Türkiye’de solun gündemine, beğenilsin beğenilmesin, damga vuran “birlik” tartışmalarının bugün hangi düzlemde seyrettiğine ilişkin değişik görüşler ileri sürülebilir. Bu görüş çeşitliliği içinde önce önemli bulduğum bir noktanın altını çizmek istiyorum.
Tartışmalarda, her biri kendi işlevine sahip, iki tür yaklaşımın geçerli olduğunu düşünüyorum. Bunlardan biri, gelinen noktayı ya da alınan mesafeyi görmeye, daha ileri mevziler için sabitleştirmeye yönelik derleyici, kucaklayıcı durum saptamalarıdır. Ancak, yararlarının ötesinde, bu türden saptamaların daha çok sevilip tercih edilmesi giderek yerleşiklik kazanırsa, tutucu bir etki de doğabilir. Bir çuval inciri berbat etmeme adına söze kilit vurmak, düşünceyi de gemlemek anlamına gelir. Bundan kaçınmak gerekir.
Yukarıdakinin almaşığı değil, ama yerine göre tamamlayıcısı, yerine göre de sürükleyicisi olabilecek bir etmen, özgün ve öncü görüşlerin ortaya atılıp tartışılabilmesidir. Geçerli ikinci yaklaşımı da bu oluşturuyor. Birlik tartışmalarının, dayatmacı ve bağnazca değil de birer tartışma bazı olarak ileri sürülmeleri koşuluyla, en çok bu türden özgün ve öncü katkılara gereksinimi vardır. 1
Söylediklerim, bu yazının tanıtımı anlamında bir giriş değil, birlik tartışmalarına katılan marksistlere yapılmış bir çağrı olarak alınmalıdır. Gerçekten de bu kısa değerlendirmede öyle özgün görüşler olduğunu iddia ediyor değilim. Ama belki bir üslup belki de bir yaklaşım tercihi olarak şunu belirtmek istiyorum: Özellikle birlik tartışmalarında, sorunun istisnasız tüm veçhelerinin, oluşmuş hassas dengelerinin hep birlikte ele alınması, kollektif çalışmanın bir ürünü ya da sonucu olarak ortaya çıkmalıdır. Yoksa, bireysel düşünceleri ve katkı önerilerini de bütünüyle ön belirleyen bir “veri” olarak değil. Öbür türlüsü bizi, birlik tartışmalarının katılımcıları tarafından temsil edilen entellektüel potansiyelin büyük bölümünü atıl bırakan bir konuma itecektir.
Dediğim gibi bu yazı “yeni” düşünceler getirmiyor. Yalnızca, yeni düşüncelerin hangi alanda aranabileceği konusunda bir öneride bulunuyor. Bu alanın, birlik tartışma ve süreçlerine karşılık düşen gerçekliğin ancak bir bölümü olduğu söylenebilir. Ve bu doğrudur da. Ama açık konuşmak gerekirse, ilerleme ve sıçramaların da ancak seçilmiş özel alanlara (elbette bunların doğru seçilmesi koşuluyla) yapılacak özel vurgularla gerçekleşebileceğini sanıyorum.
Yukarıdaki ilk yaklaşımı aşırı soyut bulanlar için bir ölçüde daha açık, üstelik birlik tartışmalarıyla bağlantısı daha doğrudan şeyler de söylenebilir.
Birlik tartışmaları sürecinde, tarafların birbirlerine olan saygısı ve birbirlerinin meşruiyetini kabullenişi, zaman zaman “epistemolojik” özü hayli tartışmalı bir kavramla da ifade edildi: Doğru’nun parçalılığı! Bu durumda taraflardan her biri kendi adına doğrunun bir bölümünü temsil ediyor, onu cisimlendiriyor olabilirdi…
Doğrusu bir katılımcı olarak hiçbir zaman “acaba ben hangi doğru’yu ya da doğru’nun neresini temsil ediyorum” diye kendi kendime sormadım. Kimsenin sorduğunu da sanmıyorum. Çünkü haklı olarak, kimsenin Doğrular İmparatorluğu’ndaki beyliklerden biri olmayı kabulleneceğini sanmıyorum. Sosyalist mücadelenin içinden gelen ve içinde olan insanların böylesine metafizik bir aşkınlık konumunda olmaları bence mümkün değildir. Peki, salt kibarlık mı? Karşılıklı meşruiyet kabulünün biraz da zorlama bir söylemle takviyesi gereğinin duyulması mı?
Bu kadar basit ve ucuz da değil. Bence yerine yarım oturmuş bu sözün ardında başka bir gerçeklik yatıyor. Konunun, birlik tartışmalarının bundan sonrasını da belirleyecek önemli ve bence yok edilmesi mümkün olmayan öznel belirlenmelerle ilişkili olduğunu sanıyorum. Birliğin başarısı da bu öznel belirlenimlerin karşılıklı kabullenilişine bağlıdır.
Konuya daha doğrudan bir giriş için yaygın olduğunu sandığım şöyle bir kuşkuyu ele almakta yarar var: Bugün birlik diyenlerden bir bölümü, ya bir yerlerde sakladıkları “mutlak doğru”yu günü gelince piyasaya sürmek üzere pusuya yatmışlarsa?
Birlik sürecinin sağlıklı gelişebilmesi için bu konuyu dürüstçe tartışmakta yarar var. Tartışırken, kendimce tanımlayabildiğim ve sahiplendiğim bir anlayıştan hareket edeceğim. Çok özet olarak ifade edilirse bence marksizm kimseye her sezgiyi istenildiği an düşünce, her algılamayı da gene istenildiği an çözümleme biçiminde dışa vurma, dillendirme olanağı vermez. Bununla şunu anlatmak istiyorum: Marksistlerin de verili her an için henüz bilince tam çıkmamış (bilgi olmamış) sezgileri, duyarlılıkları, dürtüleri, bağlanmaları vb. vardır. Bunlar da, en az dillendirilmiş düşünce ve çözümlemeler kadar meşrudurlar. Dahası, marksist konumun asal bileşenleri olarak onun içindedirler. Marksistler ancak bu konumlarıyla belirli bir kurgusal bütünlüğün (mutlak doğru’nun değil) temsilcileri olabilirler.
Kuşkusuz her marksist hem bireysel olarak hem de içinde bulunduğu kollektivite aracılığıyla sözünü ettiğim bu bileşenleri olgunlaştırmaya, nesnel bir söyleme oturacak biçimde geliştirmeye çalışır. Ama arada yenilerini de edinir ve süreç böyle devam eder. Önemli olan şunu görmektir: Marksist konumun dışsal ölçütü elbette dillendirilen, dışa vurulan düşünce ve çözümlemelerdir; ama bir bütün olarak marksist konumun kendisi bunlardan ibaret değildir. Üstelik yeterince bilince çıkmış, nesnel ifade olanaklarını bulmuş düşünce ve çözümlemeler de yeniden ve yeniden ek sezgileri, duyarlılıkları, dürtüleri ve bağlanmaları davet edeceğinden konuya “düşünce ve çözümlemelerini söyle, gerisini terket” biçiminde yaklaşılamaz. Kimsenin marksizmini bir bıçakla ikiye bölemezsiniz. Ayrıca marksizm birinin ötekini her konuda ikna etmesini mümkün kılacak nesnellikte ve bitimli (finite) bir dizge de değildir. Hiç tereddüt etmeden ekliyorum: Her kimin marksist formasyonu yazıp söylediklerinin verili bir andaki toplamıyla tüketilebiliyorsa, o, gelişme dinamiği olmayan sığ bir marksisttir.
Sanırım buradan bazı somut sonuçlara ulaşmak güç olmayacaktır. Birincisi: Birlik sürecinin temeli, ne marksizm anlayışlarını tümüyle özdeşleştirme gibi boş bir hayal olabilir, ne de “doğru’nun parçalılığı”. Birlik sürecinin temeli verili bir an için dışa vurulmuş bu anlamda nesnelleştirilmiş düşünce ve çözümlemelerin ortak ve uzlaşabilir yönler taşımasıdır. Motor, burada aranmalıdır. İkincisi: Eğer birlik deniyorsa her marksistin ya da marksist kollektivitenin arka plan rezervi ya da “yakıtı” da peşinen meşru kabul edilmeli, ayrıca bu konum “pusuya yatıp günü geldiğinde dayatmacı olma” türünden (kimilerinde gerçekten de olabilecek) planlarla bir tutulmamalıdır. Üçüncüsü: Bütün bu söylenenler bağlamında, örneğin ben kendi adıma, geniş marksist kesimleri ve görüşleri kapsayan, klasik leninist örgütlenmeye de denk düşmeyen, ama güçlü ve Türkiye’nin günlük politikasında ağırlığı hissedilecek bir partiyi zorunlu (“gerekli” yerine “zorunlu” sözcüğünü seçerek kullanıyorum) görüyorum. Ama aynı şekilde böyle bir partinin gelecekte başka dinamikler doğurup yeni şekillenmelere yol açması olasılığını da doğal buluyorum. Bu düşüncelere herhangi birinin ipotek koyma hakkı ve gücü olduğunu da sanmıyorum.
***
Birlik tartışmaları sürecine farklı yaklaşan kesimlerle bazı konuları tartışmak istiyorum. “Farklı yaklaşan” derken, oldukça geniş bir kesimi kastediyorum. Bugüne dek gerçekleşenlere belki anlaşılabilir, ama gene de artık piçleşmiş bir sinizm içinde yaklaşanlardan “şu kadarına tamam sonrası olmaz” diye hep sınır çizmeye çalışanlar kadar. Doğrusu görünürdeki önemli konum farklılıklarına karşın bu kesimlerin en azından bu konuda neredeyse özdeş bir çıkış noktasına sahip olduklarını düşünüyorum.
Hepsinin paylaştığı bir nokta, bugün Türkiye solunun marksist politik terimlerle belirlenmiş haritasında boş yer bulunmadığı inancıdır. Bu inancı ya da düşünceyi birbirinden çok ayrı konumdaki kesimlerin bile paylaştığından hiç kuşku duymuyorum. Sözgelimi ortadaki sürece peşinen düşmanca bir tutum alanlarla, buradan en çok “eylem birliği”, “blok” vb. gibi birtakım şeylerin çıkabileceğini söyleyenlerin kalkış noktaları aynıdır: Ortada bir boşluk yok ki kim nereyi dolduruyor?
Burada yeniden hatırlatılabilir: Boşluk, olup olmadığı, fiilen yaratılıp yaratılamadığıyla belli olacak bir olgudur. Bu anlamda verili birlik girişimi de, yapıların arasında sıva olmaya çalışmaktan çok, kapatılmasının ancak kendisiyle mümkün olabileceği mesajını taşıyan bir boşluk yaratma çabası içinde olmalıdır. Bunun iki yolu ya da aracı görülüyor. İlki, birlik girişiminin, nicel anlamda solun en azından küçümsenemeyecek bir kesiminin destek ve katkısını alabilmesidir. İkincisi ise, Türkiye sosyalist hareketinin teorik, ideolojik ve politik gündemine tek tek grupları ve örgütleri aşan bir yetkinlikle yerleşebilmesidir.
Doğrusu bu noktada bir açmazı ya da kısır döngüyü fark etmemek çok güç. Nicelik ve çeşitlilik anlamında kucaklayıcı olma zorunluluğu teorik-ideolojik açılımlarda bir dengeciliği ve ortalamacılığı da birlikte getirmez mi? Eğer ortaya çıkan böyle bir dengecilik olursa, bununla tek tek sol yapılarda mevcut özel teorik-ideolojik birikimi aşmak nasıl mümkün olacaktır?
Bence bu kısır döngünün aşılabilmesi mümkündür. Bunun için de yararlanılabilecek üç olanak görülüyor. Birinden daha önce de söz edildi: Birlik girişimi kendi entellektüel potansiyelini mümkün olduğunca tam gerçeklemeye çalışmalı, bu konuda belirli ihtiyat sınırlarının ötesinde bir ürkeklik içine girmemelidir. Daha açık söylenirse, kollanması gereken tüm dengelere karşın gene de solun mevcut yapıları nezdinde de bakir alanlar bulmak, bu alanlarda hem kucaklayıcı, hem de girişime otorite sağlayıcı yetkin çözümlemelere ulaşmak mümkündür. Bu, girişimin birinci potansiyel gücüdür.
İkincisi ve bence en azından şu an için daha önemlisi ise, “birlik” kavramının kendi başına yarattığı ve bence hiç küçümsenmemesi gereken etkinin sonuna kadar kullanılmasıdır. Kimi işlerin belirli bir birliktelik içinde kotarılabilmesi, teorik-ideolojik ortalamacılıkları örten ve geri plana düşüren bir çarpıcılık taşıyor bugün Türkiye’de. Bunu asla küçümsememek, “yapay” saymamak gerekiyor. Daha ilk adımda Türkiye solunun değişik yapılarının, kendi özgün ideolojik birikim ve inceliklerinden bir bölümünü başkalarıyla birlikte olmak için yedeğe almayı kabullenmeleri önemli bir olgudur. Eğer bu daha gelişkin ve inceltilmiş, ama gene de birliğin tabanını koruyan başka adımlarla birleştirilebilirse, etki daha da güçlenecektir.
Üçüncü “olanak”a gelince, bu başlıbaşına bir konu oluşturuyor.
***
Solun haritasını büsbütün dolu görenlerin gözden kaçırdıkları çok önemli bir nokta olduğunu sanıyorum. Bu, zaman zaman başka ülkelerin deneyimlerinde de görülen, Türkiye’de ise ilk kez son dönemde özel belirginlik kazanan bir olgudur. İki boyuta sahip ve bu boyutların şöyle özetlenebileceklerini sanıyorum:
- Türkiye’de bir yanda marksizm, öte yanda ise sosyalizm ve “devrimcilik”, ilk kez bu denli ayrı düzlemlere oturuyor; aralarındaki ilişki ilk kez bu denli dolaylı bir nitelik kazanıyor (bunları elbette hep göreli olarak söylüyorum).
- Türkiye’de, daha örtük biçimde de yaşansa solun kendi içindeki en önemli ayrım, sosyalist hareketin sorunları için marksizme bir lojistik destek dönüşü yapanlarla, böyle bir dönüşe gerek görmeyenler arasındadır.
Yukarıdaki iki noktanın en doğrudan, güncellik açısından da en anlamlı sonucu şudur: Genel olarak marksizm ile özel olarak Türkiye’deki devrimci mücadele arasındaki denklemin bugün bir kez daha, baştan kurulması gerekmektedir. Sorunu böyle görenler (bu konuda yalnız olmadığımızı sanıyorum) denklemin kurulmasına, kuşkusuz az önce sözünü ettiğim dillendirilmemiş öznel sezgiler, bağlanmalar ve bütünsellikler aracılığıyla yaklaşacaklardır. Bunların arasında önemli uyuşmazlıkların olabileceği de açıktır. Ama her şeye rağmen, sorunu bu temel çerçeveden görmekte buluşmak bile Türkiye’nin bugünkü koşullarında yakalanmış son derece önemli bir ortaklıktır. Bugün hakkı verilmesi, gereğinin yapılması, sonuna dek yararlanılması, nereye dek gidilebileceğinin sınanması vb. vb. gereken ortaklık bence budur. Dahası, armudu yakın akrabası ahlattan çok elmaya yakın kılabilen de budur.
Buradan hareketle sıçranabilecek ikinci bir aşama ise şudur: marksizm ile Türkiye’deki devrimci hareket arasındaki denklemi belirli bir kollektivite içinde yeniden kurmaya yönelik her başarılı adım, ortadaki “doluluk” yanılsamasını da giderecek, başka deyişle doldurmaya aday olduğu boşluğu daha belirgin hale getirecektir. O zaman, “doluluk” iddiasının gerekçesi sayılan ideolojik, politik, örgütsel her varlık zahiri olarak kapladığı yerden geriye, kendi dar alanına çekilecektir.
Yalnızca Türkiye’de yaşandığını iddia etmek mümkün değil. Ama sanırım bizde özel bir belirginlik, sivrilik kazanıyor: Bu ülkede, örgütlü politik etkinliklerle ilişkisi ancak dolaylı sayılabilecek, göreli olarak ayrı ya da özerk bir marksizm alanı olmamıştır. Belki de daha önemlisi, Türkiye’nin pratikçi geleneği nedeniyle örgütlü politik hareketlerin içinde de gelişkin marksizm alanları yaratılamamıştır. Daha çok görülen, marksizmin örgüt ve eylem içine soğurulmuş belirsiz bir nüve olarak kalmasıdır.
Ve bunun bir “sorun” olabileceği de uzun süre farkedilmemiştir. Şimdi, uğranılan ağır yenilgilerin ertesinde, Türkiye sosyalist hareketi en azından bir bölümüyle kendine bir marksizm alanı aramaya koyulmuştur. Örgüt, mücadele, iktidar ve genel sosyalizm anlayışlarının ona göre yeniden yerli yerine oturtulacağı temel bir alan kısacası…
Kim ne derse desin, ben bu süreci çok önemli bir evre olarak değerlendiriyorum. Önemi soyut düzeyde de teslim edilebilecek böyle bir sürece bir de örgütlü-örgütsüz değişik kesimlerin ortaklaşa katılmaları işi daha da çarpıcı ve anlamlı hale getiriyor. Türkiye’de sosyalizmin sorunlarının günün gerekli ve olanaklı kıldığı çözümlere bağlanmasında aynı sürecin en önemli halkayı oluşturduğuna inanıyorum.
“İyi de devrimcilik-reformculuk ayırımına ne oldu?”
Biliyorum, bu sorulacak. Ona geçiyorum.
***
Eğer bir yerlere dökülecekse (ki dökülmesi gerekir) ellerdeki radikallik iksirinin belirli nesnelere değil yukarıda anlatmaya çalıştığım sürece dökülmesi, aktarılması gerekir. Çok açık söylemek gerekirse bu sürece dönük olmayan, bu süreci temel almayan Türkiye sosyalizmi için özgün bir marksizm alanı yaratılması görevini farketmeyen, örgütlü mücadelenin lojistik destek için mutlaka bu alana dönmesi gerektiğini anlamayan kesimlerin radikallik ya da devrimcilik iddialarını da bir yerden sonra çok ciddiye almamak gerekir.
Gene de sorulabilir:
- Aynı işi, solun radikal kesimleri kendi aralarında yapsalardı daha ileri düzeyde adımlar daha çabuk atılmaz mıydı?
- Sözü edilen süreçte “reformcu” “inkarcı”, “yeni solcu” vb. ögelerin de bulunması rahatsız edici değil mi?
İlkine vereceğim yanıt çok açık. İnkâr etmiyorum: “Aynı işi” solun radikal kesimleri kendi aralarında yapabilselerdi, yapabilecek konumda olabilselerdi, gerçekten çok iyi olurdu. Bu durumda tek dezavantaj, içerik değil de nicel olarak daha sınırlı bir tabana dayanmaktan ibaret olurdu. Ama, kimse kusura bakmasın, ben “radikal”ler arasında, bir yana kendisini, öteki yana da bir bütün olarak marksist teorik yapılanmayı ve Türkiye sosyalist hareketinin genel sorunlarını koyarak muhasebe yapabilen, bu anlamda da kendine bir ölçüde dışarıdan bakmayı becerebilen bir kesim pek görmedim. Elbette “muhasebe” yapıyorlar. Ama terazinin öteki kefesindekiler nedense süreçler değil hep belirli nesneler oluyor. Bu nesneler de genellikle “en çok kızılan”, “geçmişte kazığı yenilen”, “kendisinden henüz yeni kopulan” ya da tersine “kendisine yakın gibi duran” başka gruplar arasından seçiliyor. Bu da ne yazık ki onları oldukça kısır bir konuma yerleştiriyor. İnsan biraz da A, B, C ve D çizgilerinin “yanlış tavır”larının eleştirisi ötesinde, bu dolayıma gerek duymayan çözümlemeler görmek istiyor. Ama olmuyor. Ayrıca bir örnek olarak ve geçerken hatırlatmak istiyorum: Diyelim TBKP’nin 85 sonrası konumuna karşı “Yaşasın DİSK”li, “UDC”li, Laz İsmail’li, “İleri Demokratik Devrim”li, “ulusal burjuvazi”li, “sol sosyal demokrasi”li günlere özlem duyanlar olabilir. Anlayışla karşılamak gerekir; bu bazı kesimlerin özel sorunudur. Ama böyle bir özlem üstünde başkalarıyla birlikte radikallik inşa edilmez.
Diyelim, baştan bu yana sözünü ettiğim sürece radikallik dışında, “reformizmi”, “yeni solu”, “inkarcılığı” şırınga etmek isteyenler de var. Bu da bizi az önceki sorulardan ikincisine götürüyor. Hemen söylemeliyim. Henüz ortada somut bir örgütsel-politik birliktelik gündemi yoksa, yapılan iş son tahlilde ve az önce açıklamaya çalıştığım gibi genel olarak marksizm alanı ile Türkiye’deki devrimci mücadele arasındaki denklemin yeniden kurulması ise, böyle bir süreçte gerçekten reformist olanla gerçekten devrimci olan yaklaşımların kozlarını açık açık paylaşmalarını çok yararlı buluyorum. Sözgelimi insanın, reformizmin boyunun ölçüsünü ortak tartışma sürecinde görmek istemesinden daha doğal ne olabilir?
Ancak bu güvencelere karşın, sözü edilen süreci bekleyen bazı tehlikelerin olduğunu da gözardı etmemek gerekir. Dediğim gibi içinde bulunulan sürecin hem en önemli, hem de en saygıdeğer yanı Türkiye sosyalist hareketinin bir bölümünün kendine bir marksizm alanı tanımlamaya çalışmasıyla ilgilidir. Bu işte kendi göbeğimizi kendimizin kesmesinden daha doğrusu yoktur diye düşünüyorum. Bir başka deyişle kendimize marksizm alanı tanımlarken, özel ve tercihli yakınlıkların bir yarar sağlayacağına inanmıyorum. İsim de vereyim: Luxemburg’ dan, Gramsci’den, Troçki’den, Buharin’den ve Gorbaçov’dan, bırakın belirli bir birlikteliği korumayı, kendi başına bizi ileri sıçratacak bir “yeniden keşif katkısı geleceğini ben kendi adıma hiç düşünmüyorum. Hemen ekleyeyim: Bu isimlerin hepsi marksizmin içindedir; hepsinin, hepimize vereceği, esinlendireceği şeyler olabilir. Sözünü ettiğim, öznel konumların ötesinde birliğin kendisinin bunlardan birine yönelecek özel yakınlıklarda aranmasıdır. Yanlış olarak gördüğüm budur.
***
Devrimcilik-reformizm tartışmaları konusunda birkaç ek noktaya daha değinme gereğini duyuyorum.
En açık biçimde söylenirse bugün Türkiye’de solun küçümsenemeyecek bir kesiminde “devrimcilik”, marksizmle zaten öteden beri zayıf olan bağlarını daha da koparmış, onun teorik-pratik dağarcığına başvuruları bile gereksiz kılmış, kendi özel parametrelerine, olduğu kadarıyla çözümleme araçlarına, jargonuna, eylem ve mücadele anlayışına sahip bir ekol haline gelmiştir. Bu kesimlerin “marksizmi reddettiklerini” söylüyor değilim. Akıllarından bile geçmediğine eminim. Ama son tahlilde marksizm onlar için “bir yerlerde duran” bir kalın kitaptır. Aslolan ise “devrimcilik”tir. “Devrimci” olduklarını inkâr etmek de mümkün değildir. Elbette devrimcidirler. Ama marksizm denilen sistemin bütünü ile “devrimcilik” denilen kategori arasındaki bağlar artık iyiden iyiye belirsizleşmiştir. Şu an için bunun en belirgin örneğini devrimci demokrat kesimler oluşturuyor.
İşin ilginç yanı, devrimci demokratlar dışında kalan, marksist çıkış ve konumları daha belirgin kesimlerde de bu yönde eğilimlerin boy göstermesidir. “Reformizme karşı mücadele” gereğinin bu kesimleri, marksist olmak ile devrimci olmak arasındaki ilişkiyi biraz ters bir açıdan görmeye ittiğini düşünmek mümkün.
Bütün bunlardan söz etmemin nedeni ise şu: Türkiye’de bugün devrimci olan, devrimcilik yanı net ve belirgin bir marksist yapılanmaya gereksinim vardır. Ve bu ivedi bir gereksinimdir. İki yoldan olabilir. Marksizm devrimcidir, devrimciliktir; içinden devrimcilik çıkarmak için zorlamalara gerek yoktur. Ama bu yeterli değildir. Tam olması için, marksizm ile belirli bir ülke için düşünülen devrim perspektifinin tek bir bütünlük içinde eritilmesi gerekir. Öteki yol da mümkündür. Devrimci olanlar, devrim isteyenler, aradıklarını marksizmde bulacaklardır. Ama onları da aynı görev beklemektedir: Devrim ve devrimcilik anlayışlarını marksizmin kategorileri, çözümleme araçları ile bütünleştirmek içselleştirmek…
Kimsenin kuşkusu, endişesi olmasın. Türkiye’den “Marksolog” çıkmaz. Türkiye’den mücadeleye, örgütlenmeye uzak bakan etkili marksist çevre çıkmaz. Hele bundan sonra hiç çıkmaz. Ama Türkiye’ den marksizmi en çoğu bir uzak raf referansı olarak gören devrimci çıkar. Türkiye’deki devrimci akımlardan bir bölümünün marksizmle ilişkilerinin bundan sonra daha da dolaylılaşacağını sanıyorum.
Bu durumda, ortada gerçekten bir boşluk vardır. Ve bu öyle klasik anlamda “ortada” olan bir boşluk değildir. Türkiye solunda bir yön açık, öteki kapalıdır. O halde can alıcı sorun, marksizmle devrimciliği Türkiye toprağında kaynaştıran bir yapılanmanın ortaya çıkarılmasıdır.
Türkiye’nin sosyalist geleceği de, bence bu yapılanmadan hareketle şekillendirilebilir. Ancak böyle yetkin bir yapılanmadan hareketle. Bunun dışındaki denemeler kolaycılıktır. Kolaycılık her iki yanda da olabilir. Türkiye’nin Avrupa ile bütünleşme planlarına bakıp ülkenin geleceğine bugünden reformizm kaftanı biçmek ne ölçüde kolaycılıksa bir yerlerde okunan “seçmeli caydırıcılık doktrini” ile Kürt ulusal hareketini üstüste koyup bundan Türkiye’nin sosyalist geleceğini çıkartmak da o kadar kolaycılıktır.