Türkiye siyasi tarihine baktığımızda hemen her iktidarın veya iktidara talip olan siyasi yapıların, farklı içerikle de olsa halkçılık ideolojisini ve söylemini kendi ideolojik çerçevelerinin dışında tutmadığını görebiliriz. Hatta halkçılığı, bir siyasal ideoloji şeklinde açıkça formüle etme zorunluluğu bile duymuşlardır diyebiliriz. Böyle bir sahiplenişte de dolaysız olarak bizzat sahiplenenin Türkiye nesnelliğini yorumlamadaki yöntemine ve temsilcisi olduğu sınıfsal çıkarlara bağlı olmuştur. Bu yüzden de halkçılık kavramı, her örgüt ve siyasal yapının ağzında ayrı bir form kazanmıştır. Hatta aynı siyaset, halkçılığı farklı zamanlarda farklı yorumlayabilmiştir. Böylece tüm cumhuriyet tarihine yayılan ve en önemli ideolojik ögelerden biri olan halkçılığın, bugün için kavram kargaşası yaratabilecek bir tanımlanma çeşitliliği oluşmuştur.
Bu yazıda burjuvazinin kullandığı halkçılık motifi üzerinde durduktan sonra, sol hareket içinde egemen olan halkçı anlayışı, kısaca birbirine bağlanabilecek bir önermeler bütünü ile ifade edeceğiz. Daha sonra yeni çıkmış olan bir kitap üzerine; Osman Devrez’in “Sosyalist Hareket ve Halkçılık” kitabı üzerine eğilip, Türkiye sol hareketi içinde halkçılığın belli başlı tezahürlerine işaret edeceğiz.
Burjuva İktidarlarında Halkçılık
Türk Ceza Kanunu’nun bilinen maddeleri şöyle başlar: “Bir sınıfın diğer bir sınıf üzerinde tahakkümünü tesis etmek…”. Ve aynı yasaların yapıcıları, kendi yasalarında varlığını açıkça ifade ettikleri sınıfları yok saymaya, gerçeğin üstünü örtmeye, buna uygun bir söylem tutturmaya gayret ederler. Kendi siyasal partilerinin propagandasının başlıca hedefi, güttükleri siyasetin bir sınıf siyaseti olduğunun gizlenmesidir. Demagoji en çok bu yolda kullanılır. Halk kelimesi, sınıf kavramının üstünü örttüğü için onlarca benimsenen ve söylemde en çok kullanılan sözcüklerden biri olur. Sermaye sınıfı, işçi, köylü, büyük toprak sahipleri, küçük üretici vs., hemen herkes bu kategorinin içinde düşünülür. Yapılanlar uygulamalar “halk”ın yararınadır.
Şu açıkça ifade edilebilir: Burjuvazi açısından halkçılık, sınıf egemenliğinin örgütlenmesi ve bu örgütlenmenin devamının sağlanmasında bir ideolojik argüman işlevi görür.
Kapitalizmin yükseliş döneminde, halkçılık belli bir mücadele şeklinin taşıyıcısı olmuştur. Günümüzde ise, ayrı bir siyasal panorama üzerinde yükselen toplumumuzda, farklı bir politik amaç için kullanılıyor. Bu sefer başka bir mücadelenin örtücüsü olarak işlev görüyor. Sınıf mücadelesinin unsurları üzerine, mevcut iktidarca halı gibi örtülüyor. Zamanında belli kesimleri hareketlendirebilen, politik talepleri arkasına takabilen bu kelime artık ataletin, hareketsizliğin türevlerini oluşturabiliyor. Burjuvazinin elinde sınıf bilincinin törpüsü olarak işlev görüyor.
Burjuvazi, halkçı söylemini söz konusu işlevleri yerine getirebilmesi için farklı demagojik yanılsamalarla bütünleyebilmektedir. Bunlardan en önemlisi devlet kavramını gerçek içeriğinden ve ilişkilerinden soyutlayarak sunmasıdır. “Halk için var olan ve farklı çıkar gruplarından, sınıflardan bağımsız bir devlet.”1 Bu devlet siyasetin tam göbeğinde yer alır ama politikadan bağımsız olduğu iddia edilir. ‘Orduya, polise siyaseti sokmayın’ denir. Gerçekte ise, söylenmek istenenin, “Bırakın şimdiye kadar olduğu gibi, bizim siyasi tekelimizde kalsınlar. Çünkü onlar, sınıf egemenliğimizin örgütlenmesinin siyasal aygıtı olan devletin temel kurumlarıdır” olduğu görülmelidir.
Devletin sınıf içeriğinden bağımsız algılatılması, bu aygıta bir ‘Devlet Baba’ imajı kazandırılması, devlet gücünün yönetici sınıflardan bağımsız, özerk olduğunu göstermek için kullanılır. Bu yolla devletin ekonomik ve toplumsal yaşamın denetçisi ve düzenleyicisi olduğu, iktidar olan ayrı sınıflara ait değil fakat aynı toplumsal proje içinde farklı programlara sahip olan hükümet olabilecek siyasal partilerce yönlendirilebileceği ima edilir. Bu mekanizma sayesinde ekonomik programında devletçiliği dışlamayacak siyasal partilerin, toplumsal adaletin sağlanmasında yeterli olabileceği ifade edilmiş olur.
Türkiye’de, burjuva partilerinde devletçilik, halkçılık ve milliyetçilik birbirini tamamlayan bir ideolojik bütün oluşturmaktadır.
Böyle bir biçimlenmeye en iyi örnek, tabii ki, kemalizm ve tek parti iktidarı dönemidir. Ancak bileşimindeki dozları ne olursa olsun, şimdiye kadar hiçbir iktidar Türkiye’de bu formülün dışında bir yapılaşma üzerine oturmamıştır. Döneme göre değişebilen birtakım eklemeler-çıkarmalar, bütündeki öncelik sıralamasında değişme veya bütünü oluşturan herbir ögenin içeriğinin farklı yorumlanması dışında bir sahiplenme veya ret yaşanmamıştır. Buna, Demokrat Parti iktidarından, 27 Mayıs devrimcilerine; 70’lerin CHP’sinden, 12 Eylül’cülere ve ANAP hükümetine kadar her iktidar dahildir.
Sol Hareket ve Halkçılık
Kapitalizmin gelişimi ile birlikte bu üretim ilişkilerinin öğütücü çarkları arasında kalmaya başlayan küçük burjuvazi ve daha çok onun kaybeden kesimleri, doğal olarak toplumun diğer iktidar dışı kesimleri ile bütünleşmesine ve o yolla iktidara geçmesine olanak verecek ideolojiler geliştirme eğilimine girdi. Halkçı anlayış da genelde işte bu eğilim üzerinde filizlendi ve sosyalist hareketin bir hastalığı olarak kaldı.
“Temelde halkçılık ideolojisi kapitalistleşme süreci içinde ortaya çıkan mülksüzleşme tehdidi ile karşı karşıya gelen grupların tepkisinden kaynaklanmaktadır. Bir bakıma, halkçılığı, yok olma tehdidi ile karşılaşan küçük ve orta mülkiyetin dünyaya bakış açısı saymak mümkün olabilir. Esas olarak halkçılık, küçük mülkiyetçi grupların ideolojisi ve varlık manifestosudur.”2 Ve halkçı anlayışın sosyalist hareketteki her tezahürü de bir küçük burjuva hastalığı olarak kabul edilebilir.
19. Yüzyılın ikinci yarısı, halkçı retoriğin sol hareket içinde kendini göstermeye başladığı dönem. İlkin Rusya’da, oldukça gelişmiş bir hareket olarak ortaya çıkıyor. Lenin, “Halkçılığın kaynağını, toprak köleliğinin kaldırılmasından sonraki Rusya’da, küçük üreticiler sınıfının hakim olmasında aramalıyız.”3 diyor. Narodnik hareket kapitalist gelişme içinde kaybeden grupların özlemlerini yansıtıyor, onların bakış açısından Rusya’daki kapitalist gelişmenin eleştirisini getiriyor. Sınıf temeline oturmayan bu eleştiri, küçük burjuvaca bir romantizm ve yüzeysellik taşıyor.
“Aydınları ve memleketin siyasi-hukuki kurumlarını, belli sosyal sınıfların maddi menfaatlerine bağlayan bağlar tanınmazlıktan gelinerek, onlarda tarihi başka yöne itecek, tarihin yolunu değiştirecek güçte bir kuvvet görülüyor.4 Böylece Çarlık Rusyası’nda devletin sanayileşme sürecinde aktif rol oynamasının, sürecin yaratacağı eşitsizliklerin sınırlanması ve kitlelelerin yoksullaşmasının önlenmesi açısından yararlı olabileceği ileri sürülüyor. “Rus popülistleri, burjuvaziye gelip geçici bir şey diye bakıyorlar. Onu devlete bağlayan bağları görmüyorlar ve saf bir Rus köylüsü edası ile tam da gidip burjuvazinin menfaatlerini savunan devletten medet umuyorlar.”5
Narodniklerin çarlık rejimine karşı gerçekleştirmek istedikleri devrimin temel gücünü, aydınlarca yönetilen köylüler oluşturmakta. Böylece narodniklerin taşıdığı anti-kapitalist öz, boy atacağı toprak olarak köylülüğü ve onun orijinal olduğu iddia edilen ortak toprak tasarrufuna dayanan köy komününü seçiyor. Narodnikler emekçi sınıfların devrimci gücünü ve kapasitesini göremeyerek, sınıfların rolünü yadsıyorlar. Sınıf mücadelesinin mantığı kavranmayınca, toplumların tarihsel gelişimi için de, kahramanların rolünün abartılmasına gidiliyor.
Narodnikler, diyalektik materyalist tarih anlayışının ve onun yönteminin dışındalar. Çıkarttıkları sonuçlar ve yaşadıkları pratiklerin taşıdığı zaaflar direkt olarak, üzerine basmaya çalıştıkları zemin ile ilintili. Çünkü bu zemin tarihin motoru olarak sınıf mücadelesini ve bu mücadelenin temel gücü olarak işçi sınıfının kabulünü içermiyor. Gerek Rusya’da narodniklerin gösterdiği çeşitlilik, gerekse daha sonra dünyanın çeşitli bölgelerinde kendini gösteren halkçı akımlar, içerdikleri ögelerin yöresel motiflerle işlenip farklılık arzetmesi ve temel çıkış noktalarının tam bir benzerlik göstermemesine karşın, yine de çoğunlukla yukarıda ifade edilen zemin üzerinde şekilleniyorlar. Narodniklerin yukarıda kısaca anlatılan bazı temel özelliklerini sonraki halkçı hareketlerde de görebilmemiz, bu şekillenmeyi daha da anlaşılır kılıyor.
Tarih sahnesine çıkan halkçı akımlar, belirli bir kategori içinde sunulabilecek ortak özellikler taşımaktadırlar. Bu özellikler; farklı bir öncelik sırası, bazı ekleme ve çıkarmalar söz konusu olsa bile, hemen her halkçı akım için şu şekilde sıralanabilirler:
-Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların ve buralardaki toplumsal hareketlerin analizinde, emek-sermaye çelişkisini merkeze koymayan ve böyle bir saflaşmada net bir taraf tutmayan bir anlayıştır.
-Toplumsal çelişki, ‘halk-halktan olmayan’ ikilemi üzerine kurulur. Kendisi açıklanmaya muhtaç olan halk kavramını, iktidara yürüyecek olan güçlerin toplamını nitelemek üzere kullanır. Bu yönüyle de sınıf farklılıklarının belirginleşmesine engel olur.
-Halkçılık, anti-emperyalist retorikle birleştiğinde, emperyalistler ve yerli işbirlikçileri, halk kutuplaşmasını işlemeye yönelir. Bu andan itibaren de halkçılık, milliyetçiliğe saplanıp kalma potansiyeli taşır.
-Halkçılık, kapitalizmin gelişkinliği ile sınıf bilinci arasında birebir ilişki kurar. Varlığını ifadelendirirken “kapitalizmin az gelişmişliği” teorisi üzerine basar. Böylece işçi sınıfının siyasi iktidar mücadelesine uygun tarzda örgütlenmesinin gerekliliğini yadsır.
-İşçi sınıfı ile küçük burjuvaziyi de içine alacak bir emekçi halk kategorisine tutunmaya çalışarak, bu kesimlerin ortak istemlerini bulmayı başlıca çalışma alanı edinir.
-Önüne koyduğu hedefler (Demokratik devrim, MDD, yeni devletçilik, yeni demokrasi vb.), bir “devrim”i başlangıç almasına rağmen kapitalist üretim tarzının dışına çıkmaz. Sosyalizm, sürekli “bir sonraki hedef” olarak tasarlanır. Bu anlamda demokrasiciliğin ve burjuva demokratik devrimin tamamlanmasının misyonerliğini üstlenir.
-Mücadele içinde, temel güç olarak kimi zaman köylü, kimi zaman da işçi sınıfı alınır. Fakat, daha önemlisi, bu temel güçlerin yanında “işbirlikçi olmayan milli burjuvazi”, orta burjuvazi gibi bir ittifak unsuru sürekli olarak yer alır. Bu siyasi ittifak projesi ile orta ve küçük burjuvaziye, devrim sonrası yaşam güvencesi baştan verilir.
İktidar öncesi dönemde, bağımsız ve önderliği kabul görmüş gerçek bir sınıf partisi oluşmadan, açık bir cepheleşme teklifi ile, tekelci ve işbirlikçi burjuvazi dışındaki kesimlere davet çıkarma, böyle bir politik tercihe oynama, halkçılığın, özellikle Türkiye solundaki en temel karakteristik ögelerinden biridir. Bu yüzden, sosyalist devrim perspektifini güden siyasetler, temel sızma alanını kapattıkları için, halkçılığa en uzak kesimi oluştururlar.6
-İşçi sınıfı hareketi, bağımsız bir yapı olarak tarihsel yerini bir kez aldıktan sonra, popülizmin (bir ara sınıf muhalefeti anlamında) bu sınıfın ideolojisinden ve bilimsel sosyalizmden etkilenmemesi olanaksızdır.7 Öyleyse, bilimsel sosyalist hareketlerin yetersiz ve zayıf olarak yer aldıkları nesnellikler, halkçı hareketlerin doğma ve gelişme şansını güçlendirirler.
-“Halkçı anlayış, var olan sınıflar mücadelesini, düzenin neden olduğu kötülüklere, sonuçlara karşı tepkiler düzeyinde ele almaktadır.”8 Ve daha çok, mücadelesini düzenin “kötülüklerine” karşı sürdürmektedir. Sosyalist mücadele ise, düzenin temelini hedef alır.
-Hemen her halkçı akım, marksist olmayan bir iktisat politikası geliştirmiştir.
-Halkçı geleneğin tarihinde kahramanlık edebiyatı ve karizmatik önderler yaygın bir şekilde yer alır.
Ve Türkiye
Türkiye sol hareketinde halkçılık en eski ve en önemli hastalıklardan biri sayılabilir. Sol hareketin zayıf da olsa kendini göstermesi ile birlikte halkçılık da ağırlığını hissettirmeye başlıyor. Özellikle, o yıllarda Türkiye işçi sınıfının gelişkin olmayışı ve sosyalist kadroların yetersizliği, ülke solunun geleneksel işçi sınıfı hareketinin teorik-pratik birikimiyle birleşememesine neden oluyor. Ulusal kurtuluş mücadelesinin etkisiyle o dönemde esmeye başlayan güçlü milliyetçilik rüzgarları da, bu zayıf solun gözünü sınıfsallıktan çeviriveriyor. Anlaşılamayan ve korkulan sınıf söylemi, yerini ezilen halk tekerlemelerine bırakıyor. Böyle bir kayışta, kemalizmin bilinçli ve usta politikaları da mutlaka hesaba katılmalı. Böylece sosyalist hareket, halkçılıkla da malul olarak doğuyor. O dönemin TKP’sinin, kendini kemalizme destek politikalarının geliştirilmesine vermesi ayrıca incelemeye değer. Hatta, Komintern’in 1924’teki kongresinde bu konuda önemli bir eleştiri de alıyor. Ancak kemalizmle yapılan flört, kah Şeyh Sait isyanı kah gerici darbe söylentileri (İzmir suikastı) gibi sebeplerle bu uyarıya karşın sürüyor.
Kemalizmin ilericiliğinin abartılması ve burjuva demokratik devrimin tamamlanması perspektifi, 1960 öncesi, sosyalistlere kabaca, kendilerini kemalistlerin ve ulusal burjuvazinin bir destek unsuru olarak görme anlayışını getiriyor.
60’lı yıllar, dağıtılan rollerde belli değişikliklerle geliyor. Dünya çapında sosyalist hareketin yükselişine elverişli bir konjonktür ve hızlı kapitalistleşme içinde Türkiye’de gelişen sınıfsal dinamikler, ülke sosyalistlerinin de silkinmesi zorunluluğunu getiriyor. Sosyalist devrim anlayışı yeni bir çizgi olarak Türkiye İşçi Partisi ile siyaset arenasına giriyor. Öte yandan, 60 öncesi solun bir uzantısı sayılabilecek ve TİP’le girdiği tartışmada yeni bir organizasyon kazanan MDD anlayışı doğuyor. Bugün için söylenmesi gereken, bunlardan birincisi yani TİP’in, kendisindeki halkçı anlayışı en açık parlamentarizm ile ifade ettiğidir. Seçim ile iktidar olma yolu sahiplenilince, sonuç bu başarıyı sağlayabilecek çok geniş kesimlerin oyunu almaktan geçiyor. Böylece işçi sınıfının da içinde yer aldığı bu geniş kesimlerin iknası için kullanılacak söylem ve ideolojik açılım popülist bir karakter kazanıyor.
MDD ise 60’lardaki çıkışından itibaren, daha önceki TKP gibi kemalizme prim veren şöyle bir çerçeveyi sol siyaset alanına sokmaya çalıştı: “Türkiye ulusal kurtuluş aşamasını daha tamamlayamamıştır. Sebep, işbirlikçi emperyalist uşağı burjuvazidir. Kemalizmin devletçi ve halkçı politikası onların elinde dejenere olmuştur.”. Anti-emperyalizm düşüncesi bu yapıda omurga vazifesini görüyordu. Önemli olan işçi sınıfı iktidarı değil, yalnızca gayri-milli burjuvazinin iktidardan uzaklaştırılmasıydı. Bunu sağlayacak güç de, işçi sınıfının ideolojik önderliği altındaki geniş halk kesimleri oluyordu. (Fiili öncülük değil)
Çelişkiyi, iktidardaki işbirlikçi burjuvazi ile emekçi halk arasına indirgeme ve sürekli emekçi halk kavramsallaştırmasından hareket etme, Devrez’in de işaret ettiği gibi tüm halkçı hareketlerin doğuş yeridir. Sosyalist mücadele kendi temelini ve politikalarını, emperyalizm ile ülkemizin girdiği bağımlılık ilişkisinde değil, bundan soyutlanmış, üretim ilişkilerinin tahlilinde bulmalıdır.9
Devrimci Demokratizmde Miras Tartışması
Yazının başında yeni çıkan bir kitap üzerine, Osman Devrez’in “Sosyalist Hareket ve Halkçılık” adlı çalışması üzerine eğileceğimizi söylemiştik. Devrez, çalışmasının amacını “Türkiye sosyalist hareketinde mevcut halkçılığın yetersizliklerini, toplumsal süreci kavramadaki yüzeyselliğini ve idealizmini sergilemek, böylece uzun yıllar sosyalist harekete musallat olmuş olan küçük burjuva radikalizminden alınma görüşlerin terkedilmesine katkıda bulunmaktır” şeklinde açıklıyor.
Halkçılığın ve onun yönelimlerinin marksist bir eleştirisini amaçlayan çalışmanın bu olumlu doğrultusu, Türkiye geleneksel soluna reddiye mantığıyla yaklaşımı yüzünden alışılageldik bir çıkmaza sürükleniyor. Bu çıkmaza ilerde değineceğiz; önce yazarın Türkiye sosyalist hareketini nasıl ayrımladığını görelim.
“Reformist cephe” ve “Devrimciler”, Devrez tarafından Türkiye solunun tümünü kapsayıcı bir kategoriklendirme olarak sunuluyor.10 Devrimcilerden, “devrimci amaçlar için yola çıkmış olanlar”, sosyalist harekete mevcut devrimci demokrat eğilim kastediliyor. Yazarın kendisini konumlandırdığı, kendisine misyon biçtiği kategori ise açık: “Sosyalist hareketin taşıdığı halkçı kavrayış, devrimci tarzda aşılmadan Türkiye’de bilimsel sosyalizmi ayakları üstüne dikmek imkansızdır.”11
Devrimci demokrat hareketteki halkçılık üzerinde duran Devrez, reformist cepheden hemen hiç bahsetmezken, çalışmasının ilerleyen bölümlerinde şunları söylüyor: “Devrimciliğin halkçılığına karşılık reformizm; işçici, komünist, sosyalist geçinir. Halkçılıktan, kitaba uygun laflar etmesiyle ve ölü bilgiçliğiyle de ayrılır.”12 Geleneksel sola hiç sempati beslemediği anlaşılan yazarın, devrimci demokratizmi eleştirirken çalışmasını oturttuğu mantık ciddi çelişkiler içeriyor.
İlk anda görülebilen açmaz, geleneksel sola içkin olan işçi sınıfı partisi, proletaryayı fiili ve ideolojik öncü olarak kabullenme ve bununla belirlenen bir mücadele, reel sosyalizmin sağladığı ideolojik prestij vb. motiflerin devrimci demokrat harekette tam bir yoklar manzumesi oluşturması. Bu yüzden Devrez’in devrimci demokratizmi adam etme çabası ve geleceği ondan bekleme anlayışı, doğduğu boşluğa geri dönmek durumunda kalıyor.
Kitabın “tarihsel materyalizm ve halkçılık” adını taşıyan birinci bölümünde yazar, popülist formasyonun toplumsal süreci kavramadaki başarısızlığını, onun öznelci tutum ve yönteminin, söylemine kattığı marksizme ne denli uzak düştüğünü açıklama çabasına giriyor. “Olan biten herşeyi halkla, iktidardaki egemen sınıflar arasındaki çelişkiyle, ’emekçi halktan’ hareketle açıklamak! Tüm halkçı tezlerin doğuş yeri yönteminin en özlü ifadesi budur.”13 Çok güzel. Yazar düzene karşı mücadelenin doğrudan doğruya yöntem sorunuyla ilişkili olduğunu söylerken haklıdır. Halkçı tezlerin görünür olgulara yönelik iyiler-kötüler, egemen güçler-ezilen halk gibi tüm tarihe uygulanabilecek sığ kavranışının kökeninde, onun küçük burjuva sınıf körlüğünün olduğunu belirtmek koşuluyla… Çünkü sınıflar mücadelesi tarihinde sınıfsal bir misyona sahip olmayan bir hareket hiç olmamıştır.
Marksist yönteme sadık kalınarak halkçılığın eleştirilmesi, onun sınıfsal konumlanışı ve tarihsel gelişimi çerçevesinde yapılabilir. “En tipik olanı” belli sınırları olan bir tarihsel kesitte değerlendirirken, bu olgunun geçmişteki uzanımlarını ve bunların payını belirtmek, tarihselliğin devre dışı kalmaması için mutlak önemdedir. Tersinin yapılması, “öncüller iyiydi ama geriden gelenler işi berbat etti” türünden basitlikleri zorunlu kılar.
Devrez’e dönelim. Dev-Yol hareketi, halkçı görüşlerin temsilcisi olabilecek ve yöneltilen eleştiriyi somutlayabilecek bir olgu olarak seçiliyor. Ve Dev-Yol’da somutlanan halkçılığın serüveni oldukça başarılı bir şekilde değerlendiriliyor. Ancak bu değerlendirmede, Dev-Yol’un nasıl ve nereden doğduğu, sosyalist harekette mevcut devrimci demokrat eğilimin hangi kökene sahip olduğu gibi sorular ise cevap bulamıyor. Halbuki biz Devrez’in en tipik olgu olarak aldığı hareketin halkçılığın ilk biçimi değil, onun 70 sonrası rafine türevlerinden biri olduğunu biliyoruz. Bu türevi anlamanın yolu kesinlikle öncüllerine eğilmekten geçiyor. Tartışılması gereken, MDD ve THKP-C gibi yapılardır. Devrez’in kitabı boyunca belirttiği, yerden yere vurduğu ve aşılmadıkları müddetçe sosyalist hareketin gelişemeyeceğini söylediği unsurların kökenlerini 70 öncesinde aramak gerekmiyor mu? Mahir Çayan’dan yapacağımız birkaç alıntı okuru belki sıkacak, ama bu paralelliği göstermesi açısından anlamlı olacaktır.
“Proletaryanın fiili öncülüğünden bahsetmek oportünizmin daniskasıdır. Böyle bir tutum proleter devrimci harekete ihanet ve emperyalizme hizmetten başka birşey değildir.” “Bugün için tayin edici çelişme proletarya ile burjuvazi arasında değil yankee emperyalizmi ile bütün Türkiye halkı arasındadır.” “Bir yandan emperyalizme karşı en geniş cepheyi kurmaya, öte yandan da proletaryaya politik bilinç götürmeye çalışacağız. Bunun için millici sınıflara gideceğiz. Görev alanımız bütün millici sınıfların görev alanıdır. Proleter devrimci olarak; Amerikan emperyalizmine, işbirlikçi burjuvaziye ve mütegallibeye karşı bütün alanlarda en keskin mücadeleyi vereceğiz.” “Ülkemizde tekelci kapitalizm kendi iç dinamiği ile gelişmediğinden ve de yerli tekelci burjuvazi, baştan emperyalizmle bütünleşmiş olarak doğduğundan stratejik hedefimiz anti-emperyalist, anti-oligarşik devrimdir.”14
Devrez’in çalışmasının oldukça güzel ve yerinde tesbitlerle dolu 1., 2., 3. ve 4. bölümlerinde sergilenen halkçılığa yönelik eleştirel tutumun, kitabın sonuç bölümünde tümüyle bırakıldığını söylemeliyiz. “Eğer sosyalistler, Türkiye işçi sınıfını, burjuvazinin destekçisi bir sınıf olarak değil de, devrimci bir sınıf olarak örgütlemek istiyorlarsa, işçi sınıfına, TİP parlamentarizmine göre MDD ve THKP-C’nin, TİP-TSİP-TKP’ye göre devrimci direniş örgütlerinin üstünlüklerini mutlaka anlatmalıdır…”15
Böylece tüm çalışma boyunca ideolojik eleştiriden tümüyle muaf tutulan MDD ve THKP-C -20 yıldır en fazla Dev-Yol gibi devrimci demokrat öznelci halkçı türevler çıkartabilen bu olgular- Devrez’e göre sahip çıkılması gereken miras oluveriyor. Kısacası Devrez burada 180 derecelik bir dönüşle başından beri eleştirdiği kavramlara ve yönteme sahip çıkarak, sosyalistleri “öncüllerinin” başlattıkları mücadeleye sahip çıkmaya çağırıyor.
“Sosyalistler, öncüllerinin başlattıkları ve küçümsenemeyecek bir yere kadar da getirdikleri sosyalizm yolunda anti-emperyalist, anti-oligarşik devrimci mücadelenin sürdürücüsüdürler.”16 “Reformizmin elde beyaz bayrakla dolaştığı bu günlerde, devrimci demokratik mücadeleyi önderlerimizin getirdikleri aşamadan omuzlamak ve onun zaferi üzerine sosyalizmi inşa etmek görevi, tarih tarafından işçi sınıfı ve sosyalistlerin omuzlarına yüklenmiştir.”17
Tüm çalışmasında Türkiye’deki düzenin kapitalist toplum düzeni olduğunu anlatan, emperyalizmin önemli ama tali bir olgu olduğunu söyleyen, işçi sınıfının fiili önderliğini kabul etmediği için devrimci demokratizmi ve halkçılığı eleştiren yazarın böyle bir sonuca varması, soru işaretleri barındırmak bir yana açık bir çelişkiye işaret ediyor.
Bu aşamada bizim için söylenmesi gereken, şundan ibaret: İster geleneksel sol, ister devrimci demokrat kökenli olsun, hesaplaşma ve aşma mantığı ile yola çıkanlar önce kendi “geleneklerinin” dışında da olumluluklar bulunabileceğini teorik olarak kabul etmelidirler. Türkiye solunun tarihine dar zaman kesitleri içerisinden bakıldığında, devrimci demokrasi ile geleneksel sol arasında, dışta kalanı yok sayacak, kesin tercihler yapılabilir ancak. Bu yöntem, “hesaplaşma” önerenler için zamanını doldurmuştur. Yapılması gereken, bu kısırlıklardan, dar kesitlerden bağımsızlaşmak olmalı. Devrez’in de dediği gibi: “Devrimci demokrat radikalizm çok ciddi bir iç hesaplaşmayla ‘devrimci tarzda aşılmalı’. Böyle bir içsel reorganizasyona, aslında solun bütününün ihtiyacı var. Reorganizasyon sürecinde adımlar atıldıkça ‘radikalizm’i tanımlamak için yeni kıstaslar da üretilecektir…”
Ancak ne yazık ki Devrez bu anlayışı benimsemiyor. Geleneksel sola karşı reddiye mantığını gütmesi, geriye devrimci görünümlü tek bir oluşum bırakıyor: Devrimci demokrasi. Bu durumda Devrez’in tüm çalışması devrimci demokratların, devrimci demokrat tarzda ıslah edilmesine iniveriyor. Bir iç hesaplaşma süreci yarı yolda tıkanıyor…
Dipnotlar ve Kaynak
- Aynı mekanizma halkçı anlayışın bulaştığı sol içinde de görülebilir. Örnek olarak; yeni bir toplumsal organizasyonda, yine aynı burjuva devletten yarar uman YÖN’ün “Yeni Devletçiliği” gösterilebilir.
- İlhan Tekeli-Gencay Şaylan, “Türkiye’de Halkçılık İdeolojisinin Evrimi”, Toplum ve Bilim, sayı. 6-7, s.46
- V.I.Lenin; “Halkçılığın İktisadi Muhtevası”, Payel yay., s.84
- V.I.Lenin; “Biz Hangi Fikir Mirasını İnkar Ediyoruz?”, Payel yay., s.35
- V.I.Lenin; “Halkçılığın İki…”, s.33
- Yükselen sınıf mücadelesinin ileri bir aşamasında net sınıfsal temellere oturmayan toplumsal kesimlerin, sosyalizme kazandırılmaları, popülizm olarak adlandırılmamalıdır. İktidara talip olan ve iktidar aygıtını ikame edebilmiş her sınıf, kendi ideolojik formasyonuna göre geliştirdiği politikalarla iktidar dışı kesimleri yanına almaya çalışır. Bu aşamada popülist söylemin kullanılması, sınıf bakış açısından çıkıp, halkçı ideolojiye kayış değil, iktidarı elinde tutan sınıfın artık etkileyemediği, kendi hegemonyasından çıkmış bulunan kesimlerin, sosyalist ideolojiye doğru çekilmesidir. Anlaşılacağı gibi, süreç küçük burjuvazinin sosyalistlerin hegemonyasına girme sürecidir. Bu yakınlaşma ve politik önderlik kabulünün, nerede ve ne zaman kırılacağı, ancak öznenin politik gücüne ve tutarlılığına bağlıdır.
- Bu ilişki hem olanak hem de sorun yaratır. Sorun, bilimsel sosyalist teoride bulanıklık yaratabilme potansiyeli ile ilgilidir. Olanaklar ise, bilimsel sosyalizm için daha az dirençli bir hitap alanı teşkil etmesi ve böylece üzerinde politika yapılacak hareketli ve duyarlı bir kitlenin yakalanabilmesi ile ilgilidir.
- Osman Devrez; “Sosyalist Hareket ve Halkçılık”, Dönem yay., s.68
- a.g.e., s.33-35
- a.g.e., s.25
- a.g.e., s.29
- a.g.e., s.100
- a.g.e., s.33
- Mahir Çayan; “Toplu eserleri”, s. 118-123-132-419
- a.g.e., s.162
- a.g.e., s.164
- a.g.e., s.165