Türkiye solunda ve aslında dünya solunun büyük bir bölümünde, kapitalizmin güncel dinamikleri ve muhtemel yönelişlerinden söz açıldığında tekrarlanıveren birkaç cümle var. “Bunalım derinleşiyor, çelişkiler had safhada, kapitalizm çöküyor…” İster 60’ların, ister 70’lerin, isterseniz bugünlerin siyasi yayınlarını açın, belli nicel farklılıklar dışında bu tür ifadelere rastlamak mümkün. Teori alanında ise bir, bu söylemin arka planını örme uğraşı; iki, aklıselim’e çağıran cılız bir diğer yaklaşım…
Kapitalizmin marksist analizde sergilenen temel dinamiklerinin geçerli olduğunu düşünenler için bu üretim tarzının tarihsel olarak geçici niteliği, “kaderi” zaten açıktır. Marksistlerin bu bilgisi ise bir tarih bilincidir; ve bu tarih bilincinin yaşayan her ana sarih göstergelerle tekrar tekrar doğruluğunu kanıtlaması ne mümkün, ne de gereklidir.
Dünya kapitalizmi yirmi yıldır bir bunalım devresini yaşıyor. Buna kapitalizmin has teorisyen ve yöneticileri dahil pek kimsenin itirazı yok. Evet, dünya kapitalizmi 1929’da patlayan ve sonu ikinci paylaşım savaşına varan bunalımdan beri böyle uzun süreli bir istikrarsızlık yaşamamıştı. Ama sanki kapitalizm buna bir yaşam biçimi olarak bakmaya başladı. “Sürekli kriz” vb. tezlere prim vermek için söylemiyorum bunu. Tam tersine…
Solda son dönemde reformizmin laçka ettiği bir yaklaşım var. Ancak bu yaklaşımın yöntemi yalnızca bu kesime ait değil. Reformizm, kapitalizmin bunalımda olmadığını, dolayısıyla sınıf mücadelelerinin yumuşadığını, devrimci durumdan uzaklaşıldığını ve sonuç olarak reformlar programının “gerçekçi” tek yol olduğunu vaaz ediyor. Aynı yöntemi paylaşan “devrimcilik” ise kapitalizmin bunalımının derinleştiğini, asıl radikal programların saatinin çaldığını ilan ediyor. Kendi adıma bu ikinci türün temiz, saf ve inanmışlığını, ilk türden “yenilik”lere tercih ederim elbette. Ama bizim böylesi bir tercihe sıkışmak zorunda olmadığımızı, marksizmin de bu kadar ilkel olmadığını düşünüyorum.
Dolayısıyla bu yazının yaklaşımına ilişkin ipuçlarını da vermiş oldum. Netleştirmek gerekiyorsa, kapitalizmin halen bir devrevi bunalımın etkisinden sıyrılamamış olduğu görüşündeyim. Bu bunalımın kendi içinde eşitsiz bir yirmi yıl yaşadığını, bugün bunalımın kimi temel yönlerinin aşılmış, kimilerinin ise katmerleşmiş olduğunu düşünüyorum. Tüm bu tartışmayı da devrimci Marksist bir program ve politikanın -ister global düzeyde, ister Türkiye ölçeğinde kapitalizmin genel yasallıklarının ötesinde, özel, konjonktürel vb. somutluklarda belirleneceğine inandığım için önemsiyorum. Yazının bu giriş paragraflarında söylemem gereken bir iki nokta daha var: Bu konunun programatik ve politik bir işlev görebilmesi, kimi öngörüleri ya da şu anki dinamiklerden yakın-orta vadelere projeksiyonlar yapmayı gerektiriyor. Benim kurguladığım projeksiyonlarda iktisadi düzlemin yanı sıra siyasi düzlemin ağırlıklı bir rol oynadığını söylemeliyim. Kısaca bu yazı bir “iktisat” çalışması değil. Sonra, projeksiyon kurgularken yer yer kurgusallığa düşmüş olduğum iddia edilirse, buna çok fazla itiraz etmem; özellikle dünyanın yaşadığı şu geçiş günlerinde, aşırıya kaçmamak kaydıyla spekülasyonun alanına girmek, bence, göze alınması gereken bir risk…
Bunalım ve Hegemonya
Kapitalizmin dünya çapında örgütlenişi bugüne dek hegemonik bir karakter taşıdı. Kapitalizmin yetiştiği her toprakta yeniden üreyen rekabetçi özü, global ölçekte bir hiyerarşi altında biçimlendi. Bu hiyerarşiyi ve onun tepe noktasındaki hegemonik gücü tanımlayan en yaygın deyim, Pax, aslında sözlük anlamından yanılsamalar türetilmesine elverişli bir ifade. Belirli dönemler süren net hegemonyalar dünya çapında bir “barış” anlamına gelmedi hiçbir zaman. Hegemonya rekabeti, çatışmayı dışlamadı; onu örgütledi ve biçimlendirdi. Aksi bir durum olsaydı, zaten mevcut bir hiyerarşiyi tersyüz eden dinamiklerin nereden kaynaklandığını açıklayabilmek de olanaksız olmaz mıydı? Belirli bir tür hiyerarşi her zaman kendisini geçersiz kılacak bir dinamizmin de gelişme ortamını sağlar. Pax Britannica’dan Pax Americana’nın doğması, bu sonuncusunun üzerindeki yükseldiği zeminin ise bir eşikten sora kendi kendisini kaydırmaya başlaması gibi.
1970’lerin başından beri ABD ekonomisinin kapitalist dünyadaki egemenliğinin sona erip ermediği tartışılıyor. Aynı yıllar aynı zamanda kapitalizmin “bir büyük bunalıma girişinin de tarihidir. II. Savaş sonrası yaşanan uzun genişleme evresi 25 yıl içinde sınırlarına dayandı. Bu süre zarfında bölgesel düzeyle sınırlı, yumuşak ve politika manipülasyonlarıyla aşılabilen daralmalar yaşanmıştı.1 Bu sınırlı daralmaları izleyen her bir genişleme kendisinden önceki genişlemeyi aşıyordu.2 Ama 1960’ların sonu 70’lerin başında bu sınai çevrimlerden ayırdedilmesi gereken uzun dalgalardan birinin iniş evresine gelinmiş. Yukarıda sayılan üç özelliğin tam terslerinin geçerli olduğu bu evrenin ek bir niteliği de bizzat mevcut hiyerarşinin sarsılması oldu.
Kapitalizmin uluslararası hiyerarşisi yalnızca merkeziyetçi değildir. Elbette Amerikan hegemonyası bu ülkenin en büyük pazara, savaşın yıkımına uğramamış üretici güçler ve birikmiş sermayeye, en ileri teknolojiye, tartışmasız askeri güce, iç sınıf mücadelesinin durgunluğunun sağladığı yüksek manevra yeteneklerine sahip olması ve bu etkenler zemininde yeni sanayilerde öncülüğü ele geçirmesine dayanıyordu. Ama bu özellikler sayesinde varolsa da, bağımsız bir diğer değişken de ABD’nin kapitalist dünyanın tümel çıkarlarının gözeticiliğini üstlenmesiydi. Sistemin “güdücülüğü”nden öte bir sorumluluktur bu noktada söz konusu olan. Her türden egemenlik ilişkisinde bir kategori olarak bu “sorumlu” rol varolmak zorundadır. Ancak kapitalizm gibi, son derece çeşitlenmiş -uluslararası, sınıfsal, sektörel, bölgesel, vb.çelişkilerin yarattığı anarşiyle malul bir alan içindeki hiyerarşiden sözedildiğinde, hegemonik güce,bu çelişkileri birarada varetme, bunların meşru üst-belirleyeni olma misyonunun da yüklendiği özellikle vurgulanmalıdır.
II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan sistemler çelişkisi bu iç konsensusun kurulmasını kolaylaştırmıştır. Hem kapitalist dünya hiyerarşisinin daha alt kademelerindeki ülke burjuvazilerinin ABD hegemonyasını kabullenmeleri, hem de ABD’nin sosyalizm karşısında sisteminin iç huzurunu sağlamaya özen göstermesi anlamında.
Savaşın tükettiği Batı Avrupa ve Japonya ekonomilerinin tabula rasası üzerinde serbest bir manevralar dizisi ile hegemonyasını tescil ettiren Amerikan kapitalizmi, 1960’lı yıllarda, “tebaa”sıyla arasının kapandığını gördü. Amerikan egemenliğiyle özdeşleşmiş kitlesel tüketim malları sanayilerinde yaşanan değişim başdöndürücüydü. Bir Amerikan iktisat dergisinde yer verilen bir tabloda işçi başına gayrı safi milli hasıla düzeyleri karşılaştırılıyor: 1950’den 70’e, Japonya’da (ABD için sözkonusu değer tüm yıllar için 100’de sabitlenmişken) 15.2’den 45.7’ye üç Avrupa ülkesinin (Federal Almanya, Fransa ve İtalya) ortalamasında 33.3’ten 63.3’e artış kaydediliyor. Yirmi yılda ABD ile arasındaki mesafeyi pek az değiştiren İngiltere dışında, bu veriler ABD karşısındaki konumlarını Japonya’nın üç kat, Batı Avrupa’nın yaklaşık iki kat düzelttiğini gösteriyor.3 Bu değişim teknolojik gelişme ivmesi, üretim artış hızı ve pazar payı anlamında ABD’nin sıkışması anlamına geliyor. Geriye kalan ve tartışılmazlığı süren askeri gücün ise Vietnam örneği düşünüldüğünde ne denli prestij yitirdiği kestirilebilir.
Mevcut hegemonik ilişkiyi kemiren bu erozyon karşısında ABD, sisteme karşı tümel sorumluluğunu ikinci plana itmek durumunda kalıyor. Artık rekabet meşru ve kurumsal bir örgütlenişten yoksun, başıboş bırakılmıştır. Burada eklenmesi gereken esas bir nokta daha var: Ulusal ekonomiler arasındaki eşitsiz gelişmenin kendi başına bir hegemonya tartışması yaratabilmesi mümkündür. Ancak mevcut hegemonik ilişkiye düşen gölgenin bir krize dönüşmesi için, mutlaka, göreli değil mutlak ilişkiler alanında bir bunalımın yükseliyor olması gerekir. 1970’lere gelirken gelişim ivmesinin genelde dengesizleştiği, 73-74 yıllarında şiddetli bir resesyona girildiği biliniyor. Kâr oranlarındaki düşme eğiliminin bir uzun gelişme dalgasının sonunda engellenemez hale gelmesi bunalımın ana nedenidir. Ülkeler arası eşitsiz gelişmenin hiyerarşiyi zorladığı, ancak genel genişlemenin sürdüğü bir çerçevede, mücadele de iktisadi zeminde sürdürülebilirdi; çünkü böylesi bir ortamda iktisadi faaliyet alanı artan verimler getiriyor olurdu. Bu olanağın bunalım konjonktüründe yokolması, hiyerarşi ilişkilerinin bütününün darbe yemesine yol açmıştır. Ancak sistemler arası çelişki, her iki sistem için bir üst-belirleyendi; ve kapitalist rekabetin mantıksal ve nihai sonuçlarına (derinleşen çelişkiler, artan militarizm, paylaşım savaşları) doğru ilerlemesini durduran da bu etken olmuştur.
I. Dünya Savaşı’nı Ekim 1917, II. Savaşı 45 sonrası Doğu Avrupa ile hatırlayan dünya kapitalizmi kendi iç çelişkilerinin alacağı biçimlere bu kez net sınırlar çizmiştir. 1970-90 bunalım evresinin en önemli unsurlarından biri, iktisadi bunalımın önceki deneyimlerle karşılaştırılamayacak ölçüde politik düzlemin baskısı altında yaşanmasıdır.
Dünya Bunalımı: Ekonomi Cephesi
Kapitalizm global ölçekte dört uzun dalga yaşadı bugüne dek. Bu dalgaların büyüme evreleri 18. yüzyıl sonu-1820’ler, 1848-70’ler, 1890’lar-I. Dünya Savaşı ve 1940’lar-60’ların sonu dönemlerine denk geldi. Bu tarihler arasında ise genel bunalımlar yaşandı. Her bir uzun büyüme dalgasında belirli ortak nitelikler bulunduğu, gözlemlemek ve bu gözlemden büyümenin ön gerekliliklerini soyutlamak mümkündür: Teknolojik yenilikler, bu yeniliklerin belirli sektörlere damga vurması, bu sektörlerin ise büyümenin taşıyıcılığını üstlenmeleri, pazarlarda genişleme… Bu etkenlerin sermayenin değerlenmesi, kâr oranları vb. üzerinde yaratacağı değişimleri bir yana bırakalım.
Örneğin birinci büyüme dalgası manüfaktürle üretilmiş buhar makinesi ve sanayi devrimiyle, dünya pazarlarının başta Güney Amerika olmak üzere genişlemesiyle belirlendi. 1848 devrimlerinin ardından başlayan ikinci dalga makinelerle üretilmiş buhar motorlarının rengini aldı, demiryolları yapımı hem kendisi verimli bir sektör olurken, bir yandan da ticari ilişkilerin yaygınlaşmasını sağladı. 20. yüzyıla doğru elektrikli ve patlamalı motor tüm sanayilerde kullanılır oldu. Tekelleşme sürecinde ve dünya pazarlarında (Asya, Afrika, Avustralya) yeni sıçramalar görüldü.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın rehabilite edilmesi, savaş süresince ertelenen taleplerin tatminine yönelme sürecin pazar yönünü çözmeye yetiyordu. ABD’de daha önce başlayıp savaşta kesintiye uğrayan otomotiv sektörü, Batı Avrupa ve Japonya’da büyümenin sürükleyici kaynağı oluverdi. Otomotivin yanısıra inşaat ve demir-çelik sanayilerinin de adı anılmaya değer. 1929 bunalımından sonra yerleşen Keynezyen talep yönlendirme ve pompalaması savaş deneyimiyle militer Keynescilik olarak ve bizzat büyüme sürecinin bir iktisadi etkeni olarak sürdü. Savaş sanayinin gereksinimi olarak gelişen elektronik, kısa sürede geniş bir kullanım alanı buldu ve yeni pazarlar yarattı.
Amerikan hegemonyası altındaki büyümenin kapitalist sistemin savaşın yıkımına uğramış kesiminin yeniden sanayileşmesinden aldığı ivme kaçınılmaz olarak düşüş gösterecekti. Kimi sektörlerde pazar tıkanıklıkları, bir çoğunda aşırı üretim, örneğin silahlanma harcamalarının ekonomik büyümeye başlangıçta yaptığı uyarıcı etkinin doğal olarak düşmesi.. Üstelik kapitalizmin dışında kalan geniş alanlar dünya pazarını daraltıcı bir etkide bulunmuştur. 1960’lı yıllarda üretkenlik artışı yavaşlar, kâr oranları ağır ağır düşer. Kârlarda kaydedilen düşüşün emek gelirlerine yönelik bir saldırıyla telafi edilmesi ise, bunalımın bir sonraki aşamasında pazar sorununu ortaya çıkaracaktır.
Bunalımın işaretleri 60’lı yılların ikinci yarısında görülebilir hale gelir. Üstelik 20-25 yıllık genişlemenin tüm uluslararası fiili ve hukuki çerçevesi de zedelenmektedir. Hiyerarşi fiilen, Japonya ve Avrupa’nın eşitsiz gelişme yasasının kazançlı tarafları olmalarıyla zayıflıyordu. Artık dünya ekonomisinin mutlak hakimi rolünü yitiren bir ülkenin parasının -doların- dünya parası işlevinin sürmesi olanaksızlaşıyordu. Genişlemenin sürdüğü dönem boyunca ABD’nin itibarıyla sınırlı, yani neredeyse sınırsız güvenilirliğe sahip olan dolar bu gücünü yitirmeye başladı. Maddi karşılığından bağımsızlaşarak gördüğü kendi işlevinden ziyade, doların artık göze batan yönü “karşılıksız” oluşuydu. 1971’de para sistemi çöktü.
Yaklaşmakta olan bunalım tüm kapitalist sistemde eşanlı ve yoğun bir gelişim gösterdi. ABD savaş sanayii ve bu alandan yaratılacak bir teknolojik atılım kozunu bir kez daha, bu sefer Vietnam’da oynadı. Ancak savaşın etkisi canlandırıcı değil, ek yükler getirici oldu. 1975’de Vietnam Devrimi’nin askeri başarısının tescili ABD’nin itibarına, yıpranmış hegemonyasına bir darbe daha indirdi. 1973’de petrol fiyatlarındaki ani yükselmenin ardından 74-75 resesyonu tüm sistemi iflasın eşiğine taşıdı. Bunalım global nitelik kazandı. 1976-79 toparlanmasını 80’de başlayan, etkisi 74-75’i geride bırakan üç yıllık bir genel resesyon daha izledi.
Dokuz yılın beşinin iki genel daralma, dördünün kısmi toparlanma ile yaşanması 60’ların sonunda içine düşülenin bir uzun bunalım dalgası olduğunu ampirik olarak da kanıtlıyordu.
1983 yeni bir umut rüzgarı estirdi dünya kapitalizminde. Konjonktür yükselişinin kaynağı ABD ekonomisiydi. Eşi görülmemiş bir borçlanma politikasıyla yaratılan talep kapitalist sistemin her hücresine yayıldı. Öte yandan, zaten bozulmuş olan ABD ödemeler dengesi sorununa, bir de bütçe açıkları ekleniyor, dünyanın en büyük ekonomik birimi son derece kırılgan bir nitelik alıyordu. 1980 resesyonu ve uygulanan monetarist politikalar ABD ve diğer ileri kapitalist ülkelerde sermaye birikimini neredeyse sıfırlamış, “sanayisizleşme” eğilimi başgöstermişti. 1983 sonrasında yeni bir genişlemenin yolu açıldı. Bu genişlemenin motoru olan ABD, bir yandan kapitalizmin tümel çıkarlarına karşı taşıdığı sorumluluğu yerine getirerek, hegemonik gücünün restorasyonunda bir adım atmış oluyordu. Ama belki bundan daha önemlisi, bu restorasyonun, maddi temellerini sistemin kırılganlığından alıyor olmasıydı. ABD ekonomisi giderek artan borçlarıyla ve dolayısıyla dışa bağımlılığıyla hayatını emperyalist rakiplerinin ellerine teslim ediyordu. Biricik ama son derece güvenilir güvencesi sistemin her üyesinin, yıkımın tek bir ülkeyle sınırlı kalmayacağı bilincine sahip olmasıydı: Özellikle Federal Almanya ve Japonya’da iç talebin canlandırılması, ABD’nin bozulan dengelerini tamir etmesi açısından bir olanak sunabilirdi; ancak bu konuda önlemler sınırlı kaldı. ABD’nin 1985’den beri değer kaybeden parasının istikrar kazanması diğer ülkelerde enflasyonist olmayan bir genişlemeyi sağlamlaştıracakken, bu alanda da ciddi adımlar atılamadı.
Çözümsüzlük durumunun bir nedeni emperyalist ülkelerin gündelik iktisat politikalarındaki karşıtlıkların keskinliği ise, bu durumun süreklileşmesi tarafların hiçbirinin kendi yolunda kararlı olamamasındandır. Sistemin bütünü kırılgandır; üstelik Batının bunalımından ancak dolaylı olarak etkilenen diğer sistem de, kapitalizmin iç çelişkilerinin denetim altında tutulmasını zorlayan nesnel bir baskı kaynağıydı.
Sanırım yalnızca SBKP önderliği ve sosyalist dünyanın kimi iktisatçıları dışında, Marksistler ve vülger ideolog olmayı kabullenemeyen az sayıda akademik iktisatçılar dünya kapitalizminin bu “dengesizlik dengesi”ni ya da “dengesiz statüko”yu saptamakta, ve doğal olarak bu konumun yıkılmaya mahkum olduğu görüşünde anlaşıyorlardı. Sosyalist ülkelerden bakanları ayırmamın nedeni şu: Kapitalizmin uzun sürmemesi için çok neden olan bir konjonktürel canlanış yaşanırken, henüz 1985’de, önceden belirli kararlarının alınmış olması kesin bir reform sürecine neden girilir? Sosyalist sistemin reorganizasyonu sistemler arası durgunluğu gerektirdiğine göre, kapitalizmi saldırganlaştıracak bir yeni genel daralmanın ya da bunalımın bir uzun dalga büyümesiyle aşılmasının değil, dengesiz statükonun süreceği varsayılmış olmalıdır. Elbette sosyalist ülkeler, en azından Sovyetler Birliği, reformlardan dağılarak değil güçlenerek çıkmayı umut ediyorlardı. Ancak güçlenmeye, kapitalizmin yakın bir çöküş anını hazırlıklı karşılayabilecek denli kısa bir vade biçmiş olmalarını mantıklı ve muhtemel bulmuyorum.
Sonuçta solda, bu istisnalar dışında, genel beklentinin bir çöküş yolunda olduğu söylenebilir. Çöküntünün yıkıntıları üzerinde insanlığı nasıl bir geleceğin beklediği ise elbette perspektif farklılıklarına göre cevaplanıyordu. 1960’lardan 70’lere zayıflayarak ve 60’larda ulaşılandan daha yüksek adette zaferle aktarılan III. Dünya devrimciliğinin bir açılım kanalı olarak düşünülmeye devam etmesi 80’li yıllarda giderek güçleşmiştir. Buna aşağıda döneceğim. Ancak III. Dünya dalgasının zayıflamasına karşın her hareketlilikten fazla umutlanmayı sürdürdü sol hareketler.
İkinci bir kanal olarak tasarlanan sosyalist sistem ise, kendi yoğunlaşan iç sorunları nedeniyle kapitalizmin olası bir çöküntüsünden, bunun sonucu gerginleşecek konjonktürden çekinmekte ve özenle kaçınmaktaydı. Geriye dünya devrimci hareketinin diğer ayağı, metropollerdeki işçi sınıfları kalıyordu. Mücadele geleneği körelen, çoğu yerde önderlikleri sağa kayan, içerisinde heterojenleşen, tarihsel misyonuyla uyumlu dinamiklerini pek dışa vurmayan işçi sınıfları…
Bu tablo aklı başında marksistler açısından ancak şu anlama gelebilir: Kapitalizmin olası çöküntüsü, olsa olsa başta işçi sınıfları olmak üzere dünya devrimi sürecinin çeşitli bileşenlerini radikalleştirici, eğitici bir okul olabilirdi. Ama büyük bir olasılıkla, nihai bir sınıfsal-siyasal müdahalenin olmadığı her durum gibi, bu kez de kapitalizm ekonomik çöküntüyü atlatacaktı.
1987’nin 19 Ekim’inde New York borsasının 1929 çöküntüsünün iki katı çapında krize girmesinin, beklenti sahiplerini haklı çıkardığı sanıldı. Her şey geçmiş bilgelere, “kitaba” uygun gelişmiyor muydu? İşte kâr oranlarındaki düşme, üretkenlik düşüşü, işsizlik, enflasyon, aşırı kredi şişkinliği… Kısa aralıklarla, devlet müdahalesi sonucu elde edilen kısmi genişlemeler, sonra yeniden resesyon…
Şimdi, artık “hayali sermaye” ile suni teneffüste yaşatılan ekonomi durma noktasına geliyordu; peş peşe iflaslar, ülkeden ülkeye sıçrayan bunalım… Bunların hiçbiri gerçekleşmedi! Dünya kapitalizmi 1929’dan bu yana çok şey öğrenmiş olduğunu hemen gösteriverdi. 1983’de başlatılmış olan genişleme 87 borsa çöküntüsüyle bile durmadı; bunu da atlatarak, ve niteliğinde önemli bir değişme olmaksızın 1990’a dayandı.
1983-(…) genişlemesi bir bunalım evresinde gerçekleşmesine rağmen, II. Savaş sonundan beri yaşanan en uzun genişlemedir. Borsanın çöktüğü yıl bile, sanayileşmiş ülkelerin reel GSMH artışı 1986’nın üzerine çıktı. 1986’daki oran 2.8 iken 87’de 3.4 oldu. Yalnızca Fransa’da GSMH artışı 0.2 puan geriledi, ABD’de artış göstermedi. Yine 1987’de -bir önceki yıl ufak bir düşüş gösteren- dünya ticareti yüzde 5.5 genişledi.4
1988’de sanayileşmiş yedi ülkenin toplam büyümesi yüzde 4.0 oranına ulaştı. Artış 1989’da da sürdü. Ayın yıllarda üretkenlikte de yükselme kaydedildi; Kıta Avrupası dışında işsizlik geriledi. ABD’nin ihracat hacmi ve pazarı 87 ortalarında yükselmeye başladı. Ertesi yıl ABD ihracatı yüzde 23 oranında arttı. Diğer ülkelerin ithalat talepleri yüzde 15 civarında arttı. Dünya ticareti 1988’de yüzde 9 yükselirken 1976’dan beri en büyük değere ulaşmış oluyordu. ABD’nin büyüme oranı 1988’de yeniden yükseldi. Gelişmekte olan ülkeler 80’li yıllarda yüksek büyüme oranları sergilediler.5
Peki tüm bu göstergeler solun tamamıyla hayal gördüğü, karamsar akademisyenlerin ve paniğe kapılan kapitalistlerin boşuna endişelendikleri anlamına mı geliyor? O kadar da değil. Yukarıda söylendi: Dünya kapitalizmi ciddi ölçüde kırılgan yapısını sürdürüyor. Birkaç gösterge hemen hatırlatılabilir:
- ABD’nin korkunç boyutlardaki borçları, bu ülkenin de diğerlerinin de başını daha uzun süre ağrıtacaktır. Tüm para sistemi sürekli istikrarsızlık tehdidi altındadır.
- Hegemonya bunalımı gerçekliğini bu süre içinde korumuştur.
- Batı Avrupa, Japonya ve Kuzey Amerika’nın eşitsiz gelişmeleri kararsız dengeleri bozucu etkenlerdir.
- III. Dünya ülkelerinin içinden çıkılması olanaksız borçlanma sorunları bir diğer dengesizleştirici etkendir.
- III. Dünya borçlarının yüzde 30’unu sırtlarında taşıyan sekiz ülkesinin “hızlı” gitmesi, III. Dünyanın elini kolunu bağlar, açığa devam etmek para sistemini çökertebilir, vb…6
Elbette bunların karşısında, yakın geleceğe yönelik, önemsenmesi gereken başka etkenler de var. Bunlar, örneğin sosyalist sistemin kapitalizmle entegrasyonu, bu yazının sonuç bölümünde tartışılacak. Kapitalizmin orta-yakın vadedeki olası yönelimlerini kestirebilmek için son bunalım döneminin siyasi panoramasını da çizmek gerekecek. Bunlara geçmeden önce bir önemli nokta daha var.
Burjuva iktisatçıları cephesinde yeni bir eğilim kendini gösteriyor. İyimserliğiyle belirlenen bu eğilimin bir kaynağı, içlerinde (kitabı ülkemizde de yayınlanan, her bunalım döneminde bir benzeri bulunabilecek) Ravi Batra türünden felaket tacirlerinden, Paul Erdman gibi İsviçre bankerlerine, Fred Bergsten gibi ciddi iktisat yazar ve yöneticilerine, ve Marksistlere uzanan “karamsarlara” duyulan tepkidir. Bir diğer kaynak, elbette 7-8 yıllık konjonktür yükselişidir.
Bu “nesnel” zeminin ötesinde umutların oturtulduğu argümanlar ise tatminkar olmaktan uzak görünüyor. Argümanlar “artık genişleme saati geldi” diyerek Schumpeter’in iş çevrimleri kavramına geri dönüşle başlıyor. Sonrasında şunlar sıralanıyor:
- “Dünya mal pazarlarının entegrasyonu”, yüksek üretkenlikte üretim teknolojilerinin tüm dünyaya yayılması, irili ufaklı firmaların dünya ölçeğinde üretim yapmaları.7
- “Demografik argüman”: Nüfustaki değişimlerin işsizliği azaltması, kişi başına üretim, gelir ve tasarrufun böylece giderek yükselmesi.
- “Zaman içinde borçlanmanın azaltılmasıyla daha düşük faiz oranları” ve yatırım artışı sonuçlarının elde edilecek olması.8
Demografik etkeni ciddiye almak için neden yok. Borçlanmanın azalması yoluyla doğacak olumlu etkiye de fazla bel bağlanamayacağını düşünüyorum. Geriye teknolojik sıçrama kalıyor.
Yukarıdaki anlatımların gösterdiği gibi, kapitalizmin her uzun büyüme dalgası bir teknolojik sıçrama ve yeni teknolojiye dayalı güçlü bir sektörle birlikte yükselmiş, bir anlamda bunlarla birlikte anılmıştır. Peki 1990’ların büyüme dalgasının motoru olacak teknoloji nedir?
1970’lerden belki daha da öncesinden bu yana sözü edilen bilgisayar teknolojisinin bu rolü üstlendiği artık güvenle söylenebilir mi?
Wallerstein 80’lerin başında, daha birçok iktisatçı gibi şunları yazabiliyordu: Seksenli yıllarda mücadelenin hedefi “Kondratiev devresinin gelecek yükselişi boyunca (ki 1990 yılları civarında oturtulabilir) birikim ve kâra temel olabilecek ‘öncü endüstrilerin’ kontrolüdür. Daha şimdiden açıktır ki bu ‘yeni öncü endüstriler’, mikro-işlem, biyoteknoloji ve yeni enerji kaynaklarıdır. Bilim adamları ve mühendisler işe koyulmuşlardır. Schumpeterci yenilikçilerin konumları parlak olacak”.9 Bu ve benzeri erken yorumlar henüz ne doğrulandı ne de yalanlandı. Bugün, “başı çekmeye” aday teknoloji elbette bunlardır. Ama yıllardır bu yönde kritik bir atılım gösterilebilmiş değildir. ABD’nin Uzay Savunma Girişimi çeşitli kapitalist ülkelere de ayırdığı paylarla bir köşe başı oluşturabilirdi. Ancak öncelikle SSCB’nin inisiyatifiyle yaratılan siyasal etkenler askeri bir canlanmayı köstekler nitelikte oldu. Reagan yönetiminin ilk döneminde doların göreli değerinin artışı, otomotiv, demirçelik, petro-kimya gibi standart sanayileri geriletmiştir. Ama boşluğu bilgisayar teknolojili savaş sanayinin tam anlamıyla dolduramaması ve ABD’nin standard sanayilerde üstünlüğü diğer emperyalistlere bırakması, 85 sonrası doların tersine bir yönelişe girmesinde etkili olmuştur. Bu yolla eski sanayiler desteklenmiştir.10
Yeni teknolojinin eski sanayilerde kullanımı yayılmakla birlikte, kritik nokta burası da değildir. Örneğin ileri teknolojiyle donatılmış otomotiv sanayinin gelecek ufku, önünde sonunda, pek de geniş olamaz. Yeni teknolojik/yeni sanayi birleşmesi, eski uzun dalgaların çağrıştırdığı geniş bir ölçekte gerçekleşmekte değildir. Bunalımdan çıkışta şimdilik eksikliği duyulan en önemli etkenlerden biri de bu olacaktır.
Yukarıda sözünü ettiğim “iyimser” yoruma göre “Yeni bir sınai altın çağın en tehlikeli engeli ve gerçekten bizim kontrolümüzde olan tek şey ABD Kongresi ile Avrupa konseylerinin salonlarında hazırlanan iktisadi milliyetçiliktir. Başlıca örnek Avrupa’dır: 40 yıldır kendi pazarlarını ve ulusal üretimlerini korumaya uğraşıyor”.11 Burjuva iktisadı görüntü ve sonuçlarla uğraşmaya devam ediyor. Korumacılık dünya ticaretinin genişlemesine engel olacak, büyümeyi köstekleyecektir. Ama bu, birçok maddi sorunun sonucunda yapılacak bir tercihten öte kendinde bir sorun değildir.
Oysa yine burjuva iktisatçıları maddi sorunlara da parmak basabilmektedirler: Dünya Bankası ve IMF’nin çeşitli raporlarında borçlanma neredeyse çözümsüz, daha doğrusu çözümü tesadüfi denebilecek kadar çeşitli parametrelere bağlı bir sorun olarak vurgulanmaktadır. Bu noktada yukarıda sözü edilen, her biri bir diğerine bağlı sorunlar yumağına geri dönmüş oluyoruz.
Bunalım: Politika Cephesi
Daha önce bunalımın, hegemonyaya ilişkin yönü başta olmak üzere, çözümünün dünya kapitalizmi tarafından ertelendiğini söyledim. Sistemler arası çelişki kapitalistleri bir istikrarsızlık konsensusunda birleştirmişti. Bu durum son gelişmelerle ortadan kalkmış bulunuyor. Ancak bir önemli ders bırakarak: Kapitalizmin ekonomik bunalımı ekonomik düzlemde ne yaşanır, ne çözülür. Güncel bunalım, politika düzleminin özellikle genel bunalım konjonktüründe, ama genel olarak toplumsal süreçlerde giderek daha büyük önem kazandığının göstergeleriyle doludur.
İktisadi değişkenler politik tercih ve inisiyatiflerin belirlediği bir alanda hareket ediyorlar. İkinci olarak ise, özel olarak sistemler arası politika sistem-içi çelişkileri üst-belirliyor. Bunalımın politika cephesine eğilirken baştan bu iki saptamayı ortaya koymakta yarar görüyorum.
Bunalım süresince emperyalizm -ekonomi politikaları alanında ve kendi mantıksal sonuçlarına vardırılamayan çekişmeler dışında- uluslararası ilişkilerde blok olarak davranabildi. Ülkelerin gerekçeleri farklı olabiliyordu. Örneğin Batı Avrupa için sistem içi konsensus çok önemliydi. ABD ise buna bir de eski hegemonik konumuna dönme arayışını bu doğrultuda kimi gövde gösterilerini ekliyordu. İç sınıfsal mücadelelerin görece daha fazla önem taşıdığı Kıta daha “itidalli”, bu açıdan rahat ABD daha “girişimci” bir görüntü çizdi.
Bunalımın tümünde emperyalizmin iç dinamikleri bu çizgide seyretti. Bu bir yana, 1970’lerde Üçüncü Dünya, 80’lerde sosyalist ülkelerdeki gelişmelerin önemi daha fazla ağırlık taşıdı. Bir diğer dönemleme 70’lerin ilk yarısındaki detant, ikinci yarısında ve 80’lerdeki soğuk savaş ve kısmen 88 ama ağırlıkla 89’da başlayan yeni evre arasında yapılabilir.
Sonuncusu sistemler çelişkisinin fiilen sona ermesi anlamına gelmektedir. 1989’da sosyalist ülkelerde başarı kazanan restorasyonlar ve güç kaybına neden olan reformlar sosyalist sistemi ortadan kaldırdı. Tekil sosyalist ülkeler ile dünya kapitalizmi arasında ise artık bir üst-belirleme ilişkisi kalmamıştır. Bu değişiklik bundan sonra daha açık seçik kendini göstermeye devam edecektir.12
Bu konuyu yazının sonlarına bırakarak kronolojik bir sıra izlemek üzere biraz gerilere dönmek istiyorum.
Üçüncü dünyanın önem kazanması ile detant, sosyalist sistemin öne çıkmasıyla soğuk savaş arasındaki zamansal çakışmada bir nedensellik ilişkisi kurmak, bana doğru gelmiyor. Nedenlerle sonuçlar arasında belirli bir zaman aralığı vardır.
III. Dünyada anti-emperyalist yükseliş esas olarak 1960’lı yılların ögesidir. 70’ler bu yükselişin son demleri, ama ürünlerinin de alındığı yıllar olmuştur. Üçüncü Dünya devrimci hareketlerinin ulusal ve demokratik zeminlerinin 1970’lerde daralmasının nedeni, kapitalizmin giderek daha bütünleşmiş bir sistem haline gelmesi ve bunalımdan çıkış için aranan daha entegre sermaye birikim yollarıdır. Aslında her zaman geçici bir kategori olan ve Cezayir, Mısır örneklerinde kapitalizme, Küba, Vietnam örneklerinde sosyalizme evrilen bu demokratik devrimciliğin maddi ve nesnel temeli, kapitalizmin, dolaşım ilişkileri düzleminde, bir tür taşeronluk ilişkisiyle III. Dünyada tatmin olabilmesiydi. Oysa gidiş artık entegrasyon, yani bizzat üretim süreçlerinde otarşinin, göreli bağımsızlıkların yerlerini dünya işbölümüne eklemlenmeye bırakması yönündeydi. Ancak kapitalizmin bunalım döneminde giderek ağırlık kazanan bu yönelişi fitili tutuşturulmuş III. Dünya devrimlerinin 70’lerde patlak vermesini durdurmadı. 1974-80 yıllarında 14 devrim gerçekleşti. Bunların dokuzunun 76’ya kadarki döneme yığılmış olması, ivmenin düşmekte olduğuna işaret ediyor.13
1960’lı yıllarda III. Dünyanın yükselişi, sosyalist ülkelerde büyüme, kapitalizmin bunalıma girişi… Bu üç etken birlikte detantı besledi. Detant iki sistemin çelişkisinde sosyalizmin ileri bir adımıdır. Silahların geçici de olsa susmasıyla III. Dünyanın sosyalizmi tercih edebileceği bir alan yaratılıyordu; sosyalizm askeri harcamalarını azaltma şansını yakalayabilecek, öte yandan kapitalizmin askeri sanayiler ve savaş yoluyla bunalımını atlatma olanağı daralacaktı.
Soğuk savaş, detantın ancak kısmen sonuçlarına varabilmesiyle yeniden canlandı. Yeterli nedeni de vardı bu gelişmenin: 70’li yıllarda ABD’nin askeri harcamaları yüzde 222 oranında artmıştı; ABD bunalımdan çıkış için umudu yeniden bu alana yatırıyordu.14 Sosyalist sistem dünya kapitalizmi karşısında vurucu bir tehdit oluşturacak durumda değildi, olsa olsa III. Dünyadaki girişimlere karşılık verebilirdi; sönmekte olan devrimci dalgaya bir de son nokta konulması gerekiyordu; emperyalist sistem içerisinde çelişkilerin yumuşatılması mutlaka gerektiğine göre, militarizm, gerginlik vb. dışarı yöneltilmeliydi. ABD açısından bunun sistemin liderliğine yeniden oturmak gibi bir anlamı da vardı. Artık gelinen noktada hegemonyanın askeri bileşeni daha fazla ağırlık kazanıyordu.
Özet olarak, sosyalizmin ve III. Dünya devrimciliğinin güçlülüğü ile kapitalizmin bunalımı birleştiğinde ön plana geçen detant, kapitalizmin bunalımının derinleşmesi diğer faktörlerin zayıf düşmesiyle soğuk savaşa yol verdi.
Gerginliğin sistem içinde azaltılması ve dışa kaydırılmasından bağımlı ve faşist/askeri yönetimlerin egemenliğindeki kapitalist ülkeler de paylarını aldılar: Detantın temellerinde anti-emperyalist dalga vardı, bir. Detant demokratikleşme anlamına gelmiyordu, iki. Bu durumda emperyalist sistemin savunma refleksinden bu baskıcı rejimler doğdu. Ancak bu rejimlerin varlığı sistemin kendi içine de bir gerilim taşıyordu. Global bir gerginlik yaşanırken, emperyalist sistemin kendi içinde daha huzurlu olma arzusu anlaşılır bir şeydir. Dünya kapitalizminin “merkez” ile “çevre”yi bütünleştiren eğilimi devrimci demokrasiyi zayıflatırken gerici burjuva demokrasisine alan açıyordu. Tüm bunların sonucu baskıcı rejimlerin “yumuşak inişleri” olmuştur.
Demokratikleşme, kapitalist merkezlerde liberalizm ve kimi sosyalist ülkelerde kitlesel muhalefet hareketleri… Bu üç etkeni yan yana koyan solun bir bölümü liberalleşme yoluna girdi. Sol-liberalizm yumuşak inişin emperyalizmi takviye ettiğini, piyasacılığın sosyal devlet harcamalarının kısılmasıyla emek gelirlerine karşı bir saldırı ve bunalımdan çıkışın bir aleti olduğunu, sosyalist ülkelerdeki her tür iç gerilimin ise, nesnel olarak dünya kapitalizmine puan kazandıracağını göremedi. Bu arada, “demokratikleşme” ile elele, soğuk savaş örülmeye devam edildi.
Demokratik devrimciliğin ve bağlantısızlığın temelleri çökerken, sosyalist sistem önce kendisine yakın devrimci önderliklere desteğini genişletti. Çekilmek üzere olan dalganın sosyalizme yakınlaştırdığı ülkeler kıyıya bağlanmaya ve güçlendirmeye çalışıldı. 1979 Bağlantısızlar Konferansı Havana’da Castro’nun anti-kapitalist söyleminin gölgesine böyle girdi. Tek ciddi karşı eğilimi ise, yine bir diğer sosyalist ülke lideri Tito’nun temsil etmesi bu politikanın gerçekçiline işaret eder: “Özetle, bağlantısızlığın temelleri çöküyor. Bence bu, Sovyetler Birliği’nin uluslararası politikadaki geleneksel ihtiyatlılığından vazgeçerek müdahale kapasitesini arttırmasının, donanmasını geliştirmesinin ve Angola, Etiopya, Güney Yemen, Afganistan’daki devrimci rejimlere, doğrudan ya da sosyalist bloğun öteki ülkeleri aracılığıyla desteğini genişletmesinin nedenini oluşturuyor. Bu bir dönemin sonucudur: Dünya sermayesinin gelişme gerekleri tarafsızlık, barış ve üçüncü dünyanın bağımsız gelişme düşünü yıkıyor.”15
Dentantın savaş kışkırtıcılığı, soğuk savaşın bir yandan yumuşama öte taraftan sıcak savaşlarla birlikte yaşanması bir kuraldır. Dönemleri ”saf” halleriyle gözlemlemek mümkün olmuyor. Çin’in anti-Sovyet yönelişi, emperyalizm için işte bu dönem önem kazandı. Çin’in gelişmesi desteklenirken, anti-Sovyetizm de pro-Amerikan ve kapitalist-restorasyoncu eğilimleri besliyordu. 1978’de sayısı 6 olan özel işletmeler iki yılda 6600’ü buldu. 1977 parti kongresinin anti-kapitalist devrimci süreci derinleştirmek biçiminde tarif edilen hedefi, 78’de Deng tarafından “yabancı bir ülkeden kopya”16 olarak mahkum ediliyordu.
“Deng Hsio Ping’in ‘dört modernleşmesi’, 1979’dan başlayarak 10 yıl içinde Çin ekonomisinde 350 milyar doları ithal edilecek, 600 milyar dolarlık yatırım yapılmasını gerektiriyor. Geri kalan 90 milyar dolar kapitalist ülkelerden kredi biçiminde sağlanacak. Çin’i finanse etme yarışı çoktan başladı. ABD, ABD vatandaşlarının mülklerine bedel ödemeden el koyan ülkelere kredi ayrıcalıklarını yasaklayan yasalarını telaş içinde değiştirmeye yönelirken, İtalya 1 milyar dolar, İngiltere 12 milyar dolar, Fransa 600 milyon dolar ve Japonya 8 milyar dolar vermiş durumda şimdiden”17
Bu satırlar 1979’da yazılmıştı. Çinli iktisatçılar IMF tarafından eğitildi, Batıyla ortak projelere girişildi. Ama Çin pazarı emperyalizme umut ettiklerini sunmadı. Merkezi planlamanın yürüklükte olduğu geniş bir tarım ülkesi… Bu yapının öyle kısa sürede kapitalizme eklemlenebilmesi mümkün değildir. İleri kapitalizm hitap edebileceği bir pazar bulamamış, o pazarın altyapısının oluşturulması gereği ortaya çıkmıştır. Oysa aynı kapitalizm yozlaştırıcı etkilerini, hiç de zamana yaymıyor. 1985’e gelindiğinde rüşvetin, spekülasyonun, yasadışı ticaretin kol gezdiği, ticaret açığı artan, yokluk çekilen bir ülkedir Çin. 80-87 döneminde ücretler düşer, yiyecek fiyatları hızla artar, tarımsal üretim devrim sonrası en alt düzeye iner, devlet sektörü ile özel sektör arasında ciddi çelişkiler boy gösterir.18
Gerek kısa dönemde görülen bu sonuçlar, gerek Çin liderliğinin restorasyoncu olmayan bir reform yolu formüle etme çabaları, bu süreci mantıksal sonuçlarına gitmekten alıkoydu. Açıkçası başlangıçta kredi yarışına giren kapitalist kuruluş ve ülkeler de, bir yandan kaynak sınırlılığı, ikincisi getirinin belirsizliği, üçüncüsü de Çin’in “dengeli açılım” politikasında ısrarı nedeniyle bir eşiği geçmekten geri durdular. Ticaret hacmi ve yardımlar dar kaldı, Çin’den yapılan tekstil ithalatındaki sınırlamalar sürdürüldü, vb.19
Batının bu işten en ciddi kazancı galiba Çinli kitlelerin çok uzak kaldıkları çağdaş tüketim normlarının kokusunu alarak “demokratikleşmeleri” oldu. Elbette şu demokrasi rüzgarının iç sorunlardan kaynaklanan iç dinamikleri var, ve bu yazı konusunun dışında kalıyorlar. Ancak Batı ile ilişkilerin muhalefet dalgasını en azından güçlendirdiği rahatlıkla söylenebilir. Öyle ki, ikinci bir reform dalgasının Çin yönetimi açısından 1978-88 dönemi kadar kontrollü yaşanması herhalde olanaksız olacaktır.
Kimi yorumculara göre 1976’da, başkalarına göre 74’te başlayan, ama herkesin Reagan dönemiyle özdeşleştirdiği soğuk savaşın Batı kapitalizmi için ne denli gerekli olduğuna yukarıda çeşitli açılardan değinildi. Bu döneme rengini veren son önemli olgu Sovyetler Birliği’nin yaşadığı ekonomik süreçlerdir. Sovyetler Birliği’nde üretim 1970 sonrasında düzenli biçimde düşüyor. 1966-70 yıllık büyüme ortalaması yüzde 7.8 iken 81-85 döneminde 3.5’e iniliyor. Emek üretkenliği artışı benzer bir eğilimle aynı yıllar için 6.8’den 3.1’e, kişi başına tüketim artışı ise 71-75’deki yüzde 4.4’lük düzeyden 81-85’de 2.1’e düşüyor. 1971-75 ile 81-85 arasında yatırım artış oranı yarı yarıya azalıyor (yüzde 7.0’dan yüzde 3.5’e). Azalmasından üzüntü duyulmayacak tek değer savunma harcamalarının artış oranı. Bu oranın iki onyılın karşılaştırılmasında yüzde 50 gerilediği görülüyor.20
Sovyet ekonomisinin her yönden tıkanmaya gittiği, kapitalizmin krizinin bir çöküşe yolaçma olasılığının da zayıfladığı bir durumda, başlangıçta çok canlı bir inisiyatif geliştirildi. Soğuk savaş dönemi Soyvetler Birliği’nin şaşırtıcı bir barış taarruzu ile sona erdirildi. Bu noktada Batı dünyası hep direnen ve puan kaybeden taraf oldu. En önemlisi, kapitalizmin bunalımını askeri sanayi eliyle aşma umudu bir dönem için ciddi olarak geriledi. “Reagan döneminin en büyük ironisi ABD’nin gücünü eski boyutlarına kavuşturmayı hedefleyen mülti-trilyon dolarlık bir programın, yalnızca, en ihtiyaç duyulduğu sanılan zaman bile, bir politika aracı olarak kullanılamayan korkunç bir askeri makine yaratmayı başarmasıydı.”21 Sweezy’nin ABD’de Vietnam sendromu olarak nitelediği anti-militer kamuoyu tepkisine atıfla yaptığı bu saptamanın Sovyet yeni politikalarından sonra daha da doğruluk kazandığı söylenmelidir. Ama, yalnızca bir süreliğine…
1990’lar: Olasılıklar, Spekülasyonlar
Bıraktığım noktaya dönmek üzere burada bir parantez açmak istiyorum. 1960’lardan başlayarak ama özellikle Amerikan hegemonyasından sonraki yıllarda, kapitalizmin uluslararası işbölümü kavramlaştırmasına bağlı olarak çok uluslu şirketlerin uluslar-ötesi niteliklerinin bol bol vurgulandığı biliniyor. Bu olgunun oldukça çağdaş bir gelişmeye işaret ettiği, kapitalizmin dünya ölçeğinde pazar ve üretim cephelerinde yaygınlık kazanma sürecinin önemli bir noktası olduğu kabul edilmelidir. Giderek, çok uluslu şirketlerin ve uluslararası mali kuruluşların emperyalist ulusal birimlerin çıkarlarını birleştiren ve kesebilen politikalar izledikleri, bunun ekonomik çıkar anlamında altyapısının bulunduğu da kabul edilmelidir. Ancak çok uluslu şirketlerin kapitalistler arası bütünleşmenin, ultra-emperyalizmin köşetaşı olduğunu ima eden yorumlar bir kenara bırakılmalıdır. Kapitalizm koşullarında süreçlerin mantıksal ve nihai sonuçları somut gerçeklik düzleminde düşünülmemelidir. Eşitsiz gelişme yasası mantıksal sonuçlar elde edilemeden, ara noktalarda sayısız saptırıcı etken doğuracaktır.
Bir kere kapitalizm dünya ölçeğinde bir üretim ve dolaşım örgütlenmesine ulaşmasına karşılık, sermayelerin tekil aidiyetleri ulusal ölçekte kalmıştır. Bu temelde yükselmiş ve edindiği karar alma yetkisinin geri alınması çok güç ulusal devletlerin varlığı sözkonusudur. Bu devletlerin de çok uluslu şirketler ya da uluslararası kuruluşlarla karşı karşıya konması kolay değildir; çünkü her ulusal devlet uluslararası düzeyde ekonomi ve politika üretmektedir.
Sonuçta varmak istediğim nokta şu: Kapitalizmin önündeki olasılıkların belirlenmesinde çok uluslu şirketlerin, daha geniş olarak uluslararası sermâyenin hesaba katılması gereği, ulusal devletleri baz alan hegemonik ilişkiler yaklaşımının aşılması değil, daha karmaşıklaşması anlamına gelir. Ultra-emperyalizm 70 yıl önce ne denli hayali ise, şimdi de o kadar uzakta bulunuyor.
Temel yaklaşıma ilişkin bu noktayı aydınlattıktan sonra kaldığımız yere dönebilirim.
İki sistem 1980’li yıllarda tersine yollar izlediler. 83’den sonra kapitalizm ekonomik genişleme yaşarken sosyalizmin sorunları dayanılmaz boyutlar aldı. 85 sonrası sosyalist sistemin öncelikle politik atılımı kapitalizmin kısmi alanlarda silahlarını elinden aldı. 89’da ise tablo sosyalizmin sistem olmaktan çıkmasıyla baştan aşağı değişti. Reformlar bir eşikten sonra çoğu ülkede restorasyonlara dönüştü, karşı-devrimlere kapıyı açtı. Emperyalizm ise bu gidişattan ilk kazancını “kullanamadığı” silahlarını denemeye başlayarak elde etti. Ekonomiye yansısı dolaylı olan bu kazanç tarzına, önümüzdeki dönemde tamamen ekonomik yollar eklenmesi muhtemeldir.
Bu gelişmeler kapitalizmin karşısına son derece kritik bir evrede çıkıyor. Ve bir etken ortadan kalkıyor. Sistem çatışmasının olmadığı bir dünyada kapitalizmin önünde yeni ufuklar açılıyor.
Mekanizma işlemeye, belli ki Doğu Avrupa’dan başlıyor. 1945 sonrası Batı Avrupa’nın yeniden inşası kapitalizme taze kan katmıştı. Şimdi Doğu Avrupa’da tüketim toplumuna dönüştürülmeyi bekleyen milyonlar var. Bu pazar genişlemesi kapitalizmin gelişme olanaklarını kuşkusuz artırmaktadır. Bu ülkelerde emekçi sınıfların onyıllarca sosyalizmin nimetleriyle birlikte yaşamış olmaları ile, kapitalist sömürüyü sorgusuz kabullenmeleri arasında bir çelişki var elbette. Ama kapitalizmin bu ülkelerin emekçi sınıflarına karşı vahşi bir saldırıya girişmesi de gerekmiyor. Eğer kapitalizmde politik düzeyin etkinliğinin çok önem kazandığı doğruysa, Doğu Avrupa halklarının kapitalizmin vahşi sömürücü yüzüyle değil, sosyal-hukuk devleti yönü ve yüksek tüketim normlarıyla öncelikle tanışacakları söylenebilir.
Sosyalist sistemin kapitalizme eklemlenmesinin Çin’le yaşanan “talihsiz” deneyden daha verimli olacağı kesindir. Her şeyden önce kültürel, coğrafi ve giderek siyasi faktörler daha olumludur. Üstelik bu kez bir sosyalist ülkenin kontrollü biçimde dış ekonomik ilişkilerini geliştirmesi değil (bu durum şimdilik Sovyetler Birliği’ni tanımlayabilir), kapitalizme koşulsuz teslimiyettir sözkonusu olan. Ancak yine de üretimin teknik yapısı, tüketim normları, çalışma koşullarının farklılığı, ücretlerin alım gücü vb. farklılıklar entegrasyonu belli bir zaman dilimine yayacaktır.
Daha önemli bir tartışma konusu ise bu yeni imkanın emperyalizmin iç ilişkilerine nasıl yansıyacağıdır. Doğu Avrupa ve Panama olayları, Demokratik Almanya seçimlerine Batı Almanya’nın, Nikaragua’da ABD’nin açık etkileri gösteriyor ki, uluslararası ilişkilerde emperyalizmin saldırganlığının son derece yükseldiği bir döneme girmiştir. Ancak saldırganlığın eski sosyalist ülkelerin ve hala sosyalist kalanların pazarları sözkonusu olduğunda yerini “işbirliği” ve “yardım”a bırakacağı görülüyor.
Bu yeni alanların açılması emperyalist sistemin hegemonya sorununu çözmeyi daha fazla ertelemesini gereksizleştirmektedir. Hem iktisadi bunalımı hem de hegemonya konusunu bir çırpıda çözmek, bu yeni geniş pazara kimin hakim olacağına göre belirlenebilir.
Burada Batı Avrupa’nın coğrafi-kültürel-siyasi avantajı bulunuyor. Kimi yorumlara göre “Doğu Avrupa Batı Avrupa’nın arka bahçesi olmak üzeredir”.22 Sonra, ABD doğudaki sürece uyum zorluğu çekmektedir. Amerikan yazını 1989 değişimlerine hazırlıksız olunduğunun kanıtlarıyla doludur. 1989 baharında saygın dergilerde, aslında soğuk savaşın kırk yıllık geçmişi olduğu,tüm değişim sinyallerine rağmen bunun sona ermesi için yeterli zemin olmadığı görüşleri Reagan’vari bir söylemle tekrar edilebiliyordu.23 Buna göre Sovyetlerle ticari ilişkilerde teknolojik ilerlemeleri yansıtmamak, silah sanayine dolaylı destek olmamak vb. hassasiyetler özenle korunmalıydı.
Daha arada duranlar değişimi önemsemek gerektiğini, ama bunun güvenilmez Rusların işi olduğunu unutmamayı öğütlüyorlardı.24 Elbette daha “Avrupalı”, başkalarını çağa ayak uydurmaya davet eden yorumcular da var. Bunlara göre açıkçası ABD’nin Sovyetler Birliği’nden açılan olanakları Avrupa’ya kaptırmamak için bir an evvel harekete geçmesi ve saplantılarından, eski “şahin”liğinden sıyrılması gerekiyor.25
Bu bağlamda AT çerçevesindeki birleşme projesi ile de ABD’nin arasını açması beklenmelidir. Şimdiye kadar “Sovyet tehdidine karşı güçlü Avrupa” ve “Amerikan malları için daha rahat pazar” argümanları ön planda olabilmişti. Artık “eğer 1992 içe dönük bir AT ile sonuçlanırsa bu durum diğerlerini aynı şekilde davranmaya yöneltebilir”26 tehditleri daha sık tekrarlanacaktır.
ABD’nin sahip olduğu kimi avantajlar da var. En önemlisi askeri üstünlüğü. ABD gerginleşen, rekabet dozajı artan bir emperyalist hesaplaşma sürecinde bu kozunu kullanma yoluna şimdiye kadar olduğundan daha sık başvuracaktır. ABD her şeye rağmen diğer emperyalistlerce kolay kolay karşıya alınamayacak bir güçtür.
Doğu Avrupa’da açılmakta olan olanaklar yukarıda sözettiğim yeni teknoloji-yeni sanayi birleşmesi açısından fazla değer taşımıyor. Gündemde olan klasik ya da standart sanayiler ve mevcut teknolojiler eliyle Doğunun fethidir. O halde bu gelişmenin sınırı da pazarın genişliğidir. Ancak kritik olan, bir teknolojik atılımın bu tür bir yayılmadan sağlanacak güç ile, ve emperyalistler arasında kızışan rekabetin katalizörlüğü altında bugünden daha olanaklı hale gelmesidir. Rekabet kızışacaktır, çünkü diğer nedenlerin yanısıra standard sanayilerde kapitalist ülkeler birbirlerinden pek farklı düzeylerde değildir. Yeni bir teknolojik atılım olanaklı hale gelebilir, çünkü artan gerginlik ABD’nin ileri teknolojisini en fazla uyguladığı savaş sanayiini uyaracaktır.
Bu çatışma sürecinin Avrupa, Kuzey Amerika ve Uzak Doğu blokları halinde yürümesi bir olasılıktır. Ancak Almanya’lar sorununda Batı Alman sağının sergilediği ileri derecede şovenist performans, Avrupa’da bloklaşma olasılığına ilişkin olumlu ipuçları vermemiştir.
“Bloklaşma” olasılığının altını çizen yorum ile buna şans vermeyen yorum arasındaki fark ortaya çıkacak çatışmanın dozajında değil, çatışma olasılığı üzerinde hiç değil, yalnızca bu sonuca götüren yola ilişkindir. “AT, ABD/Kanada ve Japonya arasındaki artan blok karşıtlıklarının (…) uzun vadede daha büyük tehlikeler doğurmasından korkmak için gerçekten neden vardır”.27
Bu öngörüyü paylaşan Sweezy’ye göre kapitalizmin göreli istikrarının temelleri çok çürüktür ve “ufukta hiçbir yerde, savaş sonrası uzun canlanmayı besleyen türden yeni bir sermaye birikimi dalgasının işareti yoktur”.28 Sweezy’nin bu eklemesine bütünüyle katılmayı mümkün görmüyorum. Kapitalizmin kırılgan yapısı, içerdiği birikmiş sorunlar vb. kolay kolay çözülemeyecektir. Ancak sosyalist sistemin, işçi sınıfı mücadelelerinin ve anti-emperyalist direnişlerin boşluğunda, kapitalizm yeni bir çıkış yolu örmek için daha fazla imkana sahiptir.
Üçüncü Dünyanın Doğu Avrupa’nın payına düşecek olan sosyal devlet kapitalizmiyle tanışması için görünürde bir neden bulunmuyor. İç dengesizlikler, yeni dönemde keskinleşecek çelişkiler bir yana, dış borç sorunu bile kapitalizm aşılmaksızın çözülemez bir duruma gelmiştir. Bu ülkelerin dünya kapitalizmine daha güçlü eklemlenmiş olmaları, emperyalist paylaşım kargaşasında, bu kez “kapitalist-olmayan” değil, anti-kapitalist bir dinamiğin doğması sonucunu verebilir. Sosyalist sistemin ne desteği, ne de cazibesinin sözkonusu olmadığı bir durumda tekil kopuşlar güçleşecektir. Ama bu yolun kapandığını iddia etmek mümkün değildir.
Sosyalist ülkelerden ayakta kalanların aynı emperyalist paylaşım kargaşasından kendilerine bir toparlanma fırsatı yaratmaları biraz soyut bir olasılıktır. Şu anki verilerden türetilmesi zor olan böylesi bir senaryo, ancak metropollerdeki işçi sınıfı mücadelesi ile bağımlı kapitalist ülkelerde doğacak imkanların çakışması halinde yazılmaya başlanabilir.
Tüm bu kuşku dolu olasılıklar uluslararası sosyalist hareketin önünde, kısa vade için pek umut vaadetmeyen bir tablo çiziyor. Sosyalist hareketin, öncelikle, bu kendisinden bağımsız seyreden ve böyle gittiği sürece sosyalistleri daha da marjinalleştirecek olan akıntıyı ne yönde etkilemek istediğine karar vermesi gerekiyor. Üretilmekte olan senaryoların seyircisi olmaktan çıkıp, kendisine alan açacak bir senaryoyu tasarlamak, ve sonra bunun gerçekleştirilmesi için gerekli yatırımlara başlamak demektir bu.
Kesin olan bir şey var. Kapitalizmin son bunalımı başladığından beri iktisatçı ve politikacıların alternatif senaryo üretimi çok yoğunlaştı. 1990’larda bu yöndeki çalışmaların katlanarak süreceği duraksamaksızın öne sürülebilir…
Dipnotlar ve Kaynak
- Savran; “Önsöz: Bunalım, Sermayenin Yeniden-Yapılanması, Yeni-Liberalizm”, Dünya Kapitalizminin Bunalımı içinde (der:Savarn ve N.Satlıgan, Alan yay. İst. 1988); s.24
- Sweezy, Paul; “US Imperialism in the 1990s” Monthly Review, v.41, n.5, Ekim 1989; s.7
- Boswort, Barry B. ve Lawrence, Robert Z.; “America in the World Economy”, Economic Impact 68, 1989-3; s.38
- World Bank; Annual Report 1988, Washington DC
- IMF; Annual Report 1989, Washington DC.
- Hull, Mike; “The International Debt Crisis: Recent Developments”, Capital and Class 35, Yaz 1988.
- Morris, Charles R.; “The Corning Global Boom” Economic Impact 69, 94; s.33
- a.g.m., s.34
- Wallerstein, Immanuel; “Geçiş Olarak Bunalım”, Genel Bunalımın Dinamikleri, Belge yay., İst. 1984; s.49
- Pamuk, Şevket; “Amerika, Avrupa ve Japonya: Birlik mi Rekabet mi” 11. Tez 6, İst., Haziran 1987
- Morris; a.g.m., s.39
- Bu yazıyı kaleme almakta olduğum sırada Haluk Gerger’in Marksizm ve Gelecek’te bir yazısı yayınlandı. Sistemler çelişkisine ilişkin Gerger’in şu saptamalarına katıldığımı belirtmek isterim: “(…) uluslararası ilişkiler (dünya) Varşova Paktı ile Sovyetler Birliği’nin bir alternatif güç olarak fiilen devre dışı kalması gerçekliğiyle biçimlenecek ve belirlenecektir. Burada çok temel bir yanılgıyı da baştan dışlamış oluyor ve yeni bir ‘yumuşama ve silahsızlanma dönemi’ nitelemesinde ifadesini bulan parametrenin çağımız gerçeğini yansıtmadığını, değiştirilmesi gerektiğini öne sürüyoruz. Bir başka ifadeyle, iki blok arasında güç dengesine dayanan bir ilişki kalıbını ifade eden yumuşama değil, denklemin bir tarafının (Varşova Paktı) fiilen çöktüğü, o tarafın temel ögesinin (Sovyetler Birliği) devre dışı kaldığı ve dolayısıyla da bloklar arası ilişkilerin de facto ortadan kalktığı, tümüyle yeni bir uluslararası ilişkiler ağının örüldüğü bir dönemdir artık sözkonusu olan. (…)” (Gerger; “Yeni Dünyada Türkiye”, a.g.d., no.3, s.75)
- Ougaard, Martin; “Emperyalizmin Bunalımı ve İkinci Soğuk Savaşın Kökenleri” Dünya Sorunları Dizisi 4 -Emperyalizmin Bunalımı Dosyası, İst. Aralık 1987
- Sweezy, P.; a.g.m., s.10
- Parboni, Riccardo; “Dünya Pazarının Genişlemesi” Dünya Kapitalizminin Bunalımı içinde, s.491
- Kolko, Joyce: “On the Centrally Planned Economies”, Monthly Review, v.39, n.11, Nisan 1988
- Parboni, R.; a.g.m., s.491
- Kolko, J.; a.g.m.
- Dornberger, Robert F.; “Reforms in China: Implications for US Policy” The American Economic Review, v.79, n.2 Mayıs 1989; s.22
- Hewitt, Edward A.; Reforming the Soviet Economy: Equality versus Efficiency, The Brooking Institution, Washington DC 1988; s.52
- Sweezy, P.; a.g.m., .11
- Fülbert, Georg; “İkinci Ara’da Dört Kapitalizm”, Dünya Solu, Güz 1988, n.3; s.96
- Mandelbaum, Michael; “Ending the Cold War”, Foreign affairs, Bahar 1989
- Albright, David E.; “USSR and the Third World in the 1980”, Problems of Communism, Mart-Haziran 1989
- Holzman, Franklyn D.; “Reforms in the USSR: Implications for US Policy” American Economic Review, v.79, n.2 Mayıs 1989
- McAllister, Eugene J.; “A US Perspective on EC-29” Economic Impact 69, 1989-4
- Roberts, Joe; “The Cold War and Imperialism”, Montly Review, v.41, n.7 Aralık 1989; s.45
- Sweezy, P.; a.g.m., s.14