Türkiye’nin bir dengesizlikler ülkesi olduğu çok sık söylenir. 1990 yılının ilk sekiz ayı düzenin yönelimleri, kararsızlıkları ve çelişkileri açısından zengin verilerle doluydu. Görünen odur ki, bu veriler, kararlı bir çözümün işaretleri haline dönüşmeden yığılmaya devam edecekler. Güncel dinamiklerden türetilebilecek kimi olasılıkları tartışmadan önce biraz geriye uzanıp genel siyasal ve ideolojik yapılanmanın yakın geçmişine gözatmakta yarar var.
’80’DEN ’90’LARA SİYASAL ÜSTYAPI
12 Eylül sonrası yerleştirilmeye çalışılan üstyapı çerçevesinde, siyasal partilere oldukça mütevazi bir yer uygun görülüyordu. Bu durum, yalnızca burjuva partilerinin özel konumlanışlarından öte, başka bir anlam daha taşıyor. Düzenin farklı veçheleri olan siyasal partilerin, birer ideolojik-örgütsel formasyon olarak ele alındıklarında, toplumun farklı kesimlerini statükoya entegre etmenin aygıtları oldukları söylenebilir. Her bir ideolojik-örgütsel formasyonun değişik toplumsal kesimler ya da sınıflar nezdinde cazibeleri vardır. Türkiye’de partilerin işlevinin geri plana düşmesi bizzat bu genel misyonun gerçekleştirilmesinde bir değişikliğe denk düşüyordu.
Ortaya çıkan boşluk ise, sermaye ile ve onun dolaysız temsilcisi haline gelen devlet aygıtı ile organik bütünleşmeye sokulan kimi kurumlarca doldurulmaya çalışıldı. Basındaki tekelleşme, üniversitelerin YÖK sistemi bu çerçevede işlev kazandılar. Düzenin kendini stabilize etmesinin yolu, toplumun çeşitli kesimleri için ideoloji ve politika üretmekten çıktı, yerini toplumun yekpare bir depolitizasyona tabi tutulması aldı.
12 Eylül cuntasının başlangıçta denediği kişiliksiz iki partili yapı, generallerin baskıcı ya da basiretsiz niteliklerinden ziyade sözkonusu yönelişin fazla zorlanmış bir yorumu olarak görülmelidir. Depolitizasyon olgusuna kaçınılmaz olarak eklenen bir diğer öge ise elbette baskı ve zordur. Bir yönüyle depolitizasyon ideolojisinin bir üretim kaynağı da zaten zor mekanizmaları olmaktadır.
Ancak, genel yönelişin bu şekilde tarif edilmesine karşılık, bu yapının toplumun dengeden uzaklaşma dinamiklerini söndüremediği ya da bütünüyle denetim altına alamadığı da açıktır. Toplumun çeşitli kesimlerini düzen içinde bir hareket ile sınırlayacak mekanizmalara uzunca bir süredir ihtiyaç duyulduğu kesindir. Örneğin, kendiliğindenci özde bir işçi hareketinin düzenin meşruiyetini sorgulama eşiğine gelmeden denetim altına alınması düzen için bir gereklilikse, bu noktada güçlü ve itibarlı bir sosyal-demokrat hareketin müdahalesine ihtiyaç duyulur. Sermaye ve devletle bütünleşmiş Türk-İş bu boşluğu dolduramamaktadır. Bir başka örnek İslami hareketten verilebilir: MSP’ye oranla son derece kişiliksizleştirilmiş RP’nin, İslami muhalefeti düzenin bir emniyet subabı halinde tutmak misyonunu yerine getiremediği bellidir. Yine ilk elde akla gelen bir istikrarsızlık unsuru da Kürt direnişidir. Düzenin bu kitleyi de stabilize etmeye dönük araçlara ihtiyacı vardır… İşçileri sokağa, dincileri kontrolsüz bir illegaliteye iten, Kürtleri PKK’ye bırakan bir yapı kalıcı olamaz.
Bu noktada bir vurguyu atlamamak gerekiyor. Türkiye kapitalizminin ve egemen sınıflarının yapısı gereği, bu ülkede çeşitli merkez-kaç güçlerin düzen içinde de olsa politize edilerek birarada tutulmaları kolay değildir. Sınırlı anlamda bile politize edilmiş kimi dinamiklerin bizzat düzenin kendini idame ettirme isteği ile çatışmaya girme olasılığı yüksektir. Bu durumda sopaya aba altında değil elde ihtiyaç vardır. Bizzat bastırırken ve batırırken depolitize eden bir sopa… Ve elbette baskının üreteceği tepkilere karşı ek önlemler gerekecektir. Siyasal partiler ve bunlar eliyle bir nebze politizasyona giden kanallara, bu anlamda bir “deşarj” işlevi yüklenir. 12 Eylül’ün ürünleri arasında bu dolayım büyük ölçüde ihmal edilmiştir.
Bir ara sonuç olarak şu söylenebilir: Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin siyasallaşma sürecindeki dengenin biraz daha farklı kurulması beklenmelidir. ANAP’ın ömrü de büyük ölçüde bu yeni dengeye bağlı olarak belirlenecektir. 12 Eylül sonrası ikinci on yıla girerken önümüzdeki birinci muhtemel gelişme düzenin başta siyasal partiler aracılığıyla kendini tahkim etmesi olabilir.
TÜRKİYE VE DÜNYA
Son aylarda Avrupa kapılarının kendisi için kapalı kalacağı, nezaket ölçüleri dışına taşan tarzda anlatılan Türkiye’nin bir tahterevallinin üzerinde kendi başına oynamaya devam edeceği anlaşılıyor. Bir uçta itidal ve “ticaret”, diğer yanda riskli ama çekici kumarlar…
Stratejik önem pazarlamasının artık iktisadi güç ile birleştirilmediği taktirde inandırıcılığını yitirdiği bir dünyada, Türkiye kendisi için kararlı bir çıkış formülünü AT’de aradı. Ancak AT’nin simgelediği dünya kapitalizmine tam entegrasyon hedefi, Avrupa kapılarının örtülmesiyle gündemden düşmeyecektir. Bu noktada ön plana, en fazla Amerika’ dan patent alabilecek bir diğer senaryo çıkıyor.
Sosyalist sistemin dağılmasıyla birlikte yükselmesi muhtemel emperyalizm içi çekişmelerle de uyumlu olması şarttır bu senaryonun. Ancak sorunun Washington’dan ve Ankara’dan görünüşü de farklı duyarlılıklar taşımaktadır.
Kartların yeniden karıldığı dünyada ABD emperyalist sistem içinde konumunu perçinleyici, liderliği üzerinde gezinen bulutları dağıtıcı çıkışlara ihtiyaç duymaktadır. Uluslararası gerginlik üretim merkezi bu anlamda yine Washington’dur. Gerginliğin jandarmalarının, uçbeyliklerine oturması gerekiyor. Bu durumda ABD’nin sisteme tam entegre olmuş, kendisini modern bir kapitalist toplum olarak örgütlemiş, bu paralelde siyasal-ideolojik yapılanmasını kimi tedbirlerle güçlendirmiş bir Türkiye’yi ne kadar talep ettiği kuşkuludur. Uçbeyliği merkeze tabi olacaktır kuşkusuz, ama misyonunu ancak kısmi benzeşmezlikler sayesinde yerine getirebilecektir.
Somutlarsak, Amerika’nın bakış açısından Türkiye, Sovyet Türk Cumhuriyetleri üzerinde sürtüşmeleri körükleyici bir prestije ulaşmalıdır; bu pazarla iktisadi ilişkisi, öncelikle Amerikan sermayesine alan açmak yönünde şekillenmelidir. Türkiye son derece karmaşık bir görüntü veren Ortadoğu’da bir askeri ve siyasi güç olarak etkinliğini artırmalıdır; bunu yapmak için Batılı-Müslüman kimliğinin dizaynında bazı değişiklikler gerekecektir. Örneğin Ortadoğu’daki etkinlik, Batı emperyalizmine belirli milli/dini tepkiler vermesini de gerekli kılar. İşin “ticari” boyutuna gelince, burada da gözetilen öncelikle Türkiye kapitalizminin gelişme grafiği değil emperyalizmin taşıyıcılığı rolü olacaktır.
Ankara’dan bakıldığında ise, dünya kapitalizmine eklemlenme temel gayesi korundukça, salt siyasi, özel olarak da askeri güç gösterileri ikinci bir anlama daha sahip oluyor. Türkiye gerek Sovyet gerek Ortadoğu pazarına, asli olarak dünya kapitalizminin muhtemel yeni hiyerarşisindeki mevkiini yükseltecek kozlar olarak bakmaktadır. Egemen sınıfların tercihlerinde mutlak bir mutabakat olmamakla (zaten bu olanaksız) birlikte, ana yöneliş budur. Türkiye Batı’dan gelen talepleri kendi elini güçlendirmek açısından da değerlendirmek, uçbeyliğinden kurtulmak çabasındadır.
Örneğin, Ortadoğu acentalığının maliyeti şimdiki konjonktürde içeride daha islamik tonlar taşıyan bir yapıysa, Türkiye için bunun Batı’dan uzaklaşmak ve iç dengesizliklerin artması biçiminde iki temel kısıtı olacaktır. Özetle serbest piyasacı ve liberal özlemlerle emperyalizmin acentalığının birbirlerini çelen yanları, Türkiye egemen sınıflarını iki yanında da tehlikeler bulunan bir patikada yürümeye zorlamaktadır.
KÖRFEZ’DEN AKTARMALI BATI YOLU
Türkiye’nin Körfez bunalımının içinde kendisine yolaçma girişimleri bu çerçevede ortaya çıktı. Bölgede daha aktif bir pozisyon edinmek için riskli açılımları kovalamak bugüne kadar Türkiye’nin pek tercih etmediği bir yöntem olmuştur. En azından Soğuk Savaş’ın ilk yıllarından şimdilere kadar… Türkiye bu “sağlamcı” tutumuyla ve bunun sonucu kişiliksiz görüntüsüyle bölge ülkelerinden farklılaşıyordu. Bu anlamda bir değişiklik bugün sözkonusudur. Türkiye Ortadoğu’nun karmaşık ve değişken saflaşmaları arasında bu kez kendine yer açmaya çalışan, bu yolda risk alan bir özne görünümündedir.
Ancak işin “risk” tarafının yine de ne kadar görüntüsel, ne kadar öze değgin olduğu tartışma kaldırır bir konu. Birincisi, bugün sosyalist sistem ve başta SSCB, Ortadoğu denkleminden çıkmış bulunuyor. Aslında bu durum yalnızca Türkiye’yi değil, bölgenin, Irak dahil diğer öznelerini de rahatlatan bir etken sayılabilir. Burada denklemin sistem çelişkisinden arınmasıyla kimi boy gösterme alanlarının boşalmasından sözedilebileceği gibi, bölge ülkelerinin, genel dengelerin süzgecinden geçirilmemiş bir emperyalizm olgusuyla karşı karşıya olduklarına da dikkat edilmelidir. Global dengelerin arasında küçük manevralar dönemi sona ermekte, ilerleyebilmek için büyük oynama gereği kendini dayatmaktadır.
Türkiye açısından ikinci nokta, başta ABD olmak üzere Batı’nın tam desteğiyle hareket ediyor olmasıdır. Üçüncüsü, güncel bunalımda İran, İsrail, Filistin, Suriye gibi genelde önemli güçler şimdilik devre dışıdır. Açıkçası Türkiye’den bakıldığında, denklem çok karmaşık değildir. Bu da riske girmek noktasında “cesaretlendirici” rol oynamıştır.
Bunlar gözönüne alındığında yeni açılımın riski çok fazla görünmemiştir.
Türkiye’nin “atak” politikasının bir yönü de iç politikaya ilişkin. Kıbrıs bunalımları hatırlanırsa, yaşanan hep şu olurdu: Burjuva partilerinin ve genelde politik yapının iç dengeleri, çatışmaları aşağı yukarı aynen korunarak dondurulur ve devlet bu dondurulmuş zeminin üzerinde yek vücut davranırdı. Herşey olup bittikten sonra, elbette dış girişimler iç politikaya tahvil edilmeye çalışılır, tek tek parti liderlerine kahramanlık fatihlik atfedilirdi. Ama orta vadede bu tahvil işlemi ciddi reel gelirler sağlamamıştır. Ağustos 1990’da ise, ANAP’ın ve Özal’ın çabasının bir önemli ağırlığı, yukarıda açıklanan, partileri güdük, siyasal yelpazesi tıkız depolitizasyon yapılanmasının tahkimine yöneliktir. ANAP ve Özal bu 12 Eylül yapılanmasıyla çakıştıkları ölçüde ve bu nedenle anlam taşıyorlar. Muhalefetin anti-militarist, hukuk devleti savunucusu vs. kesilmesi Körfez yoluyla suni teneffüse itilecekleri bir ortamın kuvvetlendirilmesi olasılığından kaynaklanıyor. Yoksa ne bu partileri zorlayan bir barışçı taban hareketinden sözedilebilir, ne de -maksat muhalefet yapmak ise- yine aynı partilerin hükümet politikasına daha milliyetçi ve saldırgan bir çerçeveden eleştiri yöneltmeleri şaşırtıcı olabilir.
Dış cepheye dönersek, özet olarak SSCB’nin, Ortadoğu’nun ciddi güçlerinin devrede olmadıkları koşullarda Batı destekli bir politika Türkiye için gösterilmeye çalışıldığı kadar da riskli değildir. Daha doğrusu sürece müdahil olunurken risklerin düşük olduğu varsayılmış, cesaret nişanını hak etmek için de bu varsayımın tersi bir kamuoyu yaratılmıştır. Ama birkaç hafta içinde gelinen yer farklıdır.
Körfez’den aktarmayla Batı’ya gidilir mi? Türkiye’deki siyasal iktidar bu soruya kendince olumlu yanıt vermiştir. Bir yandan izole olacağı beklenen Irak’a karşı hareketlenmenin bölgede prestij yükselteceği, ABD desteğinin aynı prestijin izdüşümünü Batı’da güvence altına alacağı, bu konjonktürde müzmin ikilem Batı-Doğu sorununun yakıcı boyut kazanamayacağı hesaplanmıştır. Ancak Arap dünyası ve Ortadoğu’da hesaplar kısmen tutmayacağa benziyor. Irak o kadar da çaresiz duruma düşmemiş, İran’ı tarafsızlaştırmak ve yeni bir Arap radikalizmi üretmekte başarılı olmuştur. Bu durumda Türkiye üçüncü dünya nezdinde bir kez daha Amerikan jandarması görüntüsüne oturmaktadır.
Bu görüntü Körfez’den aktarma yapacak bir taşıt bulamamak demektir. Dolayımsız bir batıcılığın ise uzun vadede bugüne kadarki performansdan çok farklı bir getirisi olamayacaktır.
Tüm bunların ötesinde şu nokta bilinmelidir: Türkiye burjuvazisi bir dizi iktisadi, sosyal ve siyasi kısıtın cenderesi altındadır; üstelik bu durum ne dünün ne şimdinin sorunudur. Türkiye nesnel kısıtlarını, tarihsel birikimi ve dünyadaki konumu itibariyle öyle kolay kolay aşamaz. Aşamadığı sürece de cengaverliğin belirli bir sınırı olacaktır. Ancak Türkiye elinde son kozu kalmış, iflasın eşiğinde bir kumarbaz da değildir. Dolayısıyla kaynağını köşeye sıkışmışlıktan alan bir başka tür cengaverlik de bu ülkeye tam uymuyor. Türkiye’nin ölçülerine göre biçilmiş bir kumaşın gerginlik ve Soğuk Savaş’ı kapsaması gerekir; ama en fazla kısa süreli ve risksiz bir sıcaklığa dayanıklıdır. Bir ucu Batı’ya, bir ucu Kuzey’e, bir diğeri Güney’e uzanmalıdır; hiçbir taraf gözden çıkartılamaz, ama varsın, etekler yine hiçbir tarafı doğru dürüst örtemesin…
Türkiye’nin “ataklığı” tüm bunları tatmin eden bir tuhaf ataklıktır. Böyle olmaya mahkumdur. Düzenin içindeki farklı yönelimler, tartışmanın değişik argümanları vb. bu çerçevenin derecesine ya da görüntüsüne ilişkin kalmaya mahkumdur. Türkiye burjuvazisi iç politikada sık sık gösterdiği savaşçılığını, dışarısı sözkonusu olduğunda sinik bir kimlikle değiştirmeksizin edemez.
Üstelik Körfez bunalımında öngörülmesi hiç zor olmayan, ama başa geldikten sonra anlamazdan gelme yoluna gidilen bir mesele daha var: Kürdistan. Irak Kürtleri krizi iç savaş için fırsat saymakta ve kaçınılmaz olarak ABD’yi arkalarına almaktalar. Talabani’nin Washington’da attığı yeni turlar, asıl sıcak savaş yükselirse anlam ve önem kazanacaktır. Bu olasılığın Türkiye için hoşa gider yanı olmadığı bellidir. GAP, Bölge Valiliği, 90.000 yeni işçi-memur kadrosu gibi araçlarla ulusal sorunu “halletmeye” kararlı görünen Türkiye devleti, “dostunun dostu” bir Kürt hareketinin Kuzey Irak’ta yükselişe geçmesinin etkilerinden bağışık kalamayacaktır. Koruculara verilen silahların devlete karşı kullanılmasını bile garantiye alamayan Türkiye, Amerika’dan Kürt burjuva hareketlerine akacak yardımın sonuçları üzerine düşündüğünde, herhalde hop oturup, hop kalkmaktadır.
Ortadoğu’dan alınması gereken bir politika dersi şudur: Politikada önemli olan her zaman potansiyel rakipleri tüketmek, safdışı etmek olmamaktadır. Birçok durumda potansiyel rakip çıkış yolları daraltılarak belirli sürelerle devre dışı bırakılır. Amerikan desteğinde bir Kürt hareketi, örneğin Türkiye’de kontrollü bir Kürt hareketinin varolmasını tercih edecektir. Gereğinde beslenme kanalları açılmak ve Ortadoğu kaosunda “elini” güçlü tutmak üzere… Öte yandan ABD’nin de, bu önüne sunulacak yeni kozları geri çevirmesi için neden bulunmuyor. Tüm bunları elbette Türkiye burjuvazisi de bilmektedir, ve muhtemelen “biz adam olmayız” sinizmi güç kazanmaktadır. Sinizm güç kazanmaktadır, çünkü “bize bizden başka dost yok” görüşü mevcut konjonktürde güçlü bir politikaya tercümesi olmayan bir şikayetten ibaret kalacaktır.
Türkiye siyaset sahnesinde hiçbir burjuva güç, sürekli yönü değişen rüzgarlar karşısında tutarlı ve kararlı bir ideolojik hat izlemek durumunda değildir. Ancak bu ülkede politizasyona açık kitlenin ideolojik tutarlılıktan yoksun demagojik bir pragmatizm ile tatmin olacakları iddia edilemez. Bunun bir sınırı mutlaka olmalıdır. Ve Türkiye’de politika alanında bir süreklilik sağlayabilmek, “çirkin” politikanın dışında kalabilmek, ideolojide kararlılık, gerçekçi tahliller yapabilmek… Tüm bunlar giderek sosyalizmin imtiyazı haline gelmektedir. Düzenin ideolojik-politik kuvvetleri bu anlamda nesnel olarak tıknazlaşmakta, kısırlaşmaktadır. Sosyalist hareket bu güncel imkanı değerlendirmek zorundadır. 1990, on yıl önce solun üzerine serpilen ölü toprağının atılması için bir derlenişe sahne olabilir; bu gecikmiş görev yakıcılığını hergün daha fazla hissettiriyor.