Emre Kongar, Mustafa Akdağ, Sina Akşin, Niyazi Berkes, Doğu Ergil, Mete Tunçay… Bu listeyi uzatmak, biraz haksızlık yapmayı göze alarak Doğan Avcıoğlu’na kadar genişletmek veya araya başka isimler eklemek mümkün; ama bir şeyi değiştirmiyor. Liste, Türkiye solcusuna, uzunca bir süre “telif eser” bağlamında teorik gıda sunabilen araştırmacıları kapsıyor. Siyasi mücadele pratiği bir yana, Marksizme yakınlıkları tartışma konusu olan bu isimler, Türkiye sosyalist hareketinin uzunca bir süre boş bıraktığı bir alanın (elbette kendi istekleri dışında) “denetimsiz” ve “kontrolsüz” aktörleri olmuşlardır.
Türkiye solcusunda teorik geleneğin olmadığından çok söz edildi. Bu olumsuzluk veri alındığında, Türkiye solcusunun, pratisyenliğin üzerine bilimselliği ekleme kaygısını Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in yanı sıra, Marksizme yakınlık dereceleri ne olursa olsun Marksizm adına belli bir iddia taşıyamayacak olan akademisyenlerle tatmin etme yolunu seçmesi çok da anlaşılmaz bir şey değil. 1971 öncesinde, devrimci hareketin örgüsünde öğrencilerin ensesine bakan bir aydın tipolojisinin türemesi, ayrıca Türkiye solunu Kemalizm’den kopamamış olması, sosyalist hareketin dışında kalan kimi araştırmacıları istense de, istenmese de, iddialı olmadıkları bir alana itmiştir. 1971 sonrasında da devam eden bu eğilimin bugün tamamen ortadan kalktığını söyleyebilme şansına sahip değiliz.
Burada, bizzat devrimci mücadelenin aydınlarına değinmek durumundayız. TİP için öncesinde biraz Aybar, biraz Aren, sonrasında Boran’ın sözünü etmek mümkün. “İlerleme”, her alandaki kısırlık ve beceriksizliğini bu alanda da sürdürmeden edemedi; doğru dürüst tek bir araştırmacı teorisyen çıkaramadı. Devrimci demokrat gelenekte ise, düşünüldüğünde akla bir tek Mahir Çayan geliyor; ve çok da anlamlı olmuyor. Yeni solda Belge-Laçiner-Kıvanç üçlüsünün Birikim’ini hatırlamak gerekiyor. Üretken bir dergi olarak değil, bir pazarlama organizasyonu olarak. Katkı ve üretkenlik varsa, bu, Althusser’indir, Poulantzas’ındır, Mandel’indir, diğer Batı Marksistlerinindir…
Geriye dönüp baktığımızda, elbette Türkiye solunda saygın aydınların da olduğunu göreceğiz. Ancak şu unutulmamalı: Türkiye solunda bireysel entellektüel üretimleriyle belirli çevreleri etkileyen aydınlar, her zaman, örgütlü bir mücadelenin dışında durmuşlardır. Bu durum, onların politik-pratik eylem içinde ve eylem için sistemleştirilebilmiş bir düşünce ve yol göstericiliğin de uzağına düşmeleriyle sonuçlanmıştır. Her ikisini birleştirebilen örnek yoktur.
Birleştirmeye soyunan Yalçın Küçük ise bu örneği oluşturmaya son derece uzak bir konumdadır.
Konumuz “aydın”lar; konumuz Yalçın Küçük…
Önce, politik bir pratiğe, eyleme bağlanmayan “aydın” için gezinebileceği geniş bir alan olduğunu ifade edelim. Böylesi bir “aydın” her yerde, dünyasını ve kurgularını gerçekliğe ikame etme oranına göre, sıradanlıkla nihilizmin çeşitli türleri arasında gidip gelir. İnsanlığın tarihi birikimini yakalamak, geleceğe yönelik bir perspektifte yeniden üretmeki bu gezinti alanından başka bir düzleme sıçramakla mümkün. Sıradanlıkla nihilizmin tüm varyantlarının dışında, tarih bilincine ve politik eylemliliğe bağlanmış aydın içini yaratıcı ve tutarlı bir kimliğe sahip olabileceği başka bir düzlem vardır.
Bu açıdan bakıldığında, konunun Türkiye toplumunda özel bir önem kazandığını düşünüyoruz. Düşünüyoruz çünkü, Türkiye toplumunun nesnel gerçeklikleri ile Türkiye aydınının düşledikleri ve kendisine biçtiği misyon arasındaki eşitsizlik, bu ülkede aydını belirleyen en önemli olgu olarak ortaya çıkıyor. Konumuz aydınlar; aydınlar ve sosyalist hareket. Eşitsizlik, Türkiye sosyalist hareketinde çeşitli aydın tipleri yaratmıştır. Hattın bir ucunda yer alan sıradanlığı, Şefik Hüsnü belli bir memuriyet ve sadakat anlayışıyla, Nazım kendi alanına özgü bir yaratıcılıkla, Mihri Belli cüreti ve maceracılığıyla, Behice Boran inadıyla, Kıvılcımlı da paradoksal biçimde, yalnızlığıyla aşabilmiştir. Kuşkusuz oda belli ölçülerde…
TEMEL SORUN: “Ego Determinist” Yaklaşım
Yalçın Küçük, yukarda saydıklarımız gibi 60 öncesinden ve “çekirdekten” bir Marksist de değildir. Yalçın Küçük 60’ların başındaki CHP-Yön-Planlama üçgeninin Marksizme taşıdığı yetenekli ve üretken bir aydındır.
Buna rağmen Yalçın Küçük, kendi türünden pek çok aydını fersah fersah aşabilmiştir. Yalçın Küçük’e bu aşkınlığı sağlayan tek başına cüret, azim, yaratıcılık, yalnızlık vb. değil, ilginç bir alaşımdır. Bu alaşım, bilim adamlığına özgü bir determinizmle, “bireysel misyon obsesyonu” denebilecek bir itici güç arasındadır. Bu, bir tür egodeterminizm‘dir. Özetle, Küçük’ün bilim adamlığı ile egosu, özel bir determinizm yaratmıştır.
Küçük, bir bilim adamıdır. Bu, onu nesnelliğe, toplumsal gerçekliğin kimi durumlarda coşturucu ama çoğu kez de soğuk ve acımasız yüzüne yaklaştırmıştır. Nesnelliğe teslim olmayacak ölçüde tutkulu, kendi gücünün ve etkisinin gerçek boyutlarını bilecek kadar da gerçekçidir. Öte yandan Küçük’ün bireysel tutkuları, kendisine biçtiği misyon, kişiliğine tanıdığı önem, bu soğuk gerçeklikle çelişir. Her aydının karşılaştığı bir sorundur bu.
Bu çatışmada Küçük belki istençle, belki de kendiliğinden son derece kolay bir çözüme ulaşır: Kendi fiziksel ve entellektüel varlığını, aynen sınıflar, sınıf mücadeleleri gibi özgül bir nesnellik, en azından onlar kadar “amil” bir veri olarak görmek…
Yalçın Küçük, kuşkusuz determinizmin farkındadır; ve ona inanır da.
Ama bu determinizmin temeli olan nesnelliklerin ve nedensellik ilişkilerinin temel direklerinden biri de aynı zamanda, Yalçın Küçük olarak, O’dur.
Egodeterminizm, “O”nun için böyle tanımlanabilir, sanırız.
Yalçın Küçük, kendi sorununu böyle aşmıştır; bu yüzden kendisi bir sorun olmuştur…
EGODETERMİNİZMİN KLASİK DIŞAVURUMU, ÇÖZÜMLENEN HER NESNELLİĞİN İÇİNDE, TEMEL ÖGELERDEN BİRİ OLARAK, “KENDİ” FİZİKSEL-ENTELLEKTÜEL VARLIĞINA İŞARET ETMEKTİR
Egodeterminizm, gösterdiği her abanın altında bir sopaya, yani kendisine işaret eder. Bu kimi durumlarda açık, kimi “riskli” durumlarda ise daha üstü örtülü biçimde yapılır. Küçük, bunun örneklerini sıkça vermektedir. Kuşkusuz “açık yorum ucu” bırakarak ve ricat yollarını da güvenceye alarak. Yalçın Küçük’ün her yazısı, her konuşması, kendisiyle yapılan her söyleşi bu ruh hali ile doludur. 1970’li yılların belki de en üretken Marksist aydını 80’lere gelindiğinde kendisini her tür ilişkinin, her tür mücadelenin içerisine yerleştirme başarısını yakalayarak bir başka yaratıcı(!) yanını daha göstermiştir. Burada verdiğimiz örnekler, emsalleri arasından gelişigüzel seçilmiş olanları:
Polis, Küçük’ün kitabını basan yayınevini düşman sayar:
“Ahmet Zengin’in kurduğu yayınevinin kitaplarını çıkmaya başladığı hafta gözaltına alınmasını hiçbir zaman rastlantı sayamıyorum.” (Basın Toplantısı, Cağaloğlu, 20 Mart 1987, s:4)
“…ilk kitapları olarak benim ‘Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Kuruluşu 1925-1940 adlı çalışmamı yayınladılar.” (aynı bülten, s:2)
Türkiye’de idam edilen devrimciler, yaşarken hep Küçük ile uğraşmışlardır:
“Söylediğim şudur: Genç ömrünün tümünü beni eleştirmeye ayırsa da, idam sehpasında ‘kahrolsun emperyalizm ve faşizm’ diyen bir genç arkadaşımın onurlu yaşamından bana da pay düşer.” (Küçük; DGM’ne verilen ifadeden, Toplumsal Kurtuluş, s: 31Y)
Geçmişte burjuvazi, DİSK ve CHP ittifakı Küçük’ü Cumhuriyet’ten ayırmak istemiştir:
“Ayrıca Kemal Türkler, Koç ve Ecevit arasında bir ittifak doğmuştu. Bu ittifak da benim Cumhuriyet’ten ayrılmamı istiyordu.” (Küçük; Aziz Nesin’e mektup, Ankara, 4 Mart 1986, s: 5)
Ekin-Bilar hareketi burjuvaziyi korkutunca, burjuvazi içerden Küçük’ü tasfiye planını uygulamaya soktu:
“Aydın belgesinden çok korktular ve bir toparlanma olarak baktılar. Arkasından gelen Ekin-Bilar, bunu gerçekleştirmek için gösterilen inat, eylülistlerin korkularının sürmesine yol açtı. Örgütlenildiğini düşündüler. Bu dönemde İstanbul’da gösterişli silahlı soygunlar da gerçekleştirildi. Aynı zamanda öğrenci hareketlilikleri başladı. Bütün planların alt üst olduğunu düşündüler; pek çok korktular.
“Onların korkularını yenmelerine yardım edenler oldu. Behice Boran’ın üç buçuk ardılı, Aziz Nesin’i bir araç olarak kullanarak, Ekin-Bilar içinde gelişen aydın hareketini böldüler. Behice Boran ve Aziz Nesin, bu yolla devlete göz kırptılar.” (Bilgin Çelik; “Eylülist Reformlara Doğru”, Toplumsal Kurtuluş, sayı:6, s:20)
ÖRGÜTSEL BAŞARISIZLIK, BİR EGODETERMİNİST İÇİN ZÜL DEĞİL, TERSİNE CİDDİ BİR ÖVÜNÇ KAYNAĞI DA OLABİLİR
“Tarihsel materyalizm bir kez ihlal edilse ne olur?”
Sorun, biraz buna benziyor. Kimi durumda bu “arkasının geleceği” izlenimini verir. Ama böyle yaklaşanların pek çoğu, içtenlikle, bundan sonraki “ihlal”ler konusunda son derece titiz ve ödünsüz olmaya kararlıdırlar. Hep, “bir daha yapmayacaklarına” inanarak başlarlar.
Bir egodeterminist, tarihsel materyalizmi bir kez, o da yalnızca kendisi için ihlalde, bunun ötesine geçmemekte içtenlikle ısrarlıdır.
Çünkü daha çok sayıda insanın “öteki dünyaya”, yani tarihin güçlü yapıcıları arasına katılması işin tadını kaçırmaz mı? Bir kişi yeter.
Tarihin akışı içinde ve onun yapıcıları arasındaki birey, güçlü kollarını dışarıya, sıradan insanların dünyasına uzatarak kendi misyonunun aparatçıklarını bulmaya, yoksa yaratmaya çalışır. Kendisi bu sıradan insanların arasında, onlardan biri olsa, işi belki kolaylaşırdı. Ama “o” bambaşka bir dünyanın standartlarını aramaktadır ve sonuçta sıradan insanların arasında hep umutsuzluğa düşmektedir. Tek çaresi var: Eklenticilik. Egodeterminist, bu fırsatı kaçırmayacaktır.
” ‘Doğan’ dedim, ‘bir köşedesin, benim ne yaptığımı sanıyorsun, ben on tane onda bir adamı alıp yapıştırıp bir adam yapıyorum yürüyorum, sonra bir yağmur ya da bir güneş çıkınca, tutkal etkisini yitiriyor, ben yine onda bir adamlarla kalıyorum.” (Küçük; Aziz Nesin’e mektup, 21 Şubat 1986, s:2)
Bu yaklaşım, hangi düzlemde olursa olsun, örgüt ilişkilerini, insanlar arasındaki içtenlikli ve güvenli yaklaşım gerekliliğini temelden dinamitleyen bir ön kabulün ürünüdür. Bu, örgüt sorununa, daha en başından ve tanım gereği likidasyoncu bir bakışın egemen olmasını doğurur.
Bu bir başarısızlıktır.
Ya da gerçekten öyle midir? Herkes için bir “başarısızlık” mıdır?
Bu tür bir başarısızlık, bu anlamdaki bir yalnızlık, egodeterminist birey için övünç ve güven tazeleme kaynağı da olabilir. Çünkü son tahlilde gene “başka” olduğunu, yanına almak istediklerinden çok ötede bir düzeyi temsil ettiğini kanıtlamış olmaktadır. İşte bu güvenin ve coşkunun ürünü sözler:
“Yürüyorum. Biraz hızlı yürüyünce, arkamda kalan, ‘anti-sovyet, anti-komünist, hırçın, geçimsiz, hırsız, tımarhanelik ve benzerlerini’ sıralıyor. Ben yürüyorum” (Küçük; Nesin’e mektup, 11 Haziran 1986, s:l)
Bu yürüyüşün, böylelikle, bir başka özelliği daha ortaya çıkıyor. Ondalık olmayanlar ya da olmayı kabul etmeyenler, Yalçın Küçük ile beraber yürüyemiyorlar. Yürüyüşe katılanlar geçici oluyorlar; ondalık olmayı da benimsemeleri gerekiyor!
TÜM ÇALIŞKANLIĞINA VE ÜRETKENLİĞİNE RAĞMEN KÜÇÜK DE ÖZÜNDE BİR RANTİYEDİR
“Yalnızlık”, ama gerçekten, literal anlamda yalnızlık, kimsenin dayanabileceği bir durum değildir. Ne denli güçlü, ne denli misyonlu olursa olsun; en azından bu soylu yalnızlığa tanıklık edecek birileri gerekir. Kimler?
Önce “rantiye” sözcüğünün yol açabileceği kimi yanlış anlamalar düzeltilmeli. Yalçın Küçük türü insanların kuşkusuz özel alıcıları, izleyicileri vardır. Aybar’ın, Boran’ın, Aren’in, Perinçek’in vb. olduğu gibi. “Önder” olarak nitelenen kişilerin alıcıları arasında, eksiklik ve güçsüzlük kapatmak isteyenler özel bir yer tutarlar. Bu, son derece doğaldır ve siyasal yaşantının vazgeçilmez özelliğidir. Buna bir tür “yetki devri” demek de mümkündür.
Küçük’ün özel alıcılarını, yapısal ve konjoktürel olarak iki gruba ayırmak mümkün. Konjoktürel alıcıları, daha çok, Türkiye sol hareketine zaman zaman damga vuran “çizgi değiştirme” furyasının genç ve deneyimsiz ögeleridir. Büyük bir çoğunluğu kalıcı değildir.
Küçük’ün yapısal nitelikli alıcıları ise, başka siyasal önderlerinkinin tersine, içine önder tarafından bir şeyler konmadığı sürece dik durması mümkün olmayan öğelerdir. Bir ölçüde Küçük tarafından yapıştırılıyor olmayı kabul eden “onda bir ” insanlar…
Ama en çok da, bunun bilincinde olsunlar olmasınlar, “Türkiye’de hiç bir şey olmaz” ve “Türkiye’de adam yok” saplantısını, Küçük’ ün varlığı ve eylemleriyle hem örtmeye hem de doğrulamaya çalışan yorgunlardır. “Bir tek o var; onu da görüyorsunuz!” Küçük’ ün asıl rant kaynağını, böyleleri oluşturmaktadır.
Burada sorun, sözü edilen yorgunların veya onda birlerin varlığı değildir. Ciddi bir siyasi hareket ve örgütlenme de, benzer bir biçimde bu türden güvensizler topluluğuna dışarıdan takviyelerle geçici bir kişilik kazandırabilir. Bunda da belli bir yapıştırıcılık işlevi vardır. Sorun bu değildir. Sorun, bir kollektif iradenin değil de tek bir kişinin bu işleve soyunmasıdır. Daha da önemlisi, sözü edilen örnekte, onda bir olmayanların istihdam edilememesi en temel sorundur. Bu sorun, tekrar ediyoruz, hem yapıştıranın hem de yapışanlarındır…
Küçük’ün rant kaynaklarına değinmişken önemli bir ek yapmak gerekiyor. Son bir kaç yıl içinde sınıfsal ve fiziksel anlamda olmasa bile, düşünsel planda plebyenliği aşamamış bir kesim de “kervan”a katılmıştır. Ne Yalçın Küçük’ün bu kesime, ne de bu kesimin Yalçın Küçük’e yönelmesi bir rastlantıdır. İlki planlı, ikincisi de kendiliğinden bir sürecin ürünüdür.
Bu da bir arz talep meselesidir.
Yalçın Küçük’ün, gerek TBKP’ye yönelik saldırılarının biçimine, gerekse kendisi açısından çok önemli olduğu anlaşılan “Bilar entrikaları” kurgusuna plebyen düşünce dışında pazar bulabilmesi mümkün değildir. Plebyen bakış, sınıf ilişkilerini, Karagöz oyunu mantığı ile görür. Basitliği sever. Küçük de bu konularda basitliği sevenleri seviyor. Şimdilik…
Ortada talep de var: Türkiye sol hareketinde, devrimci demokrat kesiminde, bağırıp deşarj olmayı çok isteyen, ama sıkıya gelmeye yeterince hazır olmayan bir ara tabaka türemiştir. Bunlar Dev-Sol’u, PKK’yı beğenirler. Beğenileri uzaktandır. Küçük ,böylelerinin talebini de yanıtlamaktadır. Böyleleri arasından, disiplinli ve örgütlü çalışma için Küçük’ün yanına gideceklerin sayısı, yok denecek kadar azdır.
Ama bunlar Küçük için hiç önemli değildir. Yaşamı boyunca iniş-çıkışları, dağılıp-birleşmeleri, hep kendi çevresinde bir hareketlilik yarattığı için çok sevmiştir. Övgüler ve küfürler bu hareketliliğe eşlik eden bir melodidir.
Bu ruh halinin herhalde bir “adı” da vardır.
ÖNEMLİ BİR AÇMAZ: İDDİA VE ÖZENTİLERİN YETENEKLERİ DİNAMİTLEMESİ
Yalçın Küçük, örgütçü olduğuna, insanları örgütleyici nitelikler taşıdığına inanır. Biz de şuna inanıyoruz: Örgütçülük, Yalçın Küçük’ün niteliğine ve kişiliğine en uzak özelliktir. Bu kapatılmaz uçurum nedeniyle “örgütçülük yetenekleri”, Yalçın Küçük’ün kendi kendini en çok aldattığı alandır.
Küçük’ün kendisinin “örgütçü” olduğuna inanması, bilerek bilmeyerek bu örgütçülük adına inanılmaz işler yapmasına, dayanılması olanaksız insan ilişkileri kurmasına yol açmaktadır. İnsanların böyle ilişkilere uzun süre dayanmaları güçtür. İlişkiler birgün kopacaktır. O zaman, Küçük yine kendisine özgü determinizmi konuşturacak ve “onlar durdu, ben yürüyorum…” diyecektir.
İnsan ilişkileri, Küçük için, kendi nesnelliğine, yani Yalçın Küçük’ün nesnelliğine bir memur zihniyeti ile yaklaşabilecek bireylerin, yine Yalçın Küçük ile kurdukları temastan ibarettir. Bu ilişki ağında üçüncü şahıslara yer yoktur; ilişkinin bir ucunda hep Küçük yer alır.
Örneğin 1988 yılının baharına doğru, Küçük’ün yanında yer alan şahıslara düşen tarihsel görev, gazeteleri okuyup ölenleri kendisine bildirmektir: “Gazete okumuyorum, radyo dinlemiyorum, televizyon izlemiyorum; sonunda saygı duruşunu kaçırıyorum. Arkadaşlarımdan rica ettim; Cumhuriyet gazetesini her gün okumalarını istiyorum. Cumhuriyet’te ‘ölülerimizin’ haberleri var. Kaçırmak istemiyorum.” (Y.K., “Saygı”, Toplumsal Kurtuluş, sayı:9, s:64)
Ayrıca Küçük’ün yoldaşları, somut bir soru sorduklarında, Bizans İmparatorluğu ya da Fatih’le ilgili bir yanıt almaya ve bunu da olağan karşılamaya hazır olmalıdırlar. (Küçük; 21 Yaşında Bir Çocuk: Fatih Sultan Mehmet, 1987, Önsöz)
Belki de, Küçük’ten çok daha yaşlı, çevresinde saygın bir kişi, yıllar sonra Küçük’ün bir mektubunda kendisinden şu biçimde bahsedildiğine tanık olacaktır: “Telefona sarıldım (…)yu buldum. Görev verdim. İyi kötü broşürler çıktı.” (Küçük, Aziz Nesin’e mektup, 21 Şubat 1986, s:5)
İşin en ilginci bunları söyleyen Küçük’ün, başkalarını eleştirirken en çok kullandığı sözcüğün “terbiyesiz” oluşudur…
Yalçın Küçük, politikacı olduğuna, “usta” politika yaptığına inanır.
Küçük kuşkusuz, politika yapmaktadır. Dahası, örgütçülükten farklı olarak, Küçük’ün kişiliği politika yapmaya çok elverişlidir. Ancak bu politikanın “ilkeli” kalabildiğini söylemek mümkün değildir.
Oysa Küçük’ün kendi politikalarını “ilkeli” bulduğuna en küçük kuşkumuz yok. Aradaki farklılık nereden doğuyor? Bunun açıklaması, Küçük’ün kendisini başkalarından farklı olarak yerleştirdiği mekanda, mevkide aranmalıdır. Bu farklılık inancı, Küçük’ü pervasız bir çifte standart kullanımına itmektedir: Başkalarına ilişkin olarak “saf değiştirme”, “uzlaşma”, “burjuvazi tarafından kollanma” vb. türü sıfatlarla nitelenen olgular, kendisi söz konusu olduğunda “önem”, “karşı tarafı korkutma”, “karşı tarafça ciddiye alınma” vb. türü meziyetlerin göstergesi haline geliverir.
Küçük’ün politikacılığı tam bir “ben yaptım oldu” ilkesizliğini öngörür. Küçük’e yandaşlık ise tam bir “o yaparsa olur” ön kabulünü gerektirir.
Küçük ve arkadaşları gazete ilanları ile SHP’yi desteklerlerse, bu bir yaratıcı politikadır. Başkaları yaparsa kuyrukçuluk…
Küçük, paşalara mektup yazdığında bu o kesimle “çatır çatır” girişilen bir hesaplaşmadır. Başkası aynı paşa ile görüşürse, alay edilir…
Küçük, ANAP’ın milliyetçi milletvekillerinin bulunduğu Antakyalılar Gecesi’ne gittiğinde bunun adı “meydanı boş bırakmama” dır. Başkası benzer bir kokteyle gittiğinde çok “şaşırılır”…
Gerçekten şaşırtıcıdır.
Bir aydınımıza yurt dışına çıkma izni verildiğinde bunun adı “burjuvazi ödüllendiriyor” dur. Küçük’ün yakın dostu, oraya buraya gittiği zaman ise “onurlu temsil”…
Ancak, Küçük’ün tüm bunları, ilkesizliğini bile bile ve göze alarak yaptığını hiç sanmıyoruz. O gerçekten de kendisini aynı tür işleri yapan başkaları ile temelden farklı bir platformda görmekte, o nedenle de yaptığı her şeyin gerçekten “mubah” ve “tutarlı politika” olduğuna inanmaktadır.
Böyle bir inanç için yapılacak bir şey yoktur.
Küçük’ün “politikası” içerisinde bir diğer önemli unsur, birtakım “ünlü” lerdir. Sıra, bunlarla ilişkisini değerlendirmeye geldi.
“DEHA” TANIMLARI SORUMSUZLUKLARI AKLAR MI?
Küçük’ün, TİP deneyimi dahil, tüm politik yaşantısında, zaman zaman ideolojik-örgütsel ve siyasal sınırlılık ve sorumlulukları tamamen altüst eden kişisel “denge”ler vardır. Bunlar Yalçın Küçük’ün, “ünlü”leridir. Necdet Uğur, Vedat Dalokay, Doğan Avcıoğlu, Necdet Üruğ ve Aziz Nesin, bu “ünlü”lerden önemli olanlarıdır.
Küçük için bu kişiler, kendi sınıfsal-ideolojik-siyasal süreçleri içerisinde değil, Yalçın Küçük’e göre, ona karşı aldıkları fiziki konuma göre belirlenirler. Bu nedenle, bu “ünlü”lerin iç çelişkileri veya değişimlerinden tamamen bağımsız bir değerlendirilme içerisine girilir. Durup dururken bir “ünlü” yere göre sığdırılamaz ve onun hakkında sağa sola anlamlı mesajlar verilir. Sonra; “yoruldu”, “kaldıramadı”, “kandırıldı”, “onun bunun peşine takıldı” türünden yine anlamlı açıklamalar yapılır.
Aziz Nesin, üç ya da dört yıl önce neyse, aslında şu anda da odur. Yalçın Küçük için ise, Aziz Bey “bir zamanlar önemlidir”, “ama şimdi geride kalmıştır”… Küçük, yoluna devam etmektedir…
Küçük, zaman zaman çok güzel yazar. Örneğin, Türkiye’de “mutlak hainlik yoktur; insanlar doğuştan hain doğmazlar” diye yazan Küçük’tür. Ama anlaşılan, mutlak hainlik yoktur, Küçük’e göre “hainlik” ya da “yoldaşlık” vardır.
Küçük’ün “ünlü”leri ile ilişkisi bununla sınırlı kalsaydı, belki de çok tahripkar olmayacaktı. Ancak Küçük, bütün bu dengeleri kendi çevresine, TİP’in içindeyse TİP’e, yayıncılık yapıyorsa yazdığı dergiye, onda birleri yapıştırıyorsa da bu onda birlerin toplamına aynı biçimde içkinleştirmeye çalıştığı için önemli zararlar vermektedir.
Örneğin şu sıralarda, Yalçın Küçük’ün ondalıkları Toplumsal Kurtuluş‘ta röportajı, Dönem yayıncılıktan da kitabı yayınlanan Mihri Belli’nin Türkiye sosyalist hareketi için “dayanılmaz önemi”ni etraflarına açıklıyorlardır. Yanlış anlaşılmasın, Belli’yi, Belli’nin önemini sorgulamıyoruz. Değişen ne, onu soruyoruz. Yarın aynı kişi için, birçok kişiye yapıldığı gibi bir tür “kampanya” açıldığında, bu da mı “politika” olacak?
Küçük’ün kendi “bilim adamlığı” yönüne bakışı da, “politik kişiliği”yle önemli bağlantılara sahiptir.
Küçük kendini açık açık bir “dahi” olarak tanımlamasa bile, dahilikle ilgili tanımını, kendi bilimsel ve politik çalışmalarına, giderek günlük yaşamına sıkça taşımaktadır.
Deha tanımı: “Deha, tarihin büyük eğilimlerini bir tekil olguda görebilmek, somut olarak algılayabilmektir. Deha, soyutlama sürecini ortadan kaldırarak, bir tekil somutta en büyük soyutu sezebilmektir.” (Aydın Üzerine Tezler, İstanbul, 1984, s:81)
Kuşkusuz akla Arşimet’i, Newton’u büyük bulgulara götüren “tekil somut”lar geliyor. Doğrudur; ne var ki, yıllar oluyor bir alkışta, bir selamda, bir küçük gazete haberinde vb. Türkiye sosyalist hareketinin derin gerçekliklerini ve gelecek umutlarını keşfetme çabaları, somut bir sonuç vermemişe benziyor. Başka türlü söylenecek olursa doğrulanması reddedilmesi veya sınanması çoğu kez olanaksız bağlantılarla deha temrinleri yapmak, bir yerden sonra çok sıkıcı olmalı.
“Soyutlama sürecinin kaldırılması” ve tekil olgularda büyük eğilimler aranması, ikili durumlarda tarih araştırmalarında, kimi durumlarda da somut politik çözümlemelerde, son derece keyfi sonuçlara varılmasında kullanılabiliyor. Benzetmelerde, yakıştırmalarda, paralelliklerde, bu sorumsuzluk içinde, tam bir başıboşluk ve keyfilik egemen oluyor: Yanlışlık ve başarısızlık olanaksız hale geliyor. Her şeyi her şeyde görmek, her şeyi her şeye benzetmek mümkün oluyor. Sosyalistleri ağaç kütüklerine, insanları ibriklere, Ahmet’i Mehmet’e, Ali’yi Veli’ye benzetmekte artık risk kalmıyor. Ve ortaya sonsuza dek uzatılabilecek bir boş söz potansiyeli çıkıyor:
-Bizleri elbezlerine benzetiyorum. Temizlediğimiz kiri, bir süre kendimizde taşıyoruz.
-Lamba güzeldir. Bizi, sosyalistleri, lambaya benzetiyorum. Şişesiz yanmıyoruz…
Neden olmasın?
Soyutlama düzeyinin ve bizzat soyutlamanın kendisinin önemini yitirmesi, Yalçın Küçük’ün bir başka davranış biçimine daha pozitif etkide bulunmaktadır: Küçük, kimi doğrulara, belli bir tepkisellik içerisinde ulaşmış veya en azından bu tepkisellik neden-sonuç ilişkisi kadar önemli bir yer edinmiştir.
Örneğin Küçük için, kendisinin TİP’ten tasfiyesi, içinde Ecevit’in de etkin bir rol üstlendiği bir süreçtir. Zaten Bülent Ecevit, Küçük’ü Ankara Belediyesi’ndeki danışmanlık görevinden, Cumhuriyet gazetesinden de koparmıştır. Doğruluk payı ne olursa olsun, Küçük’ün Bülent Ecevit’e kızgınlık duyması son derece olağandır. Ancak bu kızgınlığın, Küçük’ün davranışlarını, CHP kuyrukçuluğuna karşı çıkmanın teorik ve siyasal temelleri kadar, en az onlar kadar etkilemesi çok vahim bir durumdur.
Örneğimiz söz konusu olduğunda, Yalçın Küçük’te bir Ecevit fobisi olduğu söylenebilir. 1986 seçimlerinde Ecevit’in partisini “lümpen”, SHP’yi “en ilerici” yapan da bu fobidir. Kızgınlık, bütün teorik-siyasal temelleri unutturmuştur. Hırçın Ecevit’ten bir tür intikam almaktır bu…
Keşke bunu yaparken peşine başkalarını takmasaydı.
Küçük’ün tepkiselliği öyle ilginç boyutlara ulaşmıştır ki, kızılan, eleştirilen, öfke duyulan her tekil örneğe duyulan tepki, başka takviyeler almaksızın “teorisize” edilmektedir. Sonuçta her şey savunulur her şey söylenir. Yalçın Küçük’ün yalnızca son iki yıllık ürünlerine baktığımızda birbirine uyum sağlaması mümkün olmayan biçimde, legalitenin-illegalitenin, keşişliğin-çapkınlığın, merkeziyetçiliğin-eksiksiz ve tam katılımın keskinliğin-olgunluğun en uç yorumlarla savunulduğunu görüyoruz. Ve bunlar neden böyledir, hiç bilinmez.
1987 1 Mayıs’ı bir “açılım”dır. 1988’de yapılanlar ise “çocukluk!”
Bu neden böyledir?
POLİTİKACI KÜÇÜK, BURJUVA POLİTİKASI İLE SOSYALİST POLİTİKA ARASINDA ÖNEMLİ İLKESEL FARKLILIKLARI YOK SAYIYOR
Kişisel özelliklerinin yanı sıra Yalçın Küçük ilk politika eğitimi sosyalist çevrelerin dışında almış, özellikle 1976’ya dek en çok özümleyebildiği, ayrı ve sosyal konumuna rağmen, CHP’nin iç politik dengeleri olmuştur.
Burjuva politikası ile sosyalist politika, birbirlerinden temel farklılıklar gösterir. Bunu kesinlikle “etik” ölçütler çerçevesinde söylemiyoruz. Burjuva politikası anlıkçı, güncelcidir. Burjuva politikasında her başlangıç, gereğinde sıfırdan başlangıçtır. Sosyalist politika ise ilkeseldir; sosyalist politikada hedeflerin kapsamı ve radikalliği, güncel politikaları çok daha yakından belirler. Sosyalist politikada yararlanılabilecek güncel esneklikler, fazla değildir. Sosyalist politikada “oynanacak” alanın sınırları, burjuva politikasından daha dardır.
Küçük’ün önemli sorunlarından bir tanesi, burjuva ve sosyalist politikalar arasındaki bu temel farklılığı görememesidir. Yetişmesinin ve elbette kişiliğinin payı olabilir.
Küçük, kendi politikasının alanı olarak devrimci demokrat plebyenlikten Sovyet çizgisine dek uçsuz bucaksız bir mekan seçiyor ve bu mekanda kendisini bütünüyle özgür hissediyor. Bu alanda bir o, bir de bu yana yapılacak gezintilerin, insanın omuzlarına yükleyeceklerinden ya habersiz görünüyor ya da kendini bu anlamda sorumlu hissetmiyor. Yolun başında devrimci demokratlara beslenen umut, bazı fedakarlıkları göze aldıracak ölçüdedir: “İki yol var: Ya örokomünist entelijensiyaya razı olmak ya da ayrışmak. Plebyen kopmaya razı olarak öro-komünist entelijensiyayı kökten reddetmek gerektiğine inanıyorum.” (Ç. Bilgin; “Ayrışma ve Kopma”, Toplumsal Kurtuluş, sayı:3, s:26)
Küçük çapında bir aydının, entellektüel/teorik düzlemde, örokomünizm ile plebyenlik arasında son derece velut bir “açı” olduğunu bilmemesi mümkün değildir. Bunu bilecek bir Küçük’ün “plebyenliğe” razı olmasının nedeni, öro-komünizm ve plebyenlik dışında anlık, güncel politika yapabileceği bir alan görmemesidir. Ancak Küçük’ün bu alanda beklentileri, ciddi bir biçimde realize olmamıştır. Bu kez yeni arayışların gündeme gelmesi mümkündür.
Gene de “plebyen” kafa, Küçük’ün öro-komünist cepheye yönelik hücumlarının etkinliği açısından vazgeçilmez bir gereklilik olarak görülmektedir: “Legal marksist Pyotr Struve’nin veya legal marksist Behice Boran’ın ölümlerinden önce burjuvazinin kampına geçmeleri” türünden sözler, plebyen kafalar olmadan alıcısını bulamayacaktır.(Bilgin; “Devrimci Kurtuluş’un…”, Toplumsal Kurtuluş, sayı:11, s:9)
Yeri gelmişken, sosyalist ve burjuva politikalar arasında bir başka ilkesel farklılığa daha işaret edilebilir: Burjuva politikasında sezgiler, içgüdüler ve anlık tepkilerle sonuç, yargı ve politika arasındaki mesafe çok kısalabilir. Dahası, kısa olmak gerekir. Buna karşılık sosyalist politikada sezgiler, entellektüel jimnastik, ya da varsa “farklı olma snobizmi” ile, yargılar ve saptanan politikalar açısından ciddi süzgeçlerin devreye girmesi gerekir. Aradaki mesafe, sosyalist politikada, kısa olamaz. Hiçbir “deha” ben kısalttım, diyemez…
Tarih Çalışmalarında Azalan Verim
Küçük’ü eleştirenler tarafından en az değinilen konu, Küçük’ün tarihçiliği, bu tarihçilik çerçevesinde söyledikleridir.
“Türkiye Üzerine Tezler” ile, 10 yıl önce başladı. “Tezler I” ve “Tezler II” önemli çalışmalardı. Yürüyüş dergisinde o zaman da işaret edilmişti: “Yalçın Küçük’ün Türkiye’nin tarihsel gerçeklerine bakışta kullandığı bilinç ya da gözlükler de hiç kuşkusuz bu hareketin ürünü. Küçük, hareketin en olağan bir militanının sezgileri, sağduyusu ile görebildiklerini, bilimsel bir çalışma ile pekiştiriyor. Yine hareketin içinde olduğu için ve hareketten aldığı güçle.” (Yürüyüş ,sayı: 148, Şubat 1978, s.10) İlk kez bu çalışmalarla Türkiye solunda bölük pörçük dile getirilen, çoğu kez sol hareketin bütünüyle dışındaki tarihçilerin çalışmalarından gelişigüzel ve dedikodu düzeyinde aktarılan önemli gerçekler, sınıfsal bir bakış açısından derli toplu biçimde sunuluyordu.
Ancak Küçük’ün tarih çalışmalarında tutarlı yönteminin, Aydın Üzerine Tezler‘de sulandığını görüyoruz. Bunun en temel nedeni ise Küçük’ün 80’li yıllarda, başlı başına bir “aydın” hareketi yaratma eğilimine girmesinden kaynaklanıyor. Küçük, artık ne organik, olarak ne de psikolojisiyle bir siyasal “hareketten güç almıyor”.
Özellikle Aydın Üzerine Tezler‘de çok net olarak görülebilen bir yön de vardır: Gerçekten önem taşıyan, ilginç nitelikli tez ve sapmaların toplamı örneğin 100 sayfaya sığarken, geri kalan yüzlerce sayfada anlamını herhalde yalnızca Küçük’ün kendisinin bildiği ayrıntı ve “tezyinat” çalışmaları yer dolduruyordu.
Söylediklerimizin en iyi örneği, Aydın Üzerine Tezler adlı çalışmanın ilk cildidir. Çok açık yazabiliyoruz: Bu kitabın örneğin 270- 440. sayfalar arasındaki 170 sayfalık bölümü tamamen fuzulidir. Bütünü ile çıkarılırsa, “Tezler”in gücünde en küçük bir eksiklik olmaz. Çalışmanın belirli bölümlerinde (bak: 180-185) yazarın, yazdıklarını her cümlesinde keramet olduğuna inanarak yazdığı izlenimini uyandıran çağrıştırmalar yer almaktadır. Yoksa, “çeliğin çifte su verilmiş demir” olduğunu yazarken Ostrovskiy’in romanına atıfta bulunmanın ne gereği olabilir? (s: 183) Sonra hemen ardından, 19. yüzyıl başlarında İstanbul’da denizin yeniçeri cesetleri ile dolduğu anlatılırken ülkemizde “Kızgın Güneş” adıyla gösterilen “Le Plein Soleil” filmine çağrıştırmada bulunmak nasıl bir kerameti göstermektedir?
İnsan, yazarken bunları düşünebilir. Ama neden yazsın ki?
Küçük’ün, yazarken gerçekten de “kafasını boşalttığı”, bu arada okura en küçük bir saygı duymadığı anlaşılıyor.
Yalçın Küçük’ün tarih çalışmalarında, bütün bunlar dikkate alındığında, sosyalist hareket için ufuk açıcı olabilecek saptama ve tezlerin, süreklileşmiş bir ilginçlik ve yenilik arayışı içerisinde kuru gürültüye gittiğini görüyoruz. Bu, yalnızca, okuyucuyu “sıkan” bir durum değildir. Küçük, yerinde ve önemli çözümlemeleri, bunların taşıdığı bilimsel içeriği, son derece spekülatif, sınanması mümkün olmayan ve işin kötüsü zaman zaman nesnel gerçekliği zorlayan önermeler ile boğmaktadır. Sonuçta ortaya iç içe geçmiş onlarca çarkın dengeli, hassat ve tekdüze bir ritimle çalıştığını türden garip bir “tarih” çıkmaktadır.
Ve işin içine burada da tepkisellik girmektedir. Küçük, sosyalist hareketinin şimdiye kadar küçümsediği veya gözünü kapadığı kimi tekil olguları kurduğu sisteme başarıyla yerleştirmiştir. Bir prestij kazanmıştır. Ancak bu kez de ipin ucu kaçmıştır. Aynı yoğunluk ve katalizörlüğe sahip olmayan başka olgular da ön plana çıkarılmaya başlanınca, hattaTürkiye sosyalist hareketinin gündemine uzak duran kimi alanlara kayıldıkça, bu prestij giderek erimeye başlamıştır. Yalçın Küçük, artık çalışmalarına karşı belli bir duyarsızlığın oluşmaya başladığını dikkate almak zorundadır.
Ancak tüm bunlar, Küçük’ün Türkiye sosyalist hareketine en çok yarar sağlayabileceği alanın tarih çalışmaları olduğu gerçeğini gizlememelidir. Tarihçilik, “Tezler” dizisindeki tekrarların yöntemsel sorunların ve kimi güncellikler uğruna girişilen zorlamaların yarattığı “azalan randımanlar” a rağmen, yine de Küçük’ün göreli olarak en yararlı olabileceği alandır. “Örgütçülüğü” ve “politikacılığı” tarafından, çalışkanlığı ve yaratıcılığı törpülenmediği sürece…
Küçük’ün tarihçiliğinde, bunlara rağmen, eleştirilmesi gereken ve daha önce politikacılığına değinirken vurguladığımız başka yönler de vardır. Bir kere, sezgiden ya da entellektüel jimnastikten sonuca ve yargıya atlama merakı, Küçük’ün önemli çalışmalarında da görülmektedir. Sezgi ile bulgu arasındaki mesafeyi kısaltan, soyutlama düzeylerini aradan çıkartan bir yöntem, özellikle sınanması mümkün olmayan tarihsel alanlarda, “bilimsellik” sınırlarının dışına çıkılmasına neden olmaktadır. Bunun, tarih çalışmalarında nasıl somutlandığını değerlendirmek ayrı bir yazı konusu olmalı.
BİR SİYASİYE YAPILABİLECEK EN BÜYÜK KÖTÜLÜK, KENDİNDE OLMAYAN YETENEKLERİ ONA ATFETMEKTİR
Yalçın Küçük, özellikle son 3-4 yıldır, kişiliğinin bazı renkli yanlarını vitrininde sergilemeye merak sardı. Binlerce sayfalık önemli çalışması olan bir aydının, kimi sohbetlerde, panellerde veya günlük yaşantısında söyledikleri, yaptıkları çok önemsenmeyebilirdi. Ancak işin tadı zamanla kaçtı. Yalçın Küçük, büyük bir saygısızlıkla zihinsel artıklarını çoğu kez saçmalığa vardırarak teorisize etmeye ve bunları Türkiye sosyalist hareketine bir bir fırlatmaya başladı.
Küçük’ün saldırganlığından olsa gerek, kimse bu garipliklere “aptal yerine konmalara” ses çıkarmadı. “Ne önemi var canım, zaten bu tür gariplikleri Türkiye solunda kimse ciddiye almıyor” türünden bir aldırmazlık için Türkiye sosyalist hareketi henüz yeterli olgunlukta değildir.
Küçük, son yıllarda birçok söyleşi yapmış ve bunlar Erkekçe’den Mayıs’a kadar değişik dergilerde yayınlanmıştır. Bunlardan bir bölümü, Bir Soran Olursa başlığı altında Tekin Yayınları’nca kitap haline getirilmiştir. Yalnızca buradakiler, Küçük’ün yaptıklarından ve yazdığı diğer şeylerden tamamen bağımsız olarak bu söyleşiler derlemesinde yer alanlar, ortada sorunlu bir kişi olduğunu gösteriyor. Daha dengeli, daha mütevazı ve daha ciddi olmanın yollarını mutlaka bulmalıdır.
“İnsan”, Bir Soran Olursa‘nın birinci bölümünün adı. Sonra 21. sayfa geliyor. “Benim Aşka Bakışım İhtilale Bakışım Gibidir Birdenbire Titreme, Çarpılma, Elektriklenme”; Bu da ilk söyleşinin başlığı. Sayfalar ilerledikçe, sohbet de ısınıyor. Aziz Nesin ile Küçük arasındaki “problem” gündeme geliyor. Küçük, “problem”den sonra Aziz Nesin ile bir kez karşılaştıklarını, ama birbirlerini görmediklerini belirtiyor. Küçük, Nesin’i görmüyor, yanındaki Nuray’ı, kendi deyimiyle dünya güzeli kızı görüyor. Küçük ile dünya güzeli kız yan yana oturuyor sarılıyor ve öpüşüyorlar. (Bir Soran Olursa, sayfa:24).
Son yıllarda plebyenliğe hitap etmenin yollarını arayan Küçük için talihsiz bir konuşma olsa gerek. Ama ne önemi var, söyleşiyi yapan Kadınca dergisi, Küçük burada ne kadar uygar, ne kadar çağdaş, ne kadar sevecen olduğunu gösterecek. Böyle olunca, burçlara ve beş çaylarına meraklı ev kadınlarına hitap eden bir derginin bir bayan çalışanı, “Türkiye solunun hırçın jakoben liderine” ilginç sorular soruyor ve ilginç cevaplar alıyor.
Küçük bir ara nerede olduğunu unutuyor ve “çapkınlığın çok kötü bir şey olduğunu” (s:27) söylüyor. Serpil Gülgün müdahale ediyor: “Ama ya bunu isteyerek yapıyorsa…” Bu da herhalde sosyalistlerin “çapkınlık” konusunda görüş bildirirken dikkat etmesi gereken bir konu…
Gerçekten de, “ya çapkınlık istenerek yapılıyorsa?”
“A, öyle çapkınlık çok güzel bir şey… çok güzel. Benim ahlak anlayışıma seks de dahil. Homoseksüaliteyi normal kabul eden bir adamım… Ben Türk solculuğunun, Türk solcularının homoseksüalitenin propagandasını yapmasını değil ama bunlara sahip çıkması gerektiğini düşünüyorum… Bir Bülent Ersoy. Bütün sol kuruluşların Bülent Ersoy’a sahip çıkması gerektiğini düşünüyorum. Yaptığı beni ilgilendirmez…” (s:27)
Bu kadar gayri ciddi bir söyleşiden sona biraz durmak gerekiyor. Gelenek’te çok yazıldı: Sosyalist hareket, her konuda, her sorunda görüş bildirmek zorunda değildir. Kendisine siyasal misyon yükleyen Yalçın Küçük’ün de bu anlamda hiçbir ayrıcalığı yoktur. Küçük “çapkınlıktan homoseksüelliğe kadar her konuda” ille de bir şeyler söyleyecekse, gazetelere “Ben Yalçın Küçük, bir aydın olarak, Türkiye sosyalist hareketinde herhangi bir siyasi misyonum yoktur” ilanını vermelidir. Çünkü Küçük, bir yandan bu saçmalıklar içerisindeyken öte yandan da Türkiye solunda beğenmediği eğilimlerle bir tür hesaplaşma içerisine girmekte, araya siyasi tonu yüksek radikal mesajlar serpiştirmektedir. Küçük, artık ne yapacağına karar vermelidir.
Kararını verirken, her yöne oynamanın insan sağlığı üzerindeki yıpratıcı etkisini düşünmelidir.
Korkumuz, Küçük’ün bu yıpranmanın da teorisini yapmasıdır. Çünkü Küçük, kendisine ait özel sorunları büyük bir içtenlikle yazmayı, kendi zaaflarından sözetmeyi sevmeye başlamıştır.
“Dava İstanbul”daydı, ne örgüttük, ne şu, ne bu. Büyük tartışmalar oldu duruşmada. Tanju Gürsu, Fikret Hakan, Öztürk Serengil de tanıktı. Pişti oynarken imzaladım, dedi bazıları. Toplu konut dilekçesi sandık, dedi. Ben kalktım, falancayla yan yana oturduk, şu şu konuşmayı yaptık dedim. Fikret Hakan gibi ünlü olan bir tiyatrocuyu çok kötü bir duruma getirdim. Bir anda bütün İstanbul’a yayıldı bu. Herkes beni kutladı. Ve ben üç saat kendimden geçtim. Mecazi anlamda değil fiilen…” (sayfa:36)
Bir zamanlar, Yalçın Küçük’ün bel ağrıları için kaygılanan okuyucuları, daha sonra aynı kişinin yazdıklarını bir daha okumadığını duyunca bu kez şaşırmışlardı. Küçük, Erkekçe’de yayınlanan söyleşide, ünlü bir insanı çok kötü duruma getirdiği için üzüntüden kendinden geçtiğini yazıyor. Bu kez gerçekten kaygılanmak gerekiyor. Bir aydın, bırakalım siyasi mücadeleyi, kendisine dönük bir yüzü olduğu için de aydındır. Küçük, kendisini Türkiye’nin gündemine bütün hücreleri ile vermeye, sanıyoruz çoktan karar verdi.
Küçük, zaten kendisini kontrol edecek mekanizma ve kişilere uzak birisiydi. Şimdi kendi üzerindeki kontrolü de yitiriyor…