bölümünün belli yaş periyodlarında yükselme-sınıf atlama hırs ve beklentilerinden uzaklaşmaları…
Bu neden değerlendirilmesin?
Değerlendirmekten kastım, “sağ cebime koyuver, ama yaşasın işçi sınıfı” değildir. Türkiye sosyalist hareketi kendi program, perspektif ve propaganda donanımlarına bu gerçeği eklemek zorundadır.
Hareket Alanı
Türkiye sosyalist hareketi nasıl bir hareket alanına sahip? Bu soruyu, son derece trajik olsa da, “labirentin çıkışı nasıl bulunabilir” biçiminde değiştirmek mümkün.
Tabi, labirentin çıkışını bulmak için ilk koşul, soğukkanlılık olacak. Şu anda Türkiye solu labirentin iç bölmelerini meydana getiren duvarlara vurmayı, kontrolsüz bir tempo yükselişini tercih ediyor. Türkiye sosyalist hareketindeki değişik kesimler içerisinde gereken serinkanlılığı sağlayacak, güncelliğin ve kendi kadrolarının psikolojik baskısını göğüsleyecek bir önderlik eksikliği söz konusudur. Böylesi bir önderlik, hem oturmuş bir yönetici kişiliği, hem de belirgin bir siyasal perspektifi zorunlu kılar. Türkiye solunu daralttığımızda bile, geleneksel solun radikal kesimlerinde de bu alanda ciddi sıkıntılar vardır. Buralarda da eksiklik ve zaafların tansiyon yükseltilerek geçiştirilmeye çalışıldığını görüyoruz.
Açık olarak söylenmeli, yöneticilik en başta, yönetilen kadroların kendi başlarına sahip oldukları deneyim, istek-arzu ve sorumluluk bilincinin ötesine geçebilmeyi gerektirir. İşte bu yöneticilik normlarını zorlayan yaklaşımlar, Türkiye sosyalist hareketinin uzun soluklu bir iktidar mücadelesine yönelmesinin karşısındaki en önemli engellerden birisidir.
Türkiye sosyalist hareketinde neyin mücadelesinin verildiği önce liderlik kadroları tarafından anlaşılmalıdır. Gelenek‘te sıkça yazıldı ve sıkça tepki çekti, siyasette günceli yaşayan ölür. Bu yaklaşımı kimileri güncel olandan kopmak olarak algıladılar. Ancak artık, Türkiye solunda yol açıcı olabilecek kimi yeni yaklaşımların önünü bu tür “devler-cinler” tehdidi ile kesmek giderek zorlaşıyor, bu nedenle hem “acaba yanlış anlaşılır mıyım” korkusunu, hem de her duyulan yeni şeyi “işte pasifizm”, “hah şimdi baklayı ağızlarından çıkardılar” gibi şu anda Türkiye’de kimsenin haddi olmayan bir kestirmecilikle karşılamayı terk etmek gerekiyor.
Türkiye’de bugün birinci elden sorumluluk alan kadrolarda önce 12 Mart’ın, sonra 12 Eylül’ün yıpratıcı etkisi vardır. Bu iki dönemi ne kadar onurlu, sağlıklı ve üretken geçirmiş olurlarsa olsunlar, bu kadrolar için “rüştlerini ispat ettiler” denilebilecek kesinlikte bir başarı söz konusu değil. Bu işleri yirmi-yirmi beş yıldır günahıyla sevabıyla omuzlayan insanların burada ortaya çıkan “başarı beklentisi”ni aşmaları, altetmeleri güçtür. Delikanlılık çağındaki gözü pekliği bugüne taşıyan saçı ağırmış sosyalist kadroların hem kendi iç hesaplaşmalarında, hem de kendi etkinlikleriyle çektikleri insanların verdiği güçlü sinyallerde zaman boyutu olmayan, süreçleri hesaba katmayan, “bir an önceci” yaklaşımlar öne çıkmaktadır.
Geleneksel solun radikal kesimlerinde sorumluluk alan kadroların üzerindeki bu baskının hafifletilmesi gerekmektedir.
Uzun vadeli düşünmenin bugünü unutmak veya pasifizm ile bir ilgisi yoktur. Tabular yıkılmalıdır. Teorik olarak mümkün olsaydı, on yıl sonrasının sosyalist iktidarı uğruna bir dokuz yılın feda edilmesi tamamen meşru olabilirdi. Teorik olarak mümkün olmasa da böyle bir yaklaşımın yine teorik olarak meşru olması çok önemlidir.
Uzun vadeli perspektiflerin en önemli ayrıcalığı, bugünün, belli bir geleceğin prizmasından geçerek yaşanması, diğer bugünlerden bu anlamda çok büyük farklılıklar taşımasıdır. Devrim süreci, öncünün ideolojik, siyasal ve “teknik” örgütlenişlerini gerektirir. Bu örgütlenmeler toplumsal çatışmaların egemen biçimlerinin ve ifade tarzlarının belirlediği bir gündem ile gerçekleşemez.
Bu tür bir “gerçekleşmenin” adı konmuştur, bu menşevizmdir.
Yalnızca, sözkonusu biçim ve ifade tarzlarının çok uzağında durulamaz. Öncünün görevi, kendi geleceğini, toplumsal çatışmaların geleceği haline getirmektir. Bu nedenle ondan farklı olacak kadar uzak, onu etkileyecek kadar yakın olmak durumundadır.
Oysa bugün egemen olan anlayış, tam bir yıpratma mücadelesidir. Amaç-araç ilişkisi bir kenara itilmiş, neyin ne için yapıldığı tamamen unutulmuştur. Sonuçta yıpratma mücadelesi, solun yıpranma mücadelesine dönüşmüştür.
Türkiye sosyalist hareketi bu tekdüzelikten, perspektifsizlikten hızla kurtulmalıdır.
Devrimci perspektif yerini perspektifin devrimcileştirilmesine bırakmalıdır.
Türkiye sosyalist hareketinin şu anda silik olan perspektifini devrimci olarak niteliyorsak -ki öyledir- bu çizgi içerisinde mutlaka bir devrimcileştirme gerekmektedir.
Hareket alanı ve mücadelenin ufukları mutlaka hesaba katılmalıdır. Bir anlamda pragmatik olunmalıdır.
Ne yazık ki, Türkiye solunda bu olgunluğu gösterenler daha çok reformist eğilimler ve yorgun-aşırı realist aydınlar olagelmiştir. Mevcut eğilimlerden kopuşun da, olgunlukla radikalliği biraraya getiremeyişi, mutlaka reformist bir kimliğe yönelmesi de düşündürücüdür.
Burada bir kısa not düşülmelidir.
Türkiye sosyalist hareketinin olgunlukla radikalliği bir arada tutamayışının en önemli nedenlerinden birisi istikrarsızlık faktörüdür. Türkiye sosyalist hareketi, ülkenin istikrarsız yapısı ve ideolojik-siyasal dengelerin kaymalara daima açık olması nedeniyle, sürekli olarak istikrarsızlığın yanına davet edilmektedir.
Burada “oyuna gelinmesin”, “provokasyona düşülmesin” gibi laflar etmiyorum, yalnızca serinkanlılığın önünü kesen bir tahrikten sözediyorum.
Türkiye sosyalist hareketi mutlaka “tahrik” olmalıdır. Ne siyasal yapıların, ne de tek tek kadroların duyarsızlaşmaya tahammülü yoktur. Ancak, en az duyarsızlık kadar tehlikeli olanı dış etkenlere karşı tepkilerin birer refleks haline gelmesi, kontrolün yitirilmesidir. Türkiye solunun veya daha daraltılmış anlamda Türkiye sosyalist hareketinin şu anda verdiği görüntü sözkonusu kontrolün çoğu kez yitirildiği biçimindedir.
O halde kontrolün nasıl sağlanacağı düşünülmelidir.
Sosyalizm mücadelesinde hiçbir mücadele biçiminin baştan reddi söz konusu değildir. Ancak, sosyalistlerin eldeki katalogdaki zenginlik içerisinden istediklerini çekip kullanma lüksleri de yoktur. Mücadele biçimlerindeki zenginlik solun koskoca tarihinin zenginliğidir. Belli bir kesitin zenginliği ise sosyalist hareketin toplumsal-sınıfsal meşruluğu oranındadır, onun sınırlarına tabidir. Bu nedenle, hiçbir mücadele biçimi, toplumsal-sınıfsal planda sosyalist hareketin elde ettiği meşruluk ile olan mesafeyi fazla zorlayamaz. Kontrol, bir anlamda sosyalist hareketin otokontrolü ise, işte bu meşruluğun sürekli olarak kollanması ile, meşruluğun sınırlarının sürekli olarak genişletilmesi ile sağlanacaktır.
Sosyalist öncü, ancak çok önemli dönemeçlerde ve kesinlikle bir süreklilik haline getirmeden kendi özel gündeminin gerektirdiği mücadele anlayışlarını veya biçimlerini toplumsal-sınıfsal parametrelere pek kulak asmaksızın ön plana çıkarabilir.
Bütün bu söylediklerimin havada kalmaması için hatırlatmak zorundayım, marksist literatürde devrimci yükseliş, devrimci durum, gericilik yılları, karşı devrimin yükselişi, restorasyon gibi kavramlar, toplumbilimsel olarak tanımlayıcı, sosyalist mücadele açısından ise, kesinlikle yol göstericidir. Sayılan her durumun kendine has nesnellikleri vardır ve her durumda sosyalist hareket açısından yepyeni bir meşruluk tanımı sözkonusudur. Öncü, kendi içine ve dış çeperine otodidaktik, devrimci sınıflara ve nihayet tüm topluma pedagojik olarak yaklaşabilir. Bu nedenle sosyalist hareketin kendi iç etkinlikleri ile toplumsal-sınıfsal düzlemdeki siyaset kanalları arasında mutlaka bir ayrım olmalı ve sosyalist hareket kendi içini tersyüz ederek dışarıya çıkartmamalıdır. Atılan adımların toplum-sınıf bazındaki meşruluğu mutlaka hesaba katılmalıdır. Zenginliğin tek sınırı budur.
Büyümek Üzerine
Devrim sürecinde işi kotaracak yapının nicel büyüklüğü konusunda bir şablona sahip değiliz. Bu nicel büyüklükten bir çekirdek ya da kadro hareketini anladığımız sürece sayılardan çok fonksiyonların çalışıp çalışmadığı ile ilgilenmek gerekiyor. Türkiye için bu fonksiyonların sağlıklı çalışabileceği sayısal verilerin ne olacağını aşağı-yukarı kestirebiliyoruz. Kimileri bu tür tahminlerde pek becerikli olmayabilir, hatta biraz saf, biraz hayalci olabilir, bu konumuz dışı. Ancak bir de sosyalist hareketin bugünü, yakın geleceği var. Bugünlerin gerekleri var. Çok parçalı bir görüntüye sahip olan sosyalist hareketin tüm kesimlerinin toplamı bile gerçek bir kadro birikimi açısından son derece yetersizdir. Sosyalist hareketin hu anlamda yönelebildiği temel alan, genel olarak solcu birikimdir. Kadro adayları tüm nüfusta değil, buradadır.
Sosyalist hareketin şu durumuyla yeni ve etkili kadro kaynakları yaratması çok güç gözüküyor. Bu güçlük bir tehlikeyi de beraberinde getiriyor. Sosyalist hareket, onun içindeki parçalar, devrimci demokratları her alanda bir rakip olarak görmekten vazgeçmelidirler. Devrimci demokratların mücadele biçimleri, programları (programsızlıkları) Marksist siyaset kalıplarının dışında, zaman boyutu olmayan bir niteliktedir. Üstelik, devrimci demokrat yaygınlığın altyapısı bir kadrolaşma değil, bir hareket biçimidir.
Devrimci demokrasi tek başına bir kadrolaşma süreci değil sosyalist hareket için “belli” verimlilikte bir kadro kaynağıdır.
Türkiye sosyalist hareketi, bu anlamda, devrimci demokrat söylemin öğrenci gençlik içinde yaygınlaşmasından kaygı duyamaz. Bu kaygıyı anlayışla karşılamak mümkün değildir. Devrimci demokrasinin yaygınlığı, tek tek sosyalist yapıların bıraktığı boşluktan değil, içerdiği ideolojik-sınıfsal özden kaynaklanmaktadır.
Bugün sosyalist hareketin en önemli sorunlarından bir tanesi işte burada karşımıza çıkmaktadır.
Yine daraltarak konuşursak, geleneksel solun radikal kesimleri için kadrolaşma anlamında üç kaynak göze çarpmaktadır: Birincisi, partileşmiş yapılarda reformizmin rahatsız ettiği, diriliklerini muhafaza etmeyi becermişler; ikinci olarak devrimci demokrat dinamiklerin çekmiş olduğu yeniler; üçüncü olarak ise, tek tek her kesimin son derece sınırlı araçlarla ulaştığı talihliler… Bir de o kesimden bu kesime çalınanlar var ki, bunların kazanç olarak görülmesi pek mümkün değil.
Geleneksel soldaki reformist yapıların elindeki insan malzemesinin bütünüyle bir kenara atılması ne mümkün, ne de anlamlı. Ancak, bu yapılardaki kadrolara yönelik olarak geleneksel solun radikal kesimlerinin yaptıkları, yapacakları her çağrının azalan verimler yasasına tabi olduğu bilinmelidir. Yeni düşünce tarzı adı verilen açılımların TBKP’de somutlanan ideolojik çerçevesi, herhangi bir “gerçekçi” hesabın ya da parti bilincinin bir gün bile tahammül edemeyeceği ölçüde berbattır. Ana yapıdan kopup, aynı ana yapıya yönelik kimi girişimlerde bulunan bazı ekipleri ayırmak koşulu ile, bugün TBKP içerisindeki her tür hoşnutsuzluk veya örgütlü tepkide olumsuz, sağlıksız ve sağcı bir içerik olduğu peşinen kabul edilmelidir. Bu saatten sonra hiç kimse bu yapının içerisinden tertemiz çıkamayacaktır.
Bu yapının kadro potansiyeli oluşturmasında böylesi sınırlar vardır.
Devrimci demokrasinin giderek artan yatay etkinliğinin sosyalist hareketin insan malzemesi sorununa getireceği çözüm de sınırlıdır. Devrimci demokrasinin siyasal pratiği, sürüklenen bireylere ders çıkarmak ve ufuk genişletmek için gerekli fırsat ve dürtüyü vermemektedir. Sosyalist ideoloji ve örgütlerin bu bireyler üzerinde bir otorite kurması için elde çok fazla araç yoktur. Bu araçları yaratmak için devrimci demokrat siyasal pratiğe benzemek, ona özenmek baştan kapatılması gereken bir yoldur.
Devrimci demokrat okuldan geçerek sosyalist harekete ulaşan kadro adaylarındaki olumsuzluklardan ise, burada hiç sözetmiyorum. Birincisi biliniyor, ikincisi, bu olumsuzlukların bir bölümünün giderilmesi, olumsuzluklardan olumlu özellikler yaratılması, sosyalistlerin işi…
Geliyoruz, sosyalist solun kendi etkinliği sonucu ulaştığı insanlara.
Bunların sayıları az, bunlara ulaşmak için araçlar çok sınırlı, yetişmeleri çok maliyetli, sınanma ve seçilme yöntemleri kısıtlı. Sorunun çözümü, yeni ve etkili araçların yaratılmasındadır. Bir dönem önemli bir işlev gören yayınların bugünkü getirisi, geçtiğimiz yıllara göre azalmıştır. Bu yayınların daha anlamlı olabilmesi için, yayınların ulaştırılacağı kitlenin genişletilmesi, sosyalist hareket için yeni alıcıların ortaya çıkması zorunludur.
Türkiye sosyalist hareketinin bugün temel sorunu budur: Yeni alıcılar, yeni kadrolar…
Bu çok açık zorunluluğu daha da yakıcı hale getiren bir şey daha var. Bugün yeni insanlara ulaşmakta sıkıntı çeken kesimlerin yakın gelecekte karşılaşabilecekleri ciddi bir dönemeç sözkonusu. Şu anda değişik kesimlere dağılmış sınırlı sayıda kadro, geçirilen yoğun ve sorumluluk isteyen dönemin ürünü olarak belli bir birikime, belli bir sorgulama gücüne ulaşmışlardır. Eldeki bu malzemeyi gizlilik, güç abartılması ve geçici başarılarla “koruyan” bazı kesimlerde yakın gelecekte bir iç prestij sorunu gündeme gelecektir. Yeni kadro arayışındaki yapılar, kendi kadrolarının gözündeki saygınlık, prestij ve nihayet inandırıcılıklarının sonsuz olmadığını göreceklerdir.
Şu açıktır, bugün kimi mücadele alanlarına küçümseyerek bakan grup, grupçuklar, belli bir süre daha keskin tavırlar ve tuhaf böbürlenmeler ile işi idare etmeye kalkarlarsa, ciddi iç sorunlarla karşılaşacaklar, giderek bir varlık sorunu ile başbaşa kalacaklardır. Bazı kesimler daha şimdiden bu sürece girmişlerdir. Bu süreci durdurmanın yolu, serinkanlılık, sorunların doğru tespiti ve çözüm yollarının açık açık belirlenmesidir.
“Yasal dergiyle bu işler olmaz”, “reformizmi bitiriyoruz” fetvaları ile, “bu işler” olmuyor, yürümüyor.
Türkiye sosyalist hareketi, yeni insanlar arayışına çıkarken, kendi insanları nezdinde de bir güvenirlilik testine girmiştir.
İki bölümlü, eşzamanlı bir sınava doğru gidilmektedir.
Örgüt, Parti: Mekanizmanın Çalışması
Gelenek Kitap Dizisi’nin bu sayısında sol kamuoyuna yönelik bir açıklama var. Bu açıklama, yazımda sözünü ettiğim sorunların aşılması için oluşturulacak kimi araçlardan sözediyor. Bu araçların nasıl kullanılacağı üzerinde duruyor.
Şimdi, Marksizmin tarihin malı olmuş geleneksel örgütlenme deneyimleri ile, bugün Türkiye’de oluşturulacak araçların uyum sorunu üzerinde durmak istiyorum. Gündeme gelen, getirilen araçlar karşısında duyulan isteksizliğin ve bazı haklı tereddütlerin giderilmesi ve doğal ki bazı konularda şimdiden gerekli güvencelerin hazırlanması için bu uyum, teorik planda da mutlaka gerekiyor.
Ama önce, bir hatırlatma daha…
Adı “Gelenek” olan bir yayında yazıyoruz. Çoğunluk “tutucu” olarak tanımlanan bir teorik konumlanışı temsil ediyoruz. Bu ve benzer sıfatlardan pek sıkıldığımızı da söylememiz güç.
Ancak, bir geleneğin sahiplenilmesi, o geleneğin yaşatılması sürecindeki sorumlulukların yaratıcı bir bakış açısını gerektirdiğini unutturmuyor.
Bugün geleneksel sol, uluslararası alanda önemli bir iç değişim dönemi geçirmektedir. En reformistinden, canlılıklarını koruyan köklü partilere kadar herkes içerisindedir bu değişimin. Ve bu değişimin glasnost filan bir yana tek bir nedeni vardır: Çıkışsızlık. Üstelik, yalnızca geleneksel solda değil, yeni solun tüm bölmelerinde yaşanıyor bu ve onlar da kervana katılıyorlar.
Bu çıkışsızlık, başlangıçta her yeni arayışı (hangi yönde olursa olsun) meşru kılmaktadır. Yeni arayışların önemli bir bölümü reformizmin çirkin türevleri olarak kurumsallaşmaktadır, ancak, yine de her yeni açılım bir gereksinim ve haklı bir kaygının ürünüdür, bu anlamda dikkate değerdir. Her toplumda alternatif arayışlar yaratılıp geliştirilmedikçe, en reformist çıkışlar bile en azından bir ilgiyi hakedeceklerdir.
Çıkış yolu anlamında önerecek bir şeyleri olmayanların susma zamanı gelmiştir.
Burada ne reformizme prim veriliyor, ne Marksizmin kimi kalıcı ilkeleri keşfe çağrılıyor, ne de bir geleneğin köşe taşlarının sorgulanmasına çanak tutuluyor. Başkaları yapar, biz yapmayız.
Ancak özellikle uluslararası planda yaşanan yeni deneyleri ilgisizlik ve sekterlikten uzak bir biçimde gözlemek gerekiyor. Bir Meksika, bir Yunanistan, bir Arjantin, bir Uruguay’da geleneksel yapılar adına önemli gelişmeler oluyor. Buralarda yeni araçlar, yeni olanaklar yaratılmaya çalışılıyor.
Ben kendi hesabıma, örneğin YKP’nin tüm sağa kayma sinyallerine karşın, inisiyatif kullanmaya yönelik girişimini saygı ile karşılıyorum.
Burada Türkiye sosyalist hareketinin özel bir misyonu gündeme geliyor. Türkiye sosyalist hareketi, benzer çıkışları tarihsel kazanımlara (ideolojik-teorik) bağlama şansına en fazla sahip olanlardan birisidir. Geleneksel sol içerisinde bir geleneği savunmada ısrar eden kesimlerin sayısı az değildir.
Ortada bir legal sol parti sorunu var. Bu partinin bir gereklilik olması yetmiyor. Sanırım bu partiye bir ilkesel “olur”, ilkeler açısından “olur” verilmesi de gerekiyor. En azından bazıları için. Bunun yapılabilmesi için, örgüt-parti konularında “ilkesel” olana gözatmak kaçınılmaz oluyor.
Daha önce yayınlanmış bir çalışma var: Parti ve Örgüt Teorisi. Aydın Giritli’nin Temmuz 1987 tarihli bu çalışması, Türkiye’de bu alanda yazılmış en yaratıcı ve en cesur yazılardan birisidir. Yazarın yeniden yazımını bekleyen kimi açık uçlarla beraber, bu yazının taşıdığı bir eksiklik üzerinde durarak konumuza bağlanmak istiyorum.
Parti ile örgüt arasında ne gibi bir fark var? Ve bu soruyla beraber partinin, işçi sınıfı partisinin tanımına doğru nasıl yol alınacak?
Partiden kasıt ille de yasal kimlik kazanmış bir oluşum olmadığına göre, Şili KP veya belli dönemlerde RSDİP’i parti olarak kabul etmemezlik edemeyeceğimize göre, tüzel kişilik bir ayırım oluşturmuyor örgüt ile parti arasında. Kongre yapmak, üyelik normları, program vs… Programın üzerinde durmak mümkün, ancak, bir örgüt de bu biçimsellikleri sırtlayabilir; sırtlayabiliyor.
Hem ayrım bu kadar silik mi?
Bugün benim bildiğim, yalnızca evet yalnızca Türkiye geleneksel solunda parti olduğunu deklare etmiş durumda tam 11 adet oluşum var. Şimdi durup düşünelim. Bu partilerden beş tanesinin adını hatırlayan ya da bilen, devlet istihbarat mekanizması dışında on bin kişi var mı? Bu yazıyı okuyanlardan başlayalım, 11’i tamamlayamayanlar olacağı gibi, “Hekimoğlu da amma cahil” diye düşünüp, kendi listelerini yapanlar çıkacaktır.
Partiyim demekle, herhangi bir örgüt olmaktan “parti” olmaya adım atılıyor mu?
Yoksa bu işin nesnel kıstasları var mı?
Öncelikle kapsamlılıktan sözetmek gerekiyor.
İşçi sınıfı partisi, ne olursa olsun, örgüt + harekettir. Parti adı altında anılan yalnızca bir iç halka değil, bir dizi dış halka, partinin imajı ve toplumun değişik kesimlerine yönelik olarak ürettiği hedef, yol göstericilik, tehdit vs.’dir. Ve parti, mutlaka siyasal iktidar için vardır! Bunu ilan etmiş, toplumun tüm kesimlerine açık açık hissettirmiş durumdadır.
Bir örgüt ise, önce ve esas olarak bir çekirdektir. Hareket alanını, toplumun ve sınıf dengelerinin yarattığı her düzleme göre değil, kendi özgür iradesi ile seçtiği düzeylerde belirler. Toplumsal-sınıfsal dengelerin gereklerini bu düzeylerde yerine getirir. Parti bir iktidar aracıysa, bir örgüt bu aracın organlarının önemli bir bölümünün oluşmadığı, eksikli bir yapıdır.
Ama bu da bir öncülüktür.
Öncülük her zaman mevcuttur, devrimin aracı ise, belli kesitlerde, kimi zaman…
Bu nedenle partileşme bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Ve devrimin güncelliği diye bir şey vardır. İşçi sınıfı partilerinin devrimin güncelliğine doğmaları… Böylesi bir kategorik sınır çizmek çoğu kez gerçekten yanlış ve anlamsızdır. Kısıtlayıcıdır. Çok sayıda örnek var, devrime uzak bu partiler bugün işçi sınıfı partileri olarak görülmeyecekler mi?
Bu olumsuzlama risklidir. Ancak, eğer parti bir iktidar aracıysa, ya devrimci duruma doğacaktır, ya da şu veya bu köklü parti her devrimci atılıma yeniden doğacaktır. Başka türlüsü mümkün değildir. Devrimci nesnellik, istikrar ve durgunluğun alışkanlıklarının aşılmasını gerektirir. Bunun bir yeniden doğuş olacağı açıktır.
Devrimci parti, bir formel yapının belli ilişkiler ve giderek genişleyen amorf halkalar halinde sınıf mücadelesine emdirilmesidir. Devrimci örgüt veya çekirdek, bu emdirme işleminin yöneticisidir; burada örgüt, parti oluştuktan sonra da ortadan kalkmaz.
Bütün bunlardan zaten örgüt teorisinin özüne ulaşmış oluyoruz: Öncülük… Örgüt, bu öncülüğün yöneticisi, parti bu öncülüğün devrime aracısıdır.
Bunun dışındaki “parti” adlandırmalarını, peşinen işçi sınıfı partisi olmamakla suçlamak elbette saçmadır ancak, teorinin özünü oluşturan mekanizmayı resmetmenin de başka yolu yoktur.
Bu mekanizma bugüne nasıl bağlanabilir?
Partileşme süreci, öncünün kendi dış halkalarını yaratma ve devrimin aracısını hazırlama sürecidir. Bu sürecin yaşadığı ön aşamalar, geçişler, ara yapılanmalar, sürecin ana temasına bağlandıkları oranda meşrudurlar.
Ve Türkiye’de legal sol parti gündeme gelmiştir. Sürecin hızlanması, yazımda vurguladığım sorunların aşılması için bir ara araçtır legal sol parti. Süreç, sorunlar ciddiye alınırsa, Türkiye’de de inisiyatifin ele geçirilişi yaşanacak, bir yaratıcılık örneği gösterilmiş olacak. Bu girişimin geleneksel kazanımlarla olan bağları ise, sanıldığından güçlüdür. Yalnızca özgüven gerekmektedir.
“Kitapta bu yoktu”cular içinse, iyi okumak tavsiye edilebilir.
İskra örneği var, Küba deneyimi var…
Partileşme sürecinin ara aşamalarından çok, doğrultusu ve kritik dönemde yaratılan aracın fonksiyonelliği önemlidir.
Bazı şeylerin daha önemli olduğu düşünülüyorsa…
Hoşgeldin güdüklük!
Legal sol parti bir sihirli değnek değil elbette. Veya atılacak başka adımların da böylesi bir patlatıcı gücü yok. Ancak bunlar somut çıkış yolu adaylarıdır.
Gerçekleşmeme olasılıkları var; bu durumda yeni çıkış yolları aranacak.
Hiçbir durumda çare tükenmeyecek.
Türkiye’de bir çıkış yolu mutlaka bulunacak…