Gerekli ya da gereksiz, marksizm içi tartışmalarda, “sosyalist demokrasi” başlığı altında toplanabilecek “katılım”, “çoğulculuk”, “özgür seçimler”, “çok seslilik” gibi alt başlıkların daha fazla yer edineceği çok açık. Son olarak Çavuşesku’nun kişiliğinde çok ciddi bir biçimde “kirlenen” sosyalist kuruluş süreçlerinin gelmiş olduğu nokta bu tartışmaları kaçınılmaz kılıyor.
Türkiye’de tartışmaların politikasız kimi akımların elinde iyiden iyiye çıkmaza sokulmasına ve bu sürece TBKP eliyle sosyal demokrat fantezilerin eklenmesine seyirci kalmanın akıllıca bir tavır olmadığı açıktır. Bazı yayın organlarının yaklaşık bir yıldır gündemlerinde tuttukları ve giderek bizim gibi piyasada her yazılanı izleme kaygısında olanlar için ızdırap kaynağı haline gelen “tezler”in yanıbaşında alternatif bir çerçeveyi, tekrarları da içerecek bir biçimde canlı kılmak gerekmektedir. Başlarken, tartışmalarda, varılması gereken bir hedef olarak sınıfsız toplum projesine önemli bir yer vermekten kaçınmamın mümkün olmadığını teslim etmek zorunlu olabilir. Ne var ki, bu zorunluluğun, sosyalist demokrasinin gelişen ve kesintili bir tarihi olduğunu (veya olması gerektiğini) unutturmaması gerekiyor. Hele hele, sosyalist toplumda “yönetime katılma” süreçlerini bizzat sosyalist devrimin özelliklerinden bağımsız parametreleri seçerek incelemek, tümüyle uzak durmamız gereken bir yaklaşımdır. Sosyalist devrim olmalıdır ki sosyalist demokrasi inşa edilsin…
Önce oradan başlanmalı…
Önce oradan başlanmalı çünkü, bugün dereyi görmeden paçayı sıvama merakı yüzünden Türkiye gibi demokratik kitle hareketi geleneği olmayan bir ülkede, Türkiye gibi gerici ideolojilerin kalıcı mevzilere sahip olduğu bir ülkede şimdiye kadarki sosyalist kuruluş deneyimlerine “demokrasi” bağlamında gereğinden ve mümkün olandan fazla tepeden bakan, bırakın bunu, saflıkta 19. yüzyıl sosyalistleri ile yarışabilecek derecede ütopyalarla yoğrulan modeller kuruluyor. Türkiye solu içerisindeki yapılar ise “saflık derecesine göre” ikiye-üçe bölünüyor ve gelecek projeleri giderek daha fazla ayrıntılanıyor, doğrudan demokrasi için daha kestirme yollar aranıyor.
Kurulan modellerin mutlaka işlevselliği olması gerekiyor. İktidarın yolu nasıl açılacak, devrim ve devrimin kazanımları nasıl korunacak? Bu soruların yanıtları ile uyumlu olmayan hiçbir sosyalist demokrasi modelinin ayakları yere basamaz.
Unutulan Bir Kavram: Devrimci Durum…
Devrim sürecinin öncü öznesi ile kitleler arasındaki diyalektik üzerine Gelenek‘te daha önce bazı yazılar yayınlandı. Bu yazıların bir bölümü doğrudan öncü öznenin özelliklerine dayanıyor, bir bölümü ise öncü-kitle ilişkisinin mantığını işliyordu.
Burada kimi tekrarlar ve eklemeler yapmak yararlıdır.
Bugün sosyalist devrim ile sosyalist demokrasi arasında bir bağ kurarken ve ikisini birbirine bağlarken merkeze alınması gereken bir kavram var: Devrimci durum…
Devrimci durum, verili ülkede tüm bir nesnelliğin öncü öznenin darbesine açık hale geldiği özgün bir konjonktürdür. Öncü öznenin, sosyalist mücadelenin öznesinin elini kolunu bağlayan ve onu devrim anına doğru sürükleyen bir konjonktür.
Devrimci durum, teorik olarak bir iktidar kalkışmasını gerektirir. Teorik olana uzak olmak, tüm nesnel boyutlarına rağmen öznel bir eksikliktir.
Her ülkede devrimci durumun gelişme sinyalleri, ülkenin siyasal ve ideolojik yapısına vereceği yeni biçimler farklı farklıdır. Bu anlamda en fazla kimi öngörülerden hareket edilebilir. Ancak, devrimci durumun her siyasal güç üzerinde yeniden yapılanmaya yolaçan bir kudreti vardır ve bu nedenle nasıl klasikleşen tanımda “egemen sınıf ittifakının eskisi gibi yönetememesi” söz konusuysa, aynı biçimde egemen sınıfın tüm siyasal temsilcileri de dahil olmak üzere hiçbir siyasal yapı eskisi gibi mücadele edemez. Bunu bir fizik yasa olarak kabullenmekte yarar vardır.
Bu fiziki yasa, devrim için devrimci durumu bir önkoşul olarak değerlendirenler nezdinde anlam taşır; oyunun kuralları değişmiştir…
Devrimci durumun kesin sınırlarını saptamanın mümkün olmadığını biliyoruz. Kesin bir tanım yapmanın da son derece pozitivist bir tavır olacağı muhakkak. İşte siyasi mücadelenin önceliği burada. Kesin olmayanı kesin hale getirmek ancak öznel bir atılım ile mümkün oluyor. Bu atılımın (aynı zamanda) bir öznelci sapma haline gelme olasılığı, yani öznel bir atılım ile eksikliği kapanamayacak bir nesnelliği devrimci duruma zorlamak olasılığı, siyasi mücadelenin önceliğini bir kez daha vurgulamaktan başka bir şeye yaramıyor. Sosyalist mücadele, zamanlama ve vurgu hatalarının ölüm ve yenilgi riskini getirdiği bir mücadeledir. İstense de istenmese de…
Devrimci durumu, kendi içerisinde her zaman tam olmayan, eksikli bir konjonktür olarak nitelemiş olduk. Ancak, devrimci durumun olgunlaşması veya onun bir eğilim olarak kendisini göstermeye başlaması, tüm sınıflar ve onların siyasal temsilcileri açısından yeniden düzenleyici, yeni silahları gerektiren bir olgudur. Bu şu, anlama gelir:
Kapitalizmin iktisadi ve siyasi anlamda görece düzenli nefes alıp verdiği koşulların siyasi ve ideolojik araçlarına bağlı kalınan, sosyalist dönüşümler programını o araçlar eliyle yaşama geçirmek isteyen hiçbir perspektif devrimci değildir.
Yalnızca tek bir örnek yeterli olacaktır. Parlamento ve serbest seçimler, ileride çok egzantrik bir ülke ile karşı karşıya kalmazsak, bir devrimci durum sırasında ülkenin kaderini belirleyebilecek araçlar olamazlar. Bu yalnızca işçi sınıfı açısından değil, burjuvazi açısından da böyledir.
Burada tek örnek parlamento ve serbest seçimler olarak alınmıştır. Burjuva demokrasisinde, burjuva demokrat ideolojide, birincil meşruluk kaynağı onlardır; yani parlamento ve serbest seçimler. Devrimci hareket bir devrimci bunalım (devrimci durum) halinde kendi meşruluğunu burjuvazi açısından da gündemden düşen kaynaklardan alamaz. Sınıf mücadelesi tarafları gerektirir. Burjuvazinin kendisini geri çektiği alanlar mevcut nesnellikte çatısı çökmekte olan binaları andırır. Devrimci hareket veya atılımın kendi meşruluğunu bu alanlardan alabileceği iddiası, bu nedenle ancak iki anlam taşır: Ya devrimden vazgeçilmiştir, ya da bir “devrim”in devrimci durum olmaksızın mümkün olduğuna inanılmaktadır.
Bazı okurlar, en azından geçmişte çok “bilinen” bu tezleri tekrarlamanın “sosyalist demokrasi”ye ilişkin bugünkü yaygın yaklaşımların karikatürleştirilmesi ile ilgili olduğunu düşünebilir. Böyle düşünenlere Yeni Açılım’ı, Görüş’ü ve Yeni Öncü’deki, Sosyalist Birlik’teki, İşçiler ve Toplum’daki bazı yazıları dikkatle okumalarını önerebilirim.
Yazılanlardan bir bölümü, özellikle “geleneksel sol”1 kökenlilerde, hiçbir abartma olmaksızın, burjuva demokrasisinin temel meşruluk kaynağı parlamento ve serbest seçimlerin sosyalist demokrasiye geçiş sürecinde birer araç olarak görülmesi anlayışında ortaya çıkmaktadır.
Diğer bir bölümünde ise doğrudan parlamento için bir vurgu olmaksızın, ama yine burjuva yasallığının bir yansıması olarak, çoğunluk-azınlık temaları işlenmektedir.
Bu nedenle yazımdaki “tekrar”lar, kimilerinin yaklaşımlarının karikatürize edilmesi ile değil, kimilerinin devrimci dönüşümleri karikatürize etmesi ile ilgilidir.
Devrimci durum karşı devrim ile devrimin koyun koyuna yattığı özel bir kesittir. Burada karşı devrimin yalnızca kapitalizmin muhafazası anlamına gelmediği açıktır, burjuvazi devrimci durumda, devrimci atılımın öznelerine karşı yoketme savaşı verir. Kendi meşruluk ideolojisini bir kenara çeker. Ve bundan sonra adalet, yasalar yoktur; ilkeler ise tüm gıdasını bizzat devrimci durumun yarattığı iki çocuğun, karşı devrimin ve devrimin kapışmasından alır.
Böylesi bir kesitte serbest seçimler, yani burjuva meşruluğunun proleterce fethedilmesi üzerine kurulu strateji 1917 Ekimi’ne karşı Kautsky’nin savunduğu alternatifidir. Kautsky çok açık, bir reformisttir.
Hiçbir biçimde reformizmle suçlanamayacak olan Rosa Luxemburg ise, Kautsky’nin kendince bir yasallık atfettiği burjuva parlamentosunu atlamasına rağmen, modelini parlamento ve serbest seçimlerin işlevini devrettiği nüfusun büyük çoğunluğunun sosyalizmden yana bilinçli eylemine dayandırarak çok da radikal bir kopuş yapamamıştır Bernsteincılık’tan, Kautskycilik’ten…
Rosa, Almanya’da nüfusun önemli bir bölümünü teşkil eden proletaryanın ezici çoğunluğunun nihai hedef ile bilinçli uyumunu bir devrimci atılım için önkoşul saydığı oranda devrimden ve devrimin, devrim anının, devrimci durumun mantığını kavramaktan uzaklaşmıştır.
Peki, bir devrimci durumda önemli olan nedir?
Devrimci durumun temel problemi, karşı devrim ile devrimin temel odaklar olarak ortaya çıktığı bir kesitte, güçler dengesinin hangi odağın lehine gelişme gösterdiğidir. Odakların gerek siyasal, gerekse ideolojik araçlarla kendilerine çektikleri insanların sayısı güçler dengesinin bileşenlerinden yalnızca bir tanesidir. Tek tek insan sayılarıyla ilgili olan gruplar, kalabalıklar, kitleler, militanlar vs. güçler dengesi üzerinde eşit ve birbirlerini dengeleyen etkide bulunmazlar. Kalabalıkların, kitlelerin önemi güçler dengesi bağlamındaki dalgalanışları etkiledikleri orandadır.
Güçler dengesinin diğer bileşenleri nelerdir? Uluslararası durum, silahlı kuvvetler (tek başına devletin ordusu anlaşılmamalı), temel sınıfların tavrı, partilerin militanları, coğrafik koşullar hemen akla gelenler. Bunlara sonsuz sayıda ilave yapmak mümkün. Ancak sayılanların, odaklar etrafında kümelenen insanların sayısından daha önemli olduğu birçok durumda söylenebilir.
Bugün, hızla devrimciliklerini yitirmeye başlayan birçok “marksist” tarafından “halk devrimi” diye selamlanan Romanya’daki süreçte (burada tartışmaya girmek istemiyorum, ancak bu süreç Çavuşesku’nun çizdiği görüntü ne olursa olsun, karşı devrimcidir) sonucu belirleyen “halk çoğunluğu” mudur? Veya, Romanya’daki hareket, halkın ezici çoğunluğunun bilinçli eylemi ile mi “başarıya” ulaşmıştır? Yoksa sosyalizmden yana güçlerin örgütsüzlüğü, KP liderliğindeki moral çöküntü, silahlı kuvvetlerin tavrı ve emperyalizmin uluslararası planda yarattığı psikoloji mi belirleyici olmuştur? Bunların hepsi birbirine bağlıdır ama her birinin kendine özgü ağırlıklarının bulunduğu unutulmamalıdır.
Şimdi, sosyalist mücadele, ki bu bir siyasi mücadeledir, için, devrimci bir nesnellikte güçler dengesinin bütüncül bir değerlendirilmesi ile devrim anının oluşturulmasına yönelik itirazların ne olursa olsun ön plana sayısal çoğunluğun çıkarılmasından kaynaklandığını görüyoruz. Bu nasıl saptanacak ve bu diğer bileşenleri nasıl önemsizleştirecek?
Bırakalım diğer sınıfları, işçi sınıfının iktidar mücadelesinde bir partiye gereksinim duyulmasının en önemli nedenlerinden birisi, devrimci durumun devrim anına taşınması esnasında, bir azınlığın bilinçli eylemini güçler dengesinin çeşitli bileşenlerinden yararlanarak güçlü bir devrim odağı haline getirecek bir fiziki organizmanın yaratılması zorunluluğudur.
Devrimci öncünün militan çekirdeği bilinçli bir azınlıktır, çünkü ancak o bir devrimci bunalım olsun olmasın, ülke sosyalist iktidara yakın olsun olmasın, kapitalizmin devrimci bir atılım ile altedilmesini tarih bugün-gelecek içiçeliği bağlamında kavradığı için öncüdür. Devrimci bunalım, yükselen veya geçici bir biçimde bu anti-kapitalist kavrayışı öncü işçilerin dışında, geniş işçi kitlelerinden başlayarak toplumun emekçi kesimlerine yayar. Bunun süreklilikten uzak ve tamamen gündelik gelgitlere açık olması kaçınılmazdır. Ortada burjuva ideolojisinin taban yitirmesi durumu vardır. Bu kitlesel kopuşun mutlak anlamda bir halk bilinçlenmesi olarak algılanması mümkün değildir. Kopuş, devrimci nesnelliğin bileşenlerinin hem bir tanesi, hem de bir sonucudur. Sonuç olması, devrimci durumun siyasal ve iktisadi yapıda yarattığı sarsıcı kayganlıkla ilgilidir. Kaygan zemin, devrimci odak açısından da söz konusudur ve düzenden kopuşun mutlak olmadığı, güçler dengesinin diğer bileşenleri bağlamında fırsatlar yaratılmadığı sürece kopuşun yeni ve gelecek vaadeden toplum projesine bağlanamayacağı açıktır.
Sürekli olarak canlı ve fotoğrafı çekilemeyecek bir süreçten sözediyorum. Bu süreçte yüzde 51’lik bir garanti arayanlar veya çoğunluk edebiyatını devrimci bir söylem ile yapanların devrimci dönüşümlerden ne anladıklarını pek çıkarabilmiş değilim. Ama artık şunu söyleyebilirim:
Devrimci atılım için arkaya alınan kitlenin miktarına yönelik bir ipotek koymak, burjuvazinin kaç yüzyıldır nasıl iktidarda kaldığını zerre kadar anlayamayanların, Şili’de Pinochet karşıtlarının ancak yüzde 53 oy elde etmesinden “halk zaferi” çıkaranların, Romanya’da nüfus çoğunluğunun, ezici çoğunluğunun bilinçli bir “özgürlük”(!) seçimi yaptığını sananların ve nihayet Türkiye’de işlerin halk çoğunluğunun sosyalizmi istemesinden sonra halledileceğini hayal edenlerin işidir.
Şimdi burada devrimci durumun tanımına tekrar dönmek gerekiyor. Lenin’de tüm ülkeyi saran ve bütün sınıfları etkileyen bir bunalım, kitlelerin eskisi gibi yaşamak istememesi ve egemen sınıfın eskisi gibi yönetememesi biçiminde formüle edilen devrimci durumun, kitleler söz konusu olduğunda en önemli sonuçlarından birisi politizasyondur. Bilinçlenme sürecinin ilk aşamalarında olan kesimler için politizasyonun anlamı kendi derdini kolay ifade edebilecek araçların arayışına girmek olur. Tepkiler belli bir “düşman”a yoğunlaştırılır ve çare de çok gündelik veya ayrıntı bir sorundan yola çıkılarak bulunabilir. Bu basitleştirmeler içerisinde tarihsel tercihlerin yeri sanıldığından küçüktür. Böylesi tercihlerin yerine gerçeğin sınırlı bir kesimine duyulan bir ilgi ve yakınlıktan söz etmek daha doğru olacaktır.
Sömürü mekanizmasının mantığını az çok çözmüş, sınıfsız bir toplum mücadelesinde işçi sınıfına düşen tarihsel misyonu benimsemiş ve sosyalizmin sunacağı olanakları en azından sezebilen bir proleter sosyalizm için bilinçli bir tercih yapmıştır. Aynı işçinin fabrikasındaki bir diğeri ise işlenmemiş bir “patron-işçi” karşıtlığı ile anti-kapitalist bir konumu zorlamaktadır. Bir diğeri enflasyon karşısında tam anlamıyla yenik düşmeme mücadelesinin gerginliği ile düzene küsmüştür. Devrimci durumun ilki üzerindeki politikleştirici etkisi kavganın bilinçli tercihin uzantısı olarak işçinin yaşantısına içerilmesi biçiminde ortaya çıkar. İkincisi, “patron-işçi” karşıtlığında devletin giderek daha açık hale gelen taraflılığı ile düzen dışına itilir. Üçüncüsü, ekonomik yenilginin öfkesini politik yaşantıda kusma olanaklarını bulur.
İlk durumdaki bilinçli tercih, ikincisinde bir bulanıklığa, üçüncüsünde ise kayganlığa ulaşır. Politik öncü ilk durumdakilerin mekânı, ikinci ve üçüncülerin ise, bilinçsiz eğilimlerin bilinçli bir perspektif adına kullanılması anlamında, lokomotifidir.
Bu aşamada, ilk örnek için sözkonusu olan kalıcılık ikinci ve üçüncü örnekler için tartışılır hale gelir. O halde, eğer öncünün eğitici dişlilerinin çok yakınına çekilemeyeceklerse, onlar için, bir rota saptırılması kaçınılmaz olacaktır. Liberal, hatta faşizan yönelimlere bile açık olan ikinci ve üçüncü türden tepkilerin sosyalist mücadeleye emdirilmesi, devrimci durumun özel olanaklarından yararlanmak için oluşturulmuş ideolojik ve siyasal araçlarla mümkündür. Bu araçlar bilinçli tercihleri değil kuşku ve tereddüt dolu bir konumlanışı devrim sürecine manipule etmeye çalışırlar. Bu manipulasyon eylemi, nüfusun ezici çoğunluğunun bilinçli bir tercih yapabilmesi için değil, bir sınıfın kendi ittifaklarıyla ve öncü özne liderliğinde devrimci durum eşiğini atlaması için gerçekleştirilebilir. Eşiği atlamak, ne nüfusun büyük çoğunluğunu, ne de atlayanların bilinçli tercihini zorunlu kılar.
Dipnotlar ve Kaynak
- Gelenek çıkalı üç yıl kadar oluyor. Bu üç yıl içerisinde hem dünyada hem de Türkiye’de marksizm içi kamplaşmada önemli gelişmeler oldu. Bu gelişmelerin hiçbirisi gökten inmedi ama bu cephede “değişen bir şey yok” veya “her şey olması gerektiği gibi gidiyor” demek mümkün değil. Bu anlamda, en azından kendi adıma bundan sonrakilerini bir Emek, bir İktidar Yolu, bir Toplumsal Kurtuluş ile çok genel de olsa aynı başlık altında değerlendirmenin mümkün olduğuna inanmıyorum…