Metin Çulhaoğlu, Gelenek‘in 35. sayısındaki yazılarında, solda teorik, siyasal ve örgütsel bir iç silkinişin yaşanması gerektiğini ifade etti. Altının daha baştan çizilmesi gerektiğini düşündüğüm ilk nokta, sözkonusu silkinişin bir süreç olarak tarif edilebilirliği. Gündemde, tek bir hamleyle bir şeylerin “bitirilmesi” ve sonra da yola koyulma beklentisi bulunmuyor. Tersine, sürecin ancak ve ancak “yola koyulma” ile yaşanabilirliği sözkonusu. Bu durum, tartışmanın doğal sınırlarını da çiziyor. Sınırlar, bilinemezciliğe hapsetmiyor kuşkusuz. Öngörü ve perspektiflerimiz yol açıcılık işlevi görecektir ve bunların şekillendirilmesi özel önem taşıyor.
Eksenini teorik-ideolojik silkiniş sorunsalının oluşturacağı bu yazıda, öngörü ve perspektiflerin somutlanmasından çok, genel bir çerçevenin çizilmesine katkıda bulunmak hedeflenecek.
Teori-ideoloji ayrımı ve teorik atılım
Bugüne dek marksist-leninist teori ile sosyalist ideoloji arasındaki ayrım, bildiğim kadarıyla bir “sorunsal” olarak pek fazla ele alınmamıştı. Bu durum, hiç kuşku yok ki az çok standartlaşmış mücadele pratikleri ve bu pratiklerin kavranışı ile ilgili. Standartlaşma terimine pejoratif bir anlam yüklemiyorum; daha çok sınanmışlıkların ürünü.
Sosyalizm mücadelesinde alışılmış pratiğin kavranışı, Metin Çulhaoğlu’nun, sosyalist hareketin gerçeklik ile ona yönelen özne arasındaki ilişkiye delici tek bir sondajla uzanması olarak tarif ettiği bir boyutu içeriyor. Bu noktanın bir miktar açılabileceğini sanıyorum. Epeyce kabalaştırarak, sözkonusu tasarımın, işin başında sınırları az çok belirginleştirilmiş ve mümkün olduğunca “bağımsız” bir ideolojik yapının, iktidara giden süreç içinde, gerekli tadilatlar da yapılarak, ağırlıklı (ötesi siyasal devrimi öngerektirdiğinden) kılınması düşüncesini içerdiği söylenebilir. Ağırlık siyasal güçle ölçülebiliyor. Dışa dönük, reel politik açılımlarla birlikte farklı kimi öğeler de mevcut sisteme dahil ediliyor kuşkusuz. Bu konudaki olanakların sınırı ise, mevcut sistemin “sağlam”lığının bir fonksiyonu oluyor. Sınırlar zorlandığında, ideolojik bulaşıklık, sonra da likidasyon tehlikesi doğuyor.
Aslında, tarif edilen tasarımın ciddi bir eleştirisine ihtiyaç var. Ancak bu yazıda, çok daha kapsamlı bir tarifi ve derin bir analizi gerektiren eleştiri işine girilmeyecek. Böylesi bir eleştirinin öğeleri arasında yer almaya aday kimi noktalara ve daha çok da sözkonusu tasarımın kimi somut uzantılarına değinilecek.
Tasarım, sosyalist ideolojinin kavranışında marksist özneye mümkün olduğundan çok daha müdahil ve etkin bir rol biçilmesini içeriyor. Bu durum, teori ile ideoloji arasında neredeyse yalnızca iç içe geçmişlik görülmesini de açıklıyor. Teori ile ideoloji arasında bir analitik ayrım çizgisi çekme çabasının bile önemli riskler barındırdığı açık. Basite indirgeyerek, bu ikisinin kesişim alanlarından ve dışından da söz edilemez. Ama “tarih bilinci” dediğimiz şey varsa ve ideolojiden çok teorinin alanına giriyorsa, ayrım önemli demektir. Biraz daha açmaya çalışacağım.
İdeolojilerin toplumsal süreçler olarak kavranışı, “sosyalist ideolojinin oluşumu”nda nesnelliğin hakkının verilebilmesi için gerekli. Nesnel boyut gözardı edildiğinde, birincisi sosyalist ideolojinin iç dinamiklerini kavramak olanaksızlaşır. İkincisi, teorinin, marksist öznenin aynı zamanda kendisine bakmanın yöntemsel araçlarını (bir anlamda tarih bilinci) içerme niteliği zayıflar.
Özne de sosyalist ideolojinin kuşatması altındadır. Daha doğru bir ifadeyle, özne de sosyalist ideoloji içinde varolur. Bu durum mutlak öznenin mutlak olanaksızlığı anlamına gelir. Özne, hiç bir zaman nesnellikle ilişkileri içinde kendi konumunu belirli bir düzeyin ötesinde somut olarak tarif edemiyor. Ancak nesnelliğe müdahalelerin tarihinden, bir (ama yalnızca bir) soyutlama düzeyinde negatif soyutlamalar türetebiliyor. Teori, sosyalist ideolojinin oluşumunda öznelliğin yerini açarken (ya da öznelliğin yerini açmasının yolunu açarken), her zaman tarihsel olan öznenin tanımlayıcısı oluyor.
Öznelliğin gücüne dair her abartma, nesnelliğe o oranda mahkum olmayı getirir. Özne, öznelliğini, sınırlarını bildiği oranda koruyabilir. Riskli bir ifadeyle, sosyalist ideolojinin iç dinamiklerinin eksikli ya da yanlış kavranışının teorideki ideolojik yük oranının artışı anlamına geldiğinin söylenebileceğini sanıyorum.
Kuşkusuz, sözkonusu kavrayışın da tarihsel olduğunu unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla, ideolojik yük oranı hiç bir zaman tam olarak “kararında” olmayacaktır.
Reel sosyalizm deneyimine buradaki tartışmanın bir miktar somutlaştırılması için göz atılabilir. Öncelikle, Zeynep Kor’un Gelenek‘in 35. sayısındaki yazısından bir bölüm aktarıyorum:
“2. Dünya Savaşı ise Sovyet sosyalizminin ideolojik yüklerinin en fazla olduğu/olmak zorunda olduğu kesiti oluyor.”
“2. Savaş’tan kalan bu yüklerin de aşılabilmesi için partinin savaş ertesinde yeni bir atılımla öncülüğünü pekiştirmesi gerekiyor. Bunun önkoşulu ise partinin bir teorik-ideolojik reorganizasyonu gerçekleştirmesi oluyor. Sovyet sosyalizminin verili tarihsel kesitinde bunun gerçekleştirilebileceği bir nesnel gelişkinlik düzeyi mevcut. Ancak gerçekleştirilemiyor.” 1
Sovyet marksizminin teori düzeyinde ciddi politik yükler taşıdığı bilinir. Ancak gerçekten de, sorunun, bundan ayrı düşünülemeyecek bir ideolojik yük boyutu da bulunuyor. 1985 sonrasında, partinin ideolojik bir reorganizasyonu kotarıp kotaramayacağı tartışıldı. Ancak süreç içinde, ortada Sovyet toprağının damgasını taşıyan sosyalist ideolojiden doğrudan türetilemeyecek herhangi bir teorik donanımın bulunmadığı, Sovyet marksizminin kendisinin de Cemal Hekimoğlu’nun sözünü ettiği ideolojik dağınıklığın bir parçası haline geldiği anlaşıldı.
Zeynep Kor’un, teorik-ideolojik reorganizasyon gereksinimi saptamasına katılıyorum. 2. Dünya Savaşı sonrasında, nesnel gelişkinlik düzeyi açısından reorganizasyonun mümkün olduğu, ancak gerçekleştirilemediği değerlendirmesinin ise açılması gerekiyor. Bu yazıda söylenebilecekler sınırlı doğal olarak. Yine de, bir iki noktaya değinilebileceğini düşünüyorum.
2. Savaş sonrası, partinin bir bolşevizasyon ve bir kuruluş sürecini geride bıraktığı; tek ülkede sosyalizm mantığının zorlayıcısı nesnelliğin ise değişmeye başladığı bir dönem oluyor. Süreç içinde, deneyim birikimi anlamında, soyutlamaya elverişli zengin bir malzeme birikmiş durumda. Bugünden bakıldığında, sosyalist ideolojinin oluşum sürecinin yasallıklarının da ayrıştırılabilir hale geldiği söylenebilir. Ancak bunun için, “dışarıdan” bir bakış gerekiyor. Belki de, Sovyet marksizmi açısından bu, zorlayıcı bir dışsal (nesnel) dinamik gereksinimi anlamına geliyor. Brejniev döneminde, gerçekleştirilen büyük ilerlemeye karşın ve bununla birlikte bir rehavetten de söz edilir. İşlerin yolunda gitmekte olduğu düşüncesi, tarihsel haklılık ve ilerilik durumunun neredeyse mutlak bir “garanti” olarak algılanışı ile birleşince, öznelliğe ne yer ne de gerek kalıyor.
Geleneksel solun önemli bir kesimi, daha rüştünü kanıtlamadan, Sovyet marksizmiyle, en haketmediği özellikleri, bu arada da rehaveti paylaştı. Aslında, reel sosyalizm karşıtlığının ötesinde herhangi bir tarihsel performans sergileyemeyen yeni sol da bu rehaveti şöyle ya da böyle paylaştı. Geleneksel sol ile yeni sol arasındaki polemiklerin kataloğu bu durumu çok iyi yansıtıyor. Bugün gelinen noktada, her iki kesim de kendilerini tarif etmek için kullandıkları somut (reel) zeminden yoksun kalmış bulunuyor. Uluslararası sosyalist hareket açısından gündemde bir yemden harmanlanma dönemi var. Eğer kullanılacaklarsa, ki hala işlevsel olduklarına inanıyorum, geleneksel sol ve yeni sol kavramlarının da yeniden üretilmesi gerekiyor. Ben kendi adıma geleneksel sol [kökenli(?)] yapıların bu dönemde de çok daha şanslı olduğuna inanıyorum. Bir tarafta eksiğiyle yanlışıyla ama tüketilmemiş zenginliğiyle bir miras ve politika tutkusu, diğer taraftaysa hiç bir yere taşınamamış bir tepkisellik ve bununla birlikte varolan bir apolitizm var…
Yukarıda yeniden harmanlanma uluslararası düzeyde tarif edildi. Ancak bugün için, uluslararası düzeyde, belirginleşmiş kimi yoğunlaşmalardan söz etmek mümkün görünmüyor. Uluslararası ölçekte anlam taşıyan sosyalist kazanımlar temelinde oluşturulabilecek bir uluslararası reel politikanın yokluğunda, süreç, yerel boyutları aşan somutlanışlar üretemeyecektir. Dolayısıyla, tartışmaların türkçesi bugün bizim açımızdan çok daha merkezi önem taşıyor.
Metin Çulhaoğlu’nun, sosyalist hareketin “en dıştakilerden başlayarak, gerçekliği ve özneyi saran kabuklara karşı bu kabukların düzleminde ve belirli bir söylem ortaklığında savaş vermek” 2 zorunda olduğu ve bu kez kendi başına alıp götüremeyeceği bir genel dalgaya en fazla tutunabileceği saptamaları haklıysa, teorinin “korunması” daha zor ve daha gerekli olacaktır.
Gündemde, bir “özgürleşme”yle birlikte, gerçekleştirilmesi gereken bir teorik atılım var. 3 Kanımca, özgürleşmenin yanıbaşında mutlaka ve mutlaka sorumluluk’un durması son derece önemli. Az çok yeni bir yolun başındayız. Gereken sorumluluğun gösterilmemesi, teoriyi, politik-ideolojik açılımların sıradan bir fonksiyonuna dönüştürme tehlikesini doğuracaktır. Sorun, yalnızca Türkiye solunun tarihinde yaşandığı gibi kendi dışında şekillenen yükselişlerden likide olarak çıkma tehlikesinden kaynaklanmıyor. Türkiye’de henüz, kazananların taşıyıcılığını yapabilme anlamında sosyalist bir hareketin oluşmuşluğu, dolayısıyla yerleşikliğinden söz edilemez. Dalgalar geri çekilirken eleklerin de akıntıya kaptırılmaması güncelliği aşmakla mümkün. Bu noktada, örneğin sosyalist iktidar perspektifi hayati önem kazanıyor.
Sorumluluk sözcüğü, tek başına yalnızca betimleyici bir içerik taşıyor. Savrulmaları önlemek için hangi kapıların kapalı tutulması gerektiğinin tartışılması ile anlamlı hale getirilebilir. Bu çerçevede, örgüt, öncülük, leninizm ve jakobenizm gibi merkezi öğelerin sorgulanmaya başlaması, gerçekten de ciddi bir sorumsuzluk olacaktır.
Teori alanında ağırlıkların yeniden saptanması, kimi ek yüklerin oluşturulması, belki de yeni alanların tarif edilmesi gündemde. Ancak kanımca, bunların erken hesaplaşmalarla birlikte yürütülmesi yanlış olacaktır. Örneğin teorik reddiyelerin mutlaka sınırlı tutulması gerekiyor. Kimi öğelerin arkaplana itilmesi kaçınılmaz olarak yaşanacak. Ancak tüm alanın bir yeniden tarifi girişimi, sınanmamışlıkların ağırlığında, teorisizme kapı açmaktan başka bir anlama gelmez. Hele, “köklü kopuş”ların yaşanmakta olduğu şeklinde bir “ruh hali”nin yaratılmasının yıkıcı etkiler doğuracağı açıktır. Dönemeçlere köksüz girenler kendilerini de kaybeder. Dolayısıyla, yeniden üretilmiş bir “geleneksel”lik özel anlam kazanıyor. Sorumluluğun bir boyutunu da bunun oluşturacağını sanıyorum.
Sürecin başındayız ve söylenebileceklerin sınırları var. Ancak son bir ek yapılabilir. Savrulmalara karşı en sağlam güvence, kuşkusuz, marksist-leninist teorinin taşıyıcısı kadro birikimidir. Bu güvenceye sahip olduğumuza inanıyorum. Başka şeyler için “yeterli” olmasa bile, sosyalist hareketin yaşayacağı bir silkiniş için “gerekli” kadro birikimi bugün mevcuttur.
İdeoloji teorisi üzerine
Geleneksel sol, bugüne dek, kapsamlı bir ideoloji teorisine sahip olmadığı için eleştirildi. Batı marksizmi de, boş bulduğu bu alana tüm heybetiyle yerleşti. İdeoloji teorisi alanı, Batı marksizminin tapulu arazisi olarak görülmeye başladı. Araziye yaban otları ekilince, geleneksel sol, kenardan dolaşmanın “haklı” gerekçelerine kavuştu.
Batı marksizmi, ideoloji alanına girerken, politika ve sınıf mücadelelerini dışarıda bıraktı. Daha doğrusu, politika ve sınıf mücadelesini arka plana itme süreci içinde keşfettiği alanlardan biri oldu ideoloji. Ancak tam da bu nedenle, Batı marksizminin marksistliği tartışmalı hale geldi. Marsizmin bileşenlerini bir bütünsellik içinde kavramak zorunlu. Bütünsel bakışın korunması ise, politik perspektiflerin aynı zamanda disipline edici varlığına bağlı. Yoksa, teorik üretime, dizginsiz yaratıcılıkların egemen olması engellenemez/engellenemiyor. Farklı alanlar arasındaki ağırlık ve ilişkilerin tarifinde “keyfi” ölçütler kullanılır. Bu durum, Batı marksizminin geleneksel soldan uzaklaşma sürecinde ilk uğraklarından olan felsefe alanındaki performansında somut olarak gözlenebiliyor. Bu alanda “derinleşen” Batılı solcular, Marx’ın düşüncesinin kendisini teorik bir nesne haline getirerek, Perry Anderson’ın deyimiyle, marksizmin içinde olmaktan çok marksizm hakkında bir “söylem” yürütmeye başlıyorlar. 4
Gelinen noktada, biraz geç de olsa “ideoloji”ye ihtiyaç duyduk. İlk akla gelen, Batı marksizminin bunca yıl içinde şöyle ya da böyle biriktirdiklerine yeniden bakmak oluyor. Ben kendi adıma hayal kırıklığına çabuk uğradım. Althusser’in ünlü ve yol açıcı sayılan İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları çalışması, analizde sınıf mücadelelerinin eksik kaldığı özürü ile bitiyor. Oysa, Althusser’in yalnızca söylediği gibi, “Bir toplumsal formasyonda varolan ideolojiler, ancak sınıflar yani sınıf mücadelesi açısından anlaşılır.” 5 Eksiklik, eksikliğinin hiç olmazsa bilincinde olan Althusser’le sınırlı değil. Ayrıksı bir örnek olan, hatta Batı marksizmi içinde sayılamayacak Gramsci’den sonra kimse, ideolojik mücadeleye bir iktidar stratejisinin bileşenlerinden biri olarak yaklaşmıyor. Bizeyse, ideolojinin, “kendinde bir şey” olarak tarifi değil, öznenin müdahalelerine de alan açan değişim dinamikleri içinde kavranışı gerekiyor. İdeoloji üzerine yapılacak bir çalışmada daha işin başında, ideoloji ile siyaset vb. arasındaki ilişkilerin kapsamlı bir tablosunu oluşturmak ne mümkün ne de gerekli kuşkusuz. Hatta, yapısalcı bir yaklaşımın, geçici olmak kaydıyla, işlevsel kılınabileceği de düşünülebilir. Üzerinde daha önce pek durulmamış kimi sorunların bu yolla açığa çıkarılması muhtemeldir. Ancak, gerçek anlamda yaratıcılık ve katkı, çözümlerin tartışmanın bir üst düzeyinde aranması ile gerçekleşebilir. Yapısalcı bir yaklaşımla açığa çıkarılan sorunlar, doğrudan bu yaklaşımın sınırları içinde kalan, tarihselci bir bakışın sorun sayamayacağı öğeler içerecektir. Dolayısıyla, bir üst düzeye geçme, bir “süzgeçten geçirme” operasyonu anlamına gelir. Yoksa, kimi sorunlar gerçekten “çözümsüz” kalacaktır/kalıyor.
Kanımca Türkiye’de sosyalizme yer açma mücadelemizde, perspektif ve projeksiyonlarımızı şekillendirirken, ideoloji teorisi alanında da yeniden yol açmak durumunda kalacağız. Batı marksizminden hiç yararlanmayacağımızı düşünmüyorum. Birincisi, gerçekten güzel kimi betimlemeleri hiç sakınmadan kullanabiliriz. İkincisi, içinde yeniden üretilerek işlevsel kılınabilecek pek çok öğe bulunan bir kavramlar kataloğu mevcut. Ancak, bu kataloğa, çıkış noktaları bulmaktan çok, açığa çıkan gereksinimlere karşılık düşebilecek bir şeylerin olup olmadığını görmek için bakılabilir.
Türkiye
Türkiye, uzunca bir süredir bir şeylere gebe. Pek çok gösterge geçici bir ara konumda bulunulduğuna işaret ediyor. “Yeni dünya”nın neye benzeyeceği belirginleşemediği oranda Türkiye burjuvazisi de kimi tercihlerini netleştiremiyor. Aslında, Türkiye’nin “yeni düzen” deki yerinin pek tatmin edici olmayacağı giderek açıklık kazanıyor. Doğal olarak, sınıf savaşımı deneyimi zengin Türkiye burjuvazisi, çelişkilerin bu denli birikmiş olduğu bir ülke için kenarda kalmanın ne anlamlara gelebileceğinin bilincinde. Dolayısıyla, herşey apaçık hale gelene kadar “umut”larını yitirmemek, erken angajmanlara girme korkusunu canlı tutmak zorunda.
İçinde bulunduğumuz dönemde, somut siyasal ya da ideolojik adımlardan burjuvazinin şu ya da bu yöneliminin netleştiği sonucunu çıkarmak son derece tehlikeli. Üstyapı kurumları belirli bir hiyerarşi içinde yeniden örgütlenemediği sürece birinin yaptığını diğeri bozacak, boşluk bulduğunu sanan öne atılacaktır. Burjuvazinin eskiden beri çok ata oynadığı doğru. Ancak her dönemde, atlardan biri öne geçirilirken diğerlerine de bir miktar geriden gelmeleri kabul ettirilebiliyordu. Geriden gelenler, sıranın bir gün kendilerine de geleceğini bilerek hareket ediyordu. Bugün ise, burjuvazi tercihini yapamadığı için atlar arasındaki mücadeleyi kontrol altında tutmakta güçlük çekiyor. Daha çok, öne çıkanı dizginlemeye çalışıyor. Bunu yaparken de giderek daha fazla zorlanıyor.
Bir miktar güç sahibi bir Türkiye solu burjuvazinin işini bir miktar kolaylaştırabilirdi. En azından saldırının nereden geldiği bilinir, önlemler ona göre alınırdı. Oysa tam tersi yaşanıyor. Burjuvazi nereye gidileceği kesinleşmeden açacağı herhangi bir kanalın, kendisine karşı bir silaha dönüşebileceğini biliyor. Ama diğer tarafta da, daha ne kadar belirli sınırlar içinde kalacağını kestiremediği bir toplumsal dinamizm var. Sistem sınırlarını aşmasa bile düzeni zorlayacak çıkışlar pek çok şeyi berbat edebilir. Somut olarak ise, depolitizasyon ortamında devletin itibarsızlaşması sözkonusu. Türkiye’de, 80’li yıllara dek devletle kitleler arasındaki ilişkinin köprüsü, devleti sarmalama işlevini de ağırlıklı olarak yüklenen siyasal partiler olmuştu. Bu işleve soyundurulan yeni odakların yetersiz kalmaya başladığı bugün, devlet “çıplaklaşmış” durumda.
Dolayısıyla, örneğin “bir miktar” politizasyonun ne olursa olsun gerektiği kabullenilebiliyor. Ancak, bu miktarın ne olduğu tartışması daha bir süre kapanmayacak gibi görünüyor. ANAP dışındaki siyasal partiler, işlevleri gereği çokça istiyor. Demirel’in İktisat Dergisi‘nde (Haziran-Eylül 1991) yayımlanan konuşmasının sosyalistler tarafından da okunması gerektiğini düşünüyorum. “Türk Siyasetinde Yeni Stratejiler” konu başlıklı paneldeki açılış konuşmasında depolitizasyonun oldukça açık bir eleştirisini yapıyor. Yeni “strateji”lerin kitlelerde bir değişim beklentisi yaratılamadığı sürece reel bir anlam taşıyamayacağını anlamış görünüyor. Ama asıl sorun tam da stratejilerin tarif edilememesi, hatta bundan kaçınılması olunca, burjuvazinin eskisi kadar bir politizasyona sıcak bakamaması anlaşılıyor. Tek başına değişim beklentisi yaratmak, kendi kuyusunu kazmak demektir. Burjuvazinin isteksizce de olsa kabullendiği, bu kuyunun kazılmaya başlaması oluyor.
Burjuvazinin izin verdiği bir politizasyonun sosyalizme kendiliğinden alan açması beklenemez. Hangi çelişkilerin birer dayanak noktası haline getirilebileceğinin ve neleri değiştirme gücünün bulunamayacağının öngörülmesi mutlaka gerekiyor.
Kanımca Türkiye kapitalizmi yeni bir atılım dönemine girmediği sürece, özellikle ideolojik düzeyde, bugünün verilerinin çok köklü değişikliklere uğraması olanaksız. Dolayısıyla, değişim dinamikleri içinde verili durumun tarifi kimi öngörüleri kolaylaştıracaktır.
80 sonrasında, ancak ağırlıklı olarak son dönemde, depolitizasyonun yanı sıra ve biraz da onun ürünü bir ideolojik dağınıklıktan söz edilebileceğini sanıyorum. Çelişen/çatışan ideolojiler kolayca yan yana gelebiliyor. Tek tek ideolojiler pek fazla öne çıkamıyor.Birliktelikleri ise ortaya bir bulamacın çıkmasına yol açıyor.
Farklı ideolojilerin biraradalığı Türkiye’ye özgü değil. Bu konuda Thernborn’dan yararlanabiliriz: “Tek bir insan hemen hemen sınırsız sayıda özneler olarak davranabilir ve bir insanın yaşamı boyunca aslında pek çok öznellik canlandırılır. Herhangi bir durumda, özellikle karmaşık modern bir toplumda, bir insan kural olarak genellikle bir kerede yalnızca birini gerçekleştirebileceği birçok öznelliğe sahiptir. İdeolojiler sadece içinde yaşadığımız dünyaya ilişkin söyledikleriyle değil, seslendikleri özne türü olarak bize kim olduğumuzu anlatmaları bakımından da farklılaşır, yarışır ve çatışırlar.” 6 “Karmaşık modern bir toplum”a bu durumun pek de yakıştığını düşünüyorum. Ancak bizim toplumumuzun birçok öznelliğe sahip (ne kadar çok olursa o kadar kişiliksiz olan) insanlar toplamı olmayı haketmediğine inanıyorum. Değişme dinamiği olan ülkelerde, ideolojiler, farklı (çelişen ya da çatışan) değişim yollarının da ifadesidir ve belirli bir noktadan sonra, insanlarda birarada varolmaktan çok onları ayrıştırmaları beklenir.
1960-80 dönemine bu açıdan yaklaşılabilir. “Çok partili yaşam”la birlikte, daha önce tümü kemalizm içinde yeralan farklı ideolojilerin taşıyıcılığı ve yeniden üretimi siyasal partilerin, temel bir işlevi haline geliyor. Sınıfsal ve sınıflar içi ayrışmaların belirginleşmesinin de ürünü olan bu gelişme aynı ayrışmaları az çok güçlendiriyor. İç pazara dönük sermaye birikim modeli belirli bir toplumsal dinamizm gerektiriyor. Bu dinamizm, sözü edilen dönemde, kitlelerde beklenti ve bağlanmaların yaratılması ile sağlanıyor. Belirli ideolojilere bağlanma, şu ya da bu oranda, başka ideolojileri “dışlama” ile birlikte yaşanabilir.
Düzen sınırlarının zorlanması ise, aşağı yukarı tüm partiler tarafından kabullenilen “asgari müşterekler”in varlığı ile önlenmeye çalışılıyor. “Asgari müşterekler” söyleminin kendisi, sınıfsal ayrışmaların ve aynı anlama gelmek üzere mücadelelerin, bir tarafında “devlet” ve onun karşısında da “kitleler”in bulunduğu “düalist yapı”yı kıracak denli gelişememesi sayesinde ciddi bir ideolojik silah işlevi görebiliyor.
Bu noktada bir parantez açalım. Kemalizmin tam olarak ne olduğu tartışması bir türlü bitirilemez. Ne olmadığı daha çok bilinir. Örneğin tipik bir ideolojik yapı olarak tarif edilemeyeceği konusunda az çok uzlaşılır. Aşırı derecede eklektiktir ve bu eklektisizmi ile iş görür. Hiç bir ideolojiyi mutlak olarak dışlamaz, bu sayede de neredeyse tüm ideolojik yapılara sızma olanağına sahiptir. Belki de bu nedenle “asgari müşterekler”, en çok kemalizmin damgasını taşır. Kemalizmin ezilen sınıfların ideolojisi olmadığı da rahatlıkla söylenebilir. Ancak tam olarak burjuvazinin malı olduğu tartışmalıdır. Kontrol altında tutulması oldukça güç çıkışlara kaynaklık edebilmiştir.
Kanımca, kemalizmin ne olduğundan çok nerede olduğu/şekillendiği önemli. Temel olarak düalist yapının gerilim alanı içinde olduğunu düşünüyorum. Kitlelerin sınıf mücadeleleri dolayımıyla yaratılmasına katkıda bulunduğu bir ideolojik hegemonyanın tesis edilememesinin de ürünü olan düalist yapı, sürekli gerilim üretir. Bu gerilimle katı ideolojik yapılarla başedilemez. Açığa çıkan her boşluğa esneyebilen kemalizm, bu nedenle, bir türlü tam olarak eskimemektedir. Gerilimin yoğunlaştığı dönemlerde yeni bir yüzle sahnedeki yerini almaya her zaman hazırdır. Kemalizmin, burjuvazinin istediği gibi kullanabildiği bir araçsallığının bulunmadığı kanısındayım. Gerçi sınıfsız bakış açısı kemalizmin bir (belki de tek) ayrılmaz parçasını oluşturuyor ve kemalizmin sızdığı ideolojik yapılara taşınırken yalnızca burjuvaziye hizmet ediyor. Ancak yalnızca bundan yola çıkarak kemalizmin tek yönlü bir ilişkiyi ifade ettiği sonucuna ulaşılamaz. Zaten böyle olsaydı, hiç bir işlevselliği kalmazdı. Türkiye’de, kitlelerin, düalist yapıdaki gerilim içinde ve özellikle gerilimin yoğunlaştığı dönemlerde, kemalizmin şekillendirilmesine katıldığını düşünüyorum. Bunun, kemalizmin geri çekilmesine çalışılan dönemlerin analizinde açıklayıcı olabileceğini sanıyorum. Parantez burada sona eriyor.
80’li yıllarda, dış pazara dönük sermaye birikim modeli ile birlikte iç (toplumsal) dinamizmin geçmişteki anlamı kalmadı. İlk dönemde, baskı ve zor kullanımıyla egemen kılınan depolitizasyon, düalist yapıdaki gerilimin dondurulmasına da yönelikti. Daha sonra, ideoloji üretimi ve taşınmasında yeni kimi odakların öne çıkarılmasının yanısıra, kuşkusuz bunlarla birlikte, yeni bir model zorlandı. Bir tarafta, liberalizmin daha rafinesine Türkiye toprağında yer olmadığından, köşe dönmecilik ve neredeyse anti-popülizm anlamına gelen bireycilik (bence daha çok bencillik) versiyonu öne çıkarıldı. Bu arada kemalizm de mümkün olduğunca geri itilmeye çalışıldı. Diğer taraftan, depolitizasyon ortamında, ideolojik odaklaşmaların sınırlı tutulması sağlandı. Tek tek ideolojilerin belirli bütünsellikler içinde olmaktan çok neredeyse tek başlarına iş görmeleri tercih edildi. Kitlesel düzeyde bağlanmaların önüne geçilmesi sayesinde başarılanlar sonradan bağlanmaların önündeki engeller haline geldi.
Liberalizmin bir sistem haline getirilmesi ise, düşünülmüş olabilir ancak fazla dışlayıcı olacağı için mümkün değil. Üstelik, verili haliyle bile kısa zamanda sorun yaratmaya başladı. Türkiye’de dönülecek köşelerin sayısı azdı ve aşağı yukarı tükendi. Pazar sorununu çözemeyen Türkiye kapitalizminin sıkıntılı günleri geri döndü. Bu arada, kolay kolay öyle bir çırpıda sınıf atlanamadığını anlamaya başlayanlar, başta işçi hareketi, tedrici bir gelişimin daha gerçekçi olduğuna karar vererek bunun için gerekli olan bir mücadelenin içine girmeye başladı. Eğer önü alınmazsa, liberal söylem, giderek tepki çekecektir.
Yeniden gündemdeki sınırlı politizasyona dönebiliriz. Bu politizasyon, sınıfsal ayrışmaların belirli bir düzeyin ötesinde netleşmesine yol açmayacaktır. Sosyalizm, kendisine düalist yapının gerilim alanında yer bulmak/açmak durumundadır. Bu durum sosyalist ideolojinin biçimlenişini belirleyecektir. Düalist yapıdaki gerilimin yoğunlaşmasıyla birlikte, devletçilik, halkçılık vb. kimi ideolojilerin yeniden önem kazanması beklenebilir.
Tek tek ideolojiler, genelde, tek bir ideolojik yapının malı olmaz. Aynı şekilde, çoğu ideoloji, yalnızca burjuva ideolojisinin alanında iş görmek zorunda değildir (mülkiyet ideolojisini, meta fetişizmini vb. bunun dışında tutmak gerekiyor kuşkusuz). Yine, tek tek ideolojiler, içinde bulundukları bütünden bağımsız bir varoluşa sahip değildir. Tersinden de söylenebilir. İdeolojik sistemleri, içlerinde barındırdıkları ideolojilerden çok daha fazla bu ideolojiler arasındaki belirli ilişkiler tarif eder. İdeolojik mücadelede söylem ortaklıkları “bulaşıldık”lara kaçınılmaz olarak neden olmaz. Sosyalizm mücadelesinde burjuvazinin taşımayı başaramadığı ideal ve değerlerin kendisine karşı silahlara dönüştürülmesi her dönemde önemli yer tutmuştur.
Beklentileri karşılamaktan bu kadar aciz bir devletle devletçilik ve eşitsizliklerin bu yoğunluğunda halkçılık, burjuvazi ele geçirmeye çalıştığında kendisini tutan eli yakmaya adaydır. “Tek başlarına” değil doğal olarak! Bu noktada Türkiye sosyalistlerinin tarihsel sorumlulukları başlıyor.
Türkiye solu
Türkiye solunun içinde bulunduğu “dinginlik” durumunun dikkat çekmemesi mümkün değil. 80’li yılların ortalarından bu yana, biraz da eski günlerin dönmekte olduğu beklentisiyle yaşatılmış ve ender olmakla beraber zaman zaman lokalliği de aşabilmiş “canlılık” belirtileri son aylarda oldukça zayıfladı. Sorunun basit bir yaz ayları rehavetini aştığı ise açık.
Bundan en fazla bir yıl öncesine dek, sosyalizmin, içerdiği eğilim ve yönelimler az çok belirli bir “hedef kitle”sinin varlığından rahatlıkla söz edilebiliyordu. Bu kesimin temel özelliği, doğrudan sosyalizm mücadelesinin kendisi ile ve bu mücadele içinde harekete geçirilebilirliğiydi. Sosyalist hareket bu potansiyeli sosyalizmin reel bir güç haline gelmesini sağlayacak kanallarda dinamize edemedi. Uluslararası düzeydeki olumsuz gelişmelerin sözkonusu kesim üzerindeki yansımaları sosyalist bir prizma ile kontrol altında tutulamadı. Dolayısıyla, “hedef kitle”ye daha dikkatli bir yeniden bakış gerekli hale geliyor.
Bu noktada bir paranteze ihtiyaç var. Sosyalist hareketin zaaf ve eksiklerinin tek başına öznel yetersizliklere bağlanmasının yanlış olacağı düşünülebilir. Hatta, gelecekte, eğer yapılırsa bir analizin ekseninde nesnel dinamiklerin yer alması da olası. Ancak, içinde bulunduğumuz dönemde, bunun sosyalist hareket için hakedilmemiş bir “lüks” olacağına inanıyorum. Henüz aşılamamış bir iradesizliğe mazeret bulmak yalnızca sorunun kalıcılaşmasına hizmet edebilir.
Aşağıda sıralamaya özel bir önem vermeden, sosyalist hareketin olası yaklaşım biçimini de tartışmak üzere “hedef kitle”nin çeşitli bölmelerine göz atılacak.
“Kovuklarındakiler”:
Bu kesim, Türkiye soluna 80 öncesinden kalan en önemli miraslardan birini oluşturuyordu. Sosyalist hareketin, geçen süre içinde bunların hala yerinde durup durmadığını ya da nereye evrilmekte olduklarını anlamak için bile gerekli olan müdahaleleri gerçekleştiremediği ilk söylenebilecek olan. Yalnızca, örneğin bir legal parti aracılığıyla doğrudan müdahalelerin değil, Türkiye solunun genel bir canlılığının yan ürünlerinin de yokluğu sözkonusu (aslında, bugün, bu iki sorunun birbirinden ayrı düşünülmesi mümkün değil). Diğer yandan, reformist partileşmelerin kovuklarındakiler üzerindeki biri dolaylı iki olumsuz etkisinden söz edilebilir. Birincisi, içlerinde barındırarak “tüketmeleri”. Bu durum, ilk zamanlarda daha az geçerliydi. Bir “çizgi”nin şekillenmesine yol açmamakla birlikte, belirgin rahatsızlıklar mevcuttu. Ancak, farklı dinamiklerle biraraya gelemeyen bir “rahatsızlık” durumunun süreklilik göstermesi olanaksız. Radikal olarak nitelenen sol da zorlayıcı bir performans sergileyemeyince, geçici ara konumlanışların çürümeyi de içeren bir süreç içinde ortadan kalkmaması için pek az neden kalıyor. Bir de, varolan partileşmelerde bir şeylerin eksik olduğu inancıyla dışarıda kalmış olanlar var. Ancak, yine geçen süre içinde, daha ileri bir çıkışın gerçekleştirilemediği, dolayısıyla ortada bir eksikliğin de bulunmadığı “anlaşıldı”.
Kovukların mermerden imal edilmediği, iklim değişikliklerine dirençlerinin sınırlı olduğu açık. Uluslararası ölçekteki değişmeler ve bu değişmelerin burjuvazi tarafından sosyalizmin direnç oluşturmaktan aciz kaldığı koşullarda benimsettirilebilen “anlam”ları, “katalizör” olma vb.nin çok ötesinde olumsuz (belki de yıkıcı) etkiler doğuruyor. Kanımca, geleceğe yönelik projeksiyonlarımızda, tek tek bireylerin ötesinde bir kesim olarak “kovuklarındakiler”i hesap dışı tutmamız gerekebilecektir. Zamanın sosyalistleri sıkıştırdığını hep söyledik. Artık, en azından bazı alanlarda, sürenin dolmuş olduğunun söylenmesi gerekecek. Bu durum, ne yazık ki, 80 öncesinden devrolan mirasın bir bölümünün harcanmış/harcanmakta (tüketilmiş değil kesinlikle) olduğu anlamına geliyor. Bunun faturası ortaktır!
Aydınlar:
Açıkça söylenebileceğini düşünüyorum. Düne kadar, sosyalizm, aydınlar için, yanında ya da karşısında yer alınsın bir referans noktası oluşturuyordu. Bugün, bu konum yitirilmiştir. Yerine ise herhangi bir şey konamamıştır (konabileceğine de inanmıyorum). Bu durumun yıkıcı etkilerini gözlemek mümkündür. Eski kuşak aydınlarda biraz da nostalji içeren kimi tepkiler ya da tepkiselliklere giderek azalmakla birlikte hala rastlanırken, 80 sonrası kuşak ciddi bir boşluğu yaşıyor. Yeni aydınların “tepki”lerini ayrıştırmak özel bir duyarlılığı gerektiriyor. “Radikal aydın kopuşu” için en kötü dönemlerden birini yaşadığımız düşünülebilir. Radikalizm bir yana, kimi belirginleşmiş doğrultular da içeren bir dinamizmden söz etmek bile olanaksız görünüyor.
Metin Çulhaoğlu, Türkiye’de misyonundan bağımsız bir aydın tanımı yapmanın oldukça güç olduğunu söylemişti. Cemal Hekimoğlu da, Türkiye gibi değişme dinamiği olan ülkelerde, aydının, kimliğini değişme dinamiği içerisinde belli süreçlere angaje ederek takviye etmek zorunda olduğunu saptamıştı. Eğer bu değerlendirmeler hala geçerliyse, ki kendi adıma öyle olduklarına inanıyorum, bugün, bir aydın kıtlığından söz edilebilir. Somut hedeflerin şekillendirilemeyişi, tutarlı bir eleştirelliği bile olanaksızlaştırıyor.
Türkiye burjuvazisinin, en azından kısa vadede, misyon sunma şansı yok. Dünyaya çevrilen gözler de pek bir şey bulamayacaktır. Hakettiğinden fazla tartışılan “tarihin sonu yok mu?” belki de tek anlamını burjuvazinin “daha iyi bir gelecek” tarif etmesinin olanaksızlığını göstermesinde buluyor. Geleceğin halen yaşanmakta olduğu söyleniyor. İyimserliğin kökü kazınamayacaksa, en zayıf bir kapitalizm savunusu gündemde. Dolayısıyla, Türkiye’de, yeni bir aydın kuşağının doğumunda sosyalist hareket aktif bir rol üstlenebilir.
Kuşkusuz, başka çarenin kalmadığını gören aydın potansiyeli sosyalizme koşmayacak. Aydınlarla marksist-leninist teori arasındaki mesafenin önümüzdeki yakın dönemde belirli bir düzeyin ötesinde kısalması için de fazla neden yok. Sosyalistler açısından gerçekçi hedef, bir süredir yitirilmiş mücadelecilik başta olmak üzere kimi değerlerin yeniden üretilmesi olacaktır. Mücadelecilik mücadele ederek kazanılabileceğine göre, alanının tarif edilmesi önem kazanıyor.
Yalnızca değinerek geçeceğim: Türkiye’de, düalist yapıdaki gerilimler, aydınların, toplumsal-siyasal süreçlerde kurucu öğelerden biri olabilmesini sağlıyor. Bunun için, gerilim alanı içinde kimi kurumlaşmalar gerekiyor. 60’lardaki Yön Hareketi ve eksikleriyle birlikte TİP’in bu türden kurumlaşmaların son örnekleri olduğunu düşünüyorum. Önümüzdeki dönemde, yasal bir devrimci sosyalist işçi partisi, en azından bir dereceye kadar, kurumlaşma eksiğini doldurabilecektir.
Öncü işçiler:
Bugün, “klasik” tanımlara uygun bir öncü işçi kuşağından söz etmek mümkün değil. Sosyalist hareketin “yok”luğunda başkası da beklenemezdi herhalde… Bu nedenle, genel olarak işçi hareketinin ve işçi hareketi-sosyalist hareket ilişkisinin kimi yönlerine değinerek başlanabilir.
80 sonrasında, beklentilerimizden biri, işçi hareketinin toplumsal muhalefetin eksenine yerleşeceği ve küçük burjuva radikalizminin hiç bir zaman gerçek anlamda haketmemiş olduğu ağırlığını yitireceğiydi. Sözkonusu beklentinin çeşitli anlamlarda doğrulandığı rahatlıkla söylenebilir. Varolan toplumsal dinamizm, aşağı yukarı tümüyle işçi hareketi ve kimi konjoktürlerde beraberinde sürüklediği küçük burjuva kesimlerin düzensiz hareketinden oluşuyor. Ancak gelinen noktada bir tıkanıklık da belirginleşti. Siyasallaşamayan işçi hareketi, küçük burjuvazinin yeniden ayrışmasını zorlayacak bir güç haline gelemedi. Sosyalist hareket, hiç kuşku yok ki, bu başarısızlığın faturasının en önemli ortağı. İşçi sınıfını ileri sürüklemek bir yana, sınıf nezdinde bir meşruiyetin bile sağlanamaması sözkonusu. Bunun da ötesinde, işçiler, toptan haksız olduklarını kimse iddia edemez, bugün ulaştıkları noktaya “sosyalistlere rağmen” geldiklerini düşünebiliyor. Sınıfa siyasetin kanallarını açamayan bir sosyalist hareket, ekonomik mücadelenin “parazit”i olmaktan kurtulamaz.
Gelinen noktada, işçi sınıfı-küçük burjuvazi ilişkisi tersine dönme yolundadır. Küçük burjuvaziyi kendi rotasında ayrıştırarak ileri sürükleyemeyen işçi hareketi, ideolojik düzeyde hiç bir zaman ayrışmamış olduğu yanıbaşındaki sınıfın değişme dinamiklerine giderek daha fazla bağımlı hale gelmektedir.
“Standart” modelde, öncü işçiler, sosyalizmin sınıf içindeki mevzilerini oluşturur. Bu ilişkinin de önemli oranda tersine dönmüş olduğu söylenebilir. Yeni bir öncü işçiler kuşağının yaratılmasına katkıda bulunmaktan aciz kalan sosyalist harekete, “aktif” işçiler aracılığıyla ekonomizm, uvriyerizm vb. taşınmaktadır.
Sınıfa sosyalizmi daha doğrudan taşımanın olanakları daralmıştır. Eksene işçi sınıfını yerleştirmekten ya da devrimci sosyalist işçi partisinden vazgeçmek kesinlikle mümkün değil; ancak sosyalizm, kendisine daha geniş bir mücadele alanı tarif etmeye zorlanıyor. Sözkonusu olan, örneğin sanayi proletaryasına ya da örneğin üçüncü kuşak işçilere özel bir ağırlık vermemek değil (ki bu ağırlık kanımca daha geniş bir mücadele alanında mevzi kazanmak için de gereklidir), verilen ağırlığın, toplumsal hareketlilik içinde proleter damganın belirli bir düzeyin ötesinde egemen olmasına yol açmayacağıdır.
Daha önce de ifade edildiği gibi, gündemdeki politizasyon, işçi sınıfı ile küçük burjuvazi arasında bir ayrışmayı pek fazla içermeyecektir. Bu durumda, sosyalist hareket açısından anlamlı/gerçekçi hedef, önümüzdeki sürecin sözkonusu ayrışmanın nesnelliğini de üretmesini zorlayan öznelerinden biri olabilmektir. Parti, en önemli araçtır. Partiyle, doğrudan ulaşılamayan alanlara da müdahale etmek gerekecektir ve bu alanlar yalnızca işçi hareketinin dışında değildir. Ancak, sosyalist hareketin buralara göz dikebilmesi için de öncelikle ayakları üzerinde dikilmesi gerekiyor ve bu, partisiz pek kolay değil.
Gençlik / Öğrenci gençlik:
Sosyalist hareketin tekil kadrolarının kaynağı olma durumunu her dönemde koruyor. Ötesi, kendi dışındaki gelişmelere bağlı. Diğer yandan, aydınlar için geliştirilecek perspektiflerin, kimi düzenlemelerle birlikte bu kesime de uzatılması işlevsel olabilecektir.
Kapitalizmin eleştirisi, bugün her zamankinden çok önemlidir. İşlerin böyle gitmesinin “doğal” ya da “zorunlu” olmadığı, bir şeylerin yapılabilmesi ve yapılması gerektiği, kapitalizmin eleştirisinden çıkarılabilir. Ancak işin bir diğer yönü daha var. Eskiden olduğu gibi, “iyi de kardeşim, sen ne öneriyorsun” sorusuna eksiğiyle fazlasıyla reel sosyalizmi göstererek karşılık verme rahatlığımız kalmadı. Daha kötüsü, “bu da olmuyormuş” aforizması, geçmişin ilgisizlerinin bile dilinde. İkna edici bir şekilde yanıtlanması hiç de kolay olmayan yeni sorular, sorgulatılması hiç de kolay olmayan “apaçıklık”lar var. Eğer teorik tartışmaların kendisi politika alanına taşınmayacaksa, ya da “bizim sosyalizmden anladığımız zaten farklıydı; haklı çıktık” demenin politikada anlamlı olacağı düşünülmeyecekse, sosyalizmin, Türkiye toprağında, asıl ağırlığını, aynı zamanda bu toprağa ait olan değerleri temsil ederek kazanacağı da açıktır.
Mücadelenin en önemli boyutlarından biri, bir saygınlığın yaratılması olacaktır. Saygınlık, ideolojik dağınıklık ortamında, özellikle ilk dönemde, fazla “ses” getirmeyebilir. Ancak belirli karşılıklar bulmaması/yaratmaması da mümkün değil. Sosyalizm, bu toprakta, kendisini biraz da “zorla” kabul ettirecek…
Dipnotlar ve Kaynak
- Kor Z., “Sosyalizmin Sorunlarına Dair Değinmeler”, Gelenek 35(Ağustos-Eylül 1991), s. 28-29.
- Yazının başında ifade edilen nokta hatırlatılabilir: Atılımın bir süreç olarak görülmesi gerekiyor.
- Çulhaoğlu M., “Solda İdeolojik Silkiniş İçin Düsünceler”, Gelenek 35, s. 14.
- Anderson P., “Batı’da Sol Düsünce”, çev: B. Aksoy, Birikim Yay., İst. Nisan’82, s. 84.
- Althusser. L., “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları”, çev: Y. Alp, İletişim Yay., 2. Baskı, İst., 1989, s. 63.
- Thernborn. G., “İktidarın İdeolojisi ve İdeolojinin İktidarı”, çev: İ. Cüre; İletişim Yay., İst., 1989, s. 69-70.